AŞK TARİH YAZMAKTIR!

Derler ki tarih kanla yazılır.
Tarih, kitaplarda okuduğunuzsa doğrudur.
Fakat akılda kalansa tarih,
Ölmeyense,
Yıllara yenilmeyense,
Yüzyıllardır yaşayansa ve bir o kadar da yaşayacaksa,
Unutulmayansa,
O zaman aşktır tarihi yazan.
Destandır,
Şiirdir,
Şarkıdır, dilden dile dolaşan,
Hala o duyguları yaşatan,
Romandır,
Aşkı uğruna tahtını terk eden 8.Edward’dır,
Romeo Juliet’tir,
Leyla ve Mecnundur,
Kerem’le Aslı’dır,
Aşkın abidesi Tac Mahal’dir.
Kısacası, aşktır tarihi yazan kan değil.



EVE KIZ ATMAK!


Kavramlar ve deyimler yaşanan devrin şartlarına göre oluşuyor kuşkusuz. Geçen aklıma geldi, epeydir duymuyorum “eve kız atmak” deyimini. Belki de şartlar daha müsait hale geldi de ondan. Belki de yaşımız itibarıyla cinsellik sona ermese de bizim gündemimizde bir başka şekil aldı da ondan.

Evet, bizim zamanımızda “eve kız atmak” diye bir deyim vardı. İnsanların karşı cinsi ikna ettikten sonra parkta, sinemada ve açık alanlarda yapabildikleri kendilerine yetmemeye başlayınca doğal olarak daha fazlası için daha uygun şartlar aramaya başlarlar. Bunun da en iyi çaresi bekar evleriydi.O nedenle çok revaçtaydı bizim gençliğimizde bekar evleri. Orada yaşayanlar için sorun yoktu. Eğer ev sahibi veya komşular sorun çıkarmazsa iş kolaydı. Ancak bir bekar evinde yaşamayanlar için çözüm, orada yaşayanları ikna etmek onlardan evi bir süreliğine istemekti.

Biz dört arkadaş öğrenci evinde kaldığımız için bazen öyle durumlarla karşılaşırdık ancak biraz muhafazarlık biraz da taşralı olmamız nedeniyle pek sıcak bakmazdık böyle tekliflere.

Bir gün, devamlı gittiğimiz kahvenin ortaklarından biri ev arkadaşımızdan rica ediyor:

-İzin verirseniz sizin eve bir kız atmak istiyorum!

Şimdi, bizim bu konudaki tavrımız belli. İsteyen ise kelli felli koskoca adam. Yaşımız gereği henüz hayır demeyi öğrenmemişiz. Hele hele bize kahvede sürekli kıyak çeken, bizden doğru dürüst çay parası bile almayan bir ağabeye hayır demek de ayıp olacak.

Arkadaş düşünmüş taşınmış sonunda bir cevap vermiş:

-Tabi abicim ne demek, ev senindir. Yalnız küçük bir sorunumuz var. Biz evde sekiz erkek kalıyoruz. Sen kızı eve götürürsün ama kızı elinden alırlarsa sorumluluk kabul etmem!

Bunu duyan kart zamparanın gözleri fal taşı gibi açılmış. Manzarayı gözünde canlandırmış:

-Aman kalsın, bir de başımıza iş açmayalım. Çok teşekkür ederim evini vermeyi kabul ettiğin için.

YAKALA BENİ DÖV BENİ!


Bir kitaptan öğrendiğim kadarıyla “kişinin kılık-kıyafeti ve saçı-makyajı” dış dünyaya verdiği bir mesajmış. Onu biliyoruz.

Peki, bu Pazar sabahı, bir çay bahçesinde, sabahın sessizliğinde, kuş seslerini dinleyerek keyifle kahvemi yudumladığım çay bahçesinin önünden beşinci defa motosikletinin egzozunu bağırtarak geçen gencin dış dünyaya verdi mesaj ne ola ki?

-Babam bana motor alıverdi ancak yanında terbiye vermeyi unuttu!

-Bu ülkede her şey yasak olabilir ancak bazı konularda sonsuz bir kuralları çiğneme ve etrafı rahatsız etme özgürlüğü vardır!

Fakat belki de verdiği en doğru mesaj:

-Yakala beni, döv beni!

NEREM DEDİN?


Çocukluğumda, kadınlar pek modadan, diyetten, çocuklardan, kocalarından konuşmazdı. En azından annemin arkadaşları, orta yaş gurubu kadınlar. Ekşimiş bir yüz ifadesi ile birbirini karşılarlar ve hastalıklarından bahsederlerdi. Bugünkü gibi televizyonlarda bilgilendirici(!) sağlık programları da olmadığından, bu sohbetler aynı zamanda birbirlerine tecrübelerini aktarmak, bilgilendirmek amacı taşırdı. Bir şartla, sohbete o soru ile başlanması şartıyla:

-Nerem dedin?

-Garnım, aha şurası. Bir batar girdi geçen akşam sorma!

Artık sonrası uzun uzun karşılıklı yakınmalar, “şunun da orası ağrıyormuş”, “ölmüş kalmış vallahi”, “rahmetlinin de orası ağrıyormuş” gibi ucu açık, her anlama gelebilecek cümleler. Sohbet, dinleyenlerin de “orası hakkında yeni şikayetler türetmesine” neden olarak sona ererdi.

Bilimsel bir anlamı var mı bilmiyorum ama bir kadının başının ağrıdığını da altına sardığı tülbentten anlardınız. Tabi ki tülbendi görenin yapacağı tek şey vardı, o soruyu sormak:

-Nerem dedin?

-Kafam!

Örneğin istasyonda iki saat sonra kalkacak treni bekleyenler, hemen etrafı kolaçan eder, gözüne kestirdikleri birine iki saati dolduracak sohbet için yine o soru sorarlardı:

-Nerem dedin?

Geçen gittiğimiz seminerde, iletişim ve etik konularında uzmanları dinledik ve çok da bilgilendik. Benim de aklıma hekimlere bir iletişim önerisi geldi. Mevzuata aykırı değilse eğer gelen hastalara “şikayetiniz nedir?” yerine “nerem dedin?” diye sorsalar hastalarla daha iyi iletişim kuracakları kanısındayım.  

Benden önermesi…

EN GÜZEL İŞ KIYAFETİ



İş dönüşü pantolonumu almak için uğradığım kuru temizlemeci çalışanını görünce takıldım:

-Keşke ben de bu kıyafetle çalışabilseydim!

Haklıydım, zira bu İzmir sıcağında ben takım elbiseli, kravatlı ter içindeyken o atlet şort çalışmaktaydı. 
Güldü, “bildiğin gibi değil, çok sıcak abi burası”, dedi.

İçinden başka bir şey dedi mi bilmiyorum ama birden aklıma Orhan Veli’nin bir şiiri geldi, “ALİ RIZA İLE AHMED'İN HİKAYESİ”

Ne tuhaftır Ali Rıza ile
Ahmedin hikayesi! ..
Birisi köyde oturur,
Birisi şehirde
Ve her sabah
Şehirdeki köye gider,
Köydeki şehre.

HER YAŞLI SEVİMLİ DEĞİLDİR!


-Çıtlık yemeye gidelim mi?

Benim taktığım lakapla Tuzsuz Deli Bekir’in bu önerisi üzerine çantalarımızı ve  önlüğümüzü eve bıraktıktan sonra kargılarımızı yanımıza alarak yola koyulduk.
Bizim Germencik’te bir gelenek vardı. Hemen hemen her evin bahçesinde çeşitli meyve ağaçları vardı ve çocuklara yemek serbestti. Bir şartla:

-Dallarını kırmayın, istediğiniz kadar yiyin!

Çıtlık (çitlembik) ağacı ise genelde dikilmeyen, bahçe sınırlarında kendiliğinden çıkan, meyvesi ekonomik değer ihtiva etmeyen bir ağaçtı. O nedenle izin almamıza gerek kalmadan ağaca çıkar istediğimiz kadar toplardık. Sonra da bunların dışını yer, çekirdeğini kargıdan yaptığımız boru ile birbirimize atardık.

Bu şartlarda Bekir’le mahallenin hemen dışında ilk bulduğumuz çıtlık ağacına tırmandık ve topladığımız çıtlıkları ceplerimize doldurmaya başladık.

Bir süre sonra aşağıdan bir bağırtı duyuldu ve ardında tezek yağmuru başladı. Yaşlı bir kadın bir yandan söyleniyor bir yandan da adeta bir kurşun gibi tezek yağdırıyordu bize. Tezek bizim orada yeni sürülmüş bir bahçede öbek haline gelmiş toprak parçası demekti. Taş gibi olmasa da yine de acıtıyordu.

Bekir hemen alt dalda olduğu için bütün tezekler ona geliyordu. O nedenle tezeği yedikçe bağırıyordu:

-Atma Neneciğim, iniyoruz!

Bekir sonunda dayanamadı ve bir hayli yüksekteki daldan kendini aşağıya bıraktı. Aşağıda birkaç tezek daha yedikten sonra kurtuldu. Nine bu sefer beni tezek yağmuruna tutmaya başladı. Yediğim tezeklerin acısına dayanamayıp ben de bıraktım kendimi aşağıya. Birkaç tezek daha yedikten sonra da eve doğru yollandık.

Eve giderken, belki de ilk defa başımıza gelen olayın şaşkınlığı içindeydik. Tezeklerin acısı neyse de hırsız muamelesi görmek çocuk ruhumuzda derin yaralar açmıştı.

Bu olaydan çıkardığım dersler:

-Dünyada bedelsiz hiçbir şey yoktu.
-İnsanlar aynı olaylara farklı tepkiler verebiliyordu.
-Her yaşlı sevimli değildi.

NİRVANA’YA ULAŞAMADIM!


Hayatı seyredenlerden değilim. Mümkün mertebe içinde yaşamak isteyenlerdenim. O nedenle yeni duyduğum, öğrendiğim şeyleri merak ederim. Öğrendiklerimi de hemen tatbik etmek isterim.
“Ferrarisini Satan Bilge” kitabını okuduğumda çok etkilenmiştim. Daha sonra okuduğum benzer kitaplar, kendini manastıra kapatan keşişler hep ilgimi çekmiştir. En son okuduğum “Doğudan Uzakta” kitabında da bir kahraman, yine her şeyini bırakıp bir manastıra kapatıyordu kendini. Bizde de Zeki Müren’in üç buçuk yıl kendini evinin bir odasına hapsetmesi (ki çıktığı gün de öldü) merakımı celbetmiştir.

Evet, dediğim gibi, Vikipedi’ye göre, “arzuların, maddi isteklerin sönmesi ve dolayısıyla ıstırapların, acıların, nefretin sönmesi” anlamına gelen Nirvana’ya ulaşmayı kafama koydum.Daha doğrusu, yapmak istediğim şey kısaca yukarıda saydığım kişiler gibi kendimi dünya nimetlerinden arındırıp manevi hazza ulaşmaktı. “Yapacaksın da başın göğemi erecek?” diyebilirsiniz. Hayır, benimki sadece merak.

Uzun zamandır düşünüyorum, nasıl yapabilirim diye. Zira bu Nirvana pek bizim gibi memura göre bir şey değil. Zira kitaplardaki kahramanların hepsinin tuzu kuru. Ferrariyi satmış adam ama yine alabilecek durumda. Manastıra kapanmış adam ama döndüğünde şirketleri onu bekliyor. Veya dini nedenlerle kendini manastıra kapatanlar var. Onlar da artık orada kalacak amaçları bu.

Oysa ben memuriyeti bırakıp gitsem geri dönüşü yok. Nirvana, benim anladığım varken yokluğu denemek. Yoksa dünyanın büyük bir bölümü zaten devamlı Nirvana’da. Ki ben de ömrümün bir kısmını zorunlu Nirvana’da geçirdim. Öyle matah bir şey değil yani. Yoksa bırak memuriyeti, şehir dışında bir kulübede veya sur dibinde yokluk içinde öl.

Dediğim gibi bu işin nasıl olabileceğine çok kafa yordum. Sonunda, yıllık izinde üç-beş, en fazla otuz gün kendimi bir yere kapatabileceğimi anladım. Fakat bir türlü fırsatım olmadı bugüne kadar. Geçici görevle gittiğim bazı yerlerde birçok mahrumiyetler yaşasam da bu sayılmazdı.

Geçen gün Antalya’da beş yıldızlı bir otele seminere gidince aklıma geldi. Sonuçta benimkisi bir merak. Beş gün de olsa neden ulaşamayayım Nirvana’ya. Önce farkını ödeyerek tek kişilik bir odaya yerleştim. Ardından zaten beğenmediğim, bir arkadaşımın “plastik yemek” olarak nitelediği yemeklerden çok az aldım. Otelin diğer bütün nimetlerine (sauna, havuz, deniz vs.) de kendimi kapattım. Seminer dışındaki bütün vaktimi odamda geçirecek ve Nirvana’ya ulaşacaktım.

Bu arada televizyonu açmadım, müzik dinlemedim. Balkonda kuş seslerini dinleyerek düşündüm. 

Merak etmesinler diye de iki arkadaşıma haber verdim:

-Nirvana’ya ulaşmaya çalışıyorum, beni merak etmeyin!

İkisi de filozof adayı olan arkadaşlarımdan S.T.,”beş yıldızlı otelde Nirvana’ya mı ulaşılır” derken N.Ç. “her şey mümkündür, insan yeter ki istesin” dedi. Bir anda kafam karıştı, daha doğrusu kafamda bir şimşek çaktı. Genel olarak öğrendiklerimi uygulamaya geçerken taklit etmem, kendi yorumumu kendi tarzımı katmaya çalışırım olaya.

Düşündüm de bu kendini bir yere kapatarak, bir manastırda veya mağarada Nirvana’ya ulaşmak kolay. İstese de zaten dünya nimetleri yok. Ayrıca etrafın kamu baskısı da cabası. Sıkıysa bunu her şeyin bol olduğu beş yıldızlı bir otelde yap!

Daha önce denenmeyeni denemenin, başarılamayanı başarmanın cazibesi kısa sürede sardı beni. Düşünsenize böyle bir kitap yazdığımı, dünyada yer yerinden oynar vallahi.

Heyecanla uygulamaya koydum projemi. Seminer saatlerinde sadece önüme konmuş suyu içtim. Molalarda, kurulan açık büfedeki çay, kahve ve kurabiye türü şeylere elimi bile sürmedim. Yemeklerde aç kalmayacak kadar yedim. Odamın balkonunda, vaktimi Nirvana’ya ulaşmaya harcadım.

Bir şeye varmak isterseniz inanç en büyük dayanağınızdır. İnanç zayıflayınca projenizi uygulamak çok zordur. Bu arada S.T.’nin “beş yıldızlı otelde Nirvana mı olur?” cümlesi hep aklımın bir köşesinde. Balkonda sıcağı yedikçe odamdaki mini barın içindeki bira beni çağırmaya başladı: “ha bira içmişsin ha su. Bira o kadar da dünya nimeti sayılmaz zaten, viski değil ki bu”.

Derken açık büfedeki yiyecekler Nirvana’ya ulaşmamı engellemeye başladı. Yani bir kuzu pirzolası ile mi bozulacak Nirvana? O manastıra kapananlar yemiyor mu sanki? Yemeğimi aldım restoranda tek başıma bir masaya oturdum. Baktım fikirlerine çok değer verdiğim bir üstat:
” Hem yeriz hem de konuyu tartışırız “

-Rakınız hangisinden olsun?

-Memleket kurtaranından olsun, ha ha ha!

Derken, rakı rokfor peynirini, peynir sıcak yemekleri, yemekler meyveyi, meyve tatlıyı, tatlı kahveyi çağırdı. Ama ben hepsinden ölçülü aldım. Ne de olsa Nirvana’ya ulaşmaya çalışıyorum.

Projemi “varlık içinde yokluktan”, “dünya nimetlerinden kaçmadan Nirvana’ya ulaşma” şeklinde değiştirdim. Sonraki günlerim de bu şekilde geçti. Bu sırada sürekli telefon irtibatı kurduğum S.T ve N.Ç kendi görüşlerinde ısrar ettiler. Bu arada, aynı şeyleri yapınca farklı sonuçlara ulaşılamadığından ruhum da aynı yorgunlukta devam ediyordu yoluna.

Sonunda bir baktım ki, günlerim geçen yıl aynı otelde, aynı seminerde nasıl geçtiyse öyle geçiyor. Sabahları, odamın balkonunun önündeki sığla ağacında konuşlanmış kuşları yarım saat dinleyerek Nirvana’ya ulaşılamayacağını anladım. Gelirken uçaktan gördüğüm mehtabı, bu çabamın amortisi olarak görsem de sonuç olarak Nirvana’ya ulaşamadım dostlar.

Seneye inşallah!