SANAL SUÇA SANAL CEZA!

Son günlerde, sanal alemde işlenen suçlar nedeniyle tutuklamalar başladı. Medyadan öğrendiğimize göre de sayı onbinleri bulacakmış.

Fakat insanların bir tweet nedeniyle tutuklanmaları hem vicdanları sızlattı hem de tutuklamaların hukuki durumu tartışma yarattı. Yani bir tweeti ancak atabilen biri, hangi yazılım bilgisiyle delilleri karartabilecek?

Ya da asgari ücretle geçinebilen biri nereye kaçacak?

Bunları düşününce aklıma daha önce verilen “ekonomik suça ekonomik ceza” veya TV Kanallarını kapatmak yerine onlara verilen “belgesel gösterme” cezaları geldi.

Önemli olan kişileri suçtan caydırmak ise o halde sanal suç işleyenlere de kamuoyunun vicdanını sızlatmayacak, hukuka uygun ve de caydırıcı cezalar verilebileceği geldi. Yani kısacası, sanal suça sanal ceza.

İşte aklıma gelen bazı sanal cezalar:

-Hakaret suçu işleyenlere, hakaret ettiği liderin konuşmalarını paylaşma ve övme cezası.

-Başka isimle sağa sola salvo atış yapalara, gerçek adlarının teşhiri cezası.

-Küfür edip rahatlayanlara kibar tweet atma cezası.

-Fotoşoplu fotoğraf paylaşana, karnı içeri çekilmemiş profil fotoğrafı koyma cezası

-Bol bol vatan-millet-sakarya paylaşımı yaparak kamuoyunu yanıltana Şırnak’ta askerlik yapma imkanı.

-Irkçı paylaşım yapana, nefret ettiklerinin paylaşımlarını beğenme cezası.

Liste uzayıp gider ve eminim ki bu cezalar caydırıcı olduğu kadar suçu işleyeni anasından doğduğuna pişman edecek cezalardır.

Pişman olmayanlar için de şarj cezası, sanal alemden müebbeten men, hesap dondurma, şarkı indirmeme, film izleyememe gibi cezalar da verilebilir.

Önermesi  benden, uygulaması devletten.


Arz ederim.

ÇOCUKLA ÇOCUK OLMA KRİTERİ

Bir bayram ziyaretinde, bayramlaşma faslı bittikten sonra  üniversiteli oğlum, “telefonuyla baş başa kalmak üzere” diğer odada oynayan çocukların yanına gitti. Bir süre sonra  tekrar yanımıza döndü.

Dönüşte, diğer odadaki çocukların kendisine birlikte oynamak için aşırı ısrarları sonucu odadan ayrılmak zorunda kaldığını anlattı. Bir hayli de bozulmuş bu işe. Zira oğlum, “ben büyüğüm, sizinle oynamam” dedikçe çocuklar ısrar ediyorlarmış:

-Ama bize seni okuyor dediler!

Çocuk aklı; okuyorsan sen de çocuk sayılırsın ve de onlarla oynamak zorundasın.


Evet, oğlum iri cüssesiyle çocukların elinden kurtulup yanımıza gelebilmişti. Ancak onun hala çizgi film seyrettiğini ve hala bilgisayarda oyun oynadığını çocuklara söyleseydim, bu kadar kolay kurtulabilir miydi ellerinden, bilemiyorum.

IV.MURAT POLAT ALEMDAR’I SİLECEK Mİ?

Elliyi geçmiş biri olarak yeni nesile hep acımışımdır. Ne yedikleri yemek ne de kahramanları kahraman. Bizim Kartal Tibet’imiz, Cüneyt Arkın’ımız vardı. Bunlar at biner, kılıç sallar ve iyi karate bilirlerdi.
Yani kahramanlıklarının bir altyapısı vardı.

Oysa Polat Alemdar öyle mi? Cüssesiyle uyumu olmayan sert bakışlarıyla yanındaki 2-3 adamıyla sağa sola sıka sıka ilerliyor ve boyundan büyük işler hallediyordu. Yaptıklarında bir zeka belirtisi ararsanız o da yoktu. 

Bana göre hiç de inandırıcı değildi.

Yeni nesilin yediği-içtiği gibi kahramanı da hormonluydu kısacası.

Muhteşem Yüzyılda IV.Murat’ı izleyince bende bir şimşek çaktı.  Dedim nihayet yeni nesil de bir kahramana kavuştu.

Güç dersen alası var, elli kiloluk gürzle adam öldürüyor, kimsenin geremediği yayı geriyor, at biniyor, kılıç kullanıyor, adamlarıyla gece baskınlarına gidiyor. Cüsse dersen onda, yakışıklılık dersen onda. Bir kahraman için fazlası var eksiği yok.

Hamleleri zekice, annesine de kardeşlerine de, kadınlarına karşı da yumuşak ama tavizsiz.

En beğendiğim yönü de kendini tarifi:

-Sertliği zırh yaptım kendime!

Ey yeni nesil, sonunda karşına “adam gibi” bir kahraman çıktı. Yok, ben hala Polat Alemdar’ı kahraman görüyorum diyorsan yine de sen bilirsin.

Zira kahramanı Polat olanın gideceği yer asla Bağdat olmaz!


SIRA AHMET ALTAN’IN AŞÇISINDA MI?

Hıfzı Topuz’un Taif’te Ölüm kitabında dikkatimi çeken bir ayrıntı, Mithatpaşa’nın bir yardımcısının da onunla birlikte hapis yatması olmuştu. Bu kişi, paşanın hapishanede işlerini görüyordu; çay yemek vs.

Yine Mehmet Ağar Yenipazar Cezaevinde yatarken bir korumasının o uyuduktan sonra görevini yapmak üzere akşamları cezaevine girdiğini okumuştuk gazetelerde.

Bu çerçevede, ben Cumhuriyet Gazetesinin çaycısının da bu hizmetini yapmak üzere içeriye alındığını düşünüyorum bütün iyi niyetimle.

Yoksa, “Cumhurbaşkanına çay vermem” demenin bir tutuklanma sebebi olmayacağı kanaatindeyim. Zaten ne Erdoğan’ın çay içmeye o çaycının evine gideceği var ne de Cumhuriyet Gazetesine.

Bence devlet, çaycıyı tutuklayarak  içeriye attığı gazetecilerin mağduriyetini bir nebze azaltmak gayreti içinde; “Gazeteciler içeride  her şeyden mahrum yaşıyor, bari alıştıkları çaydan mahrum kalmasınlar”.

Böyle düşününce de aklıma bir zamanlar çalışanlarının maaşlarını ödeyemeyen Taraf Gazetesinde Ahmet Altan’a yemek yapmak üzere bir aşçı istihdam edildiği haberleri geldi.


Diyorum, yoksa sıra Ahmet Altan’ın aşçısında mı?

KELİMELERDEN ZEHİRLİ OKLAR YAPMAK!

