BU PERİNÇEK O PERİNÇEK Mİ?

Galiba eskilerden bir o kaldı. Demirel, Ecevit, Erbakan, Türkeş ve diğerleri. O nesilden aktif siyasette bir o kaldı.

Siyasi serüven uzun sürünce, aldığı yol da ilginç bir hal alıyor. CHP’nin solundan Bekaa ziyaretine, oradan ulusalcı-askerciliğe ve 6 yıl süren hapis hayatına.

Çok yakından izlemedim ancak zihnimde kalan bunlar. Cezaevinden tahliye olduğu gün yaptığı açıklamada çok sert bir muhalefetin ipuçlarını bulunca ülkemizdeki muhalefet boşluğunun dolacağını düşünmüştüm.

Ergenekon tutuklularının tahliye olmalarından sonra sert bir şekilde hükümete karşı muhalefetin başlayacağı sanırım benim gibi herkesin beklentisi idi. Özellikle de Perinçek’ten.

Geçenlerde Perinçek’in “paralel yapıya karşı hükümetin yanında yer alacağı” yönündeki haberi ciddiye almamış, bir dil sürçmesi veya medyanın haber çarpıtması olduğunu düşünmüştüm. Fakat bugünkü Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç hakkında söylediği “Kılıç anayasal kurumları değil devletin içine yuvalanmış suç örgütlerini savunan bir konuşma yaptı” şeklindeki sözlerini okuyunca şaşırdım. Demek önceki açıklaması dil sürçmesi falan değilmiş.

Birden aklıma basında okuduğumuz “Irak’ta idam edilen kişi Saddam değil ona benzeyen bir figüran” veya “Fethullah Gülen öleli çok oldu, bugünlerde görünen kişi ona çok benzeyen biri” şeklindeki komplo teorileri geldi.

Yaptığı açıklamalara bakılırsa bu bildiğimiz ve umduğumuz Perinçek değil. Acaba cezaevinden onun yerine ona çok benzeyen bir başkası mı tahliye edildi yanlışlıkla?


Bu Perinçek gerçekten o Perinçek mi?

HAŞİM KILIÇ’IN EVİNDE TELEVİZYON VAR MI?

Bizim nesil çok çok sağlam çıktı; ömrümüze öyle şeyler sığdı ki, hala mantığımız yerindeyse ve beynimizin sigortası atmadıysa sağlam oluşumuzdandır. Yaşadıklarımızı on yıl önce bir söyleyen olsa “deli” derdik, şimdi şaşırmıyoruz bile.

Bizim nesil:

İlk savaşını ağalara karşı başlatan PKK’nın ağalar tarafından yönetildiğini gördü.

Kızıldere’den sağ kurtulan Ertuğrul Kürkçü’yü “meydanlarda sivil Cuma kılan” bir partinin milletvekili olarak gördü.

Enver Ören’in Ankara Temsilcisini Tansu Çiller’in Ekonomi Bakanıyla Ulusal Kanal’da program yaparken gördü.

Cumhuriyet Gazetesinde  günlük fal ve Adriana Lima’nın foto-galerisini gördü.

Fakat Haşim Kılıç’tan gördüğü zulmü hiç kimseden görmedi.

Haşim Kılıç kadar ülke gündeminde bu kadar yıl sürekli tartışmaların odağı olmuş biri daha var mı hatırlamıyorum. İlk tartışma Anayasa Mahkemesi Üyeliğine atanması sırasında oldu. Laik kesim, Kılıç’ın atamasını irticanın mahkemeyi ele geçirme hamlesi olarak gördü. Hatta bunu önlemek için Özal’a evinde televizyon olmadığı bile söylenmiş . Buna karşı Özal yüreklere su serpen şu açıklamayı yapmıştı:

-Baktırdım, evinde televizyon varmış!

Çağ ne kadar değişti görüyorsunuz. O zamanlar dini kanallar olmadığı için televizyon seyretmek belli kesim tarafından ahlaksızlık olarak görülüyordu. Şimdi ise evinde televizyon olmamak boş işlerle vakit geçirmemenin bir göstergesi olabilir ancak.

Kılıç bundan sonra sürekli tartışmaların ortasında olmaya devam etti. Kah hukukçu olmaması eleştirildi, kah Sezer’in atadığı onca laik üye tarafından nasıl başkanlığa seçilmesi. AKP’nin kapatılmadığı açıklamasını yaptığı anda yüzündeki sevinç ise hala zihinlerdeki tazeliğini korumaktadır.

Bir zamanlar atanması irticanın mahkemeyi ele geçirme hamlesi olarak görülen Haşim KILIÇ bugün yaptığı konuşma ile yine şaşırttı. Ortalık toz duman. KILIÇ’ı nereye koyacağını yine şaşırdı bizim nesil. Erdoğan’a karşı diğer kesimin cumhurbaşkanı adayı olması bile söz konusu.

Bu konuda galiba en doğru tespiti attığı twetle Barış Terkoğlu yapmış: 

-Mesele Haşim Kılıç'ın ileri gitmesi değil, Türkiye'de rejimin Haşim Kılıç'tan bile geriye düşmesi.


KÜSTÜREN BARIŞMA!

Filistin’de Batı Şeria yönetimini elinde bulunduran El Fetih ve Gazze Şeridi’nin yönetimini elinde bulunduran Hamas, birlik hükümeti için uzlaşıya varmış. Yıllardır 

Filistin Davasını yakından izleyen ve çağımızda yaşanan bu insanlık dramının sona ermesini isteyen biri olarak beni çok sevindiren bir gelişme bu.

Fakat bu sefer İsrail Yönetimi, “"Mahmud Abbas, Hamas ile barışı seçti" diyerek yapılan barış görüşmelerinden çekileceklerini açıklamış.

Muhtemelen, Hamas ile el Fetih anlaşırken bu sefer İsrail’le savaş yeniden başlayacak.

Bu olaydan benim anladığım:

a) İnsanlık dünyaya küçük gelen bir yorgan gibi; bir tarafı kapatsan diğeri açıkta kalıyor.

b) Aya insan gönderen, Marsa araç gönderen, en zorlu problemleri çözebilen insanoğlu bazı problemler karşısında aciz kalıyor.

c) Maalesef dünyanın belli bölgelerinde insanlar mutlu mesut yaşarken bazı bölgelerde açlık, sefalet içinde ömürlerini tamamlıyor.


Bitmedi mi bu insanların cezası, yok mu bunun bir çaresi?

SEN SUS, İCRAATLARIN KONUŞSUN!

Mutat öğle turumuzda baktım şehir yeni seçilen genç belediye başkanının fotoğrafları  ile donatılmış. İçimden “seçim bitmedi mi yahu” diye söylenirken baktım ki belediye başkanımız 23 Nisan Bayramını kutluyor.

Anlaşıldı ki yönetimde yeni bir kan, bir değişiklik getirmesi beklenen genç başkan da ağabeylerinin yolundan gidiyor.

Ağabeylerinin yolundan gitmeyen bir başka genç başkan ise “şuraya ne yapalım” diye pankartlar asmış. Fikrimizi söyleyecekmişiz o da buna göre yapacakmış. Bu katılımcı demokrasiymiş. Sayın genç başkan, seçim yeni bitti. Sen düşünmüş olmalıydın oraya ne yapacağını. Sen projeni söylersin, biz de fikrimizi söyleriz ona göre yaparsın. Ya da iki-üç proje ortaya koyarsın vatandaşa sorarsın hangisini yapayım diye. Benim bildiğim katılımcı demokrasi budur. “Buraya ne yapayım” demek tembelliğin cahilliğin bir göstergesidir.

Bu arada otobüsteyken yol kenarında bir tarihi bina bez pankartlarla donatılmış, üzerinde de “kazandırıyoruz, yapıyoruz” lafları var ama ortada henüz bir icraat yok.

Çoğu zaman merak ederim, yapılan icraata harcanan para ile onu duyurmak için harcanan para arasındaki oranı. Eğer yazı boyutu ile bunu ölçmeye kalkarsak durum vahim. Zira yazılarda “bu çalışmalar …tarafından yaptırılmaktadır” yazısı başkanın adının onda biri kadar.

Kaynak kamudan ancak pankartta işin başkan tarafından yaptırıldığı beyan ediliyor. Bu da işin başka bir boyutu.

Sizi bilmem de ben artık laftan bıktım. Medyanın “çarpıcı açıklamalar”, “kurşun gibi ağır sözler”ve “çok önemli açıklamalar” tanımlamaları mı yönetenleri sürekli konuşturuyor bilmiyorum ama artık ben laf duymak değil icraat görmek istiyorum.

Kısacası, “sen sus icraatların konuşsun” diyorum.


TAKSİM’DE 1 MAYIS İFTARI!

Akşam haberlerinde, hükümet ve sendikaların Taksim’de 1 Mayıs kutlamaları ile ilgili restleşmelerini gören vatandaşlar hemen bir ara çözüm bulmakta gecikmedi: “Olmazsa 1 mayista "işçi yemeği" verelim Taksim'de.... Miting yasak, 30 Ramazan iftar serbest neticede. Yaratici olmaliyiz... / Azuth

Ben esasen 1 Mayısın Taksim’de kutlanmasından yana olmakla birlikte, her fikri ciddiye aldığım ve de bu 1 Mayıs’ta da gaz-cop görmek istemediğim için hemen facebooktaki bu fikrin uygulanabilirliğini sorguladım. Hatta fikrin ayaklarını yere oturttum.

Efendim, madem hükümet Taksim’de bildik, yürüyüş artı miting şeklindeki 1 Mayıs kutlamasına izin vermiyor, sendikalar da Taksim’de kutlamak istiyor, o halde kutlamanın şeklini değiştirerek 1 Mayısı Taksim’de kutlamak mümkün.

1 Mayıs günü işçinin ücret azlığını kısacası açlığını simgelemek amacıyla işçiler oruç tutar. Sonra  sabah saatlerinde Kazancı Yokuşunda ölenler için belli sayıda insan oraya karanfil bırakır. (Zaten buna hükümet de izin veriyor)  Akşam saatlerinde de ramazan aylarında olduğu gibi Taksim alanına masalar kurulur. Meydan aynı zamanda 1 Mayısla ilgili pankart ve dövizlerle donatılır. Tıpkı Gezi olayları sırasında Cuma namazı kılanlara şemsiye tutulması gibi oruç tutmak istemeyenler de onlara eşlik eder.İftar açan insanlara polis müdahale edemeyeceği için bu 1 Mayıs “olaysız” geçirilir.

Bütün dünyada gösteri ve mitinglerle ilgili haberlerde, katılanların neler söylediği ve ne istedikleri belirtilirken bizde en iyi cümle “miting olaysız sona erdi”dir.

Hal böyle olunca ve halkın büyük bir bölümü bu 1 Mayısın da “olaysız sona erdiğini”  duymak ister. Bu nedenle “Taksimde 1 Mayıs İftarı” önerisi makul görünüyor. Tıpkı bir filmde kanlısı tarafından öldürülmek üzereyken hemen namaza duran Kemal Sunal ve yaptıkları gösteriye  polis müdahalesi yapılacağını fark ederek hemen  İstiklal Marşı söylemeye başlayan taraftarlar gibi.


Ey ülkem sen nelere kadirsin!

BU ÜLKEDE İŞÇİLER DE VAR!

Ülke olarak gündemimiz çok yoğun; Salı günleri liderlere ait zira gurup toplantıları var. Çarşamba Muhteşem Yüzyıl, Perşembe Survivor, Cuma-cumartesi-Pazar maçlara ait. Pazartesi de onların yorumlarına. Bunun dışında, gündemde kimseye yer yok.

Normal vatandaşlar ancak bir kadın cinayeti veya bir trafik kazasında öldüklerinde (birden fazla olmak kaydıyla) yer alabiliyorlar. Bu şartlarda doğal olarak, her gün etrafımızda gördüğümüz çalışan-üreten işçiler, kot taşlama işçileri, madenciler,vardiyalı çalışanlar, sokaklarda taş döşeyenler, memleketlerinden binlerce kilometre uzakta fındık-pamuk toplayanlar, inşaat işçileri  de ancak yine birden fazla olmak kaydıyla bir iş kazasında öldüklerinde veya grizu patlamasında gündeme gelebiliyorlar.

Öyle ki, akşamları haber kanallarında konuşan demokrasi havarisi yorumcular bile ülkemizdeki sendikalı ve sigortalı işçi sayısı gibi hususlara değinemiyorlar. Zira gündem yoğun ve değinmeleri gereken çok daha önemli sorunlar var.

Ülkemizi Avrupa Birliğine sokmaya çalışan aydınlar için de yine Avrupa Birliği normlarında yer alan işçilerin sendikaya üye olmaları ve sosyal güvenceye sahip olmaları hususlarına değinmiyorlar. Sanırım Avrupa Birliğinin de öyle bir derdi yok.

Gündemde yeriniz olmayınca tabi ki bayramınızın da bir önemi yok. Gaz ve cop yiye yiye, öle öle, yaralana yaralana elde ettiğiniz 1 Mayıs İşçi Bayramını istediğiniz meydanda kutlama hakkınız da yok.

Ben her 1 Mayıs akşamı hüzünlenirim. Zira akşam haberlerinde, ülkemiz ve birkaç geri kalmış ülkede çıkan olayları izlerken dünyanın hemen hemen her yerinden keyifli 1 Mayıs kutlamalarını izleriz.

O nedenle her yıl 1 Mayısı dört gözle beklerim; bu sefer işçi bayramı normal bir şekilde kutlansın, 1 Mayıs bir gerginlik günü olmaktan çıksın. İşçi de vatandaş da hatta polis de rahat etsin. Dünyaya da bayram kutlayabildiğimizi gösterelim, diye.


Çok şey mi istiyorum?

UKRAYNA ABD VE RUSYA ARASINDA PAYLAŞILIYOR MU?

Geçenlerde izlediğim bir programda, Kırım Türklerinin efsane lideri, “Ukrayna’nın hala nükleer silahları olsaydı Kırım elinden gitmezdi” dedi.

Önce Ukrayna’nın nükleer silahları elinden alınıyor. Ardından yıllar sonra gösteriler başlıyor ve iktidarı batı yanlıları ele geçiriyor. Devlet Başkanı da Rusya’ya kaçıyor. Hemen arkasından Kırım’da Rus yanlıları gösterilere başlıyor hatta “siviller” Ukrayna askeri üslerini kuşatıyor. Referandum kararı alınıyor ve yüzde altmışı Rus kökenli olan Kırım’da (Ukrayna Anayasasına göre ülke çapında referandum yapılması gerektiği halde)referandum yapılıyor ve Kırım Rusya’ya bağlanıyor. Ukrayna askerleri de tıpış tıpış ülkelerine dönüyor. Tereyağından kıl çeker gibi Rusya Kırım’ı çekip alıyor. Bu arada ne Birleşmiş Milletlerden ne de diğer devletlerden (başta ABD ve Avrupa Birliği ülkeleri olmak üzere) tıs yok.

Aynı şeyin Kıbrıs’ta veya dünyanın bir başka yerinde yapıldığını ve dünyanın bu kadar sessiz kaldığını düşünebiliyor musunuz?

Şimdi de Ukrayna’nın “Rusya’ya bakan” şehirlerinde gösteriler başlıyor ve yine hükumet binaları “siviller” tarafından kuşatılmış durumda. Ülkenin “batı tarafına” bakan bir yerinde ise Rusya yanlısı başkan adayları sopadan geçiriliyor, üzerlerine yumurta ve boya atılıyor ve bu sefer de buna başka ülkeler sessiz. Anlaşılan Ukrayna baktığı tarafa doğru bölünüyor ve bu paylaşıma da herkes razı.

Ben diplomat veya dış politika uzmanı değilim. Fakat bir vatandaş gözüyle baktığımda anlıyorum ki 21.yüzyılda olmamızın, gelişen teknolojinin ve insan hakları gibi söylemlerin hiçbir anlamı yok.

Medeniyet hala aynı yerde: kuralları nükleer silaha sahip olanlar, Birleşmiş Milletlerde veto hakkına sahip olanlar yani güçlüler koyuyor, gücü olan konuşuyor zayıflar ise buna uyuyor ya da uymak zorunda bırakılıyor.

Diyeceksiniz, madem diplomat değilsin, dış politika uzmanı değilsin neden kafa yoruyorsun bu işlere?

Diyorum ki, biz de ordumuzun yarısını içeriye attık, bir gün sıra bize de gelir mi ve bir gün bizi de baktığımız tarafa doğru bölerler mi, paylaşırlar mı ülkemizi kendi aralarında, güçlü olanlar?


ÖNCE O BACAĞI TOPLA!

Ülke o hale geldi ki, her şey siyah-beyaz. Ağzını açsan “sen bu taraftasın yok öbür taraftasın” diye bölünüyoruz. O nedenle çok basit sorunlarımızı bile  çözemez tartışamaz hale geldik.

Facebookta "Bilge Kadın" gurubunda yukarıdaki fotoğrafı görünce ve sloganı okuyunca sevindim. Zira otobüste metroda bacakları V şeklinde açarak oturan ve bunu alışkanlık haline getirmiş çok sayıda erkek var. Böyle biriyle yapılan seyahat, ayakta gitmekten beter hale getiriyor insanı. Bir erkek olarak ben rahatsız oluyorum ki kadınlar rahatsız olmakta sonuna kadar haklılar.

Zaman zaman bu “v oturuşu” yapanlara iki kişilik mi ödeme yaptınız” diyerek bir suratına bir yumruk atmak geliyor içimden. Veya pantolonumun dizlerine yerleştireceğim raptiyeleri bacaklarına batırasım da geliyor.

Eminim bu sorunu yaşayan çok sayıda insan var. Bazı yörelerde de buna çözüm olarak kadınlara ayrı otobüs tahsis etme yoluna gidiliyor. Bu da “laiklik” tartışmalarını ve ayrımcılığı beraberinde getiriyor. Geçenlerde laikliği ve kadın erkek eşitliğini savunan  bir arkadaşım bile “kadınlara ayrı otobüs bulsam ona bineceğim” dedi.

Ülkemizin ne bu tartışmalarla oyalanması ne de otobüslerini kadın-erkek olarak ayırma lüksü var. Hepsi birazcık oturmayı bilmekle, birbirine saygıyla çözülebilecek bir sorunlar bunlar. En önemlisi de bu rahatsızlığını söyleyenlere de şu taraf bu taraf diye yaftalamamak.

O nedenle ben de bu kampanyaya destek veriyorum ve diyorum ki:

"Önce o bacağı bir topla"

BİZİM BÜYÜKERŞEN SEÇİMİ KAYBETTİ!

Germencik, benim için tutkudur ve hiç bitmeyen hasretimdir; çok erken yaşlarda ayrıldığım, o günden beri sadece hafta sonu ve bayram tatillerinde gidebildiğim ve bir gün emekli olduğumda kavuşmayı düşündüğüm memleketimdir.

İlk zamanlarda memleketimde zaman adeta durmuş gibiydi. Uzun yıllar hiçbir değişiklik olmadı. Gidip geldikçe evlerinde, sokaklarında ve insanlarında zamanın meydana getirdiği aşınmayı görüyordum sadece. Ta 2009 yılına dek.

2009 Yılında, Germencik’li olmamasına karşın uzun zamandır ilçemizde hekimlik yapan Dr.Ahmet YAVAŞOĞLU Belediye Başkanı seçildikten sonra memleketimde gerçek bir gelişim ve dönüşüm başladı: Belediye Parkı yenilendi, yanına meydan yapıldı, şehir kanalizasyona kavuştu ve sokakları yenilendi ve bunun gibi birçok değişiklik.

Yavaşoğlu, bir muhalefet partisine mensup bir belediye başkanı olmasına karşın şehri bambaşka bir havaya büründürdü. Tıpkı Büyükerşen Hocanın Eskişehir’i gibi. Açıkçası, uzun yıllar yaşadığım İzmir’de bu hizmetlerin benzerini bulamadığım için Germencik’te yapılan bu güzel işlerle teselli buldum.

Bu gelişmelerle ilgisi var mı bilmem ama bu sırada Germencik’te jeotermal elektrik santralleri kuruldu ve her taraf inşaat haline geldi. Çok güzel evler yapılır oldu. Bir başka güzelleşti bizim ora.

Geldi 30 Mart Seçimleri. Seçim gecesi uzun süre sağlıklı bilgi alamadım. Sabah bir baktım ki “Bizim Büyükerşen” seçimleri kaybetmiş. Hem de epey bir farkla.

Benim için tam bir sürpriz oldu. Eminim birçok insan için de öyle olmuştur. Zira bunca hizmete aç ve yerinde sayılan yıllardan sonra 5 yıla sığmış bunca “gözle görülür” hizmete rağmen Sayın Yavaşoğlu’nun seçimi kaybetmesi nasıl açıklanır bilmiyorum.

Seçim kampanyası sırasında memleketimden bir hayli uzaktaydım. Neler yaşandı, rakipleri neler vaat etti bilmiyorum. Ben işin o kısmında da değilim açıkçası.

Ayrıca siyasete bir partili veya partiler gözüyle değil daha global bakan birisiyim. Görevim gereği siyasi konularda spesifik bir değerlendirme yapma olanağım da yok. Kişisel olarak tanışıklığımın bulunmadığı, sadece hizmetlerinden tanıdığım Sayın Yavaşoğlu’nun seçimi kaybetmesine  bir Germencik’li olarak üzüldüğümü belirtmek istiyorum.

Sayın Başkanım, memleketime yaptığınız hizmetler için çok teşekkür ediyorum.

Umarım yeni başkanımız sizi aratmaz ve sizden daha çok hizmet yapar.


Umarım sizi tekrar başkanımız olarak görürüz ve umarım Aydın Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Özlem Çerçioğlu da seçimlere kadar sizin çalışkanlığınızdan faydalanmayı düşünür.

Fotoğraf: Necip UYANIK

KENDİNİ KORUYAMAYAN SİYASET KADINI KORUYABİLİR Mİ?

Bizde ünlü bir gazeteciyi öldürüp askeri cezaevinden kaçan bir kişi, Papa’yı vurunca 10 yılı hücrede olmak üzere uzun yıllar hapiste kaldı. Sonra Türkiye’ye iade edildi ve bir süre sonra serbest kaldı. Başbakana suikast düzenleyen bir kişi de yine kısa bir süre hapiste kaldıktan sonra dışarı çıktı.

Son yıllarda da siyasetçilere yumruğu atan serbest kalıyor. Buna da başta kendisi de yumruklu saldırıya maruz kalan adalet bakanı olmak üzere herkes isyan ediyor.

Görülüyor ki ülkemizde bir genel başkana hatta bakana yumruk atmak serbesttir.

Sorunları çözmekle görevli siyaset kurumu, bunca korumaya rağmen kendini koruyamıyor ve çıkardığı yasalar yumruk atanı salıveriyorsa vatandaş özellikle de kadın ve çocuklar ne yapsın, kendini nasıl korusun?

Eğitim sistemi ve gelenek görenekler, şiddeti bir çözüm olarak sunuyorsa, filmleriniz “ya benimsin ya kara toprağın” diyorsa, en yakışıklı aktörleriniz kadın tokatlıyorsa nasıl önlenecek bu şiddet?

Siyaset kurumu şikayetçi olduğuna göre bu konuda harekete geçmeye niyetli değil anlaşılan. Onlar da her akşam bizim gibi her akşam haberlerde şiddet olaylarını izleyip üzülmekle yetiniyorlardır eminim. O halde ne yapmak lazım?

Diyorum ki, bizim vatandaşa her şeyi öğreten dizilerimiz var. Öfke kontrolü ile ilgili araştırma yapan akademisyenlerimiz konuyu çözecek uzmanlarımız da.

Belediyelerimiz artık üçüncü sınıf şarkıcılara ödedikleri konser paralarını ve kendi reklamları için astırdıkları afiş paralarının bir kısmını şiddeti önleyecek kampanyalar için harcasalar. Uzmanlara vatandaşı bilinçlendirecek araştırma ve diğer çabaları için ödeseler.

Yine şiddeti özendiren dizilere reklam veren şirketlerimiz, biraz da şiddet görenlerin dramlarını anlatan, şiddet uygulayanları vazgeçirecek dizilere ve kamu spotlarına sponsor olsalar.

Hatta partilerimiz ve siyasetçilerimiz, seçim kampanyaları için harcadıkları paranın bir kısmını bu işlere harcasalar kendileri de kurtulur belki yumruk yemekten.

Ne dersiniz?



EN FANATİK OKURUM ABD!

Blogumda yazımı yayınladıktan sonra ilk üç ziyaret hep ABD’den olmuştur. Başta pek hoşuma giderdi; hem uluslararası okuyucularım olmasından hem de yazı yayınlanır-yayınlanmaz okuyacak kadar fanatik okurlarım olmasından.

Sonradan anladım ki, ABD’de bir merkez ne yayınlarsam yayınlayayım kayda alıyor. Benim gibi bir adamı kayda alıp ne yapacaklar orasını da bilmiyorum.

Şimdi bu çerçevede son günlerde okuduğumuz haberleri sıralayalım:

-ABD dünyadaki bütün bilgisayarları izliyor veri transferi yapıyormuş.

-Bütün akıllı telefonlar ve bilgisayarlar bedava indirilen programlar vasıtasıyla “köle bilgisayar ve telefon” haline getiriliyormuş. Bunlar aracılığıyla (kullanıcının haberi olmadan) siber saldırılar ve veri transferi yapılıyormuş.

-Seçim öncesi kullanıcıların haberi olmadan sosyal medyadan yapılan paylaşımlar ve seçim gecesi bazı ajanslara yapılan siber saldırılar bu köle bilgisayar ve cep telefonlar aracılığıyla yapılmış.

Bu haberlere kadar ne güzeldi hayat; bir bilgisayar alıyorsun, bütün şarkılara, filmlere ve kitaplara bedava ulaşıyorsun. Programlara da para vermiyorsun. İndir babam indir. Yaşasın tatlı hayat.

Bu durumu anlatan güzel bir atasözümüz vardır bizim, “bayram değil seyran değil eniştem beni neden öptü” diye.

Anlaşıldı mı şimdi neden öptüğü.

Eğer siz teknoloji yerine laf üretirseniz, teknolojiye sahip olanlar, devletinizin, askerinizin  hatta vatandaşlarınızın şahsi bilgilerinize kadar ulaşırlar. Belki de verdikleri yanlış bilgiyle kendi kaçakçılarınızı terörist diye bombalatırlar, en gizli toplantılarınızı dinleyip internete koyarlar.

Ne demiş ünlü düşünür? Teknolojiye sahip olanlar, asla sevişmeyeceği eşeğin önüne ot atmaz!


KADIN ERKEK AYNI KOĞUŞTA ASKERLİK YAPAR MI?

Bizde üniversite öğrencileri aynı binadaki yurtlarda kalamazken Norveç Hükümeti kadın ve erkek askerleri aynı koğuşta yatıracakmış. Amaç kadın erkek nüfus arasındaki cinsiyet ayrımcılığını gidermekmiş.

Ben böyle bir şey duyunca önce “şart mı?” diye sorarım. Yani kadın-erkek cinsiyet ayrımcılığını başka şekilde önlemek mümkün değil mi?

İkincisi de “bize uyar mı?” diye düşünürüm.


Hayır, endişem, “kadın ve erkek aynı yer de yatarsa namus elden gider mi” değil. “Sırrımız deşifre olur mu?” endişesi. Zira askerlik bizde erkekler arasında bir sırdır. Bir kadın askerlik yapmadan asla bir erkeği tam olarak anlayamaz da ondan. 

AHMET KAYA’YI KİM ÖLDÜRDÜ?

Geçen gün ekranda ülkemizin son otuz yılına damgasını vurmuş bir genel yayın yönetmeni bir programda konuktu. “Kaybedenlerin sesi” olarak haykırıyordu: “öldürün o zaman beni” diye.

Kısacası, iktidarı eleştirdiğini, yönetenlerle farklı görüş ve yaşam tarzına sahip olduğunu söylüyordu. Bunun dışında, ısrarla söylediği şey, geçmişe takılıp kalmamak gerektiğiydi. Geçmiş geçmişte kaldı, diyordu.

Laf döndü dolaştı Ahmet Kaya’ya geldi. “Ahmet Kaya, kalpten öldü, onu biz öldürmedik” dedi.
Doğru, Ahmet Kaya kalp krizinden ölmüştü. Ancak seyrettiğim bir belgeselde eşi, Ahmet Kaya’nın gurbete alışamadığını ve uğradığı haksızlıkları kabullenemediğini söylemişti.

Aklıma genç yaşta kaybettiğim meslektaşlarım geldi. Bundan önce çalıştığım kurumda, ilk yıllarda meslektaşlarımın ölüm yaşı genelde 70-80 arası iken son yıllarda kalp krizi ve kanser nedeniyle çok sayıda meslektaşımızı kaybettik.

Evet, insanlar kalp krizi ve kanserden ölebilirler ancak kaybettiğimiz arkadaşların birçoğunun kötü beslenme, içki ve sigara gibi bilinen kanser ve kalp krizi nedenleriyle ilgileri yoktu. Geriye kalıyor stres. Zira eski kurumumda son yıllarda öyle şeyler yaşadık ki, meslektaşlarımızın genç yaşta kanser ve kalp krizi nedeniyle kaybı bizler için sürpriz değildi.

Geçenlerde bir arkadaşımın kalp krizi geçirdiğini öğrendiğimde çok üzüldüm. Kriz öncesi yaşadığını öğrendiğim stresi duyunca ise ürperdim. Zira yaşadığı streste istemeden de olsa benim de payım vardı. O an bundan sonra kimseye olumsuz bir şey yaşatmamaya, stresine katkıda bulunmamaya karar verdim.

Şimdi, genç yaşta kaybettiğimiz meslektaşların yaşadıkları stresi yaratan idarecilerimizin veya Ahmet Kaya’ya yapılan linçin ölüm nedenleri olan hastalıklara katkısı olmadığını söylemek mümkün mü?

Yok, öyle “Geçmişi unutalım, Ahmet Kaya kalp krizinden öldü” diye işin içinden sıyrılmak.

Hesabı ödemeden nereye?


MUHARREM İNCE VE MELİH GÖKÇEK AYNI YERDE BULUŞTU!

Seçimler bitti, itiraz süreci devam ediyor. Bu konuda öne çıkan merkezler Yalova, Ankara ve Ağrı oldu. Yalova’da CHP Ankara’da AKP kazandı ancak öğrendiğimiz kadarıyla itirazlar devam ediyormuş. Ağrı seçimi ise yenilecekmiş.

Bu konu gündemdeyken geçen akşam haberlerde Muharrem İnce ve Melih Gökçek'in aynı şeyi söylemeleri dikkatimi çekti:

-İtirazı bırakın, yenilgiyi kabul edin. Yenilen pehlivan güreşe doymazmış.

Kısacası, yenen parti, yenildiği yerde itirazı kendine hak görürken yendiği yerde bunu rakiplerine çok görüyor. Tam bir çifte standart örneği.

Benzer durum, idarenin yaptığı iş ve işlemler için dava açanlara ve bir kanunun iptali için Anayasa Mahkemesine gidenlere de söyleniyor. Adeta hak aramak ayıplanacak bir şeymiş gibi gösteriliyor.

Hukuk devleti iddiasındaysanız, itirazın bir hak olduğunu, bir işlem yaparken buna itirazlar olabileceğini, insanların bu konuda dava açma hakları olduğunu kabul edecek ve yaptığınız işlemlerin hukuka uygun olmasına dikkat edeceksiniz demektir.

Aynı şekilde, bir yasa çıkarırken de yasanın anayasaya uygun olmasına dikkat ederek, bir gün yasanın iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulabileceğini düşünmek durumundasınız.

İtiraz etmek, hak aramak ayıp değil medeniyettir. Kendinize hak gördüğünüz bir şeyi de başkalarına çok görmemek gerekir. Sonuçta hukuk bir gün herkese lazım olacaktır.


Ha, bu arada, mahkeme kararlarına da saygı duyulmaz sadece uyulur.

BU HALK İYİ Kİ SİZE OY VERMEMİŞ!

Benim bildiğim muhalefet demek alternatif demektir, farklı olmak demektir. Alternatif olduğunuza ve farklı olduğunuza halkı ikna etmeniz gerekir. Bunun için de söylem yetmez, sözlerinizin eylemle desteklenmesi gerekir.

Efendim, çok yorucu ve yıpratıcı bir seçimi geride bıraktık. Halkımız bir şekilde kararını verdi. O günden beri de seçim sonuçları üzerine konuşulanları dinliyoruz. Ne halkın koyunluğu kaldı ne de Stockholm Sendromu.

Ben de herkes gibi çıkan sonuçları hayretle izlerken okuduğum bir haber beni çok şaşırttı; CHP’nin İş Bankasındaki hisselerini temsilen atanan üç yönetim kurulu üyesinden ikisi eski milletvekili-bakan oğlu çıkmış.

Biliyorsunuz seçimler yerel seçim olmaktan çıktı ve bütün kampanya ayakkabı kutuları ve babalar-oğullar üzerinden yürüdü. “Sizin bakanlar ve oğulları” diye sürekli eleştirenler meğer o sırada 28 Mart günü iki eski milletvekili-bakan oğlunu İş Bankası gibi büyük bir kuruluşun en üst karar organı olan yönetim kuruluna önermişler.

Koskoca parti, Ülkenin en büyük bankalarından birinin yönetim kurulu üyeliği gibi deneyim ve bilgi birikimi gerektiren bir görevine eski iki milletvekili oğlundan başka atayacak birilerini bulamamış. Muhtemelen iktidar olduklarında da ekonomiyi bu iki isme teslim edecekler. Bazı belediye başkanlıklarını eski başkan oğullarına devrettikleri gibi.

Ben her zaman seçimlerde halkımızın sağduyulu davrandığına, yaptığı işte bir bildiği olduğuna inanırım. Bu olaydan sonra da öyle oldu. Meğer halkımızın bir bildiği varmış.


Biliyorsunuz “eldeki elma daldakinden iyidir” diye bir atasözümüz var. Seçimlerde halkımız herhalde “madem oyumuzu baba-oğula vereceğiz. Bari şimdiki baba-oğula verelim” diye düşünmüş olmalı.

İKTİSAT MEZUNU NE İŞ YAPAR?

İktisadı daha geniş anlamıyla İİBF’yi kazananların ilk karşılaştıkları soru “bitirince ne olacaksın?” sorusudur ve buna net bir cevap vermek mümkün değildir. İnsanın cevabını kendinin bilmediği bir soruya yanıt vermesi tabi ki zordur.

Fakülteyi kazandığımız yıllarda, eğitim fakültesini kazananın öğretmen, mühendislik fakültesini kazananın mühendis ve tıp fakültesini kazananın doktor olacağı belli iken iktisadı kazananın ne olacağı belirsizliğini korumaktaydı. Zira mezunlar neredeyse her işi yapıyorlardı.

“Dünyayı İktisatçılar Yönetir” sözünün avuntusu ile öğrencilik yıllarımızı geçirdikten ve kaçınılmaz işsizlik günlerimizden sonra hayata bir yerden başladık. Şu anda bir kamu kurumunda başmüfettiş olarak çalışıyorum. Arkadaşlarım arasında, akademisyen, bankacı, mali müşavir, müfettiş, yönetici, sanayici, tüccar, öğretmen, gazeteci, program yapımcısı gibi her meslekten insanlar var. Hayatını liseden edindiği mesleği ile kazanan olduğu gibi baba mesleğini yürüten ancak fakülteden aldığı eğitimle çok daha ileriye götürenler de var. Ama asla “hala işsiz” yok.

Bir şekilde herkes hayatın bir ucundan tutmuş vaziyette: hayatından memnun olanı da var olmayanı da. Olduğu yerden geri gideni de var sınıf atlayanı da. Tam anlamıyla bir çeşitlilik bir renklilik var iktisat mezunları arasında.

Bütün bunları neden mi anlatıyorum?

Efendim, benim de mezunları arasında yer aldığım Uludağ Üniversitesi, İİBF Mezunlar Derneği (UBİMED) kurulmuş. İlk iş olarak da bir dergi çıkarmışlar. Dergi, öyle bildik mezunlar dergisine benzemiyor. İktisat mezunlarının yaptıkları değişik işler ve hobilerinin çeşitliliğini yansıtan bir dergi olmuş. Dergi, diğer dergilere benzemediği gibi bir sayısı diğer sayısına da benzemiyor. Ama asla bir çorba da değil. Bir kimliği, bütünlüğü olan bir dergi. Amatör ruhun profesyonel bir ürünü kısacası.

Benim de yazı ve fotoğraflarımın yer aldığı dergi, ulaşılması kolay, zevkli, eğlenceli, renkli içeriği ile sizleri bekliyor.

Bir tık ötede:



KEDİ YILINDAYIZ

Galiba Çin takviminde yıllar hayvanlarla ifade ediliyormuş. Yavaş yavaş bizde de öyle olacak gibi. İleride 2010’lar diye bir dizi çekilecek olursa başrol için önce bir kedi bulmak gerekecek.

Kedi, epeydir sosyal medyada sevginin, masumiyetin bir simgesi haline gelmişti. Gerçekten kedi seven arkadaşlarımı tenzih ederim ancak durum öyle bir hal aldı ki, kedi insanların bir imaj aracı haline geldi. Varsa yoksa kedi.

Öyle ki, tanıdığım, suratı sirke satan, kompleksli biri bile, profilindeki kucağında bir kediyle çekilmiş fotoğrafı ile kendini sevimli gösterme çabası içine girmişti.

Ben insanların tek tip haline gelmesine karşı olduğum için kendilerini tek bir hayvan üzerinden açıklamalarına da karşıyım. Yoksa kedi ile bir problemim yok. O nedenle şimdiye kadar arkadaşlar arasında bir espri konusu haline geldi bu tepkim.

Fakat ne zaman seçim akşamı bir çok şehirde elektrikler kesildi ve ne zaman ardından bir “kedi bombardımanı” başladı işte o zaman anladım ki kedi yılındayız. Sevgi, şevkat, kişilik kedi üzerinden açıklandığı gibi artık seçim sonuçları da kedi üzerinden yorumlanmaya başladı. Bir kaç gündür varsa yoksa kedi ve trafo üzerine paylaşımlar.

Tabi ki bu arada bir sürü soru da güme gitti. Aslında Enerji Bakanı yaptığı açıklamayla elektrik kesintilerine bir açıklama getirmedi, muhalefet partilerini kurtardı. Kedi olmasaydı eğer şimdi biz başka şeyler konuşuyor olacaktık:

-Kim kimin oylarını böldü?

-Bu kadar yolsuzluk iddiaları varken bu sonuç nasıl çıkabildi?

-Seçim kampanyasını sadece tapeler üzerinden yürütmek doğru muydu, kime yaradı?

-Aday seçiminin sonuçlara etkisi yok muydu?
Evet, sorular uzayıp gidiyor. Biz trafoya giren kediyi konuşurken bu sorular güme gitti ve biz “oy veren koyunlara” kızarak tekrar kendi kedi paylaşımlarımıza dönebiliriz.

Ha, bir de evlerimize birer kedi posteri asalım ki torunlarımız bu yılları sorduklarında neyle uğraştığımızı, neyi konuştuğumuzu gösterebilelim.



MANSUR YAVAŞ’A TESELLİ İKRAMİYESİ!

Bir okuyucu olarak bana göre Türk Basınının en utanç verici manşeti, Sabah Gazetesinin bir zamanlar attığı “Naim’le Aysel evlensin” manşetidir.

Bulgar Zulmünden kaçmış bir halterci ile yine gördüğü zulüm nedeniyle ailesinden ayrı düşmüş, çekilen bir dizi sayesinde kavuşmuş bir kızı evlendirme çabası. Kısacası insanların acılarından bir magazin dizisi çıkarma çabası. Hala utanıyorum düşündükçe.

Bizim medya, asla insanları olduğu gibi kabullenemiyor. Onlara illaki başka unvanlar buluyor. O nedenledir ki, bir türkücü ve teknik direktörden imparatorumuz, Kapıkule’den ötede adı-sanı anılmayan megastarımız ve süper starımız var.

Bugünlerde de yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimleri nedeniyle önüne geleni cumhurbaşkanı adayı ilan ediyor. Ergenekon tutukluları için çözüm öneren Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu, İlker Başbuğ ve Meral Akşener  medyanın cumhurbaşkanı adayları arasında yerlerini aldılar.

Dün akşam seyrettiğim bir programda ise YSK önündeki zafer ve bozkurt işareti yapanları yan yana gören bir yorumcu, Mansur Yavaş’ı cumhurbaşkanı adayı ilan etti.

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığını şimdilik kaybetmiş görünen  Mansur Yavaş’a bir nevi teselli ikramiyesi.

Ama ne ikramiye; Yavaş’a Gökçek’i arayıp “Melih Bey, Çankaya Köşkünün çöpleri neden alınmadı hala” diye fırça atma imkanı.

İlahi medya, komedya!