TÜRK’ÜN ÇAMURLA İMTİHANI!


Bundan otuz yıl önce, bu ülkenin başbakanı evinde terlikle gezdiği için çok eleştirilmişti. Ancak evinde terlikle gezen büyük çoğunluk, eleştirenleri dinlememiş, kendisi gibi evinde terlikle gezen başbakana oy vermişti. O başbakan sonra cumhurbaşkanı da oldu. Ölüm indirebildi onu koltuğundan yoksa evinde terlikle gezmesi değil.

Benim de evimde hep terlikle gezildi ve halen de öyle. Zira bizim sokaklarımız ayakkabı ile gezildikten sonra evin içinde gezilebilecek kadar temiz değil. O nedenle evde terlikle gezmek geri kalmışlığın değil temizliğin bir sembolüdür hala.

Aradan otuz yıl geçti. Medeniyet ilerledi fakat maalesef ne sokaklarımız ayakkabı ile gezilecek kadar temiz olabildi ne de sokaklarımız çamurdan kurtulabildi.
Şimdi bütün evler, resmi daireler, işyerleri, alışveriş merkezlerinin zeminleri beyaz granitlerle kaplandı. Fakat sokaklarımız halen doğalgaz, su hatlarının yenilenmesi, telefon hatları, elektrik  ve internet hatlarının yer altına alınması, kaldırım taşlarının değiştirilmesi  gibi bahanelerle kazılmaya devam ediyor.

Çamurlu sokakların kirini girişteki dev paspaslar temizlemeye yetmediğinden beyaz granit taşlı zeminlerin elde paspas temizlenme çabası bütün hızıyla devam ediyor.

Kısacası, evlerini, işyerlerini bembeyaz granit taşlarla döşeyenler, sokakları çamura bezeyenler tarafından yönetiliyor. Dolayısıyla Türk’ün çamurla imtihanı devam ediyor.
Sokakları ayakkabı ile evde gezilebilecek kadar temiz bir ülkede yaşamak dileğiyle…

İHSAN EKİZ'DEN : KAPINDAYIM XXVII

Engelli bir koşuda kırk yaşımı aşırmışken kel kafamın üzerinden
dört işlem becerisine dahi sahip olmayanlar sorguluyor yaşadıklarımı
umutlarımı soyup unuttuklarımı masaya yatırarak otopsisini istediler 
geçmişe gömdüklerimi kulak dolgunluklarından çıkartıp koydum önlerine…

sizler gibi bebektim, büyüklerimi taklit ederek öğrendim konuşmayı
dilimin kemiği yoktu ki, ne duyduysam onlar döküldü dilimden
argo cümlenin yakışığı, küfür marifet, savunmam sonrası silahım oldu kelimeler
uyduruktan oyuncaklarla icat edilmiş aldatmaca oyunlar oynadım
adı eğitim olan erozyonla çöle dönüştürdüler çocukluğumu
yalan, dolan, fitne fesatla şenlendirmeye çalıştılar yok ettiklerini
egosu filiz veren bir ormandan geldi kaçınılmaz ergenliğim
eksikliğine ezikliğimin altında kaldı sahip olduklarımın cakası
hoşnutsuzluğuma dönüşen kütükten kurtulmak için çabaladım
gençliğimi farklı bir coğrafyada yaşama ödülümle canımı acıttım
geleceğime kazanç oldu acımın meyvesi, mahsulü yüzümü güldürdü
hayatı emin adımlayıp temeli sağlamlaştırmak adına çakıldı imzalar
kendimden çalınanlarla tohumlanıp yüceltildim babalık sorumluluğuna
elime yüzüme bulaştırıp yaşayamadığım aşklar
zamanımın yetmediği yerlerde vazgeçtiğim dostluklar
hakkı verilmemiş nice vefalar, nice şükranlar
yastığımda uykusuz pişmanlıklar, armağandan yaşanmışlıklarla
düşe kalka, sürüne uça, baş tacıyken ayakaltlarına
geldim kırk küsür yaşıma, küsürattan sayıldığım hesaplarla…

kendimi sorgulayıp hesabı düzleştireceğim noktadayım şimdi
sıfatım eşleşmesinde denkleştirip hepsini, kuruyorum şimdi denklemi
ergenliğime kadar sorumsuz geçtim, affedilmiştim zaten tanrı katında
o yüzden çıkartıyorum bebeklik ve çocukluk yaşlarımı kırk yaşımdan
geri kalanını uykuma bölüp, uyanıklığımı bölüştürüyorum sorumluluklara
eşimle toplamım olanlardan babalığımı çıkartıp
yaşayamadığım çocukluğu yaşama fırsatımı ekliyor
bölünüyorum koşuşturması bol yaşamımda kucaktan kucağa
kalan kırıntı zamanları umutlarımla çarparak çoğaltmaya uğraşıyor
hayallerim gerçeküstü bulunup sorumluluklarım gözüme sokuluyor
kırk yaşım kırıklığım oluyor, protez uydurup ayakta kalmaya çalışıyorum
yaşını bile hesaplayamayanlara denklemlerle sundum gerçeğimi
yine anlamayacaklar beni, kodu dedi’den geçirip
denklemin sonucunu dedikoduyla bulacak
ayakaltlarında aşağılayacak aşağılıklar…

İhsan EKİZ 03.04.2011

İHSAN EKİZ'DEN : SEN'SİZ BİZ XXI

Parmaklarımızı birbirine geçirip ellerimizi kenetleyerek yürüyemedik seninle. 
Tanıklık etme cesaretini gösterecek sokak bulamadık kendimize. 
Suça yataklıkla itham edilmekten çekinip sırtını dönerek çıkmaza dönüştü bütün sokaklar, el ele adımlayamadık hiçbirini. 
Yetmedi, yan yana çekingen adımlarla ilerlerken bile zort çekti kaldırımlar arkamız sıra.
Neredeyse suskunluğumuzdan cesaret alıp iftirada bulunacak, sonrasında da suçsuzluğumuza rağmen duvarlarına afişleyip ilan edeceklerdi bizi. 
Aynı yağmurda farklı kaldırımlarda ıslanmak zorunda kaldık o yüzden, aynı rüzgara farklı noktalarda teslim ettik bedenlerimizi, aynı düşü aynı yıldızların altında farklı yataklarda gördük, aynı anda düşünüp çıldırdık kaderimize. 
Keşkeli cümlelerle sardık birbirimizi, belkili cümlelerle yarınlara erteledik hayallerimizi…

İhsan EKİZ 28.07.2010

SECDE BİLE KABUL ETMEZ ALNINIZI!


Geçenlerde Eski Diyanet İşleri Başkanının “dindar sayısı artmadı dindar görünenlerin sayısı arttı!” şeklindeki açıklamasını okuyunca rahatladım. Demek yalnız ben değilim bunu gözleyen.

Şöyle bakıyorum etrafıma, herkes bir faaliyet içinde. Hayır, bir dönüşüm değil bu. Dönüşüme saygı duyulur. Herkesin dönüşümünün kendine göre vardır bir nedeni. Oysa bu iktidarın, gücün el değiştirmesi halinde tersine dönebilecek bir akım, bir davranış biçimi: sadece işyerinde ve sadece çalıştığı zaman Cuma namazına gitmeler, gittiğini amirine gösterme çabaları, konuşmaya “alo” yerine “selamün aleyküm” le başlamalar vs.

İbadetin Allah rızası yerine amirin gözünü boyamak için yapılmış hali. Bahane de hazır: “mahalle baskısı var!” . Aynı işyerinde çalışmamıza karşın nedense benim hissetmediğim mahalle baskısı almış yürümüş. Millet inim inim inliyor baskıdan haberimiz yok.

Bir zamanlar rakı içtiğim halen de davet edilse içeceğim arkadaşlarım işyerinde bambaşka bir kimlikteler. Kimi göreve gittiği yerde imamın yanlışını çıkarıyor, kimi kendini işyerinin camisinde buluyor. Geç kalıp amirinin yanında yer bulamayınca namazdan sonra soluğu amirinin odasında alıyor:

-Efendim, bir hususu arz etmek istiyorum. Bugün geç kalınca Cuma namazını camimizin üst katında kılmak zorunda kaldım. Böyle devam ederse Allah korusun camimiz çökebilir!

Yani cumaya geldim siz beni görmediniz, bir yanlış anlama olmasın!

Hayır, yıllardır her akşam içen ama ramazanda bir gün bile orucunu kaçırmayanlardan değil bunlar. Onlar kendilerince bir mantık oluşturmuşlar öylece gidiyorlar. Ne amirine yaranma dertleri var ne de hükümetin değişmesi ile ilgileri var. Bunlar ise ibadeti sadece amirleri için gösteriş için ve de bu dünya için yapanlar.

Geçenlerde gördüğüm bir manzara ise beni tam anlamıyla dağıttı. O günden beri içinden çıkamadım işin. Belki siz yardımcı olursunuz.

Efendim, biz yedi kişi işe başladık. İki tanemiz hem cumayı kaçırmaz hem de oruçlarını muntazam tutardı. Biz de bir arkadaşla her akşam Eski Galata Köprüsünün altında biramızı içerdik. Balığı ise asla ağlatmaz, rakısız bırakmazdık. Aradan yirmi beş yıl geçti. Her birimiz bir tarafa dağıldık. Fakat facebook sayesinde sanal da olsa tekrar bir araya geldik. Geçen gün gördüğüm manzara tam anlamıyla “nereden nereye” dedirten cinsten.

Efendim, benim her akşam bira içtiğim arkadaşım, Facebook’taki bütün alkollü fotoğraflarını, her biri bir başka bir cami önünde çekilmiş fotoğraflarıyla değiştirmiş. Aynı zamanda da bir cemaate ait internet sitesinde yazı yazmaya başlamış. Bir yazısında da Çamlıca’ya cami yapılmasını savunuyor, başbakanın kelimeleriyle. Diyor ki, cumhuriyetin bir eseri yoktur, Çamlıca’ya bir cami yapılarak cumhuriyet taçlandırılmalıdır!

Bizim cumaya giden arkadaşımız ise itiraz ediyor:

-ABD gelişmişliğini taçlandırmak için neden dev bir katedral yapmadı da ikiz kuleleri yaptı ve aya gitti?

Vallahi biz cumhuriyetin taçlandırdığı bir kurumda işe başladık. Şimdi özelleştirilmiş olsa da cumhuriyetin dev bir imparatorluğa çevirdiği bir kurumda yetiştik. O nedenledir ki şimdiye kadar da cumhuriyetin bir taca ihtiyacı olduğunu düşünmedik.

Hey gidi zaman, sen nelere kadirsin; rakıcıyı dinci, ibadetini yapanı da camiye karşı çıkar hale getiriyorsun.

Efendim, beni şaşırtan bu değişimin boyutlarını anlayabilmek için rakı arkadaşımın diğer yazılarını da okudum. Okudukça şaşırdım, şaşırdıkça utandım insanlığımdan. İnsan denen varlığı neyin bu hale getirebileceğini düşünmeye ise ufkum yetmedi.

Bir defa arkadaşımın yazılarında özgün, kendine ait bir fikre rastlayamadım. Bir televizyon kanalında her akşam tekrarlanan söylemlerin kötü bir kopyası vardı yazılarda. Hem kopya hem de cahilce dini yorumlar. Tamamen bir yerlere bir mesaj veren yazılar kısacası.

Bir yazısında ülkemizdeki “bayan müfettiş” sayısının azlığından yakınıyor arkadaş. Bunu da da asrısaadet devrinde çarşı Pazar denetimi yapan Şifa Bin Abdullah’ı örnek vererek yapıyor. Bayan Müfettişler mi yoksa Bayan zabıta Memurları mı çarşı-Pazar denetimi yapıyor günümüzde, orasını karıştırmış anlaşılan.

Ayrıca kamu yöneticiliğinde yaşanan sorunlara ancak Hz. Ömer anlayışı ile çözüm bulunabileceğini  savunan arkadaşın bu konuda daha somut önerilerini bekliyorum. Örneğin Kamu yönetiminde Hz. Ömer anlayışını egemen kılmak için hangi yasa, yönetmelik ve tüzükte ne gibi değişiklik yapılması gerektiği hususundaki önerilerini sabırsızlıkla bekliyorum.

Arkadaş, bir başka yazısında ise birkaç kilometre öteden günah teşhisi yapıyor. KGS Gişelerinde kuyruklar uzayınca,  en öndeki kişinin kendisi gibi çift KGS taşımamasına sitem ediyor. Hemen en öndeki yolu tıkayan şahsın “kul hakkı yediği için yolu tıkadığı” teşhisini koyuyor. Yani çift KGS taşımayan bütün sürücüler, zan altındasınız haberiniz olsun.

Arkadaşın dikkat çektiği bir başka husus ise, köyünde bayram namazından sonra herkes birbiriyle bayramlaştığı halde büyük şehirlerde bunun olmaması. Düşündüm de Sultanahmet Camiinden bayram namazından çıkan on bin kişiden bayram süresince umudu kesmek lazım. Zira kalabalık arkadaşımın hatırı için birbiri ile bayramlaşacağı, on bin kişinin birbiri ile bayramlaşması da birkaç günden az sürmeyeceği için evdekilerle bayramlaşabilmeleri için bayram süresinin on beş günden az olmaması gerektiği ortaya çıkıyor.

Memleketin bütün meseleleri üzerine kalem oynatan arkadaşımın yazdığı cemaat sitesinin ve televizyonunun dikkat çektiği hususlara değinmemesi tabi ki düşünülemez. Örneğin Balyoz Davası konusunda yazdıkları gerçekten bir ibret vesikası:

-Balyoz Davasında verilen mahkumiyetler demokrasimizin gelişmesi için çok önemlidir. Eğer yargılama sırasında yapılan bir yanlış varsa bu temyiz aşamasında düzeltilir. Yargı süreci tamamlanmadan bu konuda bir şey söylenmemelidir.

Kısacası, tamamlamamış bir yargı sürecinin başında ceza alanları demokrasiyi katletmekle suçlamak serbest ancak yargı süresinde bir yanlışlık yapılmışsa bunu dile getirmek sürecin tamamlanması ile mümkündür.

Sonuç olarak, Allah ile kulun arasına girilmeyeceğini en iyi bilenlerden biriyim. Bu anlattıklarımı yapanlar hakkındaki değerlendirmenin de layıkıyla yapılacağına eminim ama yine de “secde bile kabul etmez alnınızı” demeden alamıyorum kendimi.

BARIŞ AĞA!


-Nasılsın Barış Ağa?

-Tamam, Barış Ağa!

-Uyanmış Barış Ağamız!

Bu her gün duyduğum fakat duydukça da tuhafıma giden bir konuşma. Hayır, tabi ki bir baba ile oğlun konuşması değil tuhaf olan. Ama bir şeyler de var kulağı tırmalayan.

Düşüne düşüne sonunda buldum tuhaf olanı: Barış Ağa!

Hani otobüste veya trende ters oturursanız başınız ağrır ya: yönünüz arkaya bakıyor, oysa otobüs sırtınıza doğru gidiyor öyle bir şey bu. Barış ve ağa kelimelerinin yan yana gelmesi de bence aynı etkiyi yaratıyor insanda. Barış yeni bir kelime, yeni bir isim. Ağa hitabı ise eski bir deyim. Örneğin 

Hasan Ağa iyi de Barış Ağa tuhaf. Aynı Berke Ağa olmayacağı gibi.

Barış veya Berke, “bey” kelimesi ile yan yana kullanılmak için yaratılmış bence. Ayrıca uzun saçlı, entelektüel ve hukukta okuyan bir çocuğa “ağa” demek de neyin nesi?

Demem o ki, yanına “ağa” kelimesini getireceğin çocuğa Barış ismini neden koyuyorsun kardeşim? Hasan koy ki, hem yakışsın hem de bizim kafamız karışmasın!

İhsan EKİZ'den: IKINTI VI

Ben bir ortak yaşanmışlıktan oluşan
bileşiminde hem her şey, hem de hiç olan
merkezinde ve dışında sayılan ederlerin toplamı
çıkmazlar batağı, bölünmüşlüklerin çatlağıyım...

biraz haluktum ben
kasabanın meşhur delisi
bulaşıp uğraşmadıkça konuşup dokunmayan
ağzını açtığında gerisinde bırakmayan...
biraz topal saffettim ben
kasabanın ağır aksak topal berberi
ağır dediysek yaşamdan geri değil
eli kadar hızlı çalışır çenesiyle gerisi...
biraz huluk ahmettim ben
kasabanın deniz kokan balıkçısı
kokuşmuşlara inat, kokuşmuşu olmadan kokan
el arabası tezgahının ardında naralarla dolaşan...
biraz şahino memettim ben
kasabanın cehennemde gurbetçisi
yaşamını zehir edenlere zemberek tohumlar eken
yılda bir kucağında hediyelerle gelen...
bir memed, az ahmet
biraz haluk, biraz da saffet...
bir deli, az kokmuş
biraz uzak, biraz da ağır aksak...
biraz boyacı ademdim ben
parlattığı ayakkabıların görkemine inat pejmurde...
biraz yarano mustafaydım ben
korsan misali bir bacağı noksan fırıncı...
biraz öğretmen hasandım ben
mahpus damlarında boynu bükük eğitimci...
biraz baytaro memettim ben
eleştirdiğimce benzediğim yükünün altında ezilen hamal...
biraz kilimci süzandım ben
tezgahının başında ince eleyip sık dokuyan gözü yaşlı kadın..

ondandır delisiyim çevremin
doğrusunda eğri, eğrisinde doğru
biraz kokanıyım yanına yaklaşılmayan
uzağım biraz, kaybolmuşum yordamsızlığımdan
biraz cehennemimdir benim cennetim
biraz hüzünlü yaşarım coşkularımı
biraz gözüm yaşlı atarım kahkahalarımı
az ondan, az bu, az da şundan
biraz kendim, bir çok başkaları
bir azdan bir çoğa hepsi bir arada
bir ağızdan aynı anda
biraz... biraz... biraz daha...

İhsan EKİZ


BUGÜN DİJİTAL YERLİLERLE BULUŞTUM!


İlk defa Arkadaşım Ümran Tunoğlu’dan duymuştum bu kavramı. 1992’deki büyük teknolojik dönüşüm nedeniyle, 1992’den sonra doğanlara dijital yerli deniyormuş. Yani Teknolojik dönüşümün tam ortasında doğdukları için teknolojiye tam uyum sağlayanlar. Bir de bizim gibi teknolojik dönüşümden önce doğdukları için bir türlü dönüşüme adapte olamayanlar varmış, yani dijital göçmenler.

Bunu öğrendiğimden beri, bir dijital yerli olan oğluma bakışım değişti. Onu anlama çabam daha da arttı. Oğlumun yanı sıra diğer yerlilere de bir başka bakar oldum. Onlara daha anlayışlı olmaya çalıştım.

Bugün ziyaretine gittiğim Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Biga İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Görevlisi Arkadaşım Aytül TEKAY, dersine girerek öğrencilerine yaşam tecrübelerimi anlatmamı rica etti.

Tabi ki buna çok memnun oldum. Yani, bir üniversite kürsüsünde konuşmaktan daha güzel ne olabilir ki? Belki bundan da güzeli insanların benim söyleyeceklerim olduğunu düşünerek anlatmamı istemeleri. Tıpkı daha önce Mali Müşavirler Odası Etik Komitesinde bir konuşma yapmamı rica eden Gülden KILIÇ gibi.

Evet, hayatımdaki bu en güzel öneriyi aldıktan sonra bir telaş almadı da değil yani; ne anlatacaktım, nasıl anlatacaktım?

Sonunda İşletme 2.sınıf amfisinde yerimizi aldık. Aytül’ün kısa tanıtım konuşmasından sonra başladım anlatmaya. Bir hazırlık yapmadığım için konular dağınık olsa da genelde yaşam tecrübelerimi paylaştım. Fakat konunun bir ara “İngiltere’den Yeni Zelanda’ya gelin giden kızın kaynanası ile karşılaşmasına” nasıl geldiğini hala hatırlamıyorum.

Sonuç olarak:

-Bu kadar dijital yerli ile karşılaşmanın hiç de korkutucu olmadığını gördüm. Dijital göçmenlere iyi davranıyorlar. Korkmaya gerek yok.

-Çok garip de değiller, bizim gibi "Hocam" diye hitap ediyorlar. Bu arada ömrümde ilk defa "Hocam" diye hitap edildi bana. İnanın pek hoş durdu bende.

-Kendisi de bir dijital yerli olan oğluma göre bu yerlileri daha olgun ve büyümüş gördüm. Üniversitede geçen iki yılın şimdiden fark yarattığını anladım.

-Geleceğe umutlu bakan demesem de bizim zamanımızdaki gençlik kadar karamsar bakmadıklarını gördüm.

Ardından sorulara geçildi diyemeyeceğim zira sadece bir soru geldi. O da özel bir soruydu. Hayır, burcumu sormadılar, yaşımı merak etmişler. Ben bunu son derece açık,akıcı ve anlaşılır konuşmama yordum(!). 

Evet, yaşamımda çok önemli ve değişik bir gün geçirdim. Bu olanağı veren Sevgili Arkadaşım Aytül Tekay’a ve Biga İdari Bilimler İşletme 2 dijital yerlilerine bu güzel gün için çok teşekkür ediyorum…


ACINASI FACEBOOK TİPLERİ


Facebook sayesinde eski okul arkadaşları, asker arkadaşları, iş arkadaşları ve hatta ailenin birbirini tanımayan, uzun zamandır bir araya gelmemiş üyeleri birbirini buluyor, eski anılar canlanıyor ve fotoğraflar paylaşılıyor. Doğal olarak bu anıların, fotoğrafların altında yorumlar var. Bu işin iyi tarafı.

Fakat bu yorumları okuyunca, bazı sözler var ki insan ne diyeceğini bilemiyor:

-Bu Ahmet’in yanındaki zayıf çocuk da kim?

-Arkadaşlar şu önden ikinci sıradaki arkadaşın adı neydi?

Yani, bir zamanlar bir fotoğraf çekilmiş. Fotoğrafı biri yayınlamış, birileri etiketlenmiş ve bazı isimler boş kalmış. Fotoğrafta biri var ama ne adını bilen var ne de onu hatırlayan. Onca insan arasında bir isimsiz ve zihinlerde hiç iz bırakamayan biri. Bu da işin kötü tarafı.

Allah kimseyi bu duruma düşürmesin!