İlk maça gittiğimde beni en şaşırtan şey, rakip takım taraftarlarının birbirlerine toplu halde küfürlü tezahürat etmeleri değil, her taraftarın karşı tribünden rastgele seçtiği birini hedef alarak yaptığı küfürlerdi:
-Ulan gözlüklü, ben var ya senin ananı…
-Beyaz gömlekli, senin ta sülaleni…
Yani, biri neden ömründe ilk defa gördüğü birine bu kadar nefret dolu sözler söyler ki?
İşin ilginç tarafı, bunu yapanların çoğunun da dışarıda gördüğünüzde saygın biri olduğunu düşüneceğiniz tipler olması.
Arada yalancıktan birbirine hücum etmeler falan. Ama biliyorlar ki aradaki tel örgüler ve polis buna izin vermeyecek. Bunun güvencesinde, içindeki  bütün kızgınlıklarını ve öfkelerini dışarıya vurmaya gelmiş seyirci. Maç bahane. Bunun içindir ki uzun süre maç izlemeye gitmedim.Sadece yıllar sonra oğlumu götürdüm birkaç sefer.
İşte, benim “sosyal medya çıkalı maçlarda seyirci azaldı” teorim de buna dayanıyor. Zira içindeki öfkeyi ve kızgınlıkları dışa vurmak için sosyal medya geniş olanaklar sunuyor ve gördüğüm kadarıyla toplum da bunu doya doya kullanıyor.
Tek fark, bunun stat dışına taşarak bütün toplumu ve toplum önderlerini de kapsayacak şekilde genişlemiş olması.
Eskiden televizyonda bütçe görüşmeleri seyretmek, tartışma programları izlemek modaydı. Çünkü liderlerin nükte dolu konuşmaları ilgi çekerdi. Küfür etme ve dövüşme ihtiyacını ise toplum statlarda ve kahvehanelerde giderirdi.
Şimdi, ne toplumda ne de kanaat önderlerinde nükteli konuşmalar, zeka dolu atışmalar kaldı. Gazeteler bile “şu liderden çok önemli açıklamalar” diye manşet atıyor. Eskiden sadece liderlerin konuşmaları verilir, açıklamanın önemli olup olmadığına halk karar verirdi. Yakında, “vallahi de önemli açıklama yaptı” diye manşet atılırsa şaşırmayalım.
Hele sosyal medya tam bir felaket; koca koca adamların-kadınların paylaştığı ağza alınmayacak cümleler bütün ülkeyi bir büyük stada çevirmiş durumda. Bir hanım spikerin bile küfürlü paylaşım yaptığı düşünülürse durumun vahameti ortada.
Ahmet Altan, bir romanında “kariyer umudunu yitirmiş şirket çalışanları, zekalarını kelimelerden ok yapıp birbirine atıyorlardı” diye bir cümle okumuştum.
İşte özlediğimiz bu; toplumun ve toplum önderlerinin zekalarıyla kelimelerden yaptıkları zehirli okları birbirine atarak kavga etmeleri. İlle de kavga gerekiyorsa.
Ben şahsen özellikle mecliste ve üniversitelerde kavga-dövüşe anlam veremiyorum. Çünkü dövüş, sözün bittiği yerde başlar. Eğer bir mecliste ve üniversitede de söz bitmişse toplum ne yapsın?
Aynı şey sosyal medya için de geçerli; statta tel örgüler ve polisin arkasında atıp-tutan seyirci gibi, sosyal medyada da sahte isimlerin arkasına ve teknolojiye sığınarak işkembe-i kübradan atıp-tutuyor gazeteciler, okumuşlar.
Ben kendi adıma, topluma, kanaat önderlerine ve sosyal medya arkadaşlarıma bir çağrı yapıyorum:

-Kavga edecekseniz, zekanızı küfür yerine kelimelerden zehirli oklar yapmak için kullanın. Yapmayacaksanız da susun. Bazen susmak da çok şey anlatır.

RAHMİ KOÇ’A DA BELEDİYE OTOBÜSÜ BEDAVA!

Son günlerde, önce bazı belediyelerin başlattığı, sonra da  6495 sayılı kanunda yapılan değişiklikle bütün ülkede yaygınlaştırılan “65 yaş, engelli ve vazife malulü ve yakınlarına ücretsiz seyahat kartı hakkı” uygulamasının kaldırılması için kampanya başlatılmış.

Sonuna kadar destekliyorum bu kampanyayı. Nedeni:

1-Sosyal devlet muhtaç olana yardım eden devlettir ancak muhtaç olana. Rahmi Koç ve 65 Yaşını doldurmuş Tüsiad üyelerini de kapsayan belli bir guruba gelirine bakılmaksızın ücretsiz hizmet sunarak bunun yükünü toplumun diğer kesimlerine yıkmak hiç de adil değil.

Diyeceksiniz onlar binmez.Ya binerse? Nitekim gayrımenkul zengini Küçük Emrah’ın annesinin de bu haktan yararlandığı, onun da “madem devlet bir imkan vermiş neden kullanmayayım” dediği basına yansımıştır.

2-Bir belediye başkanı, 2-TL otobüs ücreti olan şehrinde ortalama tahsilatın 90 kuruş olduğunu söylemişti. Yani bedavacılar olmasa demek ki otobüs ücreti 90 kuruşa inebilecek.

Bir gün otobüsün en ön koltuğunda oturmuş ve binenlerin kartlarından kaç lira düşüldüğü izlemiştim. Hayretle gördüm ki binenlerin neredeyse yüzde sekseni sıfır lira basıyordu.

Sonuç olarak, devletin muhtaç insanlarına sosyal yardım etmesi ne kadar görevi ise vatandaşlarına adil davranması ve ucuz hizmet sunması da o kadar önemlidir.

Ayrıca, indirim kartlarının belli saatler arasında geçerli olması da işe gidiş-gelişlerde “yorgun gençlerin” rahat ulaşımını da sağlayacaktır.


Bu nedenle  65 Yaş üzerindekilere bedava otobüs uygulamasına derhal son verilmesini bu hizmetin sadece muhtaç olanlara,  diğer yardımlarla birlikte  belli saatler için yapılmasını istiyorum ve bu kampanyayı da destekliyorum.

EKRANIMI KİRLETME!

Eskiden Can Ataklı'yı izlerdim, şimdi izlemiyorum. Zira onu izlemek için eskiden Tuba Emlek'e katlanmam gerekiyordu şimdi ise Cem Küçük ve Cemil Barlas'a.
Yanlış anlaşılmasın; her fikre saygılıyım ve bir konuda farklı fikirleri dinlemenin insanı zenginleştireceğine inanırım.
Ama tabi ki fikre.
Cumhurbaşkanı ve başbakanın o gün söylediği herşey konusunda fikrini değil de " söylemeye memur olduklarını" dinlemenin akıl sağlığımı tehdit ettiğini düşündüğümden bunları izlemiyorum.
Bir de sosyal medyada hangi "hastalıklı ruhun" ağzından çıktığı bilinmeyen ya da paylaşmaya memur edilenlerin "beyin yakan" paylaşımları var.
Bir çok arkadaş da bunlara tepki veriyor ve bu sayede bu paylaşımlar benim ekranımda da görünüyor.
Hayır, ben sosyal medya polisi değilim. Kim neyi paylaşır ve neye tepki verir beni ilgilendirmez.
Ancak "beynimi yakan" ve "akıl sağlığımı" tehlikeye sokan paylaşımlar ve programlar için"ekranımı kirletme" deme hakkımı kullanıyorum hepsi bu.

HALKIN SEVGİSİNE MAZHAR OLDUM!


Fotoğraf: Dilek Uğraş Pala
-Ne güzel adamsın sen abi!
-Hayırdır?
-Sabahtan beri herkes bütün para veriyor. Senin verdiğin bozukluklarla bir süre idare ederim.O yüzden güzel adamsın sen.
***
-Abi her zaman gıcır para veriyorsun. Millet paçavra gibi para veriyor. Bir saat düzeltmek için uğraşıyoruz. Tabi herkes senin gibi cüzdan taşımıyor da ondan.
***
-Abi senin bunca sayısal kuponu makineden yağ gibi geçti. Millet getiriyor on kere geçiriyoruz yine okumuyor makine. İnsan biraz bastırır kalemi.
Yukarıda hiçbirini tanımadığım insanların hepsi para verdiğim insanlar olsa da yaptıkları iltifat benden para tahsil etmelerine dayanmıyor. Bir şekilde hoşlarına giden davranışıma teşekkür ederek geri dönüş yapıyorlar.
İşi ilginç kılan ve bir yazıya konu eden şey, son yıllarda siyasiler ve topluma yön verdiğini sanan “kanaat önderlerinde” böyle inceliklere ve teşekküre alışkın olmayışımız.
Zira siyasilerimiz sürekli birbirine çakmakla meşgul. Ekrandaki yorumcular da öyle. Bunların etkisiyle sosyal medyadaki çakma, laf sokma davranışları ise tahammül edilemez boyutlarda.
Oysa yukarıdaki örneklerde olduğu gibi insanların ilgisine ve sevgisine mazhar olmanın yolu bu değil.
Hele hele “halk böyle istiyor” söylemi tümüyle yalan.
Böyle giderse halk, kendi arasındaki sorunları bir şekilde çözecek, istediğiniz kavga ve iç savaş da bir türlü çıkmayacak.

Benden söylemesi. 

DAĞDAKİ ÇOBANI RAHAT BIRAKIN!


Geçen yıl Ankara’da, Yüksel Caddesinde ,oturduğum kafenin önünde bir protesto gösterisi vardı. Baktım otuz yıldır söylenen aynı sözler, atılan aynı sloganlar ve hala dinleyenle göz teması kurmadan elindeki metni okuyan konuşmacılar. Tabi ki yanında megafonu tutan bir başkası.

Herşey aynıydı ancak gerek dinleyenlerde gerekse oradan geçmekte olanlar da bir heyecan yoktu doğal olarak. Ve bir “görev savma”şeklinde geçen gösteri, aynı heyecansızlıkla sona erdi.

Geçen facebookta gördüğüm bir paylaşımda da aynı şeyleri hissettim:
Dağdaki çoban muhtarını seçebilecek ama üniversitedeki profesör rektörünü seçemeyecek... Pozitif ayrımcılık diye işte ben buna derim!

Rektörlük seçiminin kaldırılmasını, yıllar önce “dağdaki çobanın oyuyla benim oyum bir mi?” diyen bir eski manken-oyuncunun sözüyle protesto eden bir akademisyen.

Diyeceksiniz ki “dağdaki çoban bir simge”. Ben de onu diyorum zaten; dağdaki çoban yıllar öncesinin dağdaki çobanı değil. Zira günümüzde dağdaki çoban:

-Hayvanlarını doğal olarak besleyen, onları gezdirerek organik ve lezzetli et üreten, onları dar alanlara hapsederek havayı kirletmeyen,  hormon vererek onların kilo almalarına çabalamayan biridir.

-Çevrecidir, doğaseverler gibi etrafa pet şişe ve diğer artıklarını atarak çevreyi kirletmez.

-Hayvan sevdiğini iddia edenler gibi, hayvanları evlere hapseden, onları doğal ortamlarından alıkoyarak eziyet eden kişi değildir.

-Aç gözlü değildir.Kar hırsıyla hayvanların sütlerinin tamamını sağmaz bir kısmını yavrularına  bırakır.

-Sanatçıdır, hayvanlarına kaval çalar.

Bu kadar doğruyu yan yana getirmiş bir meslek gurubunu “yanlışın” ve  “yanlış seçimin” sembolü yapmak onlara yapılmış çok büyük bir haksızlık olduğunu düşünüyorum.

Kaldı ki toplumun büyük bir kesiminin köy kökenli olduğu dikkate alındığında, bir şekilde dağdaki çobanla gönül bağı olan büyük halk kesimlerini dışlayan hiçbir kavganın bu üslupla haklılığını anlatması mümkün değildir.

Rektör seçimlerinin kaldırılmasında sonuna kadar haklı olan akademisyenlerimiz için de durum aynıdır.


Ne demişler, “kurtuluş yok tek başına!

TAŞERON İŞÇİ BAYRAMI!

Ülkede yüzlerce kanal var ancak üç beş konu etrafında dönüyor konuşulanlar. Haberler bile hemen hemen aynı. Hatta o kadar ki büyüklerimizin konuşmalarını 15 kanal aynı anda yayınlıyor.

Doğal olarak insan şaşırıyor, yüzlerce tv kanalı, yüzlerce radyo ve gazete-internet sitesi nde konuşan bunca yorumcu varken bazı konuların dile gelmemesine. Örneğin taşeron işçiler.

Efendim, tam bir yıl önce seçimler yapıldı ve seçimler öncesinde hemen hemen bütün partilerin vaadiydi taşeron işçilerin kadroya alınması.

Sayıları yekün tutan bunca insan, bir yıldır bekliyor verilen sözlerin tutulmasını. Bayram ziyaretlerinin ve ev gezmelerinin hala gündemden düşmeyen sorusudur bu:

-Ne oldu senin kadro işi?

-Bekliyoruz abi.

Bekliyorlar evlenecekler, bekliyorlar bir ev araba işine girecekler.

Bıkmışlar, en azından gündemleri değişsin başka şey konuşsun istiyorlar artık ama nafile.

Tamam, bir yıldır ülke bir çok badire atlattı, gündemi ,şartları değişti kabul ama ülkenin bütün bakanları da bu işlere bakmıyor herhalde.

Mesela Çalışma bakanı Musul konusu ile ilgili çalışmıyor herhalde.

Ya da meclis?

Milletvekilleri ve muhalefet de Fırat Kalkanı harekat planı ile meşgul değillerdir umarım.

Çünkü onlardan da ses yok.

Hayır, kadroya alınmayacaklarını bilmek bile beklemekten iyidir onlar için. Hiç olmazsa hayatlarına ona göre yön verirler.

Evet, iş başa düştü. Madem kimse sormuyor “ne oldu bu kadroya alınma işi” diye ben sorayım:

-Sayın Yetkililer, ne oldu bu taşeron işçilerin kadroya alınma işi? Bekledikleri yetmedi mi? Bir el atın şu işe. Kadroya alın da bayram etsin bu insanlar. Hatta mümkünse o gün de taşeron işçi, bayramı ilan edilsin.

Saygılarımla… 

LEVENT KIRCA’NIN MEZARI YAPILDI YA TUNCEL KURTİZ’İN?

Vefa denince artık aklımıza ya sanatçı cenazesi geliyor ya da sanatçı mezarı .. Ölen sanatçının cenazesindeki kalabalığı az bulan veya hala mezarının yapılmadığını gören feryadı basıyor:

-Vefa İstanbul’da bir semt adıymış.

Vefa başka bir şekilde gündeme gelmiyor mesela. Örneğin 15 Temmuz şehitleri ile diğer şehitlere yapılan muamele arasındaki farkı kimse vefa yönünden değerlendirmiyor.

Evet, önce “Tuncel Kurtiz’in mezarı hala yapılmadı, büyük vefasızlık” diye manşet atan medyamız kısa bir süre önce de Levent Kırca için aynı feryadı kopardı.

Neyse ki bugün okuduğumuz bir haberle içimiz rahatladı. Nihayet Levent Kırca’nın mezarı yapılmış. Fotoğraflardan gördüğümüz kadarıyla, mezar, bildiğimiz şekilde mermere boğulmuş, bizim mezarlar gibi olmuş. Bir rahatladım ki sormayın; Kırca yaşarken halkın içindeydi öldükten sonra da öyle olmuş.
Ya zavallı Tuncel Kurtiz?

Etrafı taşla çevrili bir yığın toprak altında yatıyor hala. Yani bizim mezarlar gibi değil mezarı. Vasiyeti öyleymiş. Ne mesaj veriyor acaba yattığı yerden?

Şaka bir yana, sanatçı sadece verdiği eserlerle anılmalı bence. Cenaze töreni veya mezarı malzeme yapılmamalı.

Ha, bana soracak olursanız, Tuncel Kurtiz’in mezarı daha güzel; daha doğal ve daha çevreci.
Mermer ocaklarının doğaya yaptığı tahribatı menşet yapıp mezarlar mermere boğulmadı diye feryat etmek neyin nesi?


Mermere boğulmuş mezarlıklar ve evlerin doğa tahribatına katkısı nedir acaba?

UĞURLAR OLSUN!

Önerme:
-İlkbahar harikadır, her yer yemyeşil, tomurcuklar, çiçek açmış ağaçlar.
Anti tez:
-Asıl sonbahar güzeldir. Sonbahar mevsimlerin demlenmiş halidir. İlkbaharda her yer yeşilken sonbaharda değişik renkler vardır.
Kısıtlı fen bilgisi bilgimle devam edeyim. Madde üç boyutludur. Hayat da öyle. İlk zaman maddenin ilk boyutunu görürüz çocukluğumuzda. Daha sonra her şeyin gördüğümüz gibi olmadığını anlar ilk gördüğümüz her şeyin tam tersinin doğru olduğunu ispatlamaya çalışırız. Olgunluk devremizde ise gerçeğe daha yaklaşırız. Üçüncü boyutu da görmeye çalışırız. İlk doğrularımızın çoğu üçüncü boyut sınavını geçer, geçemeyenlerin yerine ikinci boyuttaki doğrularımız geçer.
Şimdi buradan hareketle uzayan ömrü irdeleyelim:

-Ömrün uzaması iyidir.

-O kadar yaşayıp ne yapacaksın, çekilir mi bu dünya?

-Bence ömrün hangi kısmının uzayacağı önemlidir.15-20 Yaş arası yirmi yıl uzayacaksa tamam. Ya da 5-10 yaş arası on yıl. Bu mümkün olmayacaksa, altmışından sonra ömrüm kırk yıl uzamış ne ifade eder ki? Perhizde, sürekli artan sağlık sorunlarıyla ve de devamlı kendini tekrar eden bir yaşamın uzamasının insana katacağı ne olabilir?

Devam edelim; bayramlar çocukluğumuzdaki gibi neden değil?

Heyecan veriyor mu yılbaşları size artık?

İlk aşkınızdan sonra ayağınız yerden kesildi mi bir daha?

Nobel alan adam, dünya kupasını kaldıran futbolcu hiç sanmam ki ilkokul birinci sınıftaki ilk kurdeleyi aldığımdaki sevincimi yaşasın. (Kurdele, okuma-yazmayı öğrenenlere takılırdı ve yıl bitene kadar yakada taşınırdı) Hala bazı yaşlı komşularımız hatırlatır bana, sokağa girişimi, sevincimi:

-Kurdele aldıııııııııııııımmmmm! İlk ben aldımmmmmmmmmm!İnanın yaşamadım bir daha böyle bir sevinç. Belki de ilk gururum, ilk zaferim olduğundan.

Uğurlanmam da öyle. Hakkını yemeyeyim, bugüne kadar beni uğurlamış olanlardan da şimdiden özür diliyorum. En güzeli de doğal olarak ilklerden biriydi. Uğurlanmak için gitmek lazım.
O kadar çok gittim ki, artık uğurlayan da uğurlanan da bıktı.

 O kadar su döküldü ki ardımdan, toplasanız yekun tutar.

Hakkını yemeyeyim kimsenin. Her gittiğim yerde çok güzel dostluklarım arkadaşlıklarım oldu. Onunla uyumlu da uğurlanmalarım.

Yatılı okula, üniversiteye kalabalık ailem tarafından uğurlandım. Elimde kurabiye ve saç böreği poşeti. El öptüğüm büyüklerden mendiller ve içinde harçlığım.

Batman’da sıraya dizilmiş elli kıllı ve terli erkeği öptüm ayrılırken.

Diyarbakır havaalanından altı araba dolusu insan tarafından uğurlandım idari göreve. Bir arkadaşın deyimiyle bakan gibi.

Bir hafta kaldığım Asos’taki Kabile motelden, arabamın iki yanına dizilmiş personel ve sahibi tarafından su dökülerek uğurlanmam hala aklımdadır.

Bütün bunlara rağmen kimse darılmasın gücenmesin en unutamadığım uğurlanmam altı yılımı geçirdiğim İnebolu ‘dan oldu.

Bazı sayılar vardır. Rakamla yazıldıktan sonra önemini belirtmek için bir de yazıyla yazılır. Ben de öyle yapayım: on bir. Evet, on bir yaşında orta birde şimdiki tabirle altıncı sınıfta gelmişiz yatılı okula. Anne-baba, kardeş, komşu, dost, akraba hiçbiri yok. Sadece arkadaş var. Abiler var, hocalar var ve de müdür var. Ağlayacak bir omuz, sarılacak bir kucak yok. Doğal olarak bir sürü olumsuzluklar yaşanıyor, eziyor hayat sizi. Bu şartlarda her zorlukta olduğu gibi arkadaşlık, dostluk besleniyor sürekli. Hastaysan, paran yoksa moralin bozuksa, mektubun gelmemişse hep yanındadır arkadaşın.

Lise bire geldiğimde yatakhane başkanı oldum. On tane on bir yaşındaki on arkadaşıma. Arkadaşlığa, dostluğa abi-kardeşliği de eklemişiz. Hatta yöneticiliği bırakıp ağabeyliği abartınca yapmam gereken temizlik kontrollerini yapmayınca yatakhanemiz bitlendi. Bir gün bütün çamaşırlarımızı aldılar bize de büyük gelen okulun basketbol takımının eşofmanlarını giydirdiler. Okula da gidemedik, akşama kadar bekledik çamaşırlarımızı. Bu arada okul yönetimi tarafından sorumlu tutularak ayrıca cezalandırıldım da.

Hiç unutamadığım bir başka olay ise ütülediğim on bir yaş arkadaşlarımdan birinin pantolonu babasının pantolonundan kısaltılmaydı. Ütüyü de yeni görüyordu.

Sonuçta, bir gün memleketime yakın okula naklim çıktı. Otobüsün hareket saati ders saati olduğundan birkaç arkadaşımla gittim garaja. Beş yılımı geçirdiğim kardeşlerimle akşamdan ve sabah vedalaştım.Uğurlamaya gelen arkadaşlarla vedalaştıktan sonra otobüse bindim. Arkadaşlarım da okula döndüler.

Tam otobüsümüz hareket ettiğinde o hiç unutmadığım manzarayı gördüm. Garajın karşı girişinden tek sıra halinde on bir yaşındaki yaklaşık on beş çocuk koşturarak otobüsümüzü durdurmaya çalışıyordu.

Hani derler ya tam anlamıyla duygu patlaması; aynen öyle oldu. Detayları hatırlamıyorum. Tek hatırladığım, benim yatakhaneden on ve arada yastık savaşı yaptığımız yan yatakhaneden de beş- altı arkadaş hocalarından izin alarak beni uğurlamaya gelmişler. Otobüse yetişmek için de okuldan garaja kadar koşmuşlar.

Dedim ya detayları hatırlamıyorum. Otobüs nasıl durdu, şoför kızdı mı, ben nasıl indim, ne kadar beklettik otobüsü hiçbirini hatırlamıyorum.Tek hatırladığım, sarılma, ağlama ve duygu patlaması. Ömrümde bir daha benzerini yaşamadığım.


KÜRT KORİDORU NEREYE ÇIKIYOR?

Bildiğim kadarıyla her koridor bir yere çıkar. “Adliye koridorları” diye bir deyim var  örneğin. Aradığınız adalete değilse de aradığınız bir mahkemeye mutlaka çıkar. Girdiğiniz koridorda değildir belki.

Bu bağlamda, epeydir kafa yorduğum halde bir türlü bulamadım güneyimizdeki Kürt Koridorunun Akdenize nereden çıkacağını. En iyisi yazayım da belki bir bilen çıkar öğrenirim dedim.

Efendim, Suriye İç Savaşı başladığından beri önce Kürt Kantonları oluştu, sonra da bu kantonları birleştireceği söylenen koridor. Söylenen, Erbil’den Afrin’e kadar uzanacak koridor un Akdenize ulaşacağı söylendi bize. Nitekim devletimiz de bunu engellemek için Suriye’ye girdi fakat benim kafamdaki “nereye çıkıyor bu koridor” sorusu hala cevabını bulabilmiş değil.

Diyelim biz müdahale etmedik ve koridor oluştu fakat Akdenize nereden çıkacak. Ya bizim Hatay’dan ya da daha güneyden.

Hatay’da biz varız ve herhalde mevcut 6.000 tankımızı yan yana dizerek Hatay’ı koruyabiliriz ve Kürt Koridoruna kurban etmeyiz bu vatan toprağımızı.. Güneyde ise Suriye devleti ve Rus üsleri var.

Bu durumda Kürt Koridoru nereden çıkacak Akdenize?

Var mı bir bilen?


Yoksa boşuna mı girdik Suriye’ye?

ÖNCE CİHANGİR SİNANGİR OLDU ŞİMDİ SIRA TÜRKİYE’DE!

Birkaç ay önce   bir Emniyet Müdür Yardımcısı, ekranlarda bir vatandaşı öldürdü beraat etti. Bugün de  Sinan Çetin’in oğlu Rüzgar Çetin hatalı solama soncu çarptığı polis aracında bir polisin ölümüne diğerinin yaralanmasına neden olduğu dava az bir ceza alarak tahliye oldu.

Herşey göz göre göre oldu. Olmadıysa da biz ekranların yalancısıyız.

Bir zamanlar Cihangir’de çok ev aldığı için Cihangir’e Sinangir dendiğini okumuştum gazetelerden. Bugünkü karardan sonra Çetin’in hükmü bütün Türkiye’de geçtiği için ülkenin adının da Sinaniye olarak değiştirilmesi yeridir diye düşünüyorum.

Hayır, ülkemizin zor günlerden geçmekte olduğunun bilincinde olan sorumlu bir vatandaş olarak:

“ne biçim adalet bu”
“yasaların parası olana işlemediği ülke oldu burası”
“Şehit polis varsa onu öldüren de teröristtir”

Demeyeceğim.

Sadece yetkililerden bir ricam var. Rüzgar Çetin’in Alkollü araç kullanarak adam öldürme hakkı olduğuna göre, Rüzgar Çetin’in ve diğer suç işleme özgürlüğüne sahip olanların günlük programı vatandaşa duyurulsun ki ölmek istemeyen o saatte o civarda trafiğe çıkmasın ve canını kurtarabilsin.

Çıkan da ölüme razı olsun.


Sayın devletimiz bu ricamızı kırmaz inşallah.

MÜSLÜMANLARIN YARISI GÜNAHA GİRDİ!

1-Senenin beş gününde oruç tutmak (tahrimen) mekruhtur. Yâni, harama yakın şekilde mekruh sayılmıştır. Bu günler Ramazan Bayramı’nın ilk günü ile Kurban Bayramı’nın ilk dört günüdür.

2- Ramazan ayında özürsüz olarak orucu terk etmek, büyük bir günah olduğu gibi, hem Ramazan ayına hürmetsizlik hem de bütün Müslümanlara karşı bir saygısızlıktır.

Bu bilgileri neden yazıyorum, şu sebepten: malum geçen bayram Müslümanların bir kısmı ramazan bayramını bir gün önce kutladı.

Yani bir kısmı oruç tutarken kalanı bayram kutladı. Bir başka anlatımla, herhalukarda Müslümanların bir bölümü bir şekilde günaha girdi.

Sebebi ne? Bayram tarihinin bütün Müslümanlar için aynı tarihte belirlenememesi.

Peki, bunu tespit etmesi gereken din alemleri ne yapıyor, “kurban keserken hayvanın hangi damarının kesileceği” veya “cünup askerin şehit olduğunda cennete gidip-gidemeyeceği” sorularını cevaplamakla meşgul.

Müslümanların bir kısmının günaha girmesi kimsenin umurunda değil.

Bu arada, gayrımüslimler ne ile meşgul?

Kuyruklu yıldıza uzay aracı indirmekle.

Şu bayram tarihini bir düzgün belirleyelim, bütün Müslümanları aynı gün bayram kutlamaya ikna edelim biz de daha öteye uzay aracı indireceğiz inşallah!

BAŞKANLIK ÜZERİNE ÇOK AŞIRI BİR KOMPLO TEORİSİ!

Cumhurbaşkanının diploması ve sağlığı hakkında yaklaşık 10 Yıl önce bir kitap okudum . Kitap sadece bana yazılmadığına göre eminim kitabı muhalefet partileri ve gazeteciler de okumuştur.

Hatta o dönem Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasını da başbakanın diplomasına yordu bazı kesimler. Ben de öyle.

Aradan 7 yıl geçti. Gül’ün görev süresi doldu. Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı, yeni cumhurbaşkanı seçildi göreve başlayalı da neredeyse 2 yıl olmak üzere.

Ve cumhurbaşkanının diploması, medya ve muhalefet tarafından gündeme getirildi.

Hem de ne getirilme; günlerdir tartışmalar, önergeler birbirini izliyor.

Bu durum benim de komplocu ruhumu harekete geçirdi doğal olarak.

Ne oldu da bunca sene sonra ve hatta cumhurbaşkanı seçildikten 2 yıl sonra diploma tartışmaları alevlendi?

Ne var bugünlerde bu tartışmayı alevlendirecek?

Başkanlık!

Efendim, cumhurbaşkanı, henüz onaylamadığı dokunulmazlıklarla  ilgili anayasa değişikliğini başkanlıkla ilgili madde ilavesiyle halkoyuna götürür.

Bu arada yüzde doksanı 4 Yıllık üniversite bitirmemiş halka da medya ve muhalefetin diploması ile ilgili yayınlarını şikayet ederek,  mağdur sıfatıyla referandumu kazanır ve başkan olur.

Fazla mı oldu?


Komplo Teorisinin iadesi yoktur. Fazla gelen kısmı çöpe atınız!

ALDIK ULAN ALDIK!

Bazı şeyler sadece benim başıma mı geliyor yoksa herkesin başına geliyor da benim gibi her şeyi yazıya mı dökmüyorlar bilmiyorum.

Efendim, siz de benim gibi almak istediğiniz, almayı hayal ettiğiniz şeyleri önce internetten araştırıyor musunuz?

Peki, bundan sonra facebookta ve ziyaret ettiğiniz diğer sayfalarda da karşınıza baktığınız ürünlerin reklamı 
geliyor mu?

Bana geliyor maalesef.

Şu an açtığım facebookta da ziyaret ettiğim diğer sayfalarda da araştırdığım ne kadar ürün varsa onların reklamı devamlı çıkıyor.

Yani, belli sitelerin reklamla ayakta durduğunu, hatta sosyal medyanın da bize bazı şeyleri dayatmak için var olduklarını ve de kapitalist bir ülkede yaşadığımızın farkındayım.

Çarşı-Pazar dolaşmadan evde bazı ürünleri araştırma rahatlığının bir bedeli olabileceğini de düşünüyorum.

Fakat her sayfa açışımda karşıma aynı reklamların çıkması ne kadar devam edecek bilmiyorum. Hadi alamadığım ve sadece hayalini kurduğum şeylerin reklamına bir şey demiyorum da aldığım şeylerin hala bana gösterilmesine bir anlam veremiyorum.

Aldık ulan, aldık.

Hem de fotoğrafını gösterdiğin o ürünü.

Dediğin yerden ve dediğin fiyattan.

Artık gösterip durma, çok görmek istersem, gider evdekine bakarım.

Yeter ulan, gösterme artık.


Bıktım, nasıl anlatabilirim bunu sana?   

YENİ SOSYAL MEDYA DİLİ!

Geçen sabah, ortaokul arkadaşım Zehra’nın facebook’ta yazdığı şu mesajla irkildim:

“Güzel anıları, eski aile fotoğraflarına bakarak yad etmek için mükemmel bir gün… Haydi, fotoğraf albümleri çıksın! 

İrkildim, zira bizim Zehra’nın evi bırak, yaşadığı şehirde durduğu yok neredeyse.Sürekli gezmede. O nedenle onun “oturalım bugün evde, albümlere bakalım” demesi hayra alamet değil.

Derken bende jeton düştü. Sonra aramızda şöyle bir konuşma geçti:

-Hava yağmurlu diyorsun yani:)))

-Hemde ne yagmur gök delindi sanki erkancım

-"Hava yağmurlu evden çıkamıyorum" diyeceğine "albümlere bakalım bugün" demen çok diplomatça geldi bana:)))
-Vurma işte açıga yaaaa

-Burada da yağmur başlamak üzere. Ben de evden çıkamayınca sağa sola sataşıyorum:)))

-(o zaman) albümlere bakmaya başla.

Görüldüğü gibi, artık sosyal medyanın kendi dili, kendi raconu gelişti. Onu bilmeden/anlamadan konuşmak ve anlaşmak mümkün değil.


Aksi halde, “hava kapalı bugün evde hapis kaldım” diye başlayan muhabbet başlamadan bitmeye mahkumdur!

NOBEL ANCAK ORAYA YAKIŞIRDI!

Bir şeyi başarandan başka şeyleri de başarması beklenmemeli. Yani, iyi bir futbolcudan iyi demeç vermesi ya da oğlunu şehit veren bir anneden de ağlamamasının beklenmemesi gibi.

Yapılan şey yeterlidir ve teşekkür dışında yapana söz söylemek çok büyük haksızlık olur. O nedenle yazacaklarım İlk Nobel Ödülünü alan Orhan Pamuk’a bir eleştiri değildir.

Orhan Pamuk ilk Nobel ödülü alan Türk olarak tarihe geçmiştir. Kendisini kutluyoruz.

Fakat ikinci Nobel Ödülünü alan Aziz Sancar öyle bir şey yaptı ki, Orhan Pamuk eminim kendisi de hayıflanmıştır bunu düşünemediğine.

Efendim, bu 19 Mayıs bir başka olacak bu sene. Aziz Sancar’ın aldığı Nobel Ödülü Anıtkabire konacak. 

Düşünebiliyor musunuz, her yıl Anıtkabiri ziyaret eden milyonlar ve de özellikle çocuklar orada cumhuriyetin öyküsünü öğrenirken Aziz Sancar’ın aldığı Nobel Ödülünü de görecekler, selfi çekecekler ve eminim birçoğu da üçüncü nobeli almanın hayalini kuracak.

Orhan Pamuk aldığı Nobeli ne yaptı bilmiyorum ancak bana göre Nobel Ödülünün en yakıştığı yer Anıtkabirdir.


Ödülü alandan da onu Anıtkabirde sergilemeyi düşünenden de Allah razı olsun!

EVLENME PROGRAMLARI FİNAL Mİ YAPIYOR?

Geçen gün Sevgili Arkadaşım Muhterem Durmuş, Facebook’ta “evlenme programlarında bütün kış nazlanan kız ve erkekler birbirini beğenmeye başladı , bunu baharın gelmesine yoruyor hanım” diye yazınca alıcı gözle izlemeye başladım evlenme programlarını.

Gerçekten de yenge hanımın dediği gibi, bütün kış birbirini beğenmeyen/nazlanan/bir barışıp bir ayrılan “meşhur çiftlerimiz” hareketlenmiş. Tekrar tekrar sahneye çağrılıp araları yapılmaya çalışılıyor. Bu arada programlara yeni talipliler ve dramatik hikayeleri çıkarılmadığı gibi “başrolde olmayan” adaylar da seyirci durumunda. Hatta programların uzman konukları bile sessizliğe bürünmüş halde.

Bu durum dizilerin sezon finallerini aklıma getirdi. Genelde diziler bir patlama ve kaza ile sezon finali yaparlar ki, yeni sezon için anlaşılamayan veya kapris yapan oyuncular ayıklanabilsinler. Diziden ayrılması gereken oyuncu yeni sezonda ölmüş olur, devam edecekler oyuncular da masada patlayan bombadan bile yaralı kurtulmayı başarırlar.

Evlenme programlarındaki bu ani hareketlilik, bende sezon finali beklentisi yarattı. Herhalde programdaki “başrol oyuncular” bir şekilde evlendirilip/nişanlandırılıp programdan gönderilecekler. Zira biz de bıktık kendilerinden, muhtemelen onlar da bizden. Yeni sezon da yeni başrol oyuncuları ile başlayacak gibi.

Söylediklerim komplo mu gerçek mi, gelecek sezonu bekleyip göreceğiz!


www.karakoyunlar.com

MURO’DAN PAŞA OLUR MU?

Muro, Kurtlar Vadisi dizisinin akılda kalan karakterlerinden biriydi. Kendisine, kısaca “sevimli şehir teröristi” diyebiliriz.

O nasıl oluyor derseniz, onu da Kurtlar Vadisi yapımcılarına sorun derim. Murat 124 arabası ve saf iki elemanı ile “içindeki lanet olası insan sevgisi” nedeniyle kötülük yapamayan bir “başgan”dı o.

Karakteri canlandıran Mustafa Üstündağ o kadar başarılıydı ki, öğrendiğim kadarıyla, sonradan kendisine “Muro: Nalet Olsun İçimdeki İnsan Sevgisine” adlı ayrı film bile yapılmış.

Bugünlerde de Muhteşem Yüzyıl-Kösem dizisinde paşa rolünde izliyoruz kendisini . Hem de ne paşa, hem vezir-i sani olmuş hem de dün akşam da I.Ahmet’in kız kardeşi ile evlenerek saraya damat bile oldu.Bu sayede ileride  Sadrazam Kara Davut Paşa bile olacakmış.

Oyuncular için role girmek ve rolden çıkmak zor diyorlar. Kurtlar Vadisi dizisinde Çakır’ı oynayan Oktay Kaynarca’yı geçen bir mafya babası cenazesinde görünce hala rolden çıkamadığını görüyoruz. Daha önce yazdığım gibi Beren Saat ve Hülya Avşar da role giremediler bir türlü.

Mustafa Üstündağ ise oyunculuğu ile Kafamdaki “Muro’dan paşa olur mu” sorusunu çoktan atmama neden olduğu gibi her hafta heyecanla oyunun merak ettiğim oyuncular arasına girdi.

Gerçek oyunculuk bu olsa gerek.


Tebrikler Mustafa Üstündağ… 

İDOLÜM ŞADUMAN TEYZE!

Eskiden bir yerlere gelmek, sınıf atlamak veya en azından bunların hayalini kurmak sesi ve fiziği güzel olanlara mahsus bir şeydi.

Amerikan filmleri sayesinde bunlara sesi ve fiziği güzel olmayan ancak güzel kurabiye yapabilen ev kadınları da eklendi.

Bu kadınların yaptıkları güzel kurabiyeler tesadüfen keşfediliyordu ve ev kadınları da bu sayede para kazanıyor, hatta kurdukları kurabiye dükkanları zinciri ile hayatlarını değiştirebiliyorlardı.

Zaman geçti. Nihayet bizim gibi sesi ve fiziği ile bir yere gelme hayali kuramayanlara da gün doğdu.

Kimin sayesinde? Tabi ki Şaduman Teyze sayesinde.

Artık sesi ve fiziği güzel olmayan, yaşını başını almış ev kadınlarına da meşhur olma, fikir ve görüşlerini ifade etme olanağı doğdu.

Ne yapıyor Şaduman Teyze? Evlenme programında hem de yarışmacı dahi olmadan adaylar üzerinde değerli fikirlerini ve yaşam tecrübelerini stüdyodaki ve ekran başındaki milyonlara aktarıyor.

Aynı zaman da benim gibi meşhur olma, milyonlara fikir ve tecrübelerini aktarma trenini kaçırmış olanlara da yol gösteriyor.

Evet, Şaduman Teyze meşhurlardan sık duyduğumuz “ben fiziğimle değil sanatımla anılmak istiyorum” sözünün ete-kemiğe bürünmüş hali.


Yine meşhurlardan duyduğumuz “ben kalıcı olmak istiyorum” sözünü de yerine getirebilecek mi onu da zaman gösterecek.   

www.karakoyunlar.com

ZIRHLA KAPLANMIŞ BİR ÜLKE!

Zırhı yadsımıyorum; çatışmanın ve tehlikenin olduğu her yerde korunmak için zırha bürünmek doğal. Tarihi filmlerde de görüyoruz ki zırh eskiden beri kullanılan bir şey.

Bizde önce tanklar zırhla kaplandı, sonra askerler. Çelik yelek, çelik miğfer vs.

Karakollar saldırıya uğradı kalekollar yapıldı.

Polis Karakolları  saldırıya uğradı, geçen öğrendim ki Emniyet Genel Müdürlüğü binlerce kurşun geçirmez nöbetçi kulübesi yaptırmış.

Polis arabaları, tomalar ve Kirpiler de zırhlı.

Hendek kapatmaya giden kepçeler saldırıya uğrayıp kayıplar verilince, kepçeler de zırhla kaplandı.

Ardından yaralıları almaya giden ambulanslar da zırha büründü.

Bugün Başbakan  Yardımcısının yaptığı açıklamaya göre, Işid füzelerine hedef olan Kilis’e de zırhlı ambulanslar gönderilecekmiş.

Yani, Kilis’li evinde güvende değil ancak eğer yaralı kurtulursa zırhlı ambulansla güvenle hastaneye götürülecek. Fakat hastaneye füze gelirse ne olur orası belli değil.

Ayrıca anlaşıldı ki ülkemiz füzelere karşı NATO’nun gönderdiği patriotlarla, hava saldırılarına karşı da her türlü koruma altında olmasına karşın katyuşalara karşı korumasız. Bu nedenle Kilis’in üzerinin de zırhlı çatı ile kapanması yakındır.

Bu arada Ankaragücü-Amedspor maçında şeref tribünündeki Amedspor yöneticilerinin on dakika boyunca dövülerek hastanelik olduklarını öğrenince aklıma bir soru takıldı:

-Güneydoğuda yaşanan çatışmalar, gelen şehitler ve Valinin gözünün önünde dövülen yöneticilerden sonra sürekli kan kaybeden kardeşliğimiz, birliğimiz ve bütünlüğümüzü nasıl korunacak?


Bütün ülkeyi zırhla kaplayarak mı? 

MOBİLYACI AMA KÖFTESİ MEŞHUR!

Mobilyacı diyerek haksızlık etmiş olmayayım da ne diyeceğimi de bilemedim açıkçası. Bahse konu yer, mobilya, ev tekstili ve ev aletlerinin toplu olarak bulunduğu bir mağazalar zinciri. Dünyanın muhtelif yerlerinde üretilmiş ürünleri yine dünyanın muhtelif yerlerinde satıyorlar.
Mağazaya girdiğinizde, mağazanın yerli olmadığını bütün mobilya ünitelerindeki kitapların ağırlığından hissediyorsunuz. Bizim yerli mobilya dizaynı daha çok bardak çanak teşhirine dönük bunlarınki kitap.
Evet, mağazaya giriyorsunuz ama öyle hemen çıkamıyorsunuz. Zira öyle bir dizaynı var ki, mağazanın  her yerini gezmeden çıkamıyorsunuz.  “Ben sehpa bakacaktım” diyebileceğiniz bir yer değil burası.
Uzun bir turdan sonra mağazayı gezmeyi bitiriyorsunuz ve sizi çıkmadan mağazanın yemek bölümü karşılıyor. Yorgunluktan ve de çoluk-çocuğun zırlamaları yüzünden mecbursunuz zaten oraya da uğramaya.
Diyelim uğramadınız, o zaman da konu komşunun “şekerim İsveç Köftesi bir harika değil mi?” sorularına ne cevap vereceksiniz.
Ama adamları takdir ediyorum; hadi bizim gibi ağaç ürünleri cenneti bir ülkede mobilya satıyorsun farklı dizaynın sayesinde, onu anladık da köfte nereden çıktı birader?
Yani, sen ta oralardan gel ve bizim İnegöl,Tekirdağ ve Akçaabat Köftelerimize rakip ol. Bravo yani. Hiç evde de yapanını, İsveç’ten tarif alanını görmedim ama varsa yoksa İsveç Köftesi.
Bence kimsenin beğendiği falan yok. Olsa sokaklarımızda çoktan İsveç Köftecisi dolardı. Maksat “o mağazaya gittik şekerim” diyerek sürüden kopmadığınızı gösterme çabası.
Ve fakat esas takdir ettiğim konu bu değil. Yazmışlar bir uyarı levhası: bulaşığını kaldırmak medeniyettir, diye. Ne kadar evde masadan çöp bile kaldırmayan çoluk-çocuk , karizma erkek varsa hepsi masadakileri kaldırmakla meşgul. Ne de olsa mağaza yabancı, “aman bizi ilkel sanmasınlar, sonra Avrupa Birliğine almazlar” korkusu.
Yani, gel  ta oralardan, bizim millete kitap konacak mobilyalar sat, üstüne kendi köfteni yedir, bulaşıkları da müşterilerine toplat.

Helal olsun sana! 

KİLİS’E NOBEL FÜZESİ!

Birkaç hafta önce, “Kilis’te nüfusundan fazla Suriye’li bulunduğu, Kilis’lilerin misafirlerine kucak açtıkları, evlerini ve lokmalarını paylaştıkları, bu nedenle de Nobel Barış Ödülü verilmesi gerektiğine” dair bir haber izlemiş ve çok mutlu olmuştuk.
Ben de, eğer birine Nobel Barış Ödülü verilecekse Kilis halkından daha fazla hak eden olmadığını düşünmüştüm.
Ayrıca her gün kötü haberler alan halkımız için de bir moral olmuştu bu haber.
Maalesef bu haberden sonra Nobel Ödülü bekleyen Kilis’e füzeler yağmaya başladı. Öyle ki son bir haftada 49 füze atılmış ve bu güzel insanlar misafirperverlikleri nedeniyle cezalandırılmış.
Zira devir Arap Baharı devri, Suriye’ye demokrasi getirme devri, insanları evinden barkından edip onların sırtından ve acılarından para kazanma, politika üretme devri.
Ey Kilis, bu devirde ne demek barış, ne demek kardeşlik, ne demek insanlık?
Gelenlere saldır ve iç savaşa katkın olsun ki yazılan senaryolar gerçekleşsin.

Yoksa kafana daha çok daha  füze yersin!

RADİKAL KAPANDI KARAKOYUNLAR-SÜRÜ DÜŞÜNÜRÜ AÇILDI!

Yaşam sıradanlaştı; cumhurbaşkanı ve başbakanın konuşmalarını tam 14 kanal yayınlıyor. Bazen bu konuşmalar sırasında haber seyredecek kanal bulunmuyor.
Diyelim seyrettiniz, 4,5 Liderin konuşmaları dönüp duruyor.
Haberlerde bile neredeyse aynı haberler var.
Yine aynı anda aynı saatte 5-6 kanalda evlenme programı var.
Diyet, deprem konuşulacaksa aynı hocalar konuşuyor.
En bozulduğum da onca tarım uzmanı varken hala İbrahim Yetkin konuşuyor.
İlahiyatta da birkaç hocanın ağzına bakıyoruz.
Akıllı adam kontenjanını da İlber Ortaylı ve Celal Şengör kapatmış durumda.
Mizah dersen can çekişiyor.
İşte bu tekdüzelik, alternatifsizlikten bunalan insanlar da bir şeyler yapmaya çalışıyor ancak bu öyle bir kişi iki kişi ile yapılacak bir şey değil.
İşte bu nedenle bir arkadaşımla birlikte bir internet sitesi kurduk. Burada tamamen amatör bir ruhla yazılmış ,özgün, değişik paylaşımlara yer vereceğiz.
Özgün olmak şartıyla yazı, fotoğraf, anı, gezi yazısı, karikatür, resim, kitap eleştirisi, yemek tarifi, at yarışı tahmini, fıkra, video gibi eteğindekini dökmek isteyen arkadaşların katkılarını bekliyoruz.

Gazamız mübarek olsun…

MERAKLISINA:

PARTİ İSİMLERİ DEĞİŞSİN!

İşçi Partisinin ismi değişti isabet oldu; beşer-onar ölmedikten işçinin adı mı kalmıştı ki? Umarım “Vatan”ın akıbeti aynı olmaz. Şimdi  de sıra diğerlerinde.

Efendim parti isminde geçen kelimeleri bir sıralayalım; adalet, kalkınma, cumhuriyet, halk, milliyetçi, hareket, halklar, demokrasi vs.

Bir de bu partililerin konuştuğu kelimelere bakalım: başkanlık, ramazanoğlu, kılıçdaroğlu, mahkeme, saz vs.

Görüldüğü gibi parti isimleri ile bu partilerle ilgili konuşulan kelimelerin açık bir uyumsuzluğu var.
Geçen gün Ramazanoğlu ve Kılıçdaroğlu’nu karşılıklı protesto edenlerle ilgili olarak (Tosun Paşa filminden esinlenerek) “Ramazanoğulları Kılıçdaroğullarına karşı” başlıklı bir yazı yazmıştım ancak değeri bilinmedi maalesef.

Fakat bu yazı bende parti isimlerinin değiştirilmesi gerektiği yönünde fikir oluşmasına neden oldu.
Evet, madem partiler isimlerinde yazılan kelimelerle ilgilenmiyorlar ve madem sadece kişiler  üzerinde tartışma oluyor, o halde parti isimlerindeki kelimelere gerek yok. Parti isimlerini Ramazanoğulları, Kılıçdaroğulları,  Bahçelioğulları ve Demirtaşoğulları yapın gitsin.

Düşündüm de bu bile haksızlık. Hiç olmazsa  Seferoğulları ve Tellioğullarının Yeşil Vadi ve Müjde Ar gibi bir amaçları vardı. Sizin amacınız ne?

Yine de isim değişikliğinin bir faydası olabilir; nasıl iki aile kavga ederken Tosun Paşanın hem hem yeşil vadiyi hem de Müjde Ar’ı ellerinden aldığını gördüler, belki partiler de kavga ederken ülkenin elden gidebileceğini düşünürler!

FACEBOOK VE TWİTTER YASAK DEĞİL Mİ?

Anladığım kadarıyla televizyon programlarında yapımcı ve sunucuların en önemli stres kaynağı konukların ağzından kaçacak yasak kelimeler.

En önemli yasak kelimeler ise firma isimleri. İstemeden ağzından kaçıran olursa hemen bipleniyor ve konuk ikaz ediliyor. RTÜK bu konuya çok dikkat ediyor ve ağır cezalar veriyor anlaşılan.

Amaç gizli reklam yapılmasının önlenmesi ve bazı firmaların bu yolla avantaj sağlamasının önüne geçilmesi olmalı.

Buraya kadar tamam. Fakat aynı programlarda facebook , twitter adresi vermek, bu yolla gönderilecek mesajların okunması gibi bu programların kullanılmasını teşvik eden uygulamalar var. Bu sayede bu programları kullanan sayısı artıyor ve de bu programda yayınlanan reklamlar yoluyla bu uygulamaların sahibi firmaların geliri artıyor.

Benim de kafama takılıyor bu; Facebook ve Twitter gibi sosyal medya uygulamaları da bir ticari faaliyet olduğuna göre, televizyonlarda bir firma ismi söylenecek diye strese giren yapımcı ve sunucular sosyal medyanın kullanılmasını teşvik ederken neden bu kadar rahatlar?


Yoksa bu firmalar reklam yasağı kapsamında değil mi?

ÇARŞI’NIN SINAV GÜNÜ!

Bugün yapımı tamamlanan Vodafone Arena stadı açılıyormuş. Ben de stat açılışından çok Beşiktaş’ın ünlü taraftar gurubu Çarşı’nın açılışa ne tepki vereceğini merak ediyorum.

Tepki derken, şuradan başlayayım; 12 Eylülden sonra hayata bakış değişti, her şey paraya endeksli hale geldi. Örneğin okul bahçelerinin bir kısmı otopark yapıldı okula gelir olsun diye. Hatta tatil günlerinde tamamı otopark yapıldı ve bunu yapan yöneticiler takdir edildi “benim memurum işini bilir” denilerek.

Çocuklara oyun oynayacak alan kalmamış, çocuklar bilgisayar başında obez olmuşlar bir önemi yok bu bakış açısına göre.

Daha sonra da her şeye para gözüyle bakıldı; önce liglerin isimleri satıldı, sonra kupaların kupaların. Hatta bazı takımların isimlerine de firma isimleri eklendi. Şu an bizim liglerin, kupaların ve takımların tam isimleri ne bilmiyorum.

Sonra sıra yenilenen statlara geldi; Ülker Arena, Türk Telekom Arena şimdi de Vodafone Arena.B u arada Ali Sami Yen, Şükrü Saraçoğlu ve İnönü isimleri tarihin çöplüğünde yerini aldı. 
Ha, haksızlık etmeyeyim, statların resmi isimlerinde var galiba bu isimler de kimin aklında kalacak onu bilmiyorum.

Gelelim olayın Çarşı Gurubu ile ilgili kısmına. Diğer taraftar guruplarına bir şey demiyorum.Zira onlar sadece takımları ve futbolla ilgililer. Fakat Çarşı Gurubu öyle değil. Futbol ve Beşiktaş dışında iddiaları var. Her toplumsal olaya tepki veriyorlar. Gezi Direnişi ile ilgili yargılanmışlıkları bile var. Hatta Van Depremi sonrası , Van’lı çocuklara verilmek üzere sahaya atkı attıkları zaman, “insanın Beşiktaşlı olacağı geliyor” başlıklı bir yazı yazmışlığım da vardır.

Yanlış anlaşılmasın, benim için futbol hala Franko’nun üç F’sinden biridir ve Çarşı Gurubuna da bu pencereden bakarım. Fakat diğer insanlar Çarşı Gurubu hakkında benimle aynı fikirde değil.

İşte bugünkü Vodafone Arena Stadının açılışı bunu anlamamız için bir fırsat. Çarşı Gurubu için de bir sınav günü.


Bakalım Çarşı Gurubu İnönü Stadyumu adının Vodafone Arena olmasına ne tepki verecek?  

BEREN SAAT VE HÜLYA AVŞAR SULTAN OLAMADILAR BİR TÜRLÜ!

Tarihçi Halil İNALCIK, “o dizide tek bir sultan var o da Nebahat Çehre” dedi mi bilmiyorum ama gerçekten de öyleydi.

Önceki Muhteşem Yüzyılın başarısından dolayı Muhteşem Yüzyıl-Kösem dizisini de seyrediyorum ancak bir izleyici olarak hiç memnun olamadım, eski tadı bulamadım.

Sultan Ahmet’i canlandıran Ekin KOÇ’un Halit ERGENÇ’i aratmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz ancak diğer oyuncular için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Beren SAAT ve hele Hülya AVŞAR tam bir hayal kırıklığı.

Hani oyuncu role giremiyor ya bazen ben de bir türlü onlarda bir sultan canlandıramıyorum gözümde. Diğer sultanlar ve harem ağaları da öncekilerin çok gerisinde.

Belki de talihsizlik birinci Muhteşem Yüzyıl kadrosunun çok iyi olmasıydı bu oyuncular için.

Keşke Kösem’in gençliğini canlandıran oyuncu bu kadar çabuk değişmeseydi hiç olmazsa.

Neyse ki tek tesellimiz bu dizideki mekan ve kıyafetlerin ilkinden iyi olması.


Bu haliyle diziyi seyrederiz seyretmesine de nereye kadar onu bilemiyorum.

HANİFE ZUHAL TOPAL’I KOVACAK!

Evlenme programlarından sadece ikisini seyrediyorum. Seyretmekten de utanmıyorum. Geçen gün bir yazarımızın “beyin arada kaçmak ister” lafını duyduktan sonra “biraz sonra seyredeceğim haberler öncesi beynim demek buraya kaçmak istiyor” diye düşünüyorum. Ayrıca “Evlenme programları bu ülkeye lazım” diye yazı yazmışlığım bile vardır.

Evet, evlenme programlarından Esra Erol ve Zuhal Topal’ınkini seyrediyorum. Esra Erol’un programında Esra Erol direksiyonu elinde tutarken Zuhal Topal direksiyonu Hanife’ye kaptırmış durumda. O olmasa da diğer aday ve konuklar var. Ayrıca programın uzman konuğu, bayan solisti de güçlü. En önemlisi de yapımcının yazdığı “senaryo” programı izlenir kılıyor.

Yani programdan Zuhal Topal’ı çıkar bir şey eksilmez. Ben bile Hanife çıkana kadar diğerini seyrediyorum.Ve sonra şov başlıyor; adaylara sorulan sorular, sürpriz çay içmeler, girilen polemikler programı izletiyor.

Kısacası, adı “Zuhal Topal’la” olsa da program çoktan “Hanife Show’a” dönmüş durumda.

Aha şuraya yazıyorum, üç vakte kadar Hanife Zuhal Topal’ı programdan kovacak. Sözümü abartılı bulanlara soruyorum:

-Programda Hanife’nin babasını bile gördük Zuhal Topal’ınkini gören var mı?


RAMAZANOĞULLARI KILIÇDAROĞULLARINA KARŞI!

Haberlerde gördüğümüz kadarıyla, vatandaşlarımız demokratik protesto hakkını kullanmışlar. Hatta bazı yerlerde protestonun dozu bile kaçmış.

Ancak protesto edilen husus, güneydoğuda ölenler, tecavüze uğrayan çocuklar ve çalınan kimlik bilgileri değil liderlere ve bakana söylenen sözler.
Benim bu protestolardan anladığım, insanlarımızı öldürebilirsiniz, çocuklarımıza tecavüz edebilirsiniz, kimlik bilgilerimizi de çalabilirsiniz ancak asla liderimize ve bakanımıza laf söyleyemezsiniz!
Bunlar Mehmet Akif'in "siper et gövdeni dursun bu hayasızca akın" sözünü yanlış anlamışlar anlaşılan...