ORTA YAŞ BUNALIMI

Yıllar önce bir arkadaşımın annesini köpek ısırmıştı. Arkadaşıma iyi davranmadığı için de pek sevmezdim kendisini. Hele bir de veteriner kliniğinde bir sürü insanın arasından annesini ısırdığını duyunca:



-Köpek kimi ısıracağını biliyormuş, diye dalga geçmiştim.

Aradan bir hafta geçmeden bir telefon almıştım; rahmetli annemi köpek ısırmıştı. Hem de ne ısırmak. Arkadaşın annesini küçük bir köpek ısırmışken annemi epey büyük bir köpek ısırmış, yere yıkmış zor kurtarmışlar.

Bu olay üzerine, bir daha kimse için bir şey dememeye, kimsenin işine karışmamaya hele köpeklerin eylemleri için yorum yapmaya tövbe etmiştim adeta.

Yanı sıra:

-Özel okulda çocuk okutmam!

-Yalçın Küçük okumamış kızla asla evlenmem!

-Kız-erkek fark etmez, sağlıklı olsun da!

-Takı merasimi de neymiş!

-Oturma odası da ne, salonda oturmak lazım!

-Önemli olan ruh güzelliği!

-Paranın ne önemi var, mühim olan insanlık!

Gibi, bütün tükürdüklerimi yalatmıştır hayat bana.

Şimdi bütün iddialardan ve yorumlardan uzak doğrularımı muhafaza etmek gayretindeyim.

PAZARDA NE GİYİLMEZ?

Pazarda, limon tezgahının önündeyiz. Yan taraftaki muhtemelen üniversite öğrencisi iki kızdan birinin elleri dolu, bekliyor. Diğeri ise eğilmiş bir yandan limon seçerken bir yandan da çenesinin altında soğan poşetini tutuyor.



Bu tuhaflığa bir anlam veremediğimden dikkatli bakınca, kızın elindeki soğan poşeti ile göğüs dekoltesini kapatmaya çalıştığını fark ettim. 


Üniversiteyi kazanana dek bir sürü bilgiyi, formülü öğrenen kızımız, nerede ne giyileceğini öğrenememişti anlaşılan. 

Bu nedenle diyorum ki; ya ÖSS’de nerede ne giyilir dersinden soru sorulsun ya da üniversitelere hayat bilgisi dersi konsun!

BEYNİNE ESTETİK YAPTIRMAK


Tarih kitapları ve kişisel gelişim kitapları yöneten kişilere ait sözlerle dolu olmasına karşın, tarihin benim tanıklık ettiğim döneminde yönetenlere ait çok az söz vardır aklımda kalan:

-Sizi büyükşehir yapalım mı?

-Yapıldı efendim, yapıldı!

Evet, yönetenlere ait aklımda kalan tek söz bu ve yanındakilerin lideri yanlışından döndürme çabaları. Zira söz bir miting meydanında söyleniyor ve televizyonlar da canlı yayında. Halkımızın aklında da aynı sözler kalmış olmalı ki o lideri tekrar siyasete döndürme gayreti içindeler.

Benim yaşadığım dönemde en etkili sözleri liderler, siyasetçiler, bilim adamları değil sıradan halk söylemiştir.

-Rüşvetin belgesi mi olur ulan p…venk!

-Seni mermi manyağı yaparım!

-O, asıl beynine estetik yaptırsın!

Yukarıdaki sözler söylendikleri zamanlarda çok konuşuldu toplumu etkiledi, yönlendirdi. Bu yazıya neden olan söz ise bunlardan sonuncusu:

-O, asıl beynine estetik yaptırsın!

Bunu söyleyen estetikleri ile ünlü bir şarkıcının yeni boşandığı kocası. Anlaşıldığı kadarıyla şarkıcının yaptırdığı estetik ameliyatlar kocasını elde tutmaya yetmemiş.

Esasen ben zorunluluklar dışında estetik ameliyata karşıyım. Bunu insanın bir nevi kendi bedeniyle kavgası olarak görüyorum.  Biraz da doğallıktan uzaklaşma. Her şeyin organik olması için uğraşıyoruz ancak insanı doğallıktan uzaklaştırıyoruz.

Tarihi mezarların cinsiyeti, kafatasından daha ziyade de çene yapısından anlaşılsa da en önemli delil mezardan çıkan süs eşyaları. Anlaşılan kadın var olduğundan beri güzel görünme gayreti içinde. Bu anlaşılabilir bir durum. Peki, insanın ve özellikle kadının sürekli bedeniyle kavgası neyle açıklanabilir?

Türkiye ikinci güzeli olduğu halde estetik yaptırmanın mantığı nedir? Birinciyle arasındaki farkı kapatma gayreti mi?

Ya da bir akademisyen kadının dediği gibi; önce şişmanlatıp sonra zayıflatma ürünleri satarak şişmanlatırken sonra zayıflatırken para kazanma gayreti mi bu? İnsanları bedeniyle kavga ettirip sonra ameliyat ederek para kazanma gayreti mi?

Ben bir erkek ve bir insan olarak açıkça söyleyeyim. Şimdiye kadar gördüğüm estetikli insanlar bana hep ucube olarak görünmüştür. Baktığımda bir bütünlük olmadığı net olarak görülüyor. 

Nitekim milyonlar harcadığı halde ucubeye dönmüş insanlar görüyoruz. En son boşanan bir kadının estetikli fotoğrafını görünce o veciz söz aklıma geldi yine:

-O, asıl beynine estetik yaptırsın!

DÖVÜNÜRKEN ÖVÜNMEK

Satrançta en sevdiğim hamledir. Bildiğim kadarıyla, piyonu ilk oynayışta iki kare birden gidebiliyorsunuz. Eğer o anda sol çaprazda rakibin bir taşı varsa hem iki kare yolunuza gidebiliyorsunuz, hem de solunuzdaki taşı yiyebiliyorsunuz yolunuzdan sapmadan. Satrançta bir hamlede iki hareket yapabildiğiniz iki hareket vardır; biri rok diğeri geçerken alma. 



Gerçek hayat bir nevi oyun olduğundan, yetişme çağındaki öğrendiğiniz oyun hamlelerinin gerçek hayatta da yapıldığına, oyun bilmeyenin bile benzer hamleler yaptığına tanık oluyoruz. 

Rok hamlesine, üniversite sınavında birbirinin yerine sınava girenleri örnek verebilir miyiz bilmiyorum. Rokta biri diğerinin yanına gelir diğeri üzerinden atlayarak yer değiştirirler. Birbirinin yerine sınava girecekler bırakın birbirinin yanına yanaşıp üzerinden atlamayı, bir araya bile gelmezler. 

Gerçek hayatta çok sık kullanılan geçerken alma yöntemi yakınarak övünmedir. 

-Benim hanım çok müsriftir. İnsan bir günde beş bin lira harcar mı yahu? 
(Cinayet çıkmadığına göre, bir günde harcayacak beş bin liramız vardır, demek) 

-Kocam çok çapkın, kadınlar yalnız bırakmıyorlar bir türlü! 
(Bütün kadınların hayalini süsleyecek bir kocam var ve o evlenmek için beni seçti, gerisi elinin kiri) 

-Bizim oğlan gene takdir getirmiş. Kahveye çıkmaz, içki-sigara içmaz, devamlı ders,ders,ders, kime çekmiş bilmem! 
(Siz benim böyle serseri göründüğüme bakmayın, çok akıllı, çok terbiyeli, kötü alışkanlığı olmayan bir oğlum var)

KONUŞAN PİLOT


-Konuşan pilotu seviyorum!

Bu söz ünlü bir gazetecimize ait. Gerçekten ben de severim konuşan pilotu. Uçağa binmek zaten ürkütücü. Yolculuk sırasında da ani sarsıntılar doğal olarak korkutuyor:

-Ne oluyor, düşüyor muyuz?

Tam bu sırada pilotun bir anonsu her şeyi çözer, rahatlatır sizi.

-Uçağımız şu anda türbülansa girmiştir. Endişeye mahal yok!

Bir defasında uçaktaki muhtemelen askere giden bir gurup genç erkek, uçak kalkışta fazla sallanınca feryadı kopardılar. Şaka mı gerçek mi anlayamadık. Bu arada hostesler de koşarak geçmesinler mi yanımdan. Yani olanak olsa atacaktım kendimi uçaktan. O kadar yani. Konuşan pilotu o nedenle severim.

Aynı şey doktorlar için de geçerli. Siz hiç konuşan doktor gördünüz mü? Size detaylı açıklama yapan, endişelerinizi gideren?

Bir doktor arkadaşa konuşan pilot hikayesini anlatmış ve “konuşan doktor istiyorum” demiştim. O da değişik örnekler verdi. Beşinci çocuğunun kız olacağını öğrenen kadın hastane penceresinden kendini atarak intihar etmiş. Ya da kanser olduğunu öğrenen bir savcı silahla kendini vurmuş. 

Kısaca doktor arkadaşım, gereğinden fazla bilginin hastaya zarar verebileceğini savunuyordu.

Bazı şeyleri konuşursunuz, aklınızın bir köşesine yazarsınız ispatı sonradan gelir. Bu da öyle oldu. Bilirsiniz çocuklar ebeveynlerinden kalacak mirası arada düşünürler. Bilinçli olan çocuklar ise belli yaştan sonra daha çok genetik mirasları ile ilgilenirler. Hele hele anne-babadan birini çok erken yaşta kaybedenler neredeyse bütün yaşamlarını genetik miraslarına göre düzenlerler. Babasını erken yaşta kalp krizinden kaybeden bir arkadaşım on yedi yaşından beri perhiz yaptığını söylemişti. O sayede şimdilik babasından on yıl fazla yaşamıştı.

Babasını erken yaşta kanserden kaybeden bir başka arkadaş ise kansere karşı mücadelesine çok erken başlamış, yaşamını kanserden uzak yaşayacak şekilde dizayn etmişti. Buna rağmen yine de teyakkuzdaydı. Nitekim otuz beş yaşında kanserden kaybettiği yeğeninin cenazesinde:

-Benim sonum da böyle olacak, demişti.

Bu sözün üzerinden altı ay geçmeden arkadaşım ayak ağrısından şikayet etmeye başladı. Verilen ilaçlar ağrısını geçirmeyince nihayet teşhis konulabilmişti. Arkadaş yıllardır kaçtığı babasını da bu dünyadan alan akciğer kanserine yakalanmıştı. Hastanede filmi bana gösteren annesi kısık sesle:

-Aynı babasınınki gibi tam ortasında, demişti.

Arkadaş ise babasının hastalığı nedeniyle konuya vakıftı. Hastalığı ile ilgili her şeyi biliyordu. Hangi aşamalardan geçeceğini, neler yaşayacağını ve muhtemelen sonucu. Hiç unutamadığım bir sözü:

-Kemoterapi bir maç, bakalım kim kazanacak, demişti.

Hastanedeki koğuş arkadaşlarının ise hiçbir şeyden haberleri yokmuş. Sohbet sırasında:

-Karnım ağrıyor, biraz tedavi görüp çıkacağım.

-Midemde ur varmış. Alacaklar çıkacağım.

-Ciğerlerim su toplamış, on gün sonra taburcu olacağım.

Kanser olduklarından haberleri yokmuş. Benim de bir yakınım ne hastası olduğunu öğrenemeden göçüp gitmişti bu dünyadan. Koğuşta sadece kanser olduğunu kendisinin bildiğine sinirlenen arkadaş, durumu iyi olan bir genç çocuğu kastederek:

-Bu koğuştan sadece bir adam çıkar, o da bu çocuk çıkar, demiş ancak koğuştakiler konuyu anlamamış, arkadaşın kızgınlığına vermişler.

Bir gün de eğitim sistemimize kızmıştı. Yatağının arkasını indirmeyi başaramamıştık.

-Şurada altı tane üniversite mezunuyuz, bir yatağın arkasını indirmeyi başaramıyoruz. Ne biçim eğitim bu?

Evet, arkadaşım pek de uzun olmayan tedavi süresinin her aşamasını bilerek yaşadı. Raporlarını, röntgen filmlerini, tahlillerini hepsini bilerek inceledi ve hastalığının hangi aşamada olduğunu gördü. 

Ölümüne bir hafta kala da gitmeden ne yapması gerekiyorsa onu yaptı; kendisine yıllardır ve bütün hastalığı boyunca da bakan hayat arkadaşı ile evlendi, malları ile ilgili vasiyetini hazırladı. Teselli cümlelerimiz o kadar cılız kaldı ki onun hastalıkla ilgili bilgisi karşısında. Nihayet ölümünden iki gün önce bir arkadaşımızdan silahını istedi verilmeyeceğini bilmesine rağmen. Nihayet kaybettik kendisini.

Şimdi, arkadaşın koğuşundaki hastaların çoğu da muhtemelen hastalığa yenik düştüler. Fakat son nefeslerine kadar iyileşecekleri hastaneden çıkacakları umuduyla yaşadılar. Arkadaşım ise son günlerini öleceğini bilerek yaşadı.

Şimdi siz söyleyin; konuşan pilot ister misiniz? 

İŞİNİN ERBABI MI MUCİZESİ Mİ?


Bilmediğin konuda yazmak zor. Eğer yazmak eylemi de bilmediğin eğitimini almadığın bir konuysa daha da zor. Bari zorluğunu yazayım da belki aşmama yardım eder okuyucum.

Evet, bilmediğim ve merak ettiğim konu, yazar bilmediği konuyu öğrenmek için de yazar mı? Bunun normali; yazar bildiği, gördüğü veya anlatmak istediği konuda oturuyor ve yazıyor. Artık okuyan bilmediğini öğreniyor mu ya da yazarın önemli görerek anlattığı konuyu aynı önemde görüyor mu bilmiyoruz.

Burada anlatmaya çalıştığım husus, bir yazar merak ettiği, aklına takılan bir konuyu yazıp okuyucusundan bilgilenebiliyor mu? Yani yazar bir konuyu bilmiyorsa, konuyu bileni de bilmiyorsa ne yapabilir ki başka? Belki okuyucularından bilen biri çıkar da hem yazar hem de okuyucu öğrenir. Edebiyatta yeri var mı böyle bir yazının bilmiyorum ama yazıyorum ve sesleniyorum:

-Ey okuyucu, biliyorsan ses ver!

Bu, öyle her işin bir erbabı bir ışığı var denilerek izah edilebilecek bir şey değil. Tesadüfen görülen bir mucize de değil. Kanımca açıklanmaya muhtaç bir konu.

Şimdi, toplan nüfusu elli bin, yirmi altı köyden ibaret bir ilçede mevcut üç kasaptan biri, kurban bayramında kesilen yüzlerce hayvandan birini üç kilo etten tanıyabilir mi? Bir bakışta, laboratuvar analizi falan yapmadan?

Kurban bayramının üçüncü günü. Kayın validem,  yedi kişi ortak kestikleri danadan payına düşenlerin bir kısmını kıyma yaptırmak istiyor. Bu görev de doğal olarak kıymetli ve vefalı damatlarından biri olan bana düşüyor. Ben de verilen üç-dört kilo civarındaki dana etini kıyma yaptırmak üzere tarif edilen kasaba götürüyorum. Sıra bana gelince kasap ete bakıyor ve “Hasan Yılmaz’ın danası değil mi bu” diye soruyor.

-Evet, fakat sen nereden bildin?

-Bilmemiz abi memlikatımızın danasını!

Şaşkınlığım geçmeden kıymayı elime verdi ve sıradakine döndü. Kasabın başı kalabalıktı ve bana o kadar etten danayı nasıl bildiğini anlatmadığı gibi kestirip atarak konuyu bir daha tartışmayacağını da bildirmiş oldu.

Benimse o günden beri kafama takıldı bu konu. Bir kasap, üç kilo etin bir bakışta kimin danasına ait olduğunu nasıl bilebildi?

Önce kurbanı onun kesmiş olabileceğini sandım, değilmiş. Beni tanıdı desem (ilk defa giriyorum dükkanına), etin kayınvalidemin olduğunu, onunda kimlerle ortak kurban kestiğini, kesilen kurbanın da kimden alındığını öğrendiği varsayımı çok uzak bir olasılık. Yani beni bilecek. Etin kayın valideme ait olduğunu tahmin edecek. Onun da kimlerle ortak kurban kestiğini bilecek. O kişilerin de kimin danasını aldıklarını bilecek. Yani koyunların yünlerinin tele takılması gibi bir şey bu, olacak bir şey değil.

Kasabada tek hayvan yetiştiricisi var ve herkes ondan alıyor deseniz, araştırdım ki o kişi tek hayvan beslemiş ve her evde de böyle bir hayvan beslenmiş neredeyse.

O günden beri kime sorduysam da tatmin edici bir yanıt alamadım. Evet, üç kilo etten kesilen hayvanın kime ait olduğu bir bakışta nasıl anlaşılır? Bilen varsa beri gelsin!

İDDİALI BİR YAŞAM

-Bu mahalleyi ben kurdum!



Bunu söyleyen, öğrenci evimize askıyla çay servisi yapan yandaki kahvenin garsonuydu. Neden eve getiriyordu, derseniz, ev zaten kahve gibiydi. Salonda king oynayan dört, seyreden altı kişi, antrede ohel oynayan dört seyreden yedi kişi. Neredeyse kahveden kalabalıktık. Seyirci sayısının fazlalılığı evdeki oyun oynamaya elverişli masanın azlığındandı.

Kahvenin garsonu Jet Salih’in mahalleyi kurma iddiası, mahallede birkaç evin inşaatında çalışmasından kaynaklanıyordu. Olsun, iddialı olmak güzeldi. Bulmuşsun dinleyecek bir sürü öğrenciyi, konuş gitsin bir şehir plancısı veya bir belediye başkanı kıvamında:

-Bu mahalleyi ben kurdum!

Öyle inandırıcı öyle etkili konuşuyordu ki, elinde çay askısı olmasa inanacağız şehir plancısı veya belediye başkanının konuştuğuna. Hatta bazı arkadaşlar onun on iki eylülde işsiz kalmış bir mimar olduğunu, o nedenle kahvede çalıştığını sanmışlar. 

Örneğin Jet Salih’in bir sözü daha vardı ki hala çözülebilmiş değildir:

-Karı koca öğretmen, kendi doktordu!

En mantıklı olasılık öğretmen olan eşlerden birinin doktora yapmış olması ama hala gerçeği bilmiyoruz, arıyoruz.

Jet Salih’ten mi miras kaldı bilmiyorum ama severim iddialı konuşmayı.

-Kağıt toplama mesleğinin ilklerindenim. 

-İlk çevrecilerden biriyim, insanlar ziraatta temiz bir ortamda piknik yapabiliyorsa sayemizdedir.

-Profesör olacak çocuk, salyangoz toplamasından belli olur.

Bu kadar iddialı konuşma cesaretini veren şey aslında bir olumsuzluk; parasızlık. Şimdi bu iki nedenden olur: kaynakların ihtiyaçlardan az olması, ya da kaynaklarla isteklerin aynı zamana rastlamamasından. 

Evet, kaynaklar ihtiyaçlardan azdı. Belki çok ciddi bir planlamayla sürekli kısıtlı ama daha az parasız yaşanabilirdi. Fakat o zaman da asla belli şeyler mümkün olmazdı. Bu nedenle biz bazı şeyleri kaynaklarımızın az olmasına rağmen yaşayıp daha çok parasız kalmayı tercih ediyorduk. Bazı şeyleri yaşamış oluyorduk bu sayede. Bunu en iyi bizim Adnan anlatıyordu:

-Siz bir gün, “bana bir blady mary, buz atmayın kadehi soğutun lütfen” diyorsunuz, kalan onbeş gün ise mezar kazıyorsunuz altın diş bulmak için!

O kadar olmasa da benziyordu halimiz. Paramız gelince lokantalardaydık. Elimiz de açıktı. Kahvede çaylar bizdendi, lokanta da ise her an kasaya koşmaya hazırdık. Bilardo masasında ise sıranın kendisine gelmesini beklerdi seyirciler, biz bırakırsak istekaları. Bu ara Laz Bülent uyarısını yapıyordu:

-Şimdi kralsınız da birkaç gün sonra düşer gardınız, sefil fareler!

Dünyada miktara dayalı tüketimi de ilk biz başlattık belki de:

-Abi, şu kadar paramız var, o kadarlık bilardo oynayacağız, süre bitince haber ver, cümlesi bize aitti.

Yıllar sonra yine ben bir taksiciye son paramı vermiş:

-Beni bu kadarlık götür, gerisini yürüyeceğim, demiştim.

Gelelim şu çevrecilik, kağıt toplama işine. Şimdi ekim-kasım aylarında kış hazırlığı başlar. Beş yüz kilo odun alırız. Tahminen şubat civarı odun biter. Önce sıra portakal sandıklarına gelir. Hani her yıl okulun başladığı günlerde alıp kağıtla kapladıktan sonra kitaplarımızı içine sıraladığımız portakal sandıklarına. Eh odun bitmiş, portakal sandıkları da yakılmış. Daha yakılacak bir şey kalmamış. Tamam, sürekli okulda kahvede vakit geçiriyoruz ama evde de soba yakılması gereken günler var. Yıllık beş yüz kilo odun istihkakımız da bitmiş ve sınav dönemi. Ne yapacağız? 

Evimize yakın bir piknik yeri var. İnsanların sorumsuzca attıkları kağıt, naylon parçaları, ağaçlardan kırılıp düşmüş dal parçaları. Birkaç çuval topladıktan sonra onları yakarak ısınırdık ve bittikçe tekrar gider toplardık. İnsanlar bilmezdi piknik yeri neden bu kadar temiz hala, bunca attıklarına rağmen.

Profesör olacak çocuğun salyangoz toplamasına gelince. O zamanlar sürekli ilanlarla insanları salyangoz toplamaya teşvik ediyorlardı. Ev arkadaşım, kaynak yaratmak amacıyla “ben bulurum, bu havada çıkar salyangozlar” diye evden çıktıktan sonra üç salyangozla geri dönmüştü. Arkadaşım, profesör olacak kadar mesleğinde ilerlemiş ama üç tane bulabildiği için salyangozdan anlamadığı anlaşılmıştır. Üç salyangozun peşinde yağmurda dolaştığı için bir hafta hasta yatması da cabası. Bir başka profesör olan arkadaşımın evinde bir gece kalınca da halime şükretmiş, en soğuk öğrenci evinin bu arkadaşın kaldığı ev olduğu, iddiasını ortaya atmıştım.

Yeri gelmişken bir başka iddiayı daha ortaya atayım:

-Benimle hem liseyi hem üniversiteyi okuyan profesör olur!

Liseyi ve fakülteyi birlikte okuduğumuz üç arkadaştan ikisi profesör oldu, yetmez mi?

Yine başka bir iddia:

-İki yarım bir tam etmez ya da lokantada iki az porsiyon bir tam porsiyon etmez!

Bir arkadaşımız lokantaya gider, önce az kuru az pilav, daha sonra bir az kuru az pilav daha söylerdi. Lokantacının torpili sayesinde iki az yaklaşık bir buçuk porsiyona denk gelir, arkadaşım anca doyardı.

Alın size bir başka iddia: 

-Tuvalette ilk devamlı müşteri indirimi bize uygulanmıştır!

Öğrenci evimizi dağıttıktan sonra sınav dönemlerinde bir arkadaşımın yanında kalıyordum. Evinde diyemiyorum çünkü arkadaşım bir dükkanda kalmaktaydı. Bir lavabo, bir somya denen tek kişilik karyola ve bir yer yatağı ile birkaç mutfak malzemesinden müteşekkil bir ev, pardon dükkan. Yeme, içme, yatma kolaydı da tuvalet işi zordu. Bu ihtiyaçlar için yakındaki bir camiye gidiyorduk. Oradaki görevli de her seferinde hatırlatıyordu indirimimizi:

-On beş ama siz on kuruş verin, ne de olsa devamlı müşterisiniz!

TARİHE GEÇMEK


Gölcük Depremi sonrası orada bulunan bir komutan anlatıyor: 



-Deprem olunca öyle uluorta don-gömlek ortalığa çıkmayalım, dedim. Giyindim öyle çıktım. Bir baktım ki kapımda nöbet tutan asker de orada. Depreme rağmen kaçmamış nöbet yerinde duruyor! 

Düşündüm de: 

-Nöbet tutan asker, o panikte nasıl oldu da sağlıklı karar verebildi? İçgüdüsel değil de bilinçli hareket edebildi? 

-Belki de nöbet yerini terk etmekle ölmek arasında bir fark görmedi. Kaçarak ölmektense mertçe ölmeyi seçti. 

-Komutan da don-gömlek askerinin karşısına çıkmakla ölmek arasında bir fark görmedi. Kaçarak don gömlek ölmektense komutan gibi ölmeyi seçti. 

-Sonuçta, her ikisi de ölmedi. Biri nöbet yerini terk etmemiş oldu, diğeri de don-gömlek askerinin karşısına çıkmamış oldu. Tam anlamıyla kazan-kazan durumu. 

Diyeceksiniz olsa ne olurdu? 

Bir şey olmazdı, kaçmak da, don-gömlek görünmek de insani bir şey. Fakat tarih risk alanları yazıyor sadece, fark burada.

GEÇ Mİ KALDIK?

Kurtlar Vadisi dizisinden bir konuşma:



-Ben hep güçlüden yana oldum!
-Ben hep haklıdan yana oldum!

Bir başka zaman iki ünlü tiyatrocumuz kapıştı:

-Ben para biriktirdim!
-Ben para biriktiremedim, insan biriktirdim!

Bir kişisel gelişim kitabında yazıyor:

Bütün seçeneklerde kazanma hali; kazan-kazan yöntemi.
Bazı seçeneklerde kazanıp bazen kaybetme hali; kazan-kaybet yöntemi.
Bütün seçeneklerde kaybetme hali; kaybet-kaybet yöntemi.

Şimdi, yukarıdaki bilgiler ışığında:

a) Güçlüden yana olarak güçlünün olanaklarından yararlanarak para ve insan biriktirme hali; kazan-kazan yöntemi,

b) Haklıdan yana olduğu için güçlünün korkusundan biriktirdiği bütün insanların kendisini terk etme hali; kazan-kaybet yöntemi,

c) Haklıdan yana olacağım diye hem parasız hem de insansız kalma hali; kaybet-kaybet yöntemi,

Seçeneklerimiz vardır.

Bir de zamanında hatasını anlayıp kulvar değiştirenler var ki onların durumu henüz netleşmedi. Bunlar, Sedat SİMAVİ’nin ünlü “ kalemini gerekirse kır, asla satma “ sözünü, “kalemini gerekirse kır asla satma, kırık kalemi daha pahalıya satarsın” tercihini yapanlardır. 

Geçenlerde bir arkadaşımın dediği gibi:

-Bunca yıl haklıdan yana olalım, insan biriktirelim dedik halimiz ortada. Acaba çocuklarımızı başka türlü mü yetiştirsek?

Ya da bu soruyu sormak için geç mi kaldık?

HEMŞERİ KIYAĞI


Artık şansın ya da şanssızlığın da genetik olduğunu öğrendiğimden beri takmıyorum kafama. Ne yapayım, rüzgarı arkasına alanlardan değilim. Sürekli akıntıya karşı kürek çekenlerdenim. Yavaş da olsa yorucu da olsa sonuçta ilerliyorum. Ancak rüzgarın bir gün arkadan eseceğine olan inancım her zaman devam ediyor. Anlatacağım olay da bunlardan biri.

Fakülte son sınıf ikinci dönemde bir dersten sene kaybetmişiz. Sınava kadar yapacak bir şey yok. Memlekette de kalasım yok. Girdim bir pazarlama firmasına, çalışıyorum. Bu arada Sümerbank da bir kampanya yapmış, üniversite öğrencilerine taksitli satış yapıyor. Ben de çalışmaya gidiyorum, kıyafetimi düzelteyim diyerek memlekette bir palto aldım taksitle ve Bursa’ya doğru yola çıktım.

Bindiğim yer de gideceğim yer de yol üzeri, son durak değil yani. Otobüse binince “işte rüzgar arkadan esmeye başladı” dedim. Zira bindiğim otobüsün muavini memleketten tanıdık çıktı, Horoz İrfan. Bizim mahalleden değil ama sanırım ilkokuldan tanıyorum onu. Söylediğine göre otobüsün şoförü ve sahibi de hemşerimizmiş.

-“Molada ayrılma bir yere” diye tembih etti.

Molalarda beni yanından ayırmadı. Yemekler, çaylar, ayranlar, tostlar. Ben mola yerlerinde şoför ve muavinlere bu kadar ilgi alaka olduğunu ilk defa görüyordum. Bu arada Horoz İrfan yeni aldığım paltoma da iltifat etti:

-Çok güzelmiş palton, güle güle giy!

Sonunda bu güzel yolculuk bitti. İneceğim yere yaklaşınca hemen üzerimdeki bölmeden paltomu alayım dedim, yok. Aradım, etrafa baktım, yok. Horoz İrfan da neredeyse otobüsün her yerine baktı bulamadı.

-Belki biri yanlışlıkla almıştır. Geri getirir ben de yazıhaneye bırakırım, sen merak etme, deyince indim çaresiz. Onlar da İstanbul’a doğru yola devam ettiler.

Yazıhaneye birkaç defa uğradıysam da haber çıkmadı. Anlaşılan paltom çalınmıştı ve ben de bir Bursa kışında paltosuz kalmıştım.

Şimdi, insanın iki paltosundan biri çalınsa, hırsıza kızsa da kafasına o kadar takmaz.  Sonuçta sırtı sıcaktır. Ben yenisini aldığım için eskisini memlekette bırakmıştım. Belki bulunur da otobüs yazıhanesine bırakılır tekrar giyerim umudum da var. Yeninin taksitini zor ödeyeceğim ki, bir tane daha alma olanağım yok. En acısı da paltonun bedelini sen ödüyorsun, sen titriyorsun birileri keyfini sürüyor.

Günlerce o soğukta ceketimle gezdim. Hiç kimseden bu hırsız kadar nefret etmedim ömrümde. Hiç kimse de benim kadar bir hırsızlığın bedelini bu kadar ağır ödememiştir herhalde. Bugün bile hırsızlıktan ve hırsızlardan nefretimin temelinde o soğuklarda titrememin etkisi mutlaka vardır eminim.

Sonunda patronum halime dayanamadı ve beni giyindiği mağazaya gönderdi. Mağaza sahibi de çok ilgilendi benimle ve en lüks marka paltolarından birini giydirdi. Bir de kaşkol hediye etti.

Aylar sonra memlekete döndüm. Hala taksitini ödediğim kayıp paltomu Horoz İrfan’ın bırakıp-bırakmadığını sordum. Yazıhaneci kimsenin bir şey bırakmadığını söyledi. Tam çıkarken:

-Geçenlerde  gördüm, muavinliği bırakmış. Sırtında da senin tarif ettiğin gibi bir palto vardı. “ Enayinin biri unutmuş otobüste, allah razı olsun” diyordu.

Evet, ortada bir hemşeri kıyağı vardı ama kimin kime kıyağı o belli değil.


NE ZAMAN?


Babam evin en küçüğü ben de babamın en küçük çocuğu olunca A’şalam da babaanne kıvamında. İyi ki de öyle. Zira babaannem ben küçükken ölmüş. Hiç hatırlamıyorum. Evet, A’şalam  babaannemiz gibi. Ayşe Hala ama biz ona hep A’şala deriz. Her hafta en azından köyden pazara gelir, bize uğrar. Eli boş da gelmez. Aslında bir sürü kendi torunu olmasına rağmen bitmez tükenmez şefkati bize de yeter.

Bir de kuzenim var babamdan iki yaş küçük. Me’rem Hala. Ana-kız son yıllarını bol miktarda gezerek geçirdiler. Gezi dediysem öyle cruise gemileriyle dünya turu veya bir ülke turu değil. Bir vesileye dayalı etraf köy, kasaba ve en fazla şehirlere uzanan geziler. Arada programlarına tanık olurdum:

-Haftaya Tire’de Gülser’in oğlunun sünneti var. Öbür hafta da Didim’de Helime Gadının kızı nişan oluyor. Daha Aydın’da Hacer’e taziyeye gidilecek.

Bunlar ana-kız böyle gezerken A’şala bir düğünde rahatsızlanmış, aceleyle hastaneye kaldırılmış. Babam da çok kızmış, “ne işin var bu yaşta düğünde” diye, gezmesini yasaklamış.  A’şalam ise babamın koyduğu yasağı  (kadınların erkek kardeşlerine düşkünlüğü mutlaka incelenmeli)  delme peşinde:

-Çocukken “kız kısmı gezmez” dediler evde oturduk. Gençken “evlen, kocanla gezersin” dediler. Evlendim, “çocuklar küçük büyüt de gez “ dediler. Çocuklar büyüdü bu sefer de adamı kaybettik. Dul kadın gezmez” dediler, oturduk. Yaşlandık, gezmeye başladık bu sefer de “yaşlısın, hastalanıyorsun, ne işin var gezmede” diyorlar. Söyleyin ben ne zaman gezeceğim?

NE, ÖĞRENCİ HA!


Yıl 1981 Bursa’dayız. Tercih yaparken iyi araştırmamışız. Kazanmak yeterli demişiz. Bir baktık ki yurt yok, özel bir yurda yerleşmişiz. Şartlar da iyi değil. Mecburen ev aramaya başladık. Aramaya da en güzel, en lüks semtten başlamışız, Çekirge ’den. Bir kapıcının uyarısı geldi:

-Burası Bursa’nın en lüks semtidir. Kiralar pahalıdır. Siz en iyisi kenar semtlere gidin. Kesenize göre ev bulunur orada.

Evet, tarif üzerine Araba Yatağı denen semtte ev aramışız, kiralar uygun olsa da öğrenciye ev verme taraftarı değil ev sahipleri. Yorulmuşuz. Aramaya ertesi günü devam etmeye karar verdik. Yurda dönmek üzere otobüs durağındayız. Sivil plakalı bir siyah Renault araba durdu:

-Gençler ne bekliyorsunuz?

-Ev aradık bulamadık. Şimdi yurda dönmek için otobüs bekliyoruz. Öğrenciyiz abi.

-Ne, öğrenci ha!

Arabanın dört kapısı birden açıldı.  Arabadan dört eli telsizli adam hışımla indiler. Sorgu oracıkta başladı hemen:

-Nerede okuyorsunuz?

-Nerelisiniz?

-Neden ev arıyorsunuz?

-Hangi yurttasınız?

Gördüğümüz muameleye bakarsanız; bir kahveyi taramaktan geliyoruz, elimizdeki kalaşnikofları paltomuzun altında gizlemeye çalışıyoruz, üzerimizdeki bombaların kabloları paçamızdan sarkmış ve cebimizdeki el bombaları da şişkinlik yapmış gibi.

Sorgudan bir arkadaşın sorusu kurtardı bizi:

-Abi, siz polissiniz galiba?

-Hayır oğlum, polis değil bekçiyiz hah ha ha!

Arkadaşın bu masum sorusu üzerine anlaşıldı ki, biz Anadolu’nun bağrından kopup  okumaya gelen gençleriz. Hemen tavır değişti:

-Oğlum, siz temiz çocuklara benziyorsunuz ama burada ev aramayın. 12 Eylülden önce burada her gün on adam ölüyordu. Gidin başka yerde ev arayın.

Yaklaşık on yıl önce de Diyarbakır’dayız. Başbakan gelmiş, konuşma yapıyor. Kendini dinleyen iki yüz kişi ya var ya yok. Sloganlarından anlaşıldı ki dinleyenlerin yarısı da Köy Hizmetleri İşçileri. Kadro istiyorlar. 

Miting alanına yüz metre mesafede ise üç tane türbanlı kız öğrenci, polisler tarafından durdurulmuş. Ellerindeki dilekçeyi Başbakana vermeye çalışıyorlar. Yaklaşık otuz polis etraflarını çevirmiş ki başbakana yaklaşmasınlar.

Kızların çok cılız, polislerin ise son derece heybetli olduğunu görünce hemen önlerindeki tek polisin onları durdurabileceğini anlamak zor değil. Peki, kalan 29 polis? Onlar öğrenci payı. Sonuçta üniversite öğrencisi bunlar, tedbirli olmak lazım.

Geçen akşam haberlerde devlet büyüklerinin yanında eli şemsiyeli korumalarını ve kalkanlı polisleri de öğrencilerin önünde set yapmış halde görünce bu anılarım aklıma geldi. Aradan otuz yıl geçse de öğrenci potansiyel tehlike konumunu koruyor. Batı cephesinde değişen bir şey yok anlaşılan.

NE ZAMAN?

Babam evin en küçüğü ben de babamın en küçük çocuğu olunca A’şalam da babaanne kıvamında. İyi ki de öyle. Zira babaannem ben küçükken ölmüş. Hiç hatırlamıyorum. Evet, A’şalam babaannemiz gibi. Ayşe Hala ama biz ona hep A’şala deriz. Her hafta en azından köyden pazara gelir, bize uğrar. Eli boş da gelmez. Aslında bir sürü kendi torunu olmasına rağmen bitmez tükenmez şefkati bize de yeter. 

Bir de kuzenim var babamdan iki yaş küçük. Me’rem Hala. Ana-kız son yıllarını bol miktarda gezerek geçirdiler. Gezi dediysem öyle cruise gemileriyle dünya turu veya bir ülke turu değil. Bir vesileye dayalı etraf köy, kasaba ve en fazla şehirlere uzanan geziler. Arada programlarına tanık olurdum: 

 -Haftaya Tire’de Gülser’in oğlunun sünneti var. Öbür hafta da Didim’de Helime Gadının kızı nişan oluyor. Daha Aydın’da Hacer’e taziyeye gidilecek. 

Bunlar ana-kız böyle gezerken A’şala bir düğünde rahatsızlanmış, aceleyle hastaneye kaldırılmış. Babam da çok kızmış, “ne işin var bu yaşta düğünde” diye, gezmesini yasaklamış. 

A’şalam ise babamın koyduğu yasağı (kadınların erkek kardeşlerine düşkünlüğü mutlaka incelenmeli) delme peşinde: 

-Çocukken “kız kısmı gezmez” dediler evde oturduk. Gençken “evlen, kocanla gezersin” dediler. Evlendim, “çocuklar küçük büyüt de gez “ dediler. Çocuklar büyüdü bu sefer de adamı kaybettik. Dul kadın gezmez” dediler, oturduk. Yaşlandık, gezmeye başladık bu sefer de “yaşlısın, hastalanıyorsun, ne işin var gezmede” diyorlar. Söyleyin ben ne zaman gezeceğim?

KİM KAZANACAK?


-İstanbul trafiğinin iyi tarafı nedir?

-Yol o kadar uzundur ki ya da işe veya eve gitmek o kadar uzun sürer ki, evdeki problemler işe, işteki problemler de eve taşınmaz.

-Oyun oynarken kızmak, bir kağıt oyunu veya tavla için kızmak kalp kırmak ayıp değil mi?

-Değil, bir oyunda kızmak oyunu kendini vererek oynamak, ciddiye almak demektir. Aşırısı tabi ki zararlıdır ancak kıvamında olursa İstanbul trafiğinin faydasını gösterir. Kendini vererek oynamak beyni temizler, dinlendirir. İşteki evdeki bütün problemleri unutturur.

Hatta daha ileri gideyim, bir çocuk bir saat oyun oynadıktan sonra ders başına oturursa okuduğunu daha iyi anlar.

Şimdi, bu sonuçlar nereden çıktı? Tabi ki hayat tecrübemden çıktı. Öğrenci evindeki bir arkadaşım çok güçlüydü ve asla güreşte yenmem mümkün değildi. Fakat problem varsa çözüm de mutlaka vardır. Düşündüm ve gördüm ki arkadaş güçlü olsa da sigara içiyor. Ben içmediğim için güreşi biraz uzatabilirsem arkadaş sigara nedeniyle nefes nefese kalınca bir hamleyle yeniyordum.

Bundan sonraki güreşlerimde aynı yöntemi denedim. Rakibim güçlü de olsa güreşi uzatabilirsem sigara içmemem sayesinde onu yenebiliyordum.

Bir başka arkadaşım ise bilardoda çok iyiydi. Ben iyi oynamıyorum diye oynamayacak mıyız yani? Kısa sürede onu da çözdüm. Arkadaş aynı benim gibi oyunda çok kızan biriydi. En çok kızdığı da bilardoda “balık sayı” denilen tesadüfen alınan sayılardı.

Ben de düşündüm ki arkadaşı yenebilmem için birkaç tesadüfi sayı almam ya da onu kızdırarak konsantrasyonunu bozmam gerekiyordu. Arkadaş normal oyununu oynarken ben balık sayı peşinde koşuyordum. Eğer bir-iki balık sayı alabilirsem arkadaşın kendine gelmesi oyunun sonunu buluyordu.

Oyunda yenilip hesap ödemeye gitmek ise adeta bir ölümdü ikimiz için de. Etraftan takılanlar falan. O nedenle bizim bilardo maçımız, belki de kahve tarihinin en kalabalık seyircili maçı olma özelliğini hala koruyor olabilir. Gece iddialaşıp sabah kahvenin açılmasını beklediğimiz çok olmuştur. Derse gitmek için uyanamayan bizler bilardo oynamak için saat kuruyorduk. Sabahın yedisinde herkes gazete okurken bizim bilardo oymamamız sıradan hale gelmişti kahvede.

-Bunlar yine iddialaşmış gece!

Hele bir maçımız var ki eminim hala hafızalardaki yerini muhafaza ediyordur.  Dört top oynuyoruz ve beş yüz çekiyoruz. Arkadaş 490 ben 460 sayıdayım. Normal gitsem yenileceğim. Ben de banttan attım sayıyı almak için. O da tesadüfen üç topa vurdu ve ben yirmi beş sayı aldım. Banttan attığım için iki katı elli sayı alarak oyunu kazandım.

Arkadaşım, bana yenilmek neyse de bir de balık sayı ile yenilmeyi hazmedemediğinden elindeki tebeşiri sinirle fırlattı ve masaya tükürdü. Kahvenin garsonu Cemil Abi, elinde ilk yardım çantası ile hemen yetişti  ve briç oynarken kafasına gelen tebeşirle yaralanan Fahir’e pansuman yaptı.

Bu maçımız bize gerçekten emek veren, bilen, eğitimli insan yerine emek vermeyenlerin kazanabileceği bir hayat dersini de verdi aynı zamanda. Ve de her zaman bilen, emek veren ve güçlü olanın kazanamayacağını da.

Evet, bütün bunları neden yazdım? Her zaman anlatmaktan bıkmadığım anılarımı anlatmak için mi? Hayat dersi vermek için mi?

Hayır, sadece bugünlerde etrafımızda ve ülkede benzer olaylar yaşandığı için. Benim gibi kendinden güçlü olanları güreşi uzatarak nefesini keserek yenmeye çalışanlar ya da oyunu bilmediği iyi oynayamadığı halde değişik taktiklerle (balık sayı alarak rakibin moralini bozmaya çalışarak)maçı kazanmaya çalışanlar.

Kimin kazanacağını hep birlikte göreceğiz.

ANLAŞMAK İÇİN DİL GEREKLİ Mİ?



Bazı şeyler sonradan öğrenilmez. Çocukluktan itibaren şekillenir. İnsan davranışı yetiştiği çevreye göre değişiklik gösterir. Doğu insanının insana davranışı, saygısı tartışma götürmez bir şekilde farklıdır, içtendir ve insanı anında etkiler. O nedenledir ki özellikle hizmet sektöründe doğu insanının yetişmiş eğitilmiş batı insanına göre tartışılmaz bir üstünlüğü vardır.

Bu, planlanarak isteyerek yapılmaz, alışkanlıktır. Ne demek istediğimi anlatmak için meclisin ilk açıldığında gerçekleşen Devlet Bahçeli-Ahmet Türk tokalaşmasına bakmak yeterlidir. Siyasi bakış ve dünya görüşü bakımından asla bir araya gelemeyecek insanların tokalaşmasındaki samimiyet saygı davranışı tamamen alışkanlık ve kültürle açıklanabilir.

Devam edecek olursak, saygı göstermek de bir başka kültürdür. İçeriye bir büyük girdiğinde ayağa kalkmak ya da bir başka bir şekilde saygısını, farkındalığını göstermek de bir alışkanlık ve bir kültürdür. Batıdan doğuya gidildikçe de artar.

Benim en hoşuma giden saygı davranışı ise Bursa’da cenazeye gösterilen saygıdır. Bir cenaze geçerken gören herkes ayağa kalkar ve ölen kişiye tanımasa bile saygısını gösterir. Bu bence hedef gözetilmeden, ölenin kimliği bilinmeden yapılan bir saygı gösterisi olduğu için en etkilisi, en içten olanıdır.

Efendim, güneydoğuda görevdeyiz. Uzun süredir oradayız. Kurban bayramını, yazın sıcağını hep orada geçirdik. Bamyasız, börülcesiz ve de kızartmasız bir yaz oldu. Ailemin otobüsle gönderdiği bamya ve börülcenin uzun yolculuktan sağlam kalanları ile tadımlık bir parti yaptıysak da  eksikliklerini hep hissettik. Bayramdaki gurbet acısını da.

Fabrika girişindeki bekçi kulübesinin üzerindeki iki odada kalıyoruz. Mesai dışındaki zamanımızı şehrin en serin yeri olması nedeniyle bahçedeki havuz başında ağaçların gölgesinde geçiriyoruz. 

Böyle olunca da sık sık bekçi kulübesi üzerindeki misafirhaneden havuz başına gidip-gelmemiz gerekiyor. Fakat her gidiş-gelişimizde kulübe önünde nöbet tutan bekçilerimizde yukarıda saydığımız sebepten ötürü aşırı bir telaş, bir saygı gösterisi görülüyor.

Benim gibi mesleğinin ikinci yılındaki genç bir insan için saygı görmek, varlığının farkında olunması hoş bir duygu olsa da bu günde defalarca tekrarlanınca çekilmez bir hal almaya başladı. “Gerek yok, oturun, rahatsız olmayın” şeklindeki sözlerimiz de durumu değiştirmiyordu. Esasen çoğu da Türkçe bilmiyordu zaten. Bir şey istediğimizde iyi Türkçe konuşan misafirhane personelimiz geliyor ne istediğimizi ona söylüyorduk:

-Beyim onlar Türkçeyi iyi konuşamıyorlar, bir yanlışlık olmasın bana söyleyin, diyordu görevlimiz.

Evet, bir tuvalete gitmek için bile kulübenin önünden geçerken personelin abartılı saygı gösterisi ve telaşına katlanmak zorunda kalıyorduk. Neyse ki çözümü bulmakta gecikmedim. Kulübenin arkasındaki bir metrelik duvarı atlayarak personele görünmeden havuz başına gitmenin yolunu buldum da rahatladım. Fakat bu benimle kendi aramda kaldı. Kimseye bir şey söylemedim.

Aradan yedi yıl geçti. Ben yine aynı şehirde görevliyim. Bu sefer şartlar daha iyi. Fabrika şehir dışına taşınmış. Her yere klima takılmış ve görevliler de değişmiş. Bir keresinde bir personeli çok telaşlı görünce, rahat olmasını bu kadar çekinecek bir şey olmadığı söyledim.

-Ben sizi biliyorum beyim, dedi.

-Nereden biliyorsun ki?

-Geçen eski fabrikaya gittim. Orada anlattılar. Siz bekçiler rahatsız olmasın diye kulübenin arkasındaki duvardan atlayarak havuz başına gidiyormuşsunuz.

Şimdi ne diyeyim ben buna? Kendi sırrımın açığa çıkmasına mı şaşırayım? Yoksa dilimi bilmedikleri, bu konuyu hiç konuşmadığımız halde; neyi neden yaptığımı çok iyi anlamalarına mı?

Bazı insanlara saatlerce konuştuğumuz halde anlatamadığımız bir şeyi, dilinizi bilmeyen insanların yedi yıl sonra bile hatırlayacak bir şekilde açık ve net olarak anlamaları neyi gösteriyor?

Ne dersiniz konuşmak, anlaşmak için gerçekten dil gerekli mi?





MOLVENO:56


On yedi yıl öğrencilik yaptım. Eğitim konusunda ahkam kesecek değilim. Sadece bunca yıl öğrencilik yapmış biri olarak, neden aklımda sülfürik asitin formülü ile lise birdeki sınıfımızın elektrik prizinin markasının kaldığını anlatmak istiyorum.


Askerde, bir anlatıp üç yaptırma ve eğiticilerin bir eğitici daha sonra pratik yapmalarının faydası var mı? Ya da sekiz yıl okulda öğretilen yabancı dille Fransız kültürde sadece bir kur atlayabilmemin orta birde başlayan fiil çekimleri ile ilgisi var mı, tabi ki bilmek isterim.

Fakat benim derdim başka. Sene yetmiş beş, İnebolu ortaokulu bir ce sınıfı, fen bilgisi öğretmeni Mustafa Tıraş hocamız sülfürik asidin formülünü söylüyor:

-Hasan iki salak Osman dört. Yani H2SO4. 

Böyle esprili söylenmese aklımızda kalır mıydı? O halde bütün dersleri esprili mi vermek lazım?

Fakültede ise Fikret vardı ki; bence ülkemizde repin babasıdır. Otuz yıl önce ders çalışırken okuduklarını rep tarzı söylerdi. O nedenle aklımızda kalırdı:

-Likidite tuzağı, gitti bizim buzağı!

-Mecmu arz mecmu talep, yakın mı size Halep? (Antepli Mehmet’e)

-Hülya, Yıldız, Afife, iktisadı alma hafife!

Adnan’ın ise daha radikal görüşleri vardı; Türkiye ekonomisi dersinde enflasyon rakamlarını ardı ardına sıralarken arkada fonda üç mini etekli kız sürekli tekrarlayacaklardı:

-Memleket batıyor, hu hu hu!

İnebolu Lisesi dört ce sınıfındaki elektrik prizinin markasının hikayesi ise bir başka. Bizim zamanımızda Cumhuriyet Gazetesinin bulmacasını çözmek değil de bulmacaya yazılabilen harf sayısıyla ölçülürdü başarı. Zira, bulmacayı hazırlayan Şiar YALÇIN’ın Kuala Lumpur Belediyesinden istediği sokak isimleri kitabının henüz gelmediğini bir röportajında okumuştuk. Bulmacayı çözememek gayet normaldi o nedenle. 

Ne alaka diyeceksiniz; sınıfta bilgi yarışması düzenlendi. İki gurup yarışacaktı ve sınıf başkanı olarak soruları da ben hazırlayacaktım. Benim Kuala Lumpur Belediyesine yazı yazma durumum olmadığından nasıl zor sorular sorabilirim, diye düşünmeye başladım.

O sıralar bilgi yarışmalarında dikkat soruları sormak modaydı:

- Üst kat hadememizin adı nedir?

-İkinci kata çıkan merdiven kaç basamaktır?

Ben de sınıfımızdaki elektrik prizinin markasını sormaya karar verdim. Yarışmanın ortalarında da sorumu sordum:

-Sınıfımızdaki elektrik prizinin markası nedir?

Bir uğultu koptu sınıfta, ne biçim soru bu sesleri. Lise üçteki ağabeylerimiz ve ablalarımızla bir kısım öğretmenimiz de seyretmeye gelmişti yarışmamızı. İyice keyiflendim. Sadistçe beklemeye başladım cevapları. İlk gurup cevap veremedi. İkinci gurup ise cevap kartonunu kaldırdı. Bugün bile hatırlamama neden olan o yanıt kartonda yazılıydı:

-Molveno:56

GÜLME KOMŞUNA!

Yıllar önce komşumuz rica etti. Buzdolabı almışlar, bozuk çıkmış, çalışmıyormuş. Üç beş mahalleli güç bela buzdolabını traktöre yükledik, alınan yere götürdük. Onların çalışanlarının da yardımıyla indirdik. Ertesi günü de yine aynı ekip buzdolabını geri getirdik, bin bir zahmetle eve yerleştirdik. Servis diye bir kavram yoktu anlaşılan o zamanlar. 



Nesi varmış diye sorduk. Bir şeyi yokmuş. Komşumuz merakla bir düğmeye basmış, bu da buzlanmayı çözmek için yirmi dört saat dolabı durduran düğmeymiş, dolap ondan çalışmıyormuş.Arızalı falan değilmiş dolap. Buzdolabını o kadar zahmetle alındığı yere götürüp ertesi günü tekrar eve getirmemiz komşumuzun merakından kaynaklanmış. 

O zamanlar çok gülmüştük mahalleliye. 

Bugün ben de bilgisayarımda epeydir çalışmayan kablosuz ağ bağlantısını düzeltmek için teknik eleman çağırdım. Eleman uzun uğraşlar sonucu kablosuz ağ bağlantısının kapatıldığı düğmeyi aradı bulamadı. 

Bunun üzerine internetten birkaç program indirdi olmadı. Tam umudu kesecekken bilgisayarımın açma düğmesinin yanındaki bir düğmeye basınca bağlantı açıldı. 

Meğer geçen gün kilitlenen bilgisayarı düzeltmek için rastgele bastığım düğmelerin arasında kablosuz ağ bağlantısını kapatan düğme de varmış. Eleman kibarlığından bir şey demedi ama benim aklıma komşumuz geldi nedense. 

Ne demişler ; gülme komşuna gelir başına. Otuz yıl sonra da olsa.

SÖYLEYEMEDİKLERİMİZ



-İstersen ben yardımcı olayım!

(Evimin duvarına yaslanmış, eşimi beklediğim yarım saat boyunca elinin bütün parmaklarını kullanmasına rağmen burnunun sağ iç tarafındaki parçayı bir türlü alamayan temizlik görevlisine)


***
-Dertleşiyor musun makineyle?
(Arkasındaki sırada bekleyen kalabalığa aldırmadan, gördüğü her rakamdan sonra uzun düşüncelerden sonra bir tuşa basan ATM’deki adama)

***

-Bu kadar güzel olmak zorunda mıydınız?
(Fakültede sınıfımızdaki adını bilmediğimiz ama dünyanın sekizinci harikası lakabını taktığımız sınıf arkadaşımıza)

***

-Biraz yürüyelim mi?
-Hayır, ne münasebet!
-O zaman koşalım!
(Ergenliğimde, bir kıza)

***

-Abla senin emekliliğe çok mu daha?
(Tam yirmiiki senedir işe gittiğim cadde üzerinde dilenen, dilenme konseptine henüz bir yenilik ekleyemeyen dilenciye)

***

-Ne mutlu bana ki, bir işim var ve gidiyorum!
(Kendime) 

***

-İleride tören falan lüzum ederse, Giresun’a ayak bastığım yer burasıdır!
(Giresun’daki yerel yöneticilere)

***
-Kırk yaşımı doldurdum, üniversite mezunuyum, şartlarım tutuyor!
(2007 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, milletvekillerine)

***

-Seni seviyorum!
(Rahmetli anneme)

ÖDENEMEMİŞ BORÇLAR



-Kediyle çocuk sevildiği yeri bilir!

Böyle bir söz duymuştum bir zamanlar. Evet, kedi ve çocuk sevildiği yeri bilir oraya gider, sırnaşır. Sevgisini şefkatini alır gider.

Benim de dayımın kayınvalidesi vardı; Elif Nine. Hem sık sık birlikte oynadığım dayımın oğlunu hem de beni çok sever sevgisini de gösterirdi. Ondan mı bilmem sık sık giderdim dayımlara oynamaya. Bir gün anneme:

-Elif Nineyi çok seviyorum ona okuldan simit getireceğim, demişim.

Annem de söylemiş galiba ki her seferinde takılırdı bana:

-Nerde kaldı benim simit?

Biz simide gevrek dediğimize göre simit dediğimiz, ilkokul beslenme saatinde sütle dağıtılan poğaça gibi bir şeydi. Ama çok güzeldi. Süt tozundan yapılmış sütü nasıl sevmediysem ve o günden beri ağzıma süt koymadıysam, bu simidi de o kadar çok sevmiştim.

Evet, Elif Nineyi çok seviyordum ve ona simit götürmek de istiyordum ancak hiçbir zaman beslenme saatinde aklıma gelmedi bu borcum. Ya simidi çok sevdiğimden ya da çocuk bencilliğimden bir türlü götüremedim Elif Ninenin simidini. O ise her seferinde soruyordu, şefkatinden bir şey eksilmeden:

-Hani benim simit?

Bu sefer lise yıllarımda bir neskafe muhabbeti açıldı. Halam:

-Nesgayfe de ne? Diye sordu.

-Sen içmedin mi?

-Nerden içeyim köy yerinde.

-Ben sana getireyim o zaman.

O zamanlar neskafe her yerde bulunabilen bir şey değildi. Sadece büyük şehirlerde ithal hatta kaçak mal satan yerlerde bulunurdu. Bir türlü kısmet olmadı almak. Ya aklımıza gelmedi ya da satılan yerlere ve kaynaklara uzak olduğumdan. Halam ise her seferinde hatırlatıyordu bana:

-Ne oldu benim nesgayfe?

Evet, Elif Nineyi ona simit götüremeden kaybettik. Tam neskafe alma aşamasına geldiğimde de halamı kaybettim. Her ikisi de benden alacaklı gittiler bu dünyadan.

Sabah sabah poğaça görüp yanında sıcak bir şey isteyince aklıma geldi ödenmemiş borçlarım. Güzel ve borçsuz bir gün diliyorum.