EV ALACAKLARA FOTOĞRAF KURSU


Eğitim hayatımız, gördüğümüz derslerin bize ne yararı olacağını sorgulamakla geçti. Bunda derslerin, ders kitaplarının ve sınıfların sıkıcı, dışarıdaki yaşamın ise çok eğlenceli olmasının büyük etkisi vardır muhakkak. Özellikle de bahar aylarında. Her yer çiçek açmış, hava güzel, insanlar dışarıda gezip eğlenirken dersin başında olmak kadar sıkıcı ne olabilir ki?

Doğal olarak en zor ders örneğin matematik, en sorgulanan ve yaşamda ne işe yarayacağı bir türlü anlaşılamayan bir ders. Neyse ki sonunda bir şekilde bitti dersler. Kimi bir işe yaradı kimi ise ödettiği bedellerin milyonda biri kadar bile faydalı olmadı yaşamda. Uğruna bir yıl kaybettiğim Yatırım Projeleri dersi gibi.

Sonuç olarak bu dersleri vererek aldığımız diplomamız bir şekilde yaşamda tutunmamıza yardımcı oldu. Bize “bu dersler ne işimize yarayacak” diye soran çocuklarımız da yaşamın birer hediyesi.

Yanıtını asla bulamadığımız bu sorunun yanıtını şimdi de çocuklarımız arıyor. Tabi ki ben şimdiye kadar hangi dersin yaşamda ne işe yarayacağı sorusunun yanıtını bulabilmiş değilim. Bu konunun uzmanı da değilim. Bu nedenle vereceğim yanıtın yanlış bilgi olarak beyinlerde bir tortu bırakmasını da istemem.

Bana göre derslerin birebir ispatlanmış yararı olmasa da dersleri vererek aldığın diploma bir işe girmene ve askerliği daha az ve daha iyi şartlarda yapmana yarar sağlıyor. İkincisi de yaşamda karşımıza çıkan bir olayda hiç ummadığımız bir dersin bize yararı dokunuyor.  

Geçenlerde nihayet vakit bulup bir fotoğraf kursuna gittim. Amacım bu konuda biraz bilgi sahibi olmak, makineyi ve fotoğrafçılığı öğrenmekti.

Eh, öğrendik de sayılır. Fakat bu arada gittiğim kursun hiç ummadığım bir yararını da gördüm. Satılık ev ilanlarındaki fotoğraflara bakarken bazı fotoğrafların üst kısımlarının basık olduğunu gördüm. Kursta gördüğümüz kadarıyla, bu husus fotoğrafın geniş açı bir objektifle çekildiğini gösteriyordu. Odalar fotoğrafta göründüğü kadar geniş değildi kısacası.

Evet, gittiğim bir fotoğraf kursunun tesadüfen baktığım ev ilanlarına daha bilinçli bakmama, gerçeği daha iyi görmeme neden olduğunu tespit ettim. Tamam, ev almak niyetinde değilim. 

Bakmadan ev alacak da değilim ancak kursta aldığım basit bir bilginin hiç ummadığım bir anda işime yaradığını görmek, öğrenme arzumu kamçıladı en azından.

Yeni şeyler öğrenmek, kurslara gitmek, yeni dersler almak için yeterli bir neden değil mi? 

EN GEÇERLİ MESLEK


Okul yıllarımda, “okuyunca ne olacaksın?” sorusundan daha çok “ne zaman doktor oluyorsun?”, “avukat olacak dediler senin için”, “ne öğretmeni olacaksın sen?” gibi sorularla karşılaştım. Biraz düşününce, insanların senin tahsil hayatına kendi açılarından baktıklarını anladım. Hastalıktan mustarip biri doktor olmanı, mahkemeden beri gelmeyen bir başkası avukat olmanı, oğlu bir türlü okuyamayan bir diğeri ise öğretmen olmanı istiyordu. Ki senin okumanın onlara bir yararı dokunsun. Yoksa verdiği selamın ne anlamı var?

Eğer kendin olarak göremediğin ilgiyi, sevgiyi, saygınlığı diploman sayesinde görmek istiyorsan mesleğini de ona göre seçmen normal. Benim nasıl olduysa oldu, hiç kimsenin beklentilerini karşılamayan, ol denilmeyen bir mesleğim oldu. Olduktan sonra da başkaları gibi başka mesleklerin  peşinde de koşmadım. O nasıl oluyor derseniz, şimdi anlatacağım hikaye bununla ilgili.

Yıllar önce bir başmüdürün odasına girdim. Herkes önce unvanını sonra da adını söyledi, böylece tanışmış olduk. Odadakilerden biri de “ben Komiser Ahmet” deyince herhalde “başmüdürün misafiri “ diye düşündüm. Sivil giyimli olmasını da  izinli ya da sivil olarak çalışmasına yordum.

Tanışma faslından sonra hemen işe koyulduk. Fakat misafir olduğunu düşündüğüm komiser bey hem misafirliğini sonlandırarak işe dalmamıza izin vermedi hem de kurumumuzla ilgili işlere vakıf oluşuyla beni şaşırttı. İstediğim evraklarla ilgili çalışanlara talimatlar vermeye başlayınca da şaşkınlığım iyice arttı.

Sormaya fırsat kalmadan kendisi konuya girdi:

-Maç sever misiniz?

-Pek aram yok ama arada giderim.

-Ben size bilet ayarlarım. Saha komiseriyim ne de olsa!

Meğer Ahmet Bey kurumumuzda müdür yardımcısıymış. Aynı zamanda da komşu büyük şehrin bir stadında da hafta sonları saha komiseri olarak görev yapıyormuş. Bu sayede stada bedava girmek isteyen, bilet bulamayan herkes peşindeymiş. Bundan dolayı komiser etiketinin toplumda daha geçerli ve daha saygın olduğunu düşündüğünden olsa gerek müdür yardımcısı unvanı yerine onu kullanıyordu.

Belki de haklı Ahmet Bey, Komiser, Saha Komiseri gibi unvanlar dururken kim takar müdür muavinini.

EN GÜZEL REKLAM


Haber vermenin bin türlü yöntemi vardır da böylesi ilk defa başıma geldi. Bir şey söylenmeden sadece bir zile basarak:

-Zırrrrrr!

-Kapı çalıyor.

-Eyvah, evi su basmış.

Evet, sabah sabah kapımızın zili çaldı. Açmak için yataktan kalkınca suyun içinde bulduk ayaklarımızı. Evin her yanı su içindeydi ıslak zeminler hariç. Suların kesik olduğu bir akşam mutfak musluğu açık unutulunca akan su evin her yanını kaplamış. Islak zeminlerin kapısında bulunan setler o kısımları bu sefer kuru bırakmış.

Tabi bu arada yatak odasında elektrik sobası prize takılı olduğu halde aniden suya bassak da çarpmadı elektrik. Yoksa su baskınını haber vermek için basılan zil, elektrik çarpıp ölümümüze de neden olabilirdi.

Evet, ıslak zeminler hariç ev su içindeydi. Su daire kapısından taşmış merdivenlerden alt katlara doğru gidiyordu. Manzara karşısında ilk hissettiğim şey bırakıp gitme isteğiydi. Nasıl temizlenecek bu ev?

Sağ olsun komşularımız yardım ettiler. Çocuğumuzu teslim aldı biri, diğerleri de ellerinde tas, kova, faraş ne varsa yardıma koştular. Zira alt kata da sızmaya başlamıştı sular.

Soğuk bir kış gününde, bütün camlar açık, her yanımız ıslanmış vaziyette boşalttık suyu. Yardımsever komşularımıza teşekkür ederek biraz ısınmak ve kurumak için gaz sobasının kurulu olduğu odaya sığındık. Sobayı yakmak için kibriti attığımda bir patlama oldu. Sobanın borusu yerinden çıkmış ve odayı is ve kurum doldurmuştu. O soğukta tamamen ıslanmış vaziyette iken bu sefer de üzerimize is ve kurum yağmaya başlamıştı. Her yeri su içinde görünce duyduğum bırakıp gitme isteğim yine depreşmişti ancak yapacak bir şey yoktu artık.

O halde boruyu takıp tekrar sobayı yaktık, kuruduk, temizlendik. Bilahare halılar temizleyiciye gönderildi. Mobilyaların su almış alt kısımları eve kurulan geçici marangozhanede değiştirildi ve sonunda su baskının izleri bir şekilde yok edildi.

Su baskınının ilk fark edildiği sırada evini su basmış bir adamın, komşuları suyu boşaltırken fotoğraf makinesine pil almaya gitmesi tabi ki şaşkınlıkla karşılanmıştı. Sigorta şirketi ile yaptığı telefon konuşmaları da.

Evet, yaşça büyük meslektaşların tavsiyesi ile evi sigorta ettirmiştim. Şirket, tatil günü olması nedeniyle olayı fotoğrafla belgeleyip suyu boşaltmamızı söylemişti. Sonunda, ilk iş günü bir eksper gelerek raporunu tuttu,  fotoğrafları ve faturaları da daha sonra işyerime gelen acente görevlisine teslim ettim. Bu arada bir telefon konuşmamda da alt kata su sızması nedeniyle suyu eksper gelmeden acilen boşalttığımızı söylemiştim. Hemen sordular alt kata su sızan odanın kaç metrekare olduğunu. Meğer o oda için boya parası da vereceklermiş.

Bir gün işyerime gelen acente görevlisi parayı getirdi. Kendi zararımı aldıktan sonra kalan parayı alt katta oturan komşumuza verdim. Ancak vermem kolay olmadı. Evin sigortalı olduğunu, sigortanın kendi evine sızan su nedeniyle boya parası verdiğini anlattım. Ancak o ısrarla almak istemedi:

-O kadarcık sudan ne olacak komşum, hem boyatmadık ki biz evi?

Sonunda ısrar ederek verdim parasını. Sigorta şirketi yaptığı bu jestle hem sigortanın ne güzel bir şey olduğunu anlattı bütün mahalleye hem de güzel komşuluk ilişkilerimize katkı sağladı. Bundan güzel reklam olur mu? 

CENNETTE KAÇINCI MEVKİDESİN?


Titanik filminde unutamadığım bir sahne; gemi batıyor, herkes filikalara bindirilmeye çalışılıyor ve kızın annesi soruyor:

-Birinci mevkidekiler de diğerleriyle aynı filikaya mı binecek?

Yani, ölürken de kurtulurken de herkes haddini bilecek.

Hadi film diyelim, abartı diyelim, peki günümüzdekilere ne diyeceğiz? Binlerce insan bir törende, konserde. Böyle bir toplulukta en önde bir koltuk, önünde sehpa, sehpanın üzerinde de bir su şişesi. 
Bütün bu çabalar su şişesini elinde tutanla sehpanın üzerinde bulunduranlar arasındaki fark için mi?

Bir başka gün işyerinden bir arkadaş, Cuma günü camiye gidiyor. Halbuki işyerinde mescit var. Sordum neden mescit yerine camiye gittiğini.

-Ben işçinin arkasında namaz kılmam, dedi.

İmam-hatip mezunuydu oysa. Gönüllü olarak namaz kıldıran işçiyi yetersiz görüyorsa kendisi kıldırabilirdi cumayı. 

Bir başka zamanda da şehir dışındaki iş yerinde bir çalışanın gönüllü imamlık yaptığı yerde cuma namazı kılmayı reddeden bir kısım amirin namaz için şehre gittiklerine tanık oldum.

Fakat bütün bunların nedenini bir başka zamanda bir başka bir yerde öğrendim. Personeliyle birlikte namaz kılmaktan şikayet eden bir amir isteğini dile getirdi:

-Aslında üst düzey için bir V.İ.P. cami lazım. Olmuyor böyle personelle birlikte eğil-kalk!

Televizyonda, genelde cenaze namazlarında görüyoruz aynı durumu; imamın arkasında sıralanıyor cemaat. En mühim şahsiyetler en önde diğerleri arkada. Bir önlerinde sehpaları ve üzerinde de su şişeleri eksik. Hatta bazı durumlarda ölenin önemine göre namazı da ya diyanet işleri başkanı ya da müftü kıldırıyor ki fark belli olsun. Bazı camilerin ise V,İ.P. çıkışları bile var.

Merak ettiğim, öbür dünyada da herkes aynı mevkide mi? Yine bazılarının önünde var mı sehpa ve üzerinde su şişesi? 

BİTMEYEN MESAİ


Cem Yılmaz, ünlülerin cenazesinde yaşananları anlatırken komedyen cenazelerinde söylenen “bu sefer güldürmedi” cümlesini de söyledikten sonra sitem ediyor:

-Öldüm, belki ondan güldürememişimdir. Bitmedi mi mesai?

Evet, maalesef bazılarının mesaisi asla bitmiyor. Hatta yaşarken ne kadar mesaisi varsa öldükten sonra da o kadar eziyeti var:

Cenaze, uzun yıllar hizmet ettiği, bir süre görev yaptığı, bir oyunda rol aldığı ne kadar yer varsa gezdiriliyor. Meclis, parti binası, tiyatro sahnesi, genel müdürlük binası gibi geride kalanlar hangi eziyeti uygun gördülerse o kadar geziyor cenaze.  

Hatta bazı eziyetler var ki daha bitmemiş. Geçenlerde okuduğum bir habere göre, özel yasa çıkarılarak devlet mezarlığına defnedilen, devlet töreni yapılan eski bir başbakanın cenazesi taşınacakmış. Anladığım kadarıyla, devlet yetkilileri eski başbakanın devlet töreniyle devlet mezarlığına gömülmesinin devletin menfaatlerine uygun olduğuna eşini ikna etmişler. Maksat hasıl olduğuna göre artık eşi de onu istediği yere tekrar gömdürecekmiş.

Şehitler de öyle değil mi? Vatan uğruna şehit olunmuş ama mesai bitmemiş daha. Üniformalıların kolunda izin verildiği kadar ağlanacak, kameralar önünde şehit haberi verilecek ve gazetelerin manşetlerine göre hareket edilecek:

-Metanetini korudu!

-Annesinin feryadı yürekleri dağladı!

-Ağlayarak düşmanları sevindirmedi!

İlaveten, şehit babasının taziyeye gelen devlet büyüklerine söylediği manşetlik bir cümle, devamında da top arabası, cenaze marşı vs. eziyet devam ediyor.

Şahsen bütün bu eziyetleri hak etmemiş, etmemeye de dikkat etmiş biri olarak kendi vasiyetimi de araya sıkıştırayım; mümkün olan en kısa yoldan en kısa sürede gömün beni. Neresi olursa olsun ama eziyetsiz olsun. Hem bana hem de kalanlarıma.

Şimdi, gelelim beni çok etkileyen ve bu yazının yazılmasına neden olan olaya. Yeni çalışmaya başladığım kurumun bahçesinde kapının önünde bir cenaze.  Ölen, daha önce burada görev yapsa da başka yerlerde uzun süre görev yaptıktan sonra tekrar buraya  atandığı halde göreve başlayamadan hayatını kaybetmiş biri.

Cenaze, yan yana masaların üzerine konmuş. Çalışanlar da hiyerarşiye göre yerlerini almışlar. Doğal olarak konuşmayı da kurumun en üst yetkilisi yapıyor:

-Kendisiyle çalışma olanağı bulamasam da…

Yetkili, yeni atanan fakat birlikte çalışma fırsatı bulamadığı, dolayısıyla da fazla tanımadığı  rahmetli ile ilgili görevi gereği bir konuşma yapıyor. Doğal olarak da yapılan konuşma bildik cümlelerden oluşuyor. Tıpkı bir emrivaki ile hiç tanımadığım emekli bir personele ödülünü verirken benim yaptığım konuşma gibi.

Nihayet tören bitti. Cenaze, onu havaalanına götürecek cenaze arabasına doğru eller üzerinde giderken bir feryat koptu:

-Nereye Kemal, ula nereye?

Yıllar önce bir cumhurbaşkanı seçimi yapılmış. Bütün oyları alarak seçilen cumhurbaşkanı için memleketinde top atışları yapılıp herkes, tebrik eder ve sevinirken biri var ki o hem sevinçli, hem gururlu hem de endişeli:

-Yeni kalp ameliyatı oldu. Bu görevi sağlığına zarar vermesin!

İşte annelik böyle bir şey; cumhurun başı da olsa o annesinin oğluydu sadece. “Nereye ula Kemal” diye feryat eden anne de bu şekilde cenazeye damgasını vurdu. Rutin konuşmalar ve biçilen rollerin oynandığı bir tören, annenin feryadı ile şimdi tam bir cenaze törenine benzemişti. Ben dahil hiç kimse bu feryada kayıtsız kalamadık. Hepimiz ağlamaya başladık. Kendisini tanımasak da annesinin acısına ortak olduk. 

ÖLDÜREN İÇGÜDÜ


Diyarbakır-Bitlis karayolunda Silvan civarında bir adam yolun ortasında duruyor. Sürücü bakıyor yoldan çekilmiyor korna çalıyor. Birkaç kornadan sonra yolun ortasındaki adam sürücüye:

-Ne bağrisen, görmiymisen cigara sariyem!

Evet, bu fikirde yayalar olduğu için o taraflarda sürücülerin özellikle yayalara dikkat etmesi gerekiyor. Ne kadar dikkat ederseniz edin çocuk olunca iş değişir tabi ki. O ne kural dinler ne de nasihat. Yola kaçan bir topun peşinden ölümüne çıkar yola. Durabilirseniz durursunuz. Duramayanı ise bir tehlike beklemektedir; öldüren içgüdü.

Efendim, Ankara’lı bir mühendis görevli gittiği güneydoğudaki bir kasabada aniden önüne çıkan bir çocuğa çarpıyor. Daha doğrusu çocuk park etmiş iki arabanın arasından mühendisin kullandığı arabanın önüne atlıyor adeta. Mühendis de frene basana kadar çocuğa çarpıyor.

Hemen çocuğu arabasına atıp hastaneye götürüyor. Bu arada da akıl edip o kasabanın ileri gelenlerinden birinin oğlu olan personele de haber veriyor. Bu arada çocuğa araba çarptığını duyan çocuğun babası, amcaları, dayıları kısacası kimi varsa hastaneye koşturuyorlar. Tabi ki ellerinde keleş, tabanca, tüfek, satır, orak, bıçak, zincir, sopa vs.

Çocuğu hastaneye yetiştiren mühendis şaşkın. Anlıyor ki, tesadüfen haber verdiği bir aşiret reisinin oğlu olan personel olmasa bu tam teçhizatlı kalabalık onu çoktan öbür dünyaya gönderecek.

Olaydan tam bir hafta sonra, o mühendis ve ağa çocuğu personel ile birlikte çocuğun babasının dükkanındayız. Çocuk da ilk gün taburcu olduğundan ortalıkta dolaşıyor. Çaylar kahveler söylenip birer sandalyeye oturulduktan sonra çocuğun babası:

-Beyim ne cahilmişiz biz. O gün çocuğa çarptığını duyunca hastaneye seni öldürmeye koştuk. Düşünmüyoruz ki sen çocuğu alıp hastaneye getirmişsin. Çocukta bir yara bere de yok zaten. Arabaların önüne atlama diye kaç defa da uyarmıştım onu. Ağam yetişmese sen mezara biz de hapse girmiştik çoktan.

Evet, dün bir çocuk kavgası üzerine beş kişinin öldüğünü duyunca nedense bu olay geldi aklıma. Davranışlarımıza içgüdü yerine aklın egemen olduğu günlere ulaşmak umuduyla…