TÜRBANLI VEKİLLER HAYAL KIRIKLIĞI YARATTI!

Günlerdir söylenen önemli gün sonunda geldi çattı. Şimdi bu tarihi günün yorumlarını izliyorum televizyonda ve ekrana çıkanların tamamında bir hayal kırıklığı gözlüyorum.

İlki, medyanın hayal kırıklığı: Bütün soru ve söylemleri mecliste olay çıkması üzerine. Yeterli kavga çıkmaması hayal kırıklığı yaratmış anlaşılan.

İkincisi, iktidar partisi yetkililerinin: Kadın vekillerin kanunun yasalaşmasının ertesi günü meclise teker teker türbanlı gelmemeleri, bugün toplu halde geleceklerini önceden bildirmeleri ve geldiklerinde yanlarındaki vekillerin kendilerini tebrik ederek olayı fotoğraflamaya çalışmaları, günün gürültülü bir şekilde “zapt edilen bir kale burcuna bayrak dikilmesi”ne çevirme niyetleri olduğunu göstermektedir. Bunca çabaya karşın yeterli gürültü çıkmaması, olayın istenen kıvamda bir mağdurun mağrur haline gelememesinin hayal kırıklığı yarattığı açıkça görüldü iktidar vekillerinde.

Muhalefet: En üzgünü onlardı. Yıllardır karşı çıktıklarının gerçek olmasına engel olamamalarına mı yansınlar, içinden geçenleri söyleyememelerine mi yansınlar bilemediler. Çaresizlik içinde onlar da “pantalon”a sarıldı. Sanırım bir süre de pantolon üzerine nutuklar dinleyeceğiz. Kadın memurlara pantolon giyme hakkı verileli kaç yıl oldu ama vekillerin bunca sene kendi söküğünü dikememeleri neyle açıklanır bilmiyorum.

Sonuncusu da benim hayal kırıklığım: Bundan tam otuz yıl önce fakültede okurken, sınıfımızda üç tane türbanlı, bir tane de cübbeli/sarıklı arkadaşımız vardı. Şimdi otuz yıl öncesine döndük diye seviniyoruz.

Bu otuz yılda,  el alem bilimde teknolojide nerelere ulaşırken biz kılık-kıyafet gibi lüzumsuz konularla meşgul olduk. Onlar, bundan sonra bizden türban talep ederler mi, demokrasilerini meclisinde türban giyilecek aşamaya getirmek için bizden yardım isterler mi bilmiyorum. Bildiğim, bizim onlardan teknoloji almaya devam edeceğimiz.

Dileğim, ülkem yarın yepyeni bir ufka uyanır inşallah. Ya da yine bulunur lüzumsuz bir konu ve otuz yıl sonra da bugüne döndüğümüze seviniriz.


HAYATIN YÜKÜNÜ TAŞIYANLAR VE HAYATIN SIRTINDA GEZENLER

Şöyle bir etrafınıza dikkatli bakarsanız insanların ikiye ayrıldığını görürsünüz: sırtında hayatın yükünü taşıyanlar ve adeta bir filin üzerindeki tahtta oturup birinin sırtında dolaşanlar.

Hayatın yükünü taşıyanlar da çeşitlidir: bir yarış atı gibi yükü hafif olduğu için sırtındaki yüke rağmen hızlı koşabilenler olduğu gibi ensesinde insan taşıyan bir fil gibi yükü hafif ve hızlı koşması gerekmeyenler.

Bir de ormanda tomruk çekmek zorunda kalan filler, sırtında kilolarca yük taşımak zorunda kalan eşekler ve yüklü araba çekmek zorunda kalan atlar gibi insanlar vardır ki yazımızın konusu da onlardır.

Hayır, konumuz çalışıp evine ekmek götürenler, yaşlı ana-babasına bakanlar, özürlü yakınları için fedakarlık yapanlar değil. Onlar hayatın kendilerine yüklediği yükü severek taşırlar.

Yıllar önce bir PKK’lının “yıllarca sırtımda onca yükle dağlarda dolaşmak bana zor gelmedi ancak ne zaman inancım zayıfladı o zaman bir tüfeği taşımak bile zor geldi” açıklaması hala aklımdadır.

Evet, bazı durumlarda sırtında yük taşımak zor değildir ve insan severek taşır. Bazı durumlarda ise bir kibrit çöpü bile size ağır gelir: çalışmayan sorumsuz bir koca, yaşlı ana-babasının yükünü sorumsuz kardeşleri yüzünden tek başına taşımak zorunda kalanlar hatta bu uğurda evlenemeyen ve evliliği yıkılanlar ve de çocuğu hayatın yükünü taşımaya yanaşmadığı için ileri yaşına rağmen çalışmak zorunda kalanlar.

Peki ama ne zamana kadar?

Ey, hayatın yükünü taşımayıp yükü birinin üzerine yıkanlar, ey bir filin ensesindeki tahtta keyif sürenler, saltanatınız ilelebet devam etmeyecek bilesiniz. Siz bincisini sırtından atan bir at duydunuz mu hiç?

KILIÇDAROĞLU ASİST YAPIYOR ERDOĞAN GOL ATIYOR!

CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun Tandoğan Mitinginde ne söylediğini bilmiyoruz ancak ne söylememesi gerektiğini biliyoruz. Kılıçdaroğlu’nun başbakan hakkında söylediği “Dolmabahçe’de oturmuş Kadıköy Vapurundan gelen kadınları dikizliyor” şeklindeki sözleri bu akşam bütün haber bültenlerinde yer aldı.

Bütün politikasını mağduriyet üzerine kurmuş bir partinin genel başkanını, ülkenin başbakanını kahvede konuşur gibi bir üslupla eleştirmek hangi ileri görüşlülüğün eseri acaba?

İktidarın kadınlarla ilgili, türbanla ilgili veya vatandaşın yaşam şekline karışan politikaları tabi ki eleştirilebilir. Fakat seçilen kelimeler ve üslup yeni mağduriyetler yaratacak şekilde.

Haklı olduğu yerde haksız çıkmak buna denir. Dikkat ediyorum, gündeme gelen “andımız”, “4+4+4” ve “türban” gibi konularda bunlara karşı çıkanlar derdini tam olarak anlatamıyor. Bunda yandaş medyanın etkisi olduğu iddia edilebilir ancak karşı çıkanların seçtiği kelimeler ve üslubun bunda etkisi yok mu?

Yok mu kelime dağarcığınızda fikirlerinizi bize anlatacak, beynimize yerleştirecek, derdinizi bize anlatacak kelimeleriniz ve bizi rahatsız etmeyecek bir üslubunuz?

Önümüzdeki seçimde AKP ne yapar?  Tamamen Kılıçdaroğlu’nun performansına bağlı.


KAPATIN ARTIK ÇENENİZİ!

Ben, milli bayramların vatandaşların isteyecek katılacağı hatta bütün yıl dört gözle bekleyeceği ve yıllarca hafızalardan silinmeyecek şekilde kutlanmasından yanayım. Son yıllarda, cumhuriyetin tehlikede olduğu düşüncesiyle olsa gerek vatandaşın törenlere aktif katılımı giderek artıyor.

Bu akşam da İstanbul Büyükşehir Belediyesinin Boğaziçi Köprüsünde geleneksel olarak gerçekleştirdiği ışık ve havai fişek gösterisini izlemek üzere televizyon karşısında yerimi aldım.

Şimdi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi 76 milyonun vergisi ile bir gösteri gerçekleştiriyor. Boğazda gösteriyi çıplak gözle izleyebilenlerin sayısı diyelim on bin kişi olsun. Bütün İstanbul’un ve tüm ülkenin hatta yurtdışındaki vatandaşların da gösteriyi izleyebilmesi için televizyonların naklen yayını şart.

Bunu da yapıyorlar. Peki, nasıl yapıyorlar? Ekranın her yanında kanal logosu ve “canlı”, “boğazda cumhuriyet coşkusu” yazıları. Yetmemiş alttan sürekli geçen haber bandı. Ve spikerlerin bitmek bilmez, akşama dek haber bültenlerinde defalaca duyduğumuz ve adeta ezberlediğimiz bilgileri tekrarlayarak.

Gösterinin müziğini besteleyen Fahir ATAKOĞLU’nun gösterinin müziğe göre planladığını söylemesine rağmen spikerin sesinden müziği dinleyemeden izledim bu muhteşem gösteriyi.


Kardeşim, bütün yıl boyunca 15 dakikacık konuşmasanız olmaz mı? 15 Dakika haber bandı geçirmeseniz ve ekranda sadece gösterileri müzik eşliğinde verseniz ölür müsünüz?

İLLE DE MAVİ OLSUN!

Bazen, ülkeyi yönetenlerin sorun çıkarma heveslisi olduğu düşüncesine kapılıyorum. Çok basit konular daima sorun olacak şekilde başlıyor sonra gelen tepkilerle düzeliyor. Hayat şöyle akıp gitmiyor kısacası.

Efendim, Cumhuriyet Gazetesinin 'Pembe ehliyet bize ters' başlıklı haberine göre, AB standardında hazırlanan pembe renkli yeni ehliyetlere mavi ayarı geliyormuş. 'Kadın kimliğini çağrıştırıyor' şeklindeki şikâyetler üzerine yeni ehliyetler yüzde 60 pembe, yüzde 40 mavi tonlarından oluşacakmış.

Yani, pembe olması sakıncalıysa yüzde altmış daha sakıncalı. Bu bizlere “light erkek” demek olur ki bizi bozar. Hele de yıllar önce İzmir’de Bülent Ersoy’un nikâhını kıydığı için eleştirilen belediye başkanının erkek bir meclis üyesine, “getir pembe nüfus kağıdı senin nikahını da kıyayım” dediği hafızalardaki tazeliğini korurken. Polisin “ehliyet ruhsat” dediği andaki sürücünün yüz şeklini şimdiden tahayyül edebiliyorum.


O nedenle sayın yetkililerimizden ricam, ehliyetimizin rengini değiştirmesinler. Pembeden vazgeçilemiyorsa da nüfus kağıdı gibi kadınlara pembe bize mavi renk ehliyet verilsin. Ve lütfen yaptığınız icraatlarda  da bizim hassasiyetlerimizi göz önünde bulundurun.

YAZMANIN MOTORU: ÜRKEK FİKİRLER!

Benden genç bir meslektaşım var: Enver Eşref Şahin. Kendisiyle her seferinde normal başlayan sohbetimiz, benim neredeyse “ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri” diyecek kıvama gelmemle sona erer.

Nedeni, etkin bir dinleyicidir kendisi. Dinlerken yüzünde oluşan mimikler ve sorduğu sorularla size kendinize boş konuşmadığınızı hissettirir. Bunu hissettikçe de bir türlü gün yüzüne çıkmaya cesaret edemeyen “ürkek fikirler” ağzınızdan bir bir dökülmeye başlar.

Bugün yazdıklarımın çoğu, bu arkadaş sayesinde ortaya çıkmış ürkek fikirlerden kaynaklanır ve beslenir.


Tabi ki burada iki yazı yazdım diye yazmak konusunda ahkam kesmek değil niyetim. Kendi maceramı anlatıyorum sadece ve yazmak için okumak kadar içimizdeki “ürkek fikirlerin” ortaya çıkmasını sağlayacak “etkin dinleyicilere” de ihtiyaç olduğu kanaatindeyim naçizane.

TÜRKÇE TABELA ÜZERİNE BİR ÖNERİ

Partisi ezici bir meclis çoğunluğu ile iktidarda olup kendisi de 5 yıl başbakan yardımcılığı yapan bir siyasetçinin, hala ekranlarda “yapılması gerekir” şeklinde cümleler kurmasına çok şaşırmıştım. Senin bu şartlarda yapamadığını başkası nasıl yapacak? Ve ben nasıl inanayım senin samimiyetine? Ya yaparsın ya da neden yapamadığını açıklarsın değil mi?

Lafı nereye getireceğim: Türkçe işyeri isimlerine ve levhalarına. Neredeyse bütün siyasetçiler ve belediye başkanları, hatta seçmenler, “Türkçe Levha” istedikleri ve dilimizi korumaya çalıştıkları halde neden olamıyor bu: tabi ki samimiyetsizlikten.

Buna rağmen yine de bir öneride bulunayım istedim. Sonuçta, bu konuda yetkili olan ben değilim ve bu hususta yazı yazmaktan başka bir şey gelmez elimden.

Efendim, devletimiz her şeye muktedir olmakla birlikte, her konuda dayatmacı ve yasakçı değildir. Olmamalıdır da. Bu nedenle bazı konuları teşvikle gerçekleştirmeye çalışır. Örneğin doğuda veya az gelişmiş yörelerde yatırım yapılmasını emretmez ancak aldığı önlemlerle teşvik eder: vergi indirimi vs.

Benim de önerim bu yönde olacak. Mademki herkes işyeri isimlerindeki yabancı istilasından şikayetçi ve mademki tabelaların Türkçe olmasından yana, o halde örneğin işyerlerinden tahsil edilen ilan ve reklam vergilerinde neden farklılığa gidilmiyor? Örneğin neden tabelasında yabancı isim bulunanlardan on kat vergi alınmıyor? Bunun sorunun çözümüne katkıda bulunacağına inanıyorum.


Evet, bütün Türkçe aşığı yöneticilerimiz, ilan ve reklam vergilerinde Türkçe isim kullananlara indirim veya yabancı isim kullananlardan daha fazla vergi alın da görelim samimiyetinizi!

YENİ HEDEF ANITKABİR ARAZİ Mİ?

MHP Kocaeli Milletvekili Lütfü Türkkan,” Anıtkabir’in arazisinin fazla olduğunu uzun süredir dillendiren AKP, Rasattepe’de yeni bir proje geliştirerek bu alanı küçültmeyi mi hedefliyor” diye bir soru önergesi vermiş.

Ben, iddianın doğru olup-olmadığını bilmiyorum. Sayın Vekilin neye dayanarak bu önergeyi verdiğini de. Ancak haberi okuduğumda bende yarattığı algı beni ürküttü. Zira bu haberi bir yıl önce okusam güler geçerdim. Fakat Ankara Büyükşehir Belediye Başkanının son ODTÜ arazisinden geçen yol ile ilgili olarak söylediği “kestiğimiz ağaçların bedelini ödedik, başka yere de kaç katı ağaç diktik, daha ne istiyorsunuz” açıklamasından sonra bu haber beni şaşırtmadı açıkçası.

Şimdi merak ettiğim, Ankara Büyükşehir Belediyesinin bünyesinde Anıtkabir’i koruyan askerleri de dövebilecek sayıda ve nitelikte işçi bulunup bulunmadığı.

TUTMAYIN ASLANIMI!

İstanbul dışında yaşayan biri olarak, “Şişli’nin nesi meşhur” derseniz “belediye başkanı” derim. Zira Türkiye’de birçok büyük ilçe ve il belediye başkanının adı bilinmezken Şişli Belediye Başkanı herkesin malumu. Nedense medyanın yoğun ilgisi var Şişli Belediye Başkanlarına.

Bir başkanı film yıldızı olmasıyla,  diğeri yolsuzluklarıyla zihnimize kazınmışken, kerameti kendinden menkul  en son başkanı da kendinden öncekiler gibi sürekli gündemde.

Şişli’de yaşamadığım için, Eskişehir gibi bir belediyecilik efsanesi yarattı mı bilmiyorum. Zira basın o konuda bir bilgi vermiyor ancak kendisi sürekli gündemde. Önce parti kurmayı denedi olmadı, genel başkanlığa oynadı olmadı. Adeta patlayamayan bir yanardağ gibi nerede ve ne zaman patlayacağına karar veremiyor bir türlü. Patlasa da görsek içindeki volkanı.

Şimdi de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için gündemde. Hem naz yapıyor hem de şartlar öne sürüyor. Sanki aday olabileceği on tane parti varmış da kapışılamıyormuş gibi tavır içinde.

Ben şahsen kendisinden de bu tavırlarından da fena halde sıkıldım. Diyorum ki, bu seçimde biri aday göstersin veya bağımsız aday olsun da alsın boyunun ölçüsünü. O da kurtulsun biz de.

ŞEHRİN ŞIMARIK ÇOCUKLARI!

Polisimiz, helikopterli suçlu takibi, yollarda uyuşturucu kontrolü gibi bir sürü yeniliği kullanmakla birlikte hala teknolojinin yetersiz kaldığı ve gücünün yetmediği bir kesim var. O da minibüs şoförleri.

Bugün yaptığım kısa bir minibüs yolculuğunda, üç defa kırmızı ışıkta geçmekten tutun da ayakta yolcu almak, tehlikeli şerit değiştirmek, durak dışı yolcu almak gibi yapmadığı yanlış kalmadı şoförün. Hatta yolun sağından gitmek dışında hemen hemen doğru hiçbir şey yapmadı demek daha doğru olur. Yolcular sağ şeritte beklemese eminim onu da yapmayacaklar.

Gördüklerimden sonra her türlü dayağı göze alarak, “şoför bey, bari arabanın önüne kırmızı da durmaz yazın da biz de ona göre binelim” demek zorunda bile kaldım.

Evet, bunca trafik polisi, fahri trafik müfettişi, mobese olan bir şehirde bu kadar yanlış hangi cesaretle yapılabiliyor? Öğrenciye, işçiye ve her türlü göstericiye en küçük hareketinde bile müdahale eden yüce devletimizin gücü minibüs şoförlerine yetmiyor mu? Nedir bu şımarıklığın sebebi?

TAM TÜRK İŞİ!

Dün tesadüfen bir mekan keşfettim. Hem mekan güzel hem de amacı. Belediye, deniz kenarında yemyeşil bir alanı özürlülere tahsis etmiş. Çok sayıda özürlü, güzel bir kış güneşine karşı çaylarını yudumluyorlar  yemyeşil ve tertemiz bir ortamda. Hafif bir dalga sesi de eşlik ediyor bu keyiflerine.

Bu güzel ortamın keyfini çıkarmak üzere etrafıma bakındım ki bir de ne göreyim: self servis. Yani “bir çuval inciri berbat etmek” diye buna denir.

Ben neyse de demek özürlüler bir çay içmek için tekerlekli sandalyelerini sürmek, koltuk değneklerine yaslanmak zorundalar yine. Görme Engelliler için yürüme yolu da yok üstelik.


Buna “tam Türk işi” değil de ne denir Allah aşkına?

İNSANI GÖKLERE ÇIKARIP ORADA BIRAKMAK

Burçlara inanmam ancak her gün de okurum. Açıkçası, insanları 12’ye bölüp yaklaşık 700 milyon insanın aynı anda aynı şeyleri yaşayacağını düşünmek bana mantıklı gelmiyor. Burç özellikleri ise farklı. Zira insana tıpa tıp uyuyor. Nedeni, yazılanlar güzel şeyler ve doğal olarak bunlara itiraz mümkün değil de ondan.

Fakat ben yıldızlara, kartlara ve kahve fincanında kalan izlere bakarak destan yazan insanlara hayranım. Hayal güçleri takdire değer en azından. O nedenle her gün burcumu okuduğum gibi fal da baktırırım ama inanmam.

Efendim, geçen gün okuduğum bir burç yorumuna göre, mensubu olduğum ikizler burcu insanı hayatındaki insanları zirveye çıkarıp orada bırakıyormuş. Bir an geçmişimi düşününce bu yoruma hak verdim. Zira ben de öyle yapıyorum ancak bunu yanlış bulmuyorum.

Hayatına girmiş insanları göklere çıkarmak, onları gönlünün başköşesine oturtmak, onları en iyi, en güzel ve her şeye layık varlıklar olarak görmek ve onlar için elinden gelenin en iyisini yapmak ancak bütün bunların değeri bilinmeyince ve de karşılık görmeyince de onları hayatından çıkarmak. Bunun neresi kötü?

Ve ne önemi var onların zirveden nasıl indiklerinin?


KOCAN KAÇ PARA EDER?

-Kocam evi terk etti, başka kadına gitti.

-Peki, neden boşanmıyorsun?

-Ona iş kurması için kredi çekip 30.000 lira vermiştim. Geri alayım o zaman boşanacağım.

-Kocan 30.000 lira eder mi?

-Etmez olur mu? İyidir, gençtir ve yakışıklıdır benim kocam. En az 100.000 lira eder.

-O zaman ne düşünüyorsun, en az 70.000 lira kârdasın. Boşa gitsin!

ODTÜ ÖĞRENCİLERİNE İŞÇİ DAYAĞI

Bu akşam haberlerde, ODTÜ arazisinde kesilen ağaçların yerine fidan diken öğrencilere işçilerin attığı dayak görüntüleri beni çok etkiledi ama sürpriz olmadı. O öğrencilerin şu an yaşadığı duyguları merak ediyorum. En çok da bir işçinin, görev gereği değil hınçla kafasına odunla vurduğu öğrencininkini.

Muhtemelen, 12 Eylülde kurtarmaya çalıştıkları halk çocuklarının kendilerine işkence etmesine şaşıranlarla aynı şeyleri hissediyorlardır. Ya da yıllarca “bütün halklar kardeştir” dedikten sonra şimdi “Türk’üm” dediği için ırkçılıkla, dini bayram kutladığı için mürtecilikle suçlanan eski solcuların hissettiklerini. Ya da 12 Eylülde “fikrimiz iktidarda biz hapishanedeyiz” diyen ülkücülerin hayal kırıklığını. Veya arkadaşları iktidarda olduğu halde kendileri zulüm gören Milli Görüşçülerin hayal kırıklığını. Ve de yıllarca canını ortaya koyarak görev yaptıktan sonra şimdi hapishanede volta atan subayların hayal kırıklığını.

Yıllar önce, bir arife günü, bir komşumun “evde tüplerinin bittiğini fakat alacak paraları olmadığı için tüpü çocuklarının ertesi günü toplayacakları bayram harçlığı ile almayı düşündüklerini “öğrendiğimde çok üzülmüş, çocukların bir tüp alacak bayram harçlıklarını arifeden vermiştim.

Birkaç ay sonra ise seçimlerde oyunu kullanan komşularımın oylarını gururla iktidar partisine verdiklerini söylediklerinde, içimden “alan memnun satan memnun, sen bu işe karışma” demiştim. 

Kısacası, bayrama tüpsüz giren insanlar, onları bu hale getiren iktidar partisine oy vermekten gurur duyarken, bir tüp parasını bayram harçlığı verebilecek insanlar, komşularını bu hale getiren iktidar partisine oy vermiyorlardı.


Hayır, bununla dayak yiyen ODTÜ öğrencilerine, “bu işe karışmayın”, “yaptığınız yanlış”, “bu halk, uğruna savaşılacak halk değildir” diyecek değilim. Diyeceğim, sadece doğru bildiğinizi yapın ve uğruna savaştığınız insanlardan bunun karşılığını veya size destek olmalarını asla beklemeyin, diyorum.

PİLOTLARIMIZ KURTULDU ŞİMDİ HEPİMİZ TEHLİKEDEYİZ!

Olay basit aslında: İran'a ziyarete giden 11 Lübnanlı geçen yıl mayıs ayında ülkelerine dönerken Suriye'nin Azez kenti yakınlarında kaçırılıyor. Bu kişilerden ikisi daha sonra Türkiye'nin arabuluculuğuyla serbest bırakılıyor. 9 Lübnan vatandaşını elinde tutan ve adını "Kuzey Fırtınası Tugayı" olarak açıklayan grup, alıkonulan Lübnanlıların teslim edilmesi için Suriye hapishanelerinde tutuklu 371 kadının serbest bırakılmasını şart koşuyor.

Bizim pilotlar bu işin neresinde derseniz, kaçırılan Lübnanlıların yakınları, kaçıranlar üzerinde Türkiye’nin etkisi olduğunu düşünerek bizim 2 pilotu kaçırıyorlar ve dün itibarıyla amaçlarına da ulaşıyorlar. Pilotları verip akrabalarını alıyorlar.

Bu olay bizim Suriye’de ve Ortadoğu’da nasıl bir bataklığa saplandığımızın açık bir göstergesidir. Lübnanlıların bu başarısı pilotlarımızı kurtarsa da hepimizi tehlikeye atmıştır. Artık bundan sonra bölgede yaşanan her olay bizi içine çekecek demektir. Bundan sonra Ortadoğu’da bir şey yapmak isteyen, Türk vatandaşı kaçırarak veya başka bir şekilde Türkiye’yi kendi amacı için kullanmak isteyecektir.

Evet, pilotlarımızı kurtardık ama şimdi hepimiz tehlikedeyiz. Büyüklerimize duyurulur.


SÜRPRİZ YAPAN DEVLET!

Önce Gezi Parkındaki eylemcilerin çadırları zabıta memurlarınca yakıldı. Şimdi de Ankara Büyükşehir Belediyesi ekipleri, vatandaşın bayram tatilinde oluşunu fırsat bilerek, gece yarısı ODTÜ Kampüsündeki tepki çeken yolu açmış. Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı Melih Gökçek de attığı twette, “arkadaşlar bana da sürpriz yaptı” demiş.

Kamu Görevlilerinin dolayısıyla devletin yaptığı her iş ve işlemde  “kamu yararını” gözetme yükümlülüğü vardır. “Kamu Yararı” hususunda bir tereddüt veya vatandaşla devletin anlaşmazlığı varsa bu sefer de yargı devreye girer ve yapılacak işlemde kamu yararı olup-olmadığına karar verir.

Bundan sonra ise devlet her şekilde bu işlemi gerçekleştirir. Bunu yaparken gerekirse gücünü de gösterir. Ancak devlet hiçbir zaman çadır yakmaz, vatandaşına tuzak kurmaz ve fırsattan istifade sürpriz yapmaz.


Kısacası, devlet yönetiminde vatandaşa gücünü göstermek değildir marifet. Marifet devletin vatandaşa adaletini göstermesidir. Aksi, devleti ayağa düşürmektir ve ayağa düşmüş devletin de kimseye hayrı yoktur.

VİYADÜKLÜ KÂBE

Kurban Bayramı ile birlikte Mekke’den Müslümanların Hac ibadeti ile ilgili yeni fotoğraflar gelmeye başladı. Gördüğüm kadarıyla Kâbe etrafında yeni düzenlemeler yapılmış. Bazı hacı adayları yeni yapılan viyadük üzerinde tavaf etmeye başlamışlar.

Ben daha önce hacca veya umreye gitmediğim için söyleyeceklerim tamamen gördüğüm görüntülere dayanmaktadır bunu baştan söyleyeyim.

Efendim, yıllardır Müslümanların Hac ibadeti talebine yanıt vermeye çalışan Suudi Arabistan Yönetimi, kendince bazı önlemler almaya çalışıyor: ülkelere hac kotası koyarak gelecek insan sayısını azaltmaktan daha önce yaşanan olumsuz olayların önlenmesine dönük bir sürü önlem.

Bu önlemlerin temel nedeni, çok sayıda insanın aynı anda belli mekanlarda bulunma zorunluluğundan kaynaklanıyor. İzdihamın önlenmesi için de bir sürü önlem alınıyor.

Bunlardan, hacıların bir yerden bir yere güvenli gitmesini sağlayacak klimalı tüneller gibi önlemlere bir diyeceğim yok. Ancak Tavaf ve şeytan taşlama yerlerini çok katlı yaparak alınan önlemler bence Kâbe gibi özgün yerlerin özelliğini bozuyor.

Bu, dünyadaki Müslüman ve dolayısıyla hacca gitmek isteyenlerin sayısı arttıkça yapılan kat sayısının artacağı anlamına gelir ki bunun sonu “helikopterli tavafa” kadar gider.

Ayrıca Haccın Farzlarında “Kabe manzaralı otelde kalmak” var mıdır ki etrafındaki bütün tarihi yapılar yıkılarak yerine gökdelen oteller dikilmektedir.

Günahını almak istemem ama Suudi Arabistan Yönetimi Hac olayını sanki sadece gelir kapısı görmekte ve buna uygun olarak dini ve tarihi yapıları özgünlüğünü bozacak şekilde tahrip etmektedir. Bunun sonu, ayağı yere değmeden, Kâbe’ye kuş bakışı bakarak hacı olmaya kadar gider.

Bu nedenle gerekirse hacca gidecek insan sayısı azaltılmalı, isteyenler Umreye teşvik edilmeli ancak asla Kabe gibi dini yerlerin özgünlüğü bozulmamalıdır kanaatindeyim nacizane.

ACEMİ KASAPLAR TARİH YAZACAK YİNE!

Zordur bir başkasına muhtaç olmak. Hele üçyüzaltmışdört gün göremediği itibarı bir günde gören meslek erbabına muhtaçsanız. Bizim mahallede Musa vardır. Kasap değildir ancak kurban kesebilmektedir. Kasaplar bayramdan önce varlıklılar ve büyükbaş hayvan kesecekler tarafından kesme-yüzme talebiyle rezerve edildiklerinden sadece kurban kesebilen mahalleli de kıymete binmektedir. Kurban kesilsin, derisi bir şekilde halledilir.

Bunlardan biri de Musa’dır. İtibarı bayramdan birkaç gün önceden başlar. Önce bizim kurban kesilsin. Bayram namazından sonra en itibarlı mahalleli, mahallenin en yaşlısı, en zengini sanıyorsanız aldanırsınız. En itibarlısı Musa’dır. Namazdan sonra herkes bir yandan bayramlaşırken bir yandan da Musa’yı kollar.
Musa’yı en iyi anlatan fotoğraf, Musa sokağın başında, elinde bıçağı, boynunda bir mendil, erkekler ise evlerinin kapısının önünde. Bu manzara normalde bir filmde olsa korkunç bir sahnedir, ancak kurban bayramında sevinçli ve umudu simgeleyen bir sahnedir. Musa bir eve girmişse:

-Bizimkini de…

-Musa nerede?

-Ahmet’in evinde.

Köşe başındakilerin maharetine göre Musa o sokağa giriyor. Kim ikna edebilirse artık. Kesilecek kurban çok, mahallenin Musa’sı bir tane.

Sonuç olarak arz ve talep arasındaki dengesizlik nedeniyle illa ki birileri mağdur olacak. Sona kalan, beklemekten sıkılan veya eşleri tarafından beceriksizlikle itham edilen erkekler, çaresiz kendi işlerini kendileri görmeye çalışırlar.

Televizyonda görülen acemi kasap hikayeleri de buradan çıkar. Geçen biri çok güzel anlattı, hayvanın tekmesi ile gözü morarmış biri:

-İlk raundu o aldı, ikinciyi ben!

Benzer bir olayı da ben yaşadım. Musa’yı beklemek istemeyen, bir yandan da kurbanını kendi keserek sevabını artırmaya çalışan bir aile büyüğü kendi işini kendi görmeye karar vermiş. Benim yardımımı da istemeden işe koyulmuş. Ben aileden birinin feryadı üzerine olaya dahil oldum.


-Gözü kör olmayasıca, ben sana yalnız kesemezsin demedim mi?

Adettendir, bayramda evler temizlenir, avlu süpürülür. Ve tabi ki duvarlar da kireçlenir bembeyaz. Avluya çıktığımda bir gün önce bembeyaz olan duvarda boydan boya, neye benzediği belli olmayan sanatçının sanat kaygısını yansıtan şekiller vardı kıpkırmızı.

Belki de tarihti duvardaki, kanla yazılmış.

AĞIRLAŞTIRILMIŞ AUDİ!

Audi şirketi, zırhlı araçlarına bu ismi vermeyi düşündü mü bilmiyoruz ancak Türk insanı verdi bile. Bu çok beğendiğim deyim kime ait bilmiyorum ancak Facebook’ta Ümit Özdağ’ın bir paylaşımında geçiyor:

-İlker Başbuğ'a ağırlaştırılmış müebbet. "Muhtıra veren" Yaşar Büyükanıt'a ağırlaştırılmış Audi.

Sade vatandaşlar olarak, bize sunulan kısıtlı belki de yönlendirme amaçlı bilgilerle yaşanan olayları anlamaya çalışıyoruz. Sayın Özdağ da hepimizin aklından geçen bir soruyu sormuş. Umarım yanıtını bulabilir.

Ben, sadece yaşadığımız döneme ışık tutan bu güzel söz yabana gitmesin istedim. Fakat benim de aklıma takılan bir husus var. Hazır fırsattan istifade ben de onu sorayım.

Balyoz Davasının Yargıtay’dan onanmış kararında, MHP’den milletvekili seçilen Engin Alan’ın  diğer sanıklarla birlikte aynı cezaya çarptırıldığı görülüyor. Benim de buna itirazım var.

Darbe ne demek, parlamenter sistemi ve demokrasiyi güç kullanarak ortadan kaldırmak veya işlemez hale getirmek demek.

Diyelim ki paşa diğer sanıklar gibi darbeye teşebbüs etti ve başaramadı. Bu nedenle de yargılanıyor. Peki, bu arada ne yaptı paşa? Seçimlerde aday olarak milletvekili seçildi. Tutuklu olmasa ant içip görevine bile başlayacaktı. Kısacası, “paşanın en son iradesi, demokrasiye ve parlamenter sisteme bağlılık” olarak değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum.


Yani, paşa darbeye teşebbüs ettiyse bile sonradan milletvekili seçilerek bu davranışıyla pişmanlık göstermiş durumdadır. O nedenle de hakkında pişmanlık hükümleri uygulanmalı ve diğer sanıklarla aynı cezayı almamalıydı diye düşünüyorum naçizane.

MÜSLÜMANLAR YİNE HİCRET EDİYOR!

Vikipedi’ye göre Hicret, Arapça kökenli olup, terketmek, ayrılmak, bir yerden başka bir yere göç etmek" demekmiş.

Yine Vikipedi’ye göre, Genel anlam ve kullanımda hicret, bir İslam dini kavramı olarak, herhangi bir Müslüman birey veya topluluğun, inançları (Müslüman oluşları) yüzünden baskı gördükleri bir yerden başka bir yere göç etmesine verilen isimmiş.

Bugün İtalya’dan gelen “tekne faciası: 50 ölü” haberi üzerine kafamda bir şimşek çaktı: Müslümanlar yine hicret ediyor.

Zira bugün ve bu hafta meydana gelen tekne facialarında veya konteynerlerde kaçak yollardan Avrupa’ya geçmeye çalışan insanların büyük bir bölümü Müslüman. Kaçak geçmeye çalışıyorlar zira kapılar kapalı. Açılsa belki de gidenleri değil kalanları saymak daha pratik olacak bazı ülkelerde.

Bu hicretin ilkinden en önemli farkı, hicret edenlerin Müslüman oldukları için gördükleri baskı değil. Bu sefer “ezan sesinin olduğu yerden çan sesinin olduğu yere” bir hicret söz konusu.

Yani büyük ölçüde dini sebepler değil başka sebeplerden. Fakat tamamen ekonomik de değil neden. Gelişmişlik, adalet, temizlik, istikrar belki. Benim dikkatimi çeken ise insanların aradıklarını ezan sesinin hakim olduğu yerde bulamayıp çan sesinin hakim olduğu yerde olduğunu düşünmeleri ve oraya ulaşmak için ölümü göze alacak kadar gitmeye istekli olmaları.

Ulema ne diyor bu yeni hicrete?

TÜRK FİLMLERİNİN SAĞLIĞIMIZA UMULMADIK TESİRLERİ(!)

-Müjde Hasan Bey, hamilesiniz!

-Şener Bey, üç aylık ömrünüz kalmış, helvanızı yiyeceğiz!

Bunun gibi röntgen filmlerinin ve tahlil sonuçlarının karışması sonucu yaşanan dramlara ilişkin o kadar çok film izledik ki. İzlediğimiz bu sahnelerin bilinçaltımızda yarattığı hasarı ancak geçen gün fark ettim.

Efendim, hastanede efor testindeyiz. Bir odada, her yanımıza kablolar yerleştirilmiş halde koşu bandı üzerindeyiz. Yan taraftaki bey, dosyaları teslim ettiğimiz görevli kıza:

-Ahmet Yılmaz benim, aman bir yanlışlık olmasın, dedi.

Görevli kız önce gülümsedi sonra da sitem etti:

-Günde on kişi söylüyor bunu bana. Ben bu işin eğitimini aldım. Hiç karıştırır mıyım?

Anladım ki görevli kızla aramızda nesil farkı var. Üç aylık ömrü kaldığını sanarak sevdiğini kendinden vazgeçirmeye çalışan Türkan Şoray bizim hala aklımızda. O nereden bilsin.


Evet, sayın senaristler, farkında mısınız bilmem ama biz hala sizin zihnimize işlediğiniz cümlelerle yaşıyoruz. O cümleler yaşamımızı da etkiliyor. İşinizi bu kadar iyi yapmak zorunda mısınız?

UÇAĞI TARLADA BÜYÜTMEDİK BİZ!

Dün akşam, “O Ses Türkiye” yarışmasında bir yarışmacı, Ebru Gündeş’in sözüne gücenerek seçildiği halde mikrofonu yere bırakarak yarışmayı terk etti.

Eşim, “aaa ne var bunda?” diye hayretle sordu. Ben ise “yarın gazeteleri oku, bu kız manşetlerde göreceksin” dedim.

Sabah gazeteleri değilse de internet sitelerini açtım ve dediğim gibi kız manşetlerdeydi:

-O Ses Türkiye 'de görülmemiş olay!

-Mikrofonu bıraktı jüriyi protesto etti!

Kimse Acun’un başarısını “ithal format”a falan bağlamasın. Kolay mı yarışmacıyı “döver gibi” sözler söyleyen jüri üyesi bulmak, kolay mı böylesine “alıngan” bir yarışmacı seçmek ve kolay mı “Televole muhabirliğinden yapımcılığa yükselmek?

Kısacası, tarlada büyütmedik biz bu uçağı!

İKİ TOKAT DAHA ATARSA…

Yazmaktaki amacım, vaktini bana ayıran okuyucuya yeni bir şey söyleyebilmek ve görülmeyeni gösterebilmek. Ancak benim gibi sade bir vatandaşın okuyucunun görmediği bilmediği bir bilgiye ulaşması olanaksız. Geriye kalıyor herkesin gördüğü ve okuduğu olaylara kendi yorumumu katmak. Daha ziyade de olayları mizahi açıdan yorumlamak.

Efendim, bugün okuduğumuz habere göre, BDP Milletvekili Sabahat Tuncel’in tokat attığı polis müdürü, Tuncel’den kazandığı parayı Şırnak’lı çocukların eğitimi için harcamış.

Şimdi, bir milletvekilinin bir polis müdürüne tokat atması kötü bir olay. Ancak polis müdürü kazandığı tazminatı Şırnak’lı çocuklar için harcayarak bu olumsuz olayı çok güzel bir sonuca taşımış.

Ben de olaya mizahi bir bakış açısı getireyim istedim. Mademki milletvekili tokat atıyor ve mademki tokat yiyen polis müdürü de kazandığı tazminatı çocukların eğitimine harcıyor. O halde Tuncel iki tokat daha atarsa Şırnak’lı çocukların eğitim masrafları tamamen karşılanacak demektir. Bu sayede milletin vekili de halkı için iyi bir şey yapmış oluyor.


Hadi Tuncel, eline kuvvet!

RUMLARIN BİLE YAPMADIĞI…

Futbolla seviyeli bir birlikteliğim var. O bana dokunmuyor ben de ona. Fakat tamamen ilgisiz de değiliz birbirimize.

Futbola olan mesafemin temelinde, futbolun giderek öne çıkan saha dışı yönü var. Özellikle de futboldaki şiddet. Bana göre maç sahada oynanmalı ve bitmeli ancak saha dışının sahanın önüne geçmesi devam ediyor.

Son olay, Trabzonspor Kulübü Başkanına yapılanlar. Olayı tartışacak değilim. Sadece olay üzerine Trabzonsporlu bir yöneticinin yaptığı açıklama dikkatimi çekti:

-Biz Kıbrıs Rum Kesiminde de maç yaptık. Orada bile böyle bir muamele görmedik!

Evet, iş oraya gelmiş durumda maalesef. Eğer bir takım, deplasmanda Kıbrıs Rum Kesiminde gördüğü muameleyi arıyorsa, Rumların bile yapmadığını takımlar birbirine yapıyorsa şapkamızı önümüze alıp düşünmeliyiz.


Geç olmadan…

SEVGİNİN BU KADARI DA FAZLA DEĞİL Mİ?

Yıllar sonra buluştuğum okuldan kız arkadaşımın yanında bir kız daha vardı. Çocukluk arkadaşıymış. Bir süre sonra oturduğumuz lokantanın  bir köşesine bağlı sevimli bir köpek dikkatimizi çekti. Arkadaşımla kız arkadaşı derhal köpeğin yanına gittiler. Arkadaşım eliyle okşarken arkadaşı köpeği kucağına aldı.Karşılıklı sevgi gösterileri giderek arttı ve sonunda köpek kadını alnından boynuna dek yaladı. Hatta bir ara yanlış görmediysem dudak teması bile sağlandı.

Uzun süren sevgi gösterisinden sonra kadın, yüzünde bol miktardaki köpek salyasıyla masamıza döndü. Oturduğumuz sürece ne yüzünü yıkadı ne de elini. Bir yandan da köpeğin bağlı bulunduğu yerden ve de kadının masamızdan birbirlerine uzaktan sevgi gösterileri devam etti.


Hayvan sevgisini anlarım, sevgiyi de anlarım. Herkesin sevgisini gösterme biçimin farklı olduğunu da biliyorum ancak birden aklıma o kadınla yakın temasa girecek koca veya erkek arkadaşı düşününce içim cız etti. Baştan aşağıya köpek salyası ile belenmiş bir kadın. Allah korusun!

IRAK HARİTADAN SİLİNİYOR MU?

-Irak yine bombalarla sarsıldı. Elli ölü!

Gün geçmiyor ki böyle bir haberle uyanmayalım. Nedir bu Irak’ın hali ve neden patlıyor bombalar hala Irak’ta?

Önce 8 yıl süren İran’la savaş. Ardından Kuveyt’in işgali üzerine bir savaş ve ondan sonra da  “olmayan kimyasal” silahlar nedeniyle ABD işgali. İşgal bitti fakat hala bombalar patlıyor Irak’ta.

İran’a saldırdı, savaş bitti.

Kuveyt’i işgal etti, Kuveyt’ten çıkarıldı.

Kimyasal silah var denildi, işgal edildi, herhalde temizlenmiştir.

Saddam’ın yüzünden dendi, Saddam gideli 10 yıl oldu.

Petrolü var ondan dendi, herhalde bitmiştir paylaşımı.

Bölünecek dendi, bölüneli çok oldu.

Görüldüğü gibi Irak’ta her şey değişti. Değişmeyen, hala insanların ölüyor olması. Patlayan insanlar, patlayan arabalar ve ardı arkası kesilmeyen cenazeler. Sanırsınız dünyadaki bomba stoku Irak’ta yaşayanlar üzerinde imha ediliyor.

Peki, nedir bu Irak’taki ölümlerin nedeni? Ve nedendir Suriye’deki insani drama sessiz kalamayanların Irak’taki ölümlere gösterdiği derin sessizlik?

Irak’tan gelen her bomba ve her ölüm haberinden sonra olayı analiz etmeye ve oradaki insanların dramının ne zaman biteceğini anlamaya çalışıyorum. Fakat akıl, mantık, Allah bana ne verdiyse bunu anlamakta ve çözümlemekte yetersiz kalıyor.

Geriye bir ihtimal kalıyor: Irak’taki (Kuzeyi hariç) bütün insanları öldürüp oluşturulacak “insansız bölgeye” kuzeydekileri yerleştirmek ya da burayı insan dışındaki canlıların yaşadığı ve doğal hayatın sürdüğü bir yer haline getirmek.


Kısacası Irak’ı haritadan silmek!

KADIN İSTERSE TASMA TAKAR DOLAŞTIRIR ADAMI!

Orta yaşta, evlenmek üzere olan bir kadın paniklemiş:

-Çok zayıf kişilikli bir adamla evlenmek üzereyim. Sürekli ağlıyor. Hata mı yaptım ne?

Biraz daha anlatınca anlaşıldı mesele. O da bir orta yaşlı olan adamcağız, sevdiği kadının bazı eleştirilerini, kendisinden vazgeçme olarak anlamış ve ondan ağlıyormuş meğer.

Kadına Allah’ın insanı yaratırken güçlü ve zayıf yanları ile birlikte yarattığını, genelde insanın güçlü tarafı görünürken bazı hallerde zaaflarının ve zayıf yanlarının ortaya çıkabileceğini anlattım.

Bu o kadar öyledir ki, aşkı uğruna tahtından vazgeçen kralları, bir kadın yüzünden yapılan savaşları, dünyayı fetheden ama bir küçük köpekten korkan imparatorları yazmıştır tarih kitapları. Yeter ki zaaflarıyla karşılaşmasın insanoğlu, yoksa kendi bile inanamaz düştüğü duruma.

Benim gözlemim, bir kadın için çocuğu, erkek için de kadın ve çocuğu en büyük zaafıdır. Tabi ki bütün kadınlar değil. Varlığıyla gözünü kör eden, bütün zaaflarını ortaya çıkaran bir kadın.

O nedenle hep söylerim: bir kadın isterse tasma takar dolaştırır adamı ve o da itiraz etmediği gibi kuyruk sallayarak gider peşinden, mutlu mesut.

Yeter ki çilbiri kaptırmasın insan!


SIRA "TÜRK" LİRASINA MI GELDİ SAYIN KAPLAN?

Hasip Kaplan, katıldığı bir televizyon programında, cebinden (alırken onuruna dokunmayan) paraları çıkararak, “bu para onuruma dokunuyor” demiş. Eskiden okulda Kürtçe konuşandan para alınıyormuş. Şimdi de Kürtçe Eğitim paralıymış, onu protesto ediyormuş.

Ben bu konuyu şimdi tartışmaktan yana değilim. Zira insanların anadilde eğitim alma hakkı bulunduğunu kabul etmekle birlikte, eğitimin asıl dilini çocuklara iyi bir gelecek sağlama kaygısının belirlediği kanısındayım. Bugün milyonlarca insanın, çocukları anadili dışında eğitim görsün diye katlandıkları fedakarlıklar bunun delilidir.

Ben sadece Kürtçe eğitim almış bir çocuğun, ayrı devlet istenmiyorsa, sadece bu eğitimi ile iyi bir geleceği olacağını sanmam. Bu velilerin bir tercihidir, kendileri bilir.

Benim dikkatimi çeken, Hasip Kaplan’ın olası anadilde paralı eğitime karşı gösterdiği tavır ve seçtiği kelimelerdir. Daha bu okullar açılmadığına ve hangi parayla tahsilat yapılacağı belli olmadığına göre söyleminin altında başka şeyler aramak gerektiği kanısındayım. Yani okul ücretleri dolar üzerinden tahsil edilirse “bu dolar onuruma dokunuyor” da diyebilecek midir merak ediyorum.

Benim de bu ülkede parasal konularda hoşuma gitmeyen, haksız ödediğim paralar olmuştur ama asla paranın kendisi onuruma dokunmamıştır.

BDP’nin “aldıkça isteyen” tavrı göz önüne alındığında, acaba diyorum andımızın kalkmasından sonra sıra Türk Lirasındaki “Türk” kelimesine mi geliyor. Kaplan’ın onuruna dokunan o olmasın?


ASKERDE TEZKERECİ PATLAMASI

Kısa dönem askerliğimi yaptığım sırada, yemekhanedeki televizyonda bir yetkilinin, “askerliğin kıs…” dediği anda çıkan uğultudan haberin gerisini dinleyememiştik. Meğer “askerliğin kısalması söz konusu değildir. Hükümetimizin bu yönde bir çalışması yoktur” diyormuş yetkili.

Mutluluğumuz çok kısa sürmüş ancak kızmamıştık yetkililere. Kısa da olsa mutluluk mutluluktur.

Bugün silah altında olanlar bizim kadar şanssız değiller. Kapı gibi açıklama var “askerlik kısalacak” diye. Hem başbakandan hem de genelkurmaydan.

Eminim şu an kutlamalar devam etmektedir askeri birliklerde. Benimse yetkililerden bir ricam var: denir ki bir “askerlik kısalacak”, bir de “af çıkacak” lafını ettin mi hemen arkasını getireceksin. O nedenle diyorum ki, madem hazırlıklar tamam, o halde bayrama yetişsin bu karar ve çocuklar bayramı sevdiklerinin yanında geçirsin.

Aksi takdirde, hem askerliğin önemli makamlarından “tezkereci” sayısının ani artışı nedeniyle askeriyede işler durur hem de terhis olacakların sevinci yarım kalır..

Haydi, mecliste bütün eller havaya!


MAGANDAYA ATIŞ KURSU

Toplumun ve onun aynası olan medyanın ikiyüzlülüğü beni öldürecek. Başka ülkelerdeki ve ülkemizdeki genç ve çocukların, kısacası masumların öldürülmesine gösterdiği tepkiyi başkalarına göstermiyor.

Daha iki gün önce 12 yaşındaki bir kızı, iki gurup arasında meydana gelen çatışmada seken bir kurşunla kaybettik. Ve buna da “maganda kurbanı” deyip geçtik.

Saymadım ama o kadar çok ki benzer ölümler; seken kurşunlar, düğünde veya bir kutlamada atılan mermiler yüzünden o kadar çok kurban verdik ki. Kazanılan bir maçtan sonra teknik direktörlerin “aman silah atmayalım, üzücü olaylara sebebiyet vermeyelim” anonsu yaptığı başka bir ülke var mı dünyada bilmiyorum.

Fakat uzlaşmışçasına bir “maganda kurşunu” edebiyatı yapılarak olay olağan hale getiriliyor ve film kaldığı yerden devam ediyor. Ölen de öldüğü ile kalıyor.

Ben şahsen her şeye muktedir devletimizin bu olayları önleyemeyeceği kanısında değilim. Devleti yönetenler nezdinde de bu olaylar “münferit” olduğu için köklü bir tedbir alınacağına dair bir umudum yok açıkcası.

Bu nedenle bari bir öneride bulunayım da olayın çözümüne katkıda bulunayım istedim. Efendim, düğünde silah atanın, kardeşi ve yakını gibi insanların ölümüne isteyerek sebebiyet vermeyecekleri açık olduğuna göre ve şehir içinde çatışan gurupların da hedefinin bu çocuklar olmadığı, onları hedef almadıkları belli olduğuna göre, magandalara atış eğitimi verilmesi, çatışan guruplara da şehir dışında bir “çatışma alanı” tahsis edilmesi durumunda maganda kurbanlarının bir nebze azalacağı kanaatindeyim.

Örneğin yakını evlenen, askere giden ve takımı zafer kazanan maganda, kullandığı silahı tanırsa, ne tarafa doğrultacağını bilirse, istemediği birinin ölümüne de sebebiyet vermez. Ancak magandaya verilecek silah eğitiminde “alkollü silah atışı” dersi de unutulmamalıdır.

Benzer şekilde çatışacak guruplara da devletin meskun mahal dışında tahsis edeceği çatışma alanları, çatışmaya taraf olmayan masum insanların seken kurşunlarla ölümünü durdurabilir. 

Guruplar bu sayede birbirlerine “erkeksen 1 no.lu çatışma mahalline gel” diye telefon edebilir ve kendilerine tahsis edilmiş bu alanda hesaplarını rahatça görebilirler. Ayrıca silah eğitimi aldıkları için kimi nereden vuracaklarını da bildiklerinden istemedikleri bir cezayı da karşıya vermemiş olurlar. Devletimiz, bu mahallere servis kaldırabileceği gibi ambulans da bekletebilir. Yeter ki şehir içinde çatışma olmasın.

Yine düğün salonlarında, nasıl gelin-damadın oturacağı yer, orkestra yeri, pist ve konukların oturacağı yer ayrılıyorsa magandalar için de biraz yüksekte “atış platformu” oluşturulabilir, ayrıca şehirlerin belli yerlerinde de havaya silah sıkma mahalleri oluşturulabilir.

Evet, sayın yetkililerimiz, maganda kurbanı masum insanlarımızın ölmemesi için önerilerim bunlar. Magandalara engel olmadığınız yetmiyormuş gibi benim önerilerimi de dikkate almazsanız, o ölen genç insanlar rüyanıza girsin.


Ne diyeyim ben size artık!

FEDAKARLIĞIN DA BU KADARI...

Hastanedeki tetkiklerim uzayınca işe gidemedim. Fakat o gün vurulmam gereken iğnelerim de var. Ne yapsam diye düşünürken aklıma geldi. İşyerinden aynı servisle geldiğimiz arkadaşıma:

-Sana zahmet, gelirken çekmecemdeki ilaçlarımı getirebilir misin? Ben hastanenin önünde bekliyor olacağım.


-Ne zahmeti, sana yararı dokunacaksa gerekirse senin yerine ben vurdururum iğneyi!

TONAJINIZA GÖRE ÜCRET!

Geçiş ücretinin nakit ödenebildiği dönemde bir otoyol gişesi. Sürücü:

-Geçiş ücreti neden bu kadar pahalı?

-Tonaja göre alıyoruz abla.

-Terbiyesiz!

Kilolu kadın sürücüye bu kadarı yetmiyor bir de üzerine personeli şikayet ediyor bana hakaret etti diye.

Bundan ders alan görevliye bu sefer bir erkek sürücü:

-Ne kadar?

-Üç lira, sana öğrenci indirimi yaptım abi.


-Hay Allah senden razı olsun. Bundan sonra ben hep bu gişeden geçeyim.

TÖRKİŞ METRO: İZBAN

Evet, İzban’ın metro olmadığını biliyoruz. Fakat Buca’lılar olarak gerçeğini bulamayacağımızı bildiğimizden ona razıyız ve o nedenle metro diyoruz.

Aslında düşünce güzel; şehir içindeki demiryolu hatlarını metro standartlarına yükselterek yeni vagonlarla şehir içi taşımacılığı yapmak. O nedenledir ki, diğer metrolar gibi yapılmasını uzun süre beklemedik biz. Kısa sürede kavuştuk metromuza.

Efendim, gelelim sadede. Sabah işe gitmek üzere besleme hattı otobüsüyle geldik Şirinyer İstasyonuna. Bizi bir levha karşılıyor: “dikkat ıslak zemin düşebilirsiniz”. Tam üç kıştır her yağmurda bu levhaları görüyoruz. Daha kaç kış göreceğiz bilmiyoruz. Mimarisi güzel ve kullanışlı olarak dizayn edilmiş istasyonlarımız maalesef yağmura dayanıklı değil. Şimdiye kadar kullandığım bütün İzban istasyonları istisnasız her yağmurda akıyor.

Diyelim düşmeden trene bineceğiniz alt kata indiniz, bu sefer duracak yer sorununuz var. Zira istasyon yolcu kapasitesine göre dar. Nitekim güvenlik görevlisi sık sık ikaz ediyor:

-Koridoru boş bırakalım, ortada yer var lütfen ilerleyelim!

Uyarıya uydunuz, bekleyecek bir yer de buldunuz ve tren de geldi. Fakat binmek ne mümkün. Tren  dolu gelmiş, binecek yer yok. Başlıyor bir itiş-kakış. Vagona kafasını sokabilmiş güvenlikçiden bu sefer trendekilere yapılan tanıdık ama hiç de metroya yakışmayacak bir başka anons:

-İlerleyelim beyler, arka taraf boş!

Trende nefes alacak yer de kalmayınca hoparlörden bir başka anons duyuluyor:

-Bir sonraki tren beş dakika sonra gelecektir. Lütfen kapıları zorlamayalım!

Her sabah çektiği eziyetