BİRAZ DA HAYRIN DOKUNSUN!

Bülent Ersoy’un sesini ve şarkılarını beğenirim, diğer yönleriyle ilgilenmem. Ancak uzun zamandır medya öyle şeyleri sık tekrarlıyor ki görmemek duymamak mümkün değil:

-Bir oturuşta 35 sandviç yedi.

-Et sever.

-Marmaris’te şu kadar milyonluk koyu var.

-Kuaför kapattı.

-Gece yarısı mağaza açtırdı.

-Hindistan’a şu kadar valizle gitti, şu kadar bagaj parası ödedi.

Artık uzun zamandır şarkılarıyla ve hatta özel hayatıyla değil gözümüze soktuğu zenginliği ile anılır oldu Bülent Ersoy. Bu o kadar öyle ki belki de şarkılarından bihaber yeni nesile sorsak sadece “zengin” diyebilir onun için.

Kimsenin parasında pulunda gözümüz yok; Allah daha çok versin, herkese versin  ancak  yoksulluktan tarikat yurtlarına muhtaç olmuş ve orada yanan kızları var bu ülkenin. Ya da kendinin ekranlarda söylediği gibi ekmek parasına ve kalacak yere muhtaç sanatçıları da var.

Tamam, ben de yapılan yardımların reklamının yapılmasına veya yardıma muhtaç insanlarımızın medyada teşhir edilmesine karşıyım ancak yaşamın bir dengesinin olduğuna da inanırım.

Bugün Ayşe Arman’a verdiği röportajda, kendisinin star olduğunu ve bunu iyi yönettiğini söylemiş. Oysa star olarak lanse edilen insanların yaşantıları kadar sosyal sorumluluk projelerindeki rolleri de ön plana çıkarılır. Hem bu dengeden hem de starların örnek olma özelliğinden dolayı.


Evet, Sayın Ersoy, biz sizi uzun süredir şarkılarınızla değil harcamalarınızla, şatafatınızla ve zenginliğinizle görüyoruz medyada. Ve bunları gördükçe de “yediğin içtiğin senin olsun biraz da hayrın dokunsun insanlara” demekten kendimizi alamıyoruz.

NİŞAN TEPSİSİ DEVİR-TESLİM TÖRENİ!

Emekli olduktan sonra mevcut bilgisayarımı işyerine verdiğimden kendime yeni bir bilgisayar tedariki zorunlu oldu.

Epeydir yedek hard disklerde sakladığım yazı, fotoğraf ve videoları yeni bilgisayarıma yükleme ve düzenleme işiyle meşgulüm. 17.000 Fotoğrafı tasnif etmem de epey zamanımı aldı doğal olarak.

Bu işlemi yaparken de bir şey dikkatimi çekti. En büyük kız yeğenim Öznur, ailemizde yaşanmış ne kadar önemli tören varsa hepsinde aktif rol üstlenmiş; nişan törenlerinde tepsiyi o tutmuş, düğünlerdeki takı törenlerinde gelin-damat veya sünnet çocuğunun yanında durarak takı takanlara toplu iğneyi o vermiş, kına törenlerindeki kına tepsisini de  yaş günlerindeki pastayı da o taşımış, halaylarda başı o çekmiş vs.

Kısacası, ailemizin yükünü çekmiş bunca sene. Bayramlarda toplanan kalabalık ailemize çay ve yemek servislerini saymıyorum bile.

En son bu sene Yeğenim Ece’nin nişanında da tepsiyi onun tuttuğunu görünce kafamda şimşek çaktı. Düşündüm de bir kişiye bunca yük fazla; sekiz yaşında ağabeyimin düğününde toplu iğneyi veren de o otuz altı yaşında kuzeninin nişanında tepsiyi tutan da o.

Artık kızları boyuna gelmiş birinin bu işleri birine devredip başköşede yerini almasının zamanı geldi de geçiyor bile.

O nedenle aile bireyleri olarak bir karara vardık. Yakın zamanda bir törenle bu görevleri Öznur’dan alıp büyük kızı Ela’ya vereceğiz. Nişan Tepsisi devir teslim töreni düzenleyeceğiz kısacası.

Ne yani, yeğenimin törenle kavuğunu devreden İsmail Dümbüllü’den ne eksiği var?

YAZIYORSUN DA METAFORUN GÜÇLÜ MÜ?

Bir çevirmen arkadaşımın “yazdıkların edebi değil, yayınlamayı düşünmüyorsun herhalde” sözünün üzerinden yıllar geçti ve ben bu sürede 1300’e yakın yazı yazdım ve 1100 tanesini de yayınladım.

Yazdıklarım edebi mi yoksa yaptığım “had bilmezlik mi” bilemiyorum.

Bildiğim, okumanın benim için bir tutku, yazmanın ise en büyük hayalim olduğu. Bu o kadar öyle ki, gittiğim fotoğraf derneklerinde bile ilk sözüm “yazmak benim en büyük hayalimdir fotoğraf sonra gelir” olmuştur. Sağ olsun dernekteki arkadaşlarım da bunu anlayışla karşıladılar.

Tabi ki hayal etmekle kalmadım, yazmak üzerine kitaplar okudum. İlaveten, yazarların röportajlarını ve biyografilerini de okuyarak onların yazma serüvenlerinden kendime bir yön çizmeye çalıştım.

Yetmedi, Dilevi Yaratıcı Yazarlık Atölyesine devam ettim bir dönem.

Aldığım tepkilerden, hayatımda şiire ve sinemaya az yer vermemden dolayı yazdıklarımda bir “metafor eksikliği” olduğu kanaatine vardım.

Bunun için de önce kendime bir Şiir Antolojisi aldım. Film izlemek için de evimde teknik çalışmalarım devam ediyor. Bunlar benim “metafor yapma” yeteneğimi artırır mı yoksa bu yetenek doğuştan mı kazanılıyor bilemiyorum.

Ancak yazan ve yazmayı düşünen arkadaşlarıma da bu hususu hatırlatmak isterim:


-Yazıyorsun da metaforun güçlü mü?

YETİŞKİN ERGENLERE İYİ DAVRANALIM!

Bir insan doğar, büyür ve toplumda yer alma telaşına düşer. Genellikle de ergenlik döneminde. Dövmeler, yeşil saçlar ve diğer çılgınlıklar hep kendini ifade etme ve toplumda bir yer edinme çabasının tezahürüdür.

Toplum da (herkes aynı yoldan geçtiği için belki de) bu çabaları hoş görür. “Delikanlı” sözü de buradan gelir tahminim.

Ancak az sayıda insanda, bu” kendini ifade etme” ve “toplumda yer edinme” çabası ömür boyu sürer. Bu ya toplumda edindiği yeri beğenmeme ya da olduğundan fazla görünme çabasından kaynaklanır.
Bu durum daha çok “sen benim kim olduğumu biliyor musun?” sözüyle dışa vurulur.

Normal insanın böyle bir çabası yoktur. Edindiği yeri kabullenir ve kim olduğunu anlatma çabası içine girmez.

Hatta bazı insanlar, toplumda edindiği yeri veya kimliğini gizleme çabası içine girer. Bunun en yaygın görüldüğü yer emekliliktir. Kendini atarsın 11 Milyon insanın arasına ki arayan bulsun:

-Ne iş yapıyorsunuz?

-Emekliyim.

-Nereden?

-Memurluktan.

-Hangi kurumdan?

-…

-Göreviniz neydi?

Kişi kendini gizlemeye çalıştıkça karşıdakinin merakı artar. Çünkü karşısındakinin tavır ve davranışı kısacası karizması onu toplumun diğer fertlerinden ayırır.

Bunun aksi ise yetişkin ergenlerdir:

-Sen benim kim olduğumu biliyor musun?

-Şu yağları Türkiye’de sadece ben üretiyorum!

-Ben şu kadar öro sermeyeli firmanın müdürlüğünü yaptım!

Yani, bunları çay bahçesinin  veya tatil yaptığı otelin garsonuna, marketteki kasa kuyruğundakilere ve hatta bir devlet dairesinde söylemenin onlara ve sana ne faydası olabilir?

Evet, toplumda edindiği yeri özümsemiş tevazu sahibi insanlarla ömrünün sonuna kadar hala kimlik arayışında olanlar bir arada yaşıyor.

Eskiden bu “sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diyenlere çok kızardım.
Şimdi ise acıyorum.

O nedenle bu yetişkin ergenlere iyi davranalım diyorum. Tıpkı normal ergenlere davrandığımız gibi.

BİR ODUN DAHA VURAMADIN MI AZİZE!

Vatanım Sensin dizisinin dün akşamki bölümünde, Azize, Tevfik’ten su ister. Su doldurmak için arkasını dönen Tevfik’in kafasına oradan bulduğu odunla vurur ve kaçar. Biraz uzaklaşmadan arkasından yetişen Tevfik onu yakalar ve bağlar.

Sonrasında  olaylar Yunan Ordusunun gizli taarruzunu Ali Fuat Paşaya bildirmek üzere yola çıkan Azize ve Ailesinin yakalanması ve muhtemelen Generel Cevdet’in de deşifre olması ile neticeleniyor.

Oysa Azize Tevfik’e bir odun daha vursa, bağlasa hatta öldürse olaylar bambaşka seyredecek, belki de ülkenin makûs talihi değişecek ve Yunan Ordusu Polatlı’ya kadar varamayacak.(Ben söylemiyorum dizi öyle söylüyor)

Ya da Tevfik’i elinden vurabilecek kadar yetenekli sniper Yüzbaşı Yakup, tekrar ateş edip Tevfik’i vursa ve Azize’yi kurtarsa yine ülkenin kaderi değişecek.

Bizler kıdemli izleyiciler olarak artık  asıl kahramanların ya sezon finalinde ya da finalde öleceğini biliyoruz. Ancak Tevfik’i dizide tutmak için bu kadar da aklımızla oynamayın kardeşim.


Hani Immanuel Kant, “Aydınlanma; kişinin kendi aklını kullanmaya cüret etmesidir” demiş ya bizler de dizi izleyicisi olarak artık kendi aklımızı kullanalım ve kendimizle bu kadar da alay ettirmeyelim.

Kısacası, dünyanın bütün dizi izleyicileri birleşiniz!



DİZİLERDE KİRPİKLERİ ISLANAN KALMADI!

Hanımın Çiftliği dizisinde, Güllü’nün marabalarının atletlerinin beyazlığı hala aklımdadır. Dizi değil deterjan reklamıydı sanki. Çukurova’nın sıcağında çalışırken o atletleri nasıl bembeyaz tutuyorlardı bilemiyorum.

Esasen Aydın Ovasında pamuk tarlalarında çalışırken, biz atletle çalışmaz aksine uzun kollu gömleklerle çalışırdık ki kollarımız kömür olmasın. Hatta kadınlar da sadece gözleri açık kalacak başörtüler takardı ki zenciye benzemesinler.

Atlet sadece kamyon şoförlerinin iş kıyafetiydi bizim için. Demek Çukurova’nın sıcağı marabalara terlemeden atletleri kirletmeden çalışma olanağı veriyordu.

Bugünlerde de dizilerde ağlayanlar dikkatimi çekiyor.

Normal şartlarda, insanlar yaşadıkları üzüntünün şiddetine göre farklı tepkiler verir; kirpikleri ıslanır, gözleri nemlenir, gözyaşı döker veya gözyaşları sel olur.

Bugünlerde ise seyrettiğimiz dizilerde karakterler ne yaşarsa yaşasın gözyaşları sel olup akıyor. Ne gözleri nemlenen var ne de kirpikleri ıslanan.

Eskiden iyi oyuncu oynadığı role göre yukarıda saydıklarımızı yapabilirdi. Şimdi ise sanırım teknoloji yardımıyla hepsi sel gibi gözyaşı döküyor ve bu da bize çok yapmacık geliyor.


Yönetmen ve oyunculara duyurulur.

DOSTOYEVSKİ TOLSTOY’A YORUM YAZDI MI?

Facebook’ta bir öğretmen arkadaşımı öğrencisini paylarken gördüm bir gün. Yaptığı yorumu beğenmemişti.

Bir başka zaman da bir çocuğun annesine sitemi vardı:

-Anne, buraya yazılır mı bu?

Evet, sosyal medyada yeniydik ve ne işe yaradığını da bilmediğimizden herkesi eklemiş sonra da  yaşanan kazalarla yolumuzu bulmaya çalışıyorduk.

Blog da öyle. Hepimiz yazmaya hevesliydik. Yazdıkça, hem blogun ne olduğunu öğreniyoruz hem de  gelen tepkilere göre doğru yolu bulmaya çalışıyoruz.

Tabi ki herkesin kendi tecrübesine göre bir blog tanımı var ve herkes kendi tecrübesine göre kendine bir yön çizmeye çalışıyor.

Ben yaklaşık 10 yıldır blog yazıyorum ve işin sadece yazma kısmıyla meşgulüm. Ancak katıldığım ilk “Blog Yazarları” toplantısında gelen yorumlara yanıt vermediğim ve diğer bloglara yorum yazmadığım için çok eleştiri aldım.

Bunun üzerine gelen yorumlara yanıt verdim ancak diğer blogları fazla okuyamadığımdan yorum yazamadım. Birçok insan da belki bu nedenle bana yorum yazmayı bıraktı. Canları sağ olsun.

Benim en büyük hayalim yazmak olduğu için yazdıklarımı yayınlayan blog sitelerine büyük bir minnetim var. Tabi bu sayede yazdıklarımı okuyan ve yorum yazan insanlara da.

Bunun çok büyük bir olanak olduğunu düşünüyorum. Yazıyorsunuz, hemen yayınlıyorsunuz ve okuyuculara ulaşıyorsunuz.

Tamam, belki istediğimiz kıvamda bir yazar olamadık, istediğimiz kadar tepki de alamıyor olabiliriz ancak düşünüyorum da bundan yirmi yıl önce yoktu böyle bir olanak. Yazıyı yazacaksınız, kapı kapı dolaşıp okutacaksınız ve beğenilirse yayınlanacak, alan olursa da okunacak.

O nedenle blog yazarı arkadaşlarımın kimlik arayışlarına ve sitemlerine hak versem de o kadar karamsar değilim kısacası.

Düşünün bakalım Dostoyevski, Tolstoy’a yorum yazabildi mi hiç?

Bizim böyle bir olanağımız var hiç olmazsa.



KADINLAR NEDEN SAÇLARINI SARIYA BOYAR DA SİYAHA BOYAMAZ!

Bir gün odama iki kız girdi. Kaymakamlıktan sosyal yardım isteyeceklermiş bana danışmaya gelmişler.

-Ne kadar isteyeceksiniz?

-Ne kadar verirse, yüz lira bile verse olur, ihtiyacımız var.

Baktım kızların kıyafet iddialı değilse de saçları fönlü. Gelirken beş liraya çektirmişler kuaföre. Neticede kaymakama pespaye gitmemeyi düşünmüşler.

“Bu halinizle size elli lira bile vermez kaymakam” dedim, saçlarınıza fön çektirecek parayı bulmuşsunuz ekmek alacak parayı da bulursunuz”.

Sonradan çok gördüm saçını sarıya boyatmış ama çocuğuna ekmek parası isteyen kadınları.

Pek kadınsı şeylere dikkat etmem ancak fark ettim ki ne kadar çok saçları sarıya boyalı kadınımız var bizim; dilencisi, taşeron işçisi, müdiresi, holding yöneteni.

Hadi saçı beyazlayan yaşı ilerlemiş kadınlar saçını boyatır da yirmili yaşlarda saç boyatmak da neyin nesi?

Kısacası, ne yapmış etmiş boyamış kadınlarımız saçlarını, özellikle de sarıya.

Kaç ton saç boyası üretiyor veya ithal ediyor bu ülke?

Ve neden yakışanı yakışmayanı ille de sarıya boyatıyor saçını?

Ve de en önemli soru:

-Neden esmerler saçını sarıya boyatıyor da sarışınlar siyaha boyatmıyor?

İşte bütün bu soruların cevabını geçenlerde okuduğum bir kitapta buldum. Doğru mu yanlış mı ona siz karar verin. Dediğim gibi ben bu işe karışmıyorum.

“Tam bir sarışın davranışı”, dedi Doktor Skreta, Sarı saçlar ve siyah saçlar, insanın yaradılışının iki kutbudur. Siyah saçlar erkeklik, yüreklilik, içtenlik, eylem anlamına gelir; sarı saçlarsa kadınlığı, sevecenliği, güçsüzlüğü ve pasifliği simgeler.Demek ki bir sarışın gerçekte iki kat kadındır. Bir prenses ancak sarışın olabilir. Yine bu nedenle kadınlar, olabildiğince dişi olabilmek için, saçlarını hiçbir zaman siyaha boyamazlar da sarıya boyarlar.
…Bir sarışın bilinçsiz olarak saçlarına uyar. Özellikle de bu sarışın, saçlarını sarıya boyamış bir esmerse. Rengine sadık kalmak ister ve narin bir yaratık, uçarı bir bebek, her şeyden çok dış görünüşü için kaygılanan bir yaratık gibi davranır ve sevecenlik ve hizmet, kibarlık ve nafaka ister, kendiliğinden herhangi bir şey yapabilme yeteneğinden yoksundur, dış görünüşü tepeden tırnağa incelik ve içi tüm kabalıktır.

Siyah saç evrensel bir moda haline gelse, bu dünyada çok daha iyi yaşanırdı. Şimdiye dek gerçekleştirilen en yararlı toplumsal reform bu olurdu.(Milan Kundera, Ayrılık Valsi, Sayfa:41, Can Yayınları)

MİZAH “ARAL BİRADERLERİN” TEKELİNDEN KURTULDU MU?

Biz hangi kuşağız tam olarak bilemiyorum ancak hem şanslı hem de şanssız bir kuşağız.

Şanslıyız, zira üniversiteye 1981 Yılında başladığımızdan derslere girebiliyorduk.

Şanssızdık, YÖK yeni kurulmuştu.

Şanslıydık, Cumhuriyet gibi bir gazete ve Gırgır gibi bir mizah dergisi vardı.

Şanssızdık, öğrenci olduğumuzdan Cumhuriyet  ve Gırgır alacak paramız yoktu. Gittiğimiz öğrenci kahveleri de sadece Tan ve Sabah Gazeteleri alırdı.

Yine de bir şekilde Cumhuriyeti ve Gırgır’ı okuyabiliyorduk.
Gırgır ise başlı başına bir efsaneydi. Yanı sıra ayı kalitede Fırt ve Çarşaf dergileri de vardı.

Biz fakülteyi bitirip işe başladıktan sonra, hayalini kurduğumuz gibi Cumhuriyet ve Gırgır’ı alabilecek gelire sahip olduk ancak maalesef eski Cumhuriyet ve Gırgır’ı yerinde bulamadık. 

Önce Cumhuriyetten birçok yazar ayrıldı sonra da Gırgır’dan ayrılanlar için Hıbır Dergisini kurdu Asil Nadir.

Ve Hıbır’a geçen çizerlerden birinin demecini hala hatırlarım:

-Mizahı Aral Biraderlerin Tekelinden kurtaracağız!

Yani, Hıbır’a geçenler, Asil Nadir tarafından transfer edilmemiş, mizahı, Gırgırı yöneten Oğuz Aral ve Fırt’ı yöneten Tekin Aral biraderlerden kurtarmak gibi ulvi bir amaca yönelmişlerdi(!).

Bundan sonra Gırgır ve Fırt’taki kan kayıpları nedeniyle hiç aksatmadan okuduğum bu dergilerden soğudum ve almamaya/okumamaya başladım. Fakat büyüyen oğlumun mizah dergisi okumasını/almasını teşvik ettim.

Bugünlerde önce Gırgır’ın sonra da Penguen’in yayın hayatına son verdiğini, esasen bütün bu dergilerdeki çizer sayısının ise bir zamanlar Gırgır’ın çizer sayısından bile az olduğunu okuyunca Hıbır’dan ayrılanların sözü aklıma geldi.

Demek mizahı Aral Biraderlerin tekelinden kurtarmak için yola çıkanlar, ülkeyi mizah dergilerinden kurtarmışlar meğer.


Laz fıkrasındaki gibi, ha, bu size ders olsun!

CENAZE NAMAZI ARKA SIRADA KABUL OLMUYOR MU?

Bugün Abdullah Gül’ün babasının cenazesinde, Başbakan Yıldırım, arka sırada kalan Kılıçdaroğlu’nun ön sıraya geçirilmesini sağlamış.

Sadece bugün değil ekranlarda izlediğimiz bütün cenaze törenlerinde, tabutun hemen arkasında siyasilerin ön tarafa dizildiklerine tanık oluyoruz. Yanlarında da ayıp olmasın diye ölenin oğlu, babası yer alıyor tek başına. Diğer akrabalar nerede göremiyoruz.

Yarbay Mehmet Alkan’ın başına gelenlerin nedeni de buydu. Şehit kardeşinin cenazesinde siyasilerin akrabalarını iteleyerek ön tarafa geçme çabalarına karşı söylemişti o sözleri yarbayımız ve bedelini de ordudan atılarak ödedi.

Nedir bu cenaze namazında ön sırada (hatta tabutun ve imamın hemen arkasında) yer alma arzusunun sebebi?

Protokolse, o sadece devlet törenlerinde olur benim bildiğim.

Bunca zaman sayısız cenaze namazına katıldım ve hiç kimsede böyle bir çaba görmedim. Hatta en son katıldığım cenazede, ölen kişinin oğlu, camiden çıkanların önünde saf tutması nedeniyle üçüncü sırada kıldı namazı. Ne o öne geçmeye çalıştı ne de cemaat onu ayıpladı.

Üç yıl Kuran Kursuna gittim. Bir sürü kitap okudum ve birçok vaaz dinledim. Hiç birinde cenaze namazına katılanın cenazeye uzaklığına göre sevap kazanacağına dair bir şey duymadım.
O halde nedir bunun nedeni?

“Cenazeye geldiğimizi basın görsün mü” yoksa?

SEÇİMİN TAM ZAMANI

Her seçimin bir doğrudan sonucu vardır. Herkes bunu anlar. Bir de “seçmen ne mesaj verdi?” arayışları vardır ki bu asla doğrudan bir sonuç oluşturmaz. Nedeni, halkın verdiği mesajı  herkesin kendine göre algılamasıdır.

16 Nisan Referandumundan sonra da referandumun bir doğrudan sonucu vardır ve ilk sonuç  Erdoğan’ın partisine dönmesi şeklinde tecelli etmiştir.

İkincisi ise Baykal’ın referandumdan “Abdullah Gül’ün % 49’un adayı olması” sonucunu çıkarmasıdır ki bu husus uzun yıllar siyaseti ve hatta siyasi tarihçilerimizi epey meşgul edeceğe benzer.(Ben şahsen psikiyatristlerin de konuya dahil edilmesi gerektiği kanaatindeyim)

Kalanlar da “halkın verdiği mesajı” çözmekle meşguldür; bir defa referandumun  mağlubu yoktur. O nedenle herkes aldığı oyun paylaşımı kavgasına girmiştir.

MHP’nin tabanı ile tavanı farklı istikamete doğru hareket etmektedir. CHP’de ise % 49 iştah kabartmış ve gömülen baltalar çıkarılarak paylaşım kavgası başlamıştır. HDP’nin ise kolu kanadı kırılmıştır. Liderleri hapiste kalanlar da kendilerine bir istikamet çizmeye çalışmaktadır.
Kısacası siyaset toz dumandır. Ve en sakin parti de AKP’dir.

Bu durumda benim aklıma gelen herhalde AKP yöneticilerinin de aklına geliyordur. Bu fırsattan istifade bir seçim yapılırsa yine kolayca iktidar olabilirler aksi takdirde ise bir daha dönmemek üzere siyaset sahnesinden silinir ve partiler mezarlığına (ANAP ve DYP’nin yanına)yollanırlar.

Ben şahsen 4 Milyon işsize iş, 700 Bin taşeron işçisine kadro, Suriye savaşın sona ermesi ve içeride terörün bitirilmesi gibi dertlerimizle uğraşılmasından yanayım ancak siyaset kurumunun gündeminin farklı olduğunu görüyorum.


Ufukta seçim var mı yok mu, hep birlikte bekleyip görelim.

SİZİ BLOGUMDA REZİL EDERİM!


Nizamettin Biber’in “ Eloğlu Blogerleri ve Biz” başlıklı yazısını okuyunca yıllar önce yaşadığım bir olay aklıma geldi, anlatayım.

Antalya’da beş yıldızlı bir otelde, beş günlük seminerin son günü. Arkadaşlarla otelin lobisinde oturuyoruz. Birden başımızda “manken kılıklı” bir hanım beliriyor. Otelin Halkla İlişkiler Müdiresiymiş.

Otelden memnun olup-olmadığımızı soruyor. Kendisi aynı zamanda Milliyet Blog yazarı olan arkadaşımın eşi Sibel Hanım lafa giriyor ve başlıyor otelde gördüğü noksanlıkları saymaya.  Sibel Hanım bir  ara “ Blog Yazarı” olduğunu söylemeyi de ihmal etmiyor. Ben de lafa giriyor ve hızımı alamayarak “sizi blogumda sizi rezil ederim” diyorum.

Söylediğimiz noksanlıklar ise biranın yanında ucuz çerez verilmesi gibi şeyler.(Allah başka elem keder vermesin)

Telaşlanan müdire hanım, söylediğimiz her sorun için ilgili müdürü çağırdı. Kısa sürede biz rahat koltuklarımızda otururken otelin bütün ilgili müdürleri karşımızda tek sıra dizilmiş, bir yandan söylediklerimizi not alırken diğer yandan konuyla ilgili sağa sola talimatlar yağdırmaktaydılar.

Bu arada bize beş gün boyunca canla başla hizmet eden ve takdirlerimize mazhar olan garson kardeşimizin adını da not aldılar.

Sonunda müdürler görev mahallerine dağıldılar ve biz de restorana geçtik.

Gece geç vakit odama girdiğimde gelen seslerle irkildim. Işığı açınca televizyonun açık olduğunu gördüm. “Açık unuttum herhalde” diye düşünürken çalışma masasına gözüm takıldı.

Masada büyük bir meyve tabağı, bir şişe şarap ve teneke kutuda “lüks kuruyemiş” bırakılmıştı. Ertesi günü öğrendim ki lobide bizimle birlikte olan bütün arkadaşlara aynı jest yapılmış otel yönetimi tarafından.

Saat gecenin yarısıydı ve benim ne o şarabı içecek ne de meyveleri yiyecek halim vardı. Sabah eşyalarımı toplarken hiç olmazsa şarap ve teneke kutudaki kuruyemişi yanımda götürmeyi düşünsem de valize sığdırmam mümkün olmadı.

Ben de odayı o halde terk ettim.

Evet, yaklaşık sekiz yıllık blogerlik yaşamımda, bloger olarak gördüğüm tek maddi karşılık bu oldu.


O da haydan geldi huya gitti.

KİTAP AYIPLI MALA GİRER Mİ?

Eskiden kitapların arkasında genelde sadece yazarın fotoğrafı bulunurdu ve fotoğrafçının da adı yer alırdı. İsa Çelik ismi oradan aklımda kalmıştır. Aziz Nesin’in kitaplarının arkasında ise Nesin Vakfı çocuklarının Aziz Dedeleriyle fotoğrafı vardı ve yine  Vakfa aşinalığımız da oradandır.

Şimdi ise kitapların arkasında tanıtım yazıları var.Tıpkı film fragmanı gibi.
Kitabın “ürüne” dönüşmesi bu, anladım kadarıyla.

Buna itirazım yok, olabilir. Tabi ki kitabın arkasında yazan unsurların kitabın içinde bulunması şartıyla.

Efendim, geçen gün arkadaşlarımın şiddetle tavsiye ettikleri, dünyaca ünlü bir yazarın kitabını aldım. Arkasında “yazarın esprili üslubu ve kıvrak zekası ile okuyucuyu bir alemde gezdireceği vaat ediliyordu.

Hemen merakla okumaya başladım ve kısa sürede de bitirdim. Kitabı çok beğendim fakat kitapta “yazarın kıvrak zekası” neyse de esprili üslubundan eser yoktu. Hatta kitapta espri olmadığı gibi “espri yapılmaya teşebbüs” de yoktu,  ki espriyi anlamamış olayım.

Yani, kitap güzel, akıcı. Yazarın ustalığına da diyecek bir şey yok. Ancak ne gerek var kitabın içinde olmayan şeyleri arkasında varmış gibi okuyucuyu kandırmaya.

Benim için kitap hala “yerde bulup öperek alnımıza konduktan sonra bir kenara konulan ekmek parçası” kadar mukaddes bir şey. Yazar da yayınevi de bir tüccar değil benim nezdimde.

Ancak yayınevleri bu şekilde kitabı bir meta haline getirmeye devam ederlerse, okuyucunun da bir tüketici olarak kitabın tanıtım yazısı ile içindeki fark nedeniyle kitabı ayıplı mal olarak iade etme veya “firmayı”  tüketici hakem heyetlerine şikayet hakkı doğar.


Benden söylemesi.

ABLACIĞIM BU NE HAL?

Bir ara,kadınlara düşük bel pantolonun ne kadar itici olduğunu anlatmaya niyetlenmiştim fakat  Audrey Hepburn’ün “ben kadınlar için giyinir erkekler için soyunurum” sözünü duyunca vazgeçtim. Anladım ki bu kadınlar arası bir mesele ve erkekleri ilgilendirmiyor. O gün bugündür bu işe karışmıyorum.

Fakat medyada “kuaföre dudak silikonu” yaptırmış hemşirenin fotoğrafını görünce “ablacığım bu ne hal?” demekten de kendimi alamadım. Ancak yine biliyorum ki bu mesele de kadınlar arası bir mesele. Karışmayalım biz yine de.

Dün akşam televizyonda konuyla ilgili konuşan estetik uzmanı bir doktoru izledim. Doktor Bey, estetik tutkusunun sosyal medya yüzünden bu kadar yaygınlaştığı için insanların başına böyle şeyler geldiğini söyledi. Zayıf bir-iki “estetiğe gerek yok mevcut güzelliğinizle yetinin” dedikten sonra “yaptıracaksanız ucuza kaçmayın, bize gelin” mesajı ile konuyu kapattı.

Ben insanların yüzüne bakan biri değilim ancak ekranda görünenlerin yüzünde bir tuhaflık olduğunu söyleyince bir arkadaşımdan gördüğüm tuhaflıkların göz kenarı dolgusunu öğrendim.

Eskiden konuşan bebekler olurdu ve bunların sadece ağız kenarları kımıldardı.  Şimdi de ekranda konuşan bebekler çoğaldı. Gördüklerimizin sadece ağız kenarı hareket ediyor diğer kısımlar donuk.

Kuaföre dolgu yaptıran kadının hemşire olması ise olayın en vahim tarafı. Yani komşusu ayakkabı boyacısına iğne yaptırsa veya serum taktırsa uyarmayacak mı hiç?

Ha, diyeceksiniz ki, her gün ekranlarda ünlü bir aşçı ilaç(vitamin) reklamında oynuyor, normal.

Ne diyeyim?

Siz de haklısınız.

Evet, günümüzde bir estetik furyasıdır gidiyor. Ben bile gördüklerimden sonra her tanıştığım insana şüpheyle bakar oldum.

İster misiniz bundan sonra evlenecek ve/veya çıkacak çiftler partnerlerini doktora götürsün ve sorsun:

-Orijinal mi, parçası değişmiş mi?   

LEO’YA BİR FES GİYDİREMEDİNİZ Mİ?

Referandum üzerine yazdığım ve içinde “isim” geçmeyen yazım reddedilince anladım ki Milliyet Blog’a da OHAL gelmiş. Zaten epeydir dizi yazarı olduk hepimiz. Oraya da OHAL uğramaz inşallah.

Esasen ben “dizi yazarı” olmaktan da gocunmuyorum. Uğradığımız işyeri ve gittiğimiz evlerin cümlesinde sabah Müge Anlı, öğleden sonra evlenme programları ve akşamları da diziler açık olduğuna göre, bu programlar hakkında yazacağımız yazılar da bir memleket meselesine el atmaktır bence.

Misal, geçen hafta, Vatanım Sensin dizisinde Ali Kemal ve Hilal, Leo’yu gizlice gemiyle İzmir dışına gönderirken ona yerel kıyafetler giydirip at arabasına bindirdiler. Fakat Leo gibi “kakülü boyunu aşan” birinin başını açık bıraktılar. Gören kolayca tanıyabilirdi kendisini.

Onun için dizide Leo’nun başına bir fes veya sarık giydirmeyi düşünemeyen yapımcı ve senaristleri bu hatalarından dolayı uyarmak az şey mi?

Bizim dizi yazılarımızı dizi sektöründen okuyan, yazdıklarımızı dikkate alan var mı bilmiyorum ancak izleyicinin önemli bir kısmının okuduğu bir gerçek.

O nedenle biz yazmaya devam edelim. Bir dahaki sefer düzelir inşallah.

Milliyet Blog’un sansürlediği referandumun sonuçları hakkındaki yazımızdan mahrum kalan siyasilerin hatalarını düzeltmemenin vebali de yazıyı sansürleyenlerin üzerinde olsun.


Ne diyelim?