KAZAK AÇILIMI



Bir cep telefonu operatörünün reklamı:

-Ayşe, sen sevdiğine özlemini ilmik ilmik dokuyor musun?

-Hayır ben cepten arıyom?

Ya da bir televizyon haberi. Bir bakan tarladaki kıza:

-Fistanını kim aldı?

-Fistan değil o, elbise.

Şu iki örnek gösteriyor ki, çağ değişti, kabul. Çağın değiştiğinin halı tezgahının önündeki ve pamuk tarlasındaki kızlar kadar farkındayım. Gelenekçiliğim var benim, seviyorum. Daha anlamlı, daha estetik buluyorum. Aldığım küçük testiden su içsem de hala, evimde su sebili de buzdolabı da mevcut. Fakat ben testidekini seviyorum. Toprak kokusu alıyorum içtiğim sudan ve bir tek benim boğazım ağrımıyor içtiğim suyun soğukluğundan, evde. Ama katı değilim, isteyen istediği yerden içsin suyunu.

Cam, toprak, kanaviçe, yemeni, iğne oyası favorilerimden. Severim bakmayı, kullanmayı ve tabi ki örülmüş kazak giymeyi de. Ama ne örerim ne de örmeyi düşünürüm. Sadece giymeyi.

Bekarken, evin en küçüğü, en uzaktaki, en özleneni olduğumdan sürekli kazak, atkı örülürdü. Hazır da pek bulunmazdı sanırım. Bulunsa bile üç abla, on teyze, dört hala ve sınırsız kuzen, yeğen ne güne duruyordu. Üzerine bir de nişanlandım. Öyle güzel (ya da bana öyle geldi) bir kazak ördü ki, sanırsın evlendikten sonra kazakları, atkıları, eldivenleri koyacak yer kalmayacak.

Her şey çocuk doğduktan sonra değişti. Belki evlendikten sonra değişti de ben ancak farkına varabildim. Eve yukarıda sayılanlardan biri geliyor, eli boş gelinmez asla, örf ve adetler kanunu madde yirmi beşe göre. Gelen paketi açar ya da çantanın ağzını; çocuğa hırka, hanıma panço. Diğeri gelir, çocuğa eldiven, atkı, yelek, hanıma şal.

Yıllardır bu böyle. Açılan çanta sayısı beş. Çocuğa düşen yelek sayısı beş, atkı üç, eşime panço dört, şal iki, eldiven bir. Her yıl gelen giden ev halkına her şeyi yağdırmaktalar. Yukarıdaki listeye komşuları, arkadaşların eşlerini de katarsak düşünün gelenleri. Fakat getirenlerin tamamına yakını benim yakınım olmasına rağmen, bana değil eşime ve oğluma getirmekteler. “Sizin gerçek akrabanız benim” demem ve diğer imalarım işe yaramadı. Yıllarım, bir örülmüş kazak giyemeden geçti. İzmir’de yaşasam da bir eldivene, bir atkıya da razıydım ama olmadı.

İşin ilginci, hediyeyi alanlar benim kadar kullanmayı sevmiyorlar. Belki de bıktılar. Ben giymeyi kullanmayı seviyorum ama bana da getiren yok.

Baktım olacağı yok çağırdım bir elemanımızı:

-Öznur Hanım, senin güzel kazak ören bir komşun, yakının var mı?

- Var, eşimin yeğeni, bu konuda efsanedir. Hayırdır?

-Bana bir kazak örsün, öyle bir şey örsün ki gören hayran kalsın. Masraftan da kaçınmasın, neyse bedeli ödeyeceğim.

-Ama efendim eşiniz, kardeşleri…

-Karıştırma orasını, sen ne diyorsam onu yap, al şu eski kazağımı ona göre alsın ölçüsünü.

On beş gün sonra Öznur Hanım elinde bir çantayla geldi. Kazağımı getirmişti. Harika bir şeydi fakat giyince kol kısmının oturmadığı anlaşıldı. Tekrar götürdü, düzeltildi getirdi. Galiba akıllı yünle örülmüş ve desenleri renkleri harikaydı kazağımın. Öreni asla görmedim ama teşekkürlerimi ve bedelini gönderdim kendisine.

Eve varınca giydim kazağımı oturdum salona. Eşim bir iki baktı dayanamadı:

-Hazır mı bu, örme mi?

-Örme.

-Kim ördü bunu sana? Neden?

Daha sonra gittiğim bütün akraba evlerinde aynı durum yaşandı. Aynı dikkatli bakışlar, aynı sorular. Soruların nedeni, kazağımın makine örgüsü kıvamında düzgün örülmüş olmasıydı. Önce makine örgüsü yanılgısına düşülüyor sonra da soruluyordu.

Evet, yine kış geliyor. Yazın haşerat yemediyse kazağımı bu kış da giyeceğim. Yaptığım kazak açılımı işe yaradı mı diye merak ediyorsanız, batı cephesinde değişen bir şey yok.

Açılım açılımdır, her yerde aynı sonucu verir.

Hiç yorum yok: