FİLOZOFLUK HALLERİ!


Geçen tv’de “başarılı insan yalnız insandır” diyor.
O zaman a-sosyal insanları nereye koyacağız?
İnsanoğlunun her kötüye iyi bir kılıf bulma yeteneğine hayran olmamak elde değil.
Yalnızsın ama a-sosyal değil başarılısın.
Hiçbir şey üretemiyorsun ama tembel değil kuluçkadasın.
Kötü bir şey yapmışsın, ama suç başkalarında.
Onlar hak etti.
Ama şurası gerçek ki; yaşamda ne kadar çok şeye sahipsen o kadar çok sorunun var.
Yaşamında ne kadar çok insan var, o kadar çatışman var.
Oysa yaşam, (ne kadar çok şey varsa, ne kadar çok insan varsa) oraya doğru akıyor.
O halde duraklama ve gerilemenin bahaneleri mi bunlar?
Herkesin daha çok soruna, daha çok çatışmaya doğru gitmesi mantıklı mı?
Yoksa başarısızlığın hayatı tersine algılaması mı bu?
Belki de boşlukta gezinip duran bir zihnin doğal eylemleri mi bunlar?
Ya da sürekli muhasebe?
Aktifinde neler var, pasifinde neler var?
O halde tek gerçek, yaşamın bir denge olduğu mu doğru olan?
Aktifin ne kadar artıyorsa pasifin de o kadar artıyor.

KÜTÜPHANE KAHVEYE DEĞİL ÖĞRETMENEVİNE LAZIM!


Bugün yine bir haber:

-Köylüler kahvenin bir bölümünü kütüphaneye çevirdi!

Aferin, artık memleket kurtuldu, sırtımız yere gelmez. Hayır, alay etmiyorum, küçümsemiyorum ancak orta yaşa gelince aynı haberleri görmekten, aynı sembollerden sıkıldım, hepsi bu.

Bu yaşa geldim okuduğum kaçıncı haber bilmiyorum. Kahveneler kütüphanelere dönünce memleket kurtulacak, köylü kitap okuyunca memleket şaha kalkacak, hele hele bütün kahveler kapanıp kütüphane olunca astronotlarımız uzaya gidecek.

Yani, şehirde kütüphaneler dolup-taşıyor, kütüphanelerimiz okunacak kitapla dolu, çocuklarımız evdeki bütün kitapları okuyup-bitirdiler kütüphaneler bile az gelmeye başladı, yayınlanan her kitap milyonlarca satılıyor, yazarlarımız özgür istediklerini yazıyorlar, bir de kahvedeki köylüler kitap okusa tam olacak.

Efendim, her şeyi bir kenara bırakayım da sadece bir manzara anlatayım size. Bir şehirde öğretmenevinde kalıyorum. Şehrin ortasında ve harika bir bahçesi var.

Yaz günü bahçe serin, içeride oturmak ise eziyet. Ben de kitap okuyorum. Derken hava karardı ve ışıklar yandı. Fakat ışık okumak için yetersiz kaldı. Oysa biraz ileride, bahçenin oyun oynanan yeri ışıl ışıldı. Ki okey oynayan taşın rengini iyi görebilsin. Kitap okuyan yazıları görmese de olur.

Ben de okey oynayanların yanına doğru gittim kitabımı okuyabilmek için. Fakat gürültüden ve öğretmenevi müdavimlerinin küfür repertuvarının zenginliği yüzünden daha fazla dayanamadım ve odama çıktım. Sıcaktan bunalma pahasına odamda kitabımı okuyabildim.

Evet, ilim-irfan yuvası okullarımızda çalışan öğretmenlerimizin dinlenmelerine tahsisli öğretmenevinde kitap okumak zor, okey oynamak ise çok kolaydı. Merak ettim bu duruma tepki gösteren yok mu, diye. O nedenle sonraki günlerde dikkat ettim ve gördüm ki; bahçede benden başka kitap okuyan yok.

Okuyan olmayınca, kitap okunacak yerde ışık yetersiz diye şikayet eden de yoktu doğal olarak. Oysa okey oynanan yerdeki ışıkları kısın da görün isyanı o zaman:

-Eğitim camiası ayaklandı. Öğretmenevindeki şartları protesto etti!

Niyetim, bir camiayı karalamak, karşıma almak değil. Gördüğüm manzara bu. Biz önce öğretmenevlerini kitap okunur yerler haline getirirsek, kahvedeki köylülere de kitap okutabiliriz. 

Bunun dışında arada yapılan “kahvede kütüphane açıldı” haberleri ile memlekette bir şey değişmez.

O nedenle, rahat bırakın kahvede oyun oynayan köylüleri. Onların yapacak başka bir şeyleri yok zaten!

YILMAZ GÜNEY İLE SADDAM’IN ORTAK ÖZELLİĞİ


Bugünlerde yeni moda başlamış; spor programlarına hafif dekolteli kadın sunucular konmuş. Amaç kanallar arasında gezinti yapanların takılmasıymış. O nedenle onlar görünüyor, spor adamları konuşuyormuş.

Ben de dün akşam kanallar arasında film bulmak amacıyla gezinirken bir soruyu duyunca takıldım kaldım:

-Yılmaz Güney ve Saddam’ın ortak özelliği nedir?

Bu sorunun sorulduğu kişi Fatoş Güney’di. Kadıncağız, hatırlayamamanın sıkıntısı ile soran gözlerle baktı. Ne yalan söyleyeyim benim de ilk aklıma gelen “ölüm” oldu. Değilmiş:

-İkisinin de 1937 yılında doğmuş olmaları!

Fatoş Güney, itiraz etti:

-Nüfusta öyle yazıyormuş ancak kendisi de bilmiyordu kesin tarihi.

Şimdi ne demek lazım? Öncelikle kendime kızdım. Ne bekliyordun ki; ikisinin de Oscar almış olmalarını mı?

Programı seyrettiğim için zamanımı boşa harcadığımı düşünsem de yine de bazı çıkarımlarda bulunmadan edemedim:

a)Soruyu soran, eski bir Cumhuriyet Gazetesi Yazarının oğluydu. Babasıyla birlikte program yapıyorlarmış TRT’de. Hem Cumhuriyet Yazarı olmak hem TRT’de program yapmak mümkün değildir pek. O nedenle eski olmak gerekir. Zira bir tablonun,  bir heykelin ne kadar eskisi makbulse Cumhuriyet Yazarının da eskisi makbuldür.

b)Baba, oğlunun bu lüzumsuz sorusundan hiç rahatsız değil. Bilakis çok memnun. İçinden “oğlum bu da sorulacak soru mu” yerine “bizim oğlan bu soruyla yerini sağlamlaştırdı” diye düşünmüş olmalı.

c) Program programa benzemezse soranın da soracak daha önemli bir sorusu yoksa gereklidir böyle lüzumlu sorular. Nitekim, maçlarda da bol bulunur böyle lüzumlu bilgiler. Spiker bakıyor, maçta futbol adına bir şey yok, futbolcularda da futbol adına bir hareket. Takımlarımızın uluslararası turnuvalardaki durumu da ortada. Başlıyor bilgi vermeye:

     Ahmet’in bu golü yüzler kulübüne girmesine az kalması açısından önem taşıyor!

     Hasan, bu golüyle “dünyada burnunu karıştırırken gol atan ilk oyuncu olma unvanını kazandı!

d) Bir yazar söylemişti “orta çağa dönüyoruz” diye. Evet, etrafımıza baktığımızda “babasının yerine devlet başkanı olmalar”, “babasıyla aynı mesleği icra etmeler” gırla gidiyor. Diyeceksiniz “sana ne”, haklısınız. Ancak madem orta çağa dönüyoruz, madem bazı lüzumsuz bilgiler işe yarıyor, o zaman oğlumun geleceği ile ilgili endişelerim yersiz demektir.

Oğlumun, bir devlet başkanı veya bir gazeteci ya da bir televizyonu olması mümkün olmasa da ünlü bir şair veya ressam olması kaçınılmaz. Ne de olsa Bedri Rahmi Eyüpoğlu ve Behçet Kemal Çağlar ile ortak bir özelliği var; babalarının mesleği aynı!


NOT:Fotoğrafta oğlum Göcek Bedri Rahmi Koyundaki resmin önünde..