ÇIĞIRGAN TARİFİ

Çocukluğumdan beri çok severim, hem tadını hem de adını; çığırgan.

Tadını tarif zordur ancak adı sanırım kızarırken çok ses çıkarmasından kaynaklanıyor. Ama çığırgana bir çift sözüm var sonra tarifine geçeyim:

“Adım böyle diye üzülme çığırgan, o kızgın yağa kim düşse en az senin kadar çığırır merak etme”

Malzemeler:

1 Adet karnabahar
1 Adet soğan
2 Bardak un
Su
Zeyinyağ

Tarifi:

Öncelikle karnabahar parçalanarak bir tencerede kaynatılır.
Bir başka kapta un suyla karıştırılır ve içine bir adet soğan rendelenir.
Sonra kaynatılan karnabahar parçaları elde edilen hamura batırılarak yağda kızartılır.

Sarımsaklı yoğurtla servisi tavsiye edilir.


Afiyet olsun.

BİR İŞ VAR BU İŞTE!

12 Eylül döneminde, vatandaş işkence iddiasında bulunur, devlet inkar ve gizleme yoluna giderdi. Bunun için iz bırakmayan işkence yöntemleri olduğu veya işkence görenlere sağlam raporu veren doktorlar olduğu iddia edilirdi.

Aradan yıllar geçti, Avrupa Birliği yasaları geldi, CMUK geldi işkence iddiaları azaldı denirken 15 Temmuz patladı. Bundan sonra da kafası gözü yarılmış, her yanı sargılı paşa fotoğrafları her yerde görülür oldu.
Öyle ki her gün medyada görülen fotoğraflardan gözaltındakilere ne kadar dayak atıldığı veya işkence edildiğini izleyebilir hale geldik.

Yetmedi, bir tweet yüzünden Kıbrıs’tan iade edilen biri, havaalanındaki görevlilerce kameralar önünde linç edildi.

En son da Reina Katliamcısına gözaltında yapılan muameleyi de  yine medyada yer alan boy boy fotoğraflardan izledik.

Dün de önemsiz bir haber düştü medyaya: Yunanistan, darbeci askerleri iade etmeyecekmiş!
Sanki isteyen var!

Evet, görünürde darbeci askerlerin iadesini isteyen ancak yakaladığı veya iade edilenlere yapılan muamelenin açıkça ortaya serildiği bir ülkeye kim suçlu iade eder ki?

Bırakın suçluyu, bu şartlarda Talabani’nin dediği gibi,  bu ülkeye bir kedi bile verilmez.

Ben yukarıdaki bilgiler ışığında, bu ülkenin Fetö’yü ve diğer ülkelerdeki darbecileri gerçekten istediği kanaatinde değilim. Öyle olsaydı gözaltındakilere böyle muamele edilmez, yapılan muamele böylesine aleni bir şekilde teşhir edilmezdi.

Yine aynı şekilde,  Reina Katliamı gibi olayların da gerçekten çözülmek istendiğini düşünmüyorum.


Bir iş var bu işlerin içinde!

O SES TÜRKİYE’DE SURİYE’Lİ YARIŞMACI VAR MI?

O Ses Türkiye programını iki yıldır izliyorum. İzlediğim kadarıyla, bugüne kadar Kübalı, Azeri, İranlı, Ukraynalı ve Rus yarışmacılarla karşılaştım. Bunların bir bölümü ülkemizde yaşayanlar bir bölümü de yarışmak için ülkelerinden gelenler.

Geçen gün aklıma takıldı, neden ülkemizdeki 3,5 milyon Suriye’li mülteciden hiç yarışmacı yok?

Her gün yollarda, sokaklarda ve ekranlarda ölürken veya yardım kuyruklarında gördüğümüz Suriye’lileri bu yarışmada görmedim ben şahsen.

Üşenmedim, google amcaya da sordum. Suriye’li yarışmacı diye karşıma iki-üç yıl önce ekranda “mikrofon bırakma” eylemi yapan, yıllar önce Halep’ten Adana’ya yerleşmiş bir yarışmacı çıktı. Bunun dışında birine rastlamadım.

Tabi ki programda Suriye’li yarışmacı varsa ve bana denk gelmediyse bu yazımı geri alıyorum ancak kafama takıldı yine de:


-Ülkemizdeki 3,5 milyon Suriye’liden sesi güzel olan yok mu?

SUSTUM, SIRA BANA DA GELDİ!

Açık söyleyeyim, bugüne kadar Milliyet Blog yayın ilkelerini okumadım, okumayı da düşünmüyorum. Yazımın yayınlandığı diğer yayın organlarının da. Nedeni, ben yazmak istediğim için, insanlığa diyeceklerim olduğu için yazıyorum ve benim de kendime göre ilkelerim var. Beni sadece bu bağlar.

Evet, yazılarımın Milliyet Blogda yayınlanmasını ben istedim ve doğal olarak onlar da neyi yayınlayacaklarına karar veriyorlar. Ben kendi blogum ve arkadaşlarımla kurduğum www.karakoyunlar.com sitesi için “dükkân benim istediğimi yayınlarım, sonucuna da katlanırım” diyorum. Milliyet Blog için de aynı şey geçerli, “dükkân onların istediklerini yayınlarlar” görüşündeyim.

Bu nedenle yazımı neden yayınlamadınız demem, diyenlere de katılmam. Sansür de değildir bu. Zira sansür, örneğin bir yazı için dükkân sahibi olmadığı halde elindeki gücü kullanarak başkasının dükkânında ne satacağına müdahale edilmesidir.

Yaşadığımız devlet de yönetenlerin dükkânıdır bir yerde ancak tek fark, halktan aldıkları yetkiyi hukuka uygun, devletin ve halkın çıkarlarına uygun kullanmak zorundadırlar. Çünkü dükkanın sahibi halktır bu sefer. Eğer bu yetkiyi kişisel çıkarları için hukuka aykırı olarak kullanırlarsa, örneğin bir yazının yayınlanmasını engellerlerse işte buna sansür denilebilir ancak.

Bu çerçevede,  geçen gün bir hayli bekletildikten sonra reddedilen(sanırım yazıyı gönderdiğim diğer yayın kuruluşlarında da aynı akıbet bekliyor ), “Ver Bilal’i, al Celal’i” başlıklı yazımın da (nedeni açıkça belirtilmediği halde) yayınlanmamasını da bir sansür olarak görmüyorum. Editörler bir şekilde beğenmemişlerdir. Yoksa devletin işi gücü bırakıp “şu Erkan Sezgin’in yazısını yayınlamayın” dediğini sanmıyorum.

Ha, ben yazıda herhangi bir sakınca ve bir  hakaret görmüyorum, o ayrı konu. Öyle olduğu içindir ki yazıyı kendi bloğumda ve www.karakoyunlar.com sitesinde yayınladım.

Esasen, ben ülkemizde yaşanan sorunların kökeninin ta Tanzimata kadar dayandığı fikrindeyim . O nedenle eleştirilerimi kişilerden çok sisteme yöneltmeye çalıştığım için olsa gerek, şimdiye kadar gönderdiğim 1.185 yazı içinde reddedilen ikinci yazım olmuştur bu. Bundan dolayı şaşkınım biraz.

Ama yine de şu açıklamayı yapmadan da duramayacağım; her ne kadar yazımın başlığı, “Ver Bilal’i, al Celal’i” olsa da, bir şarkıda söylendiği gibi:
“Demedim, demedim bir şey demedim,

Sadece kafiye olsun diye söyledim”

ARANAN SULTANA SONUNDA ULAŞILABİLDİ!

Televizyonun eğitici yönü hep tartışmalıdır. Televizyondan bir şey öğrenilebilir mi ya da tarih dizilerden öğrenilir mi gibi. Üzerine ben de bir şey ekleyeyim; televizyondan bir şey öğreneyim derken o bizden neler götürüyor bu da göz önünde bulundurulmalı.

Evet, televizyonun ilgi ve eğitim alanımızda olmayan konularda bize bir şeyler kattığı doğrudur. Örneğin O Ses Türkiye izleye izleye “detone” sesleri hemen ayırabiliyoruz da henüz “pesleri” anlama aşamasına gelemedik maalesef. Önümüzdeki yirmi sezonun sonunda o aşamaya geleceğiz inşallah.

Aynı şey oyunculuk için de geçerli. Seyrede seyrede iyi oyunculukları da anlamaya başladık. Zaten bu yazının amacı da bu; eleştirmen olmadığımıza göre, bir izleyici olarak yapımcılara ve oyunculara bir geri dönüş sağlamak. Eğer sesimizi duyan olursa tabi.

Efendim, Muhteşem Yüzyıl ilk başladığında Kanuni rolünde Halit Ergenç ve Hürrem rolünde de Meryem Uzerli gibi güçlü oyuncularla başladı. Ki dizide ağırlık bu kişiler üzerindeydi. Yanına Nebahat Çehre de eklenince dizi çok yüksekten başladı ve bizi de kendine çekti. Hele Sümbül Ağa, tam anlamıyla ikramiye oldu bize.

Doğal olarak Muhteşem Yüzyıl Kösem dizisi de bu beklentiyle başladı. Burada merkezde Kösem Sultan olduğu için bu rolü oynayacak oyuncudan beklentilerimiz de bir hayli yüksekti. Kösem’in gençlik yıllarını canlandıran oyuncunun performansı fena değildi ancak Beren Saat tam bir hayal kırıklığı oldu. Dizide güçlü bir karakter olan Safiye Sultanı canlandıran Hülya Avşar da.

Bundan dolayı mı bilmem bu sene Kösem Sultanı Nurgül Yeşilçay canlandırmaya başladı. İlk bölümde biraz tutuktu ve ben “keşke Kösem’i ilk canlandıran kız devam etseydi,  hiç değişmeseydi” diye düşünmeye başlamışken Yeşilçay sonradan açıldı ve giderek tam anlamıyla bir sultan, hem de Kösem Sultan olmaya başladı. Aranan sultana nihayet ulaşıldı, kısacası.

Tabi bunlar benim görüşlerim. Ancak etrafımda bu diziyle ilgili duyduklarım, dizinin ilk zamanlardaki gibi gündemde olamaması da yapımcıları uyarmaya yetmiştir umarım.

Bilinsin ki, “gelen ağam giden paşam” sözü sultanlar için geçerli değildir. Gelen sultanın da gideni aratmaması gerekir.

Benden söylemesi.


HİLAL İDAM EDİLİRSE DİZİ BİTER!

Bunu bir şey bildiğimden değil, dikkatli bir izleyici olarak hislerime dayanarak söylüyorum. Bunu baştan belirteyim. Ki oyuncuların bile bilmediği “dizide neler olacağını” benim gibi bir izleyicinin bilmesi zaten mümkün değil.

Hayır, bu bir temenni de değil, sadece bir tahmin. Nedenine gelince, hatırlarsanız Özgecan Olayı Türkiye’yi benzerlerinden çok fazla sarsmıştı. Bir yazarımız, “Özgecan her evde bulunan masum kız çocuklarını temsil ediyor, ondan bu kadar sarsıldı toplum. Herkese kızının- kızkardeşinin benzer bir olayın kurbanı olabileceğini gösterdiği için çok sarsıldı toplum” diye açıklamıştı bunu. Ben de katılıyorum.

İşte “Vatanım Sensin” dizisindeki Hilal, bize Özgecan gibi etrafımızdaki masum kızları hatırlattığı gibi, “Vatanım Sensin” sözündeki vatanı da temsil ediyor. Aynı zamanda toplumda giderek az görülmeye başlayan inancı, ideali ve mücadeleyi de temsil ediyor. Hilal’i canlandıran Miray Daner de gerçekten rolünün hakkını veriyor. Gelecekte kendisini parlak bir mesleki kariyerin beklediği kanaatindeyim.

Bu nedenle, diğer oyuncuların hakkını yemek istemem ama bu çerçeveden baktığımızda, Hilal idam edilirse ve diziden çıkarılırsa geriye bir şey kalmaz. O nedenle Hilal’in idam edilmeyeceğini ve dizide kalmaya devam edeceğini düşünüyorum.

Bu arada tabi ki dizideki diğer oyuncuların performansı gayet güzel. Konusu itibarıyla yaşadığımız dönemde ilaç gibi geldi birçok insana .

Dizinin bu yönüyle, ülkemizde başlayan kutuplaşmaya katkıda bulunmayacağını umuyorum. Olsa da, “vatan sevgisi artmış ve  Halide Edib’in söylevleriyle gaza gelmiş kitlelelerin safları sıklaştırmasının da ülkemize bir zararı dokunmayacağı kanaatindeyim.

Biz yine de bu endişeleri bir kenara bırakıp dizinin tadını çıkarmak üzere gelecek perşembeyi bekleyelim.


Bu vesileyle, emeği geçenleri kutluyor, dizinin ekranlardaki kalite artışına katkıda bulunmasını diliyorum.

YAZMAK MASUM BİR EYLEM Mİ?

Gittiğim fotoğrafçılık kursunda, “kimsenin izni olmadan fotoğrafını çekmeyin” diye öğretmişlerdi. Bunu başka insanlara ait nesneler olarak genişletmek de mümkün. Nitekim geçen haberlerde, bir eski ev sahibi düğün fotoğrafçılarına bağırıyordu:

-Benim evimin fotoğrafını çekerek para kazanamazsınız. Ben o kadar masraf yaptım. Bedelini ödeyin!

Mümkün olduğunca bu kurala uymaya çalışsak da bazen olanaksızlıklar ve daha çok içimizdeki “çekme arzusu” bizi izin alınmamış fotoğraflar çekmeye de itti maalesef.

Peki, ya yazılarımız?

Öykülerini anlattığımız insanların iznini aldık mı/alabildik mi yazarken? Ya da bu mümkün mü? Hikayelerini anlattıklarımızdan ölenler de var ayrı düşüp asla ulaşamayacaklarımız da.

Ne yapacağız bu durumda? Hikayelerimizin belli kişileri açıkça tarif etmemesi bizi kurtaracak mı?
İşte bu sorgulamaları yaparken, buna kafa yoran başkalarının da olduğu çıktı bir kitabın sayfaları arasında:

 “NW-Yaratma sürecini, doğası gereği hırsızlıktan farksız bir eylem olarak görüyorum. Güzel bir yazının altını şöyle bir kazın, bir sürü rezillik, şerefsizlik bulursunuz. Yaratmak demek, başkalarının yaşamlarını vahşice yağmalamak, onları bihaber, zoraki katılımcılara dönüştürmek demektir.
Onların arzularını, hayallerini çalıyor, kusurlarını, acılarını cebe indiriyorsunuz. Size ait olmayan bir şeyi alıyorsunuz. Ve bunu bilerek, gayet bilinçli yapıyorsunuz.

EB: Siz bunda çok iyiydiniz, öyle mi?

NW: Ben bunu sanata ilişkin öyle yüksek, yüce bir kavram adına değil, başka seçeneğim olmadığı için yaptım.İçimden gelen itici güç karşı konulamayacak kadar kuvvetliydi. O güce teslim olmasaydım aklımı yitirebilirdim.Gurur duyup duymadığımı sordunuz. Ahlaken sorgulanabilir yöntemlerle elde edilmiş bir şeyle böbürlenmekte zorlanıyorum. Kararı, bu ata bahis oynayıp oynamamayı başkalarına bırakıyorum.”


Khaled Hosseini'nin "Ve dağlar yankılandı" kitabınının 209.sayfasındaki bu paragraf, bana Sezen Aksu’nun bir şarkısını hatırlattı: “Masum değiliz hiçbirimiz”.

KÜTÜPHANELERİ DE SATIN GİTSİN!

Kütüphaneye gitme alışkanlığım eskidir. Özellikle yatılı okuldaki çarşı izinlerimde, iki ansiklopediyi baştan sona okuduğum gibi milliyet çocuk serisi, Kemalettin Tuğcu kitapları gibi birçok kitabı  gittiğim ilçe kütüphanesinde okudum
Ne zaman ki istediğim kitabı alacak kadar para kazanmaya başladım, bir daha da kütüphaneye uğramadım. Ta emekli oluncaya kadar.
Bgün yaşadığım yerdeki iki kitapçıda da aradığım kitabı bulamayınca, kütüphaneden yararlanmaya karar verdim. Üye olmak gerekiyormuş.
Elimde nüfus cüzdanımla kütüphaneye vardım. Kulağında kulaklık, gözü ekranda olan bir hanım görevli isteksizce kulaklığını çıkardı. Önünde bir koltuk bulunmasına karşın beni buyur etmeden kaydımı yaptı. Bu süreyi ayakta, “kaymakamın karşısında elinde kasketle bekleyen köylü” pozisyonunda durarak geçirdim.
Kayıt bittikten sonra, “üst kat yetişkinler bölümü, istediğiniz kitabı orada bulabilirsiniz” dedikten sonra aceleyle kulaklığını yeniden taktı. (Bu arada alt kattaki çocukların tamamı da kulaklarında kulaklık önündeki ekrana bakmaktaydı).
Üst katta görevli masası boştu. Kütüphaneden yararlanmakta olan iki yakın gözlüğü takmış hanıma kitapların neye göre sıralandığını sordum, bilmiyorlarmış. Uzun uğraşlar sonucu, kitapların yazar soyadına göre sıralandıklarını ancak araya bir sürü başka kitabın da gelişigüzel konulmuş olduğunu gördüm.
Yakın gözlüklü hanımlardan biri, “aşağıdaki görevlilere sorun aradığınız kitabı, yardımcı olmak zorundalar” dedi.
Tekrar aynı hanıma gittim. Bu sefer hışımla çıkardı kulaklığı.(Seyrettiği filmi en heyecanlı yerinde kestim herhalde) Beni karşı taraftaki kütüphaneci hanımlara yönlendirdi.
Oradaki iki kütüphaneci hanım da kulağında kulaklıkla önündeki ekrana bakmaktaydılar. Güç bela bana dönmelerini sağlayabildim. İstediğim kitabı söyledim. Fakat yazarı (ki Milen Kundera) iki defa kitabın adını da üç defa tekrar etmem gerekti. Sanırım kütüphaneci hanım, yazarı ve kitabı ilk defa benden duyuyordu.
Baktı, yokmuş. Daha sonra sorduğum iki değişik yazara ait kitaplar da önündeki ekranda bulunamadı.  Ben ayrılırken o da sabırsızca kulaklığına yapıştı tabi ki.
Şimdi, bu yıllar sonra yaşadığım kütüphane deneyimi, “emekli olup bir sahil kasabasına yerleştim” cümlesindeki sahil kasabalarının en büyüğünden birinde geçiyor. Varın siz düşünün memleketin gerisini.
Diyelim şikayet ettim, ne faydası olacak? Zaten ortada bir disiplin suçu yok. Kaldı ki, şikayetin emekliliği yaklaşmış kütüphanecilere kitap ve insan sevgisi aşılamaya faydası olacağından da kuşkuluyum.

Tabi ki genelleme yapmak, bir meslek gurubunu kötülemek veya karamsarlık yaratmak değil amacım. Ancak gördüğüm tablo bu.
Kaldı ki, 28 Yıl içinde bulunduğum “kamu ortamı” da bundan farklı değildi ve gerek çalışan gerek de yönetici  statüsündekilerin en basit sorunlara çözüm aramak yerine basit bir reçeteleri vardı:
-Beyim en iyisi özelleştireceksin, kurtulacaksın!
Dedikleri gibi de oldu, kurumları özelleştirildi. Şimdi gittikleri yerlerde, itilip-kakılırken ve gelirlerini/statülerini  kaybettiklerinde de hala aynı reçeteye inanıyorlar mı bilmiyorum.
Ama bugün yaşadıklarımı  anlattığım insanların da çoğu eminim aynı fikirdedir:
-En iyisi satıp kurtulmak!
Peki, ne olacak?

Hiç, bu ülkenin kütüphanelerinde yetişmiş insanlara lazım olan uyduyu, başka ülkenin kütüphanesinden yararlanan insanlar uzaya gönderecek. Bizimkiler de bu sayede birbirine gülücük göndermeye devam edecek.

VER BİLAL’İ AL CELAL’İ!

Takas, paradan önce en önemli alışveriş aracıydı. Hala da kullanılır. Bizim köylerde parası olmayan kadınlar incir ve zeytinyağı vererek bohçacılardan alışveriş yapar. Bazı satılık ev ilanlarında da vardır takas:

-Satılık ev, ev veya arabayla takas olunur!

Doğal olarak bu husus siyasete de yansımıştır; Güneş Motelde Ecevit, iktidar olması için gereken sayıda AP’li milletvekiline “al bakanlığı ver iktidarı” diyerek takas önermiş ve bu sayede iktidar olmuştur.

Bunun başarısız örnekleri de yok değildir. 7 Haziran seçimlerinden sonra da Bahçeli AKP’ye “ver Bilal’i al iktidarı” diye öneride bulunmuş ancak AKP seçimlere giderek Bilal’i vermeden iktidar olabilmiştir.

AKP, iktidar olmakla yetinmemiş şimdi de başkanlık sistemini getirmeye çalışmaktadır. Hem de yine Bilal’i vermeden. Karşılıksız veren Bahçeli sayesinde.

Bununla da yetinmeyen AKP, kazan-kazan politikasını sürdürmüş ve bu sefer de CHP lideri Celal Kılıçdaroğlu’nu partisine katmıştır.

Katmış da ne olmuş demeyin; o Celal Kılıçdaroğlu ki attığı tweetlerle Melih Gökçek’i geride bırakmış durumda ve kardeşi hakkında yazdıklarıyla seçmeni ona oy vermemeye çoktan ikna aşamasını geçti. Hatta başkanlık referandumundan evet çıkarsa bu Celal Bey sayesinde olacaktır eminim.

İşte bu çerçevede aklıma bir fikir geldi; diyorum bu Kemal Kılıçdaroğlu, Bahçeli’nin “ver Bilal’i al iktidarı” dediği dönemde “ver Bilal’i, al Celal’i” demiş olsaydı, hem partisini Bilal Erdoğan gibi güçlü bir transferle güçlendirecek hem de kardeşini boşa vermemiş olacaktı.

Ve de gül gibi slogan da güme gitmeyecekti:


-Ver Bilal’i, al Celal’i!

SİGARA EŞEKLERE DE ZARARLIDIR!

Bir adam eşeğin üzerinde, sigarasını tüttürerek köyden yaylaya doğru gidiyor. Aniden karşısına eniştesi çıkıyor. Babasını çok erken kaybettiği için kendisinden bir hayli büyük olan ablasının kocasını büyük bellemiş, o nedenle yanında sigara içmiyor.

Evet, enişte aniden karşısına çıkınca sigarasını hemen eşeğin semerine asılı sepete atıyor ki ziyan olmasın sigarası. Enişte geçtikten sonra da içmeye devam etsin. Fakat enişte lafı uzatıyor ve bir süre sonra da herkes yoluna devam ediyor.

Enişteden ayrıldıktan sonra eşek huysuzlanmaya başlıyor. Zapt etmeye çalışsa da eşek yerinde duramıyor; hem daha da hızlanıyor hem de anırmaya devam ediyor. Sonunda alevler kendine de ulaşınca anlıyor ki attığı sigara sepeti tutuşturmuş, zavallı eşek ondan huysuzlanıyormuş. Yanan sepeti yere atıp söndürüyor. Hem eşek hem de adam kurtuluyor.

Bu hikayeden:

-Ne çevreci adammış, sigarayı yere atıp orman yangınına sebebiyet vermemiş,

-İnsanlar arası saçma kuralların cezasını hayvanlar çekiyor,

-Araba kullanırken olduğu gibi eşek üzerinde de arkayı kontrol etmek şart; eşeğin kulağına ayna takmak sorunu çözebilir,

-Görüldüğü gibi sigara eşeklere de zararlıdır,


Gibi çıkarımlarda bulunmaya gerek yok. 
Bu sabah babam aklıma geldi ve de bu hikayesi. 
Aktarayım dedim, öylesine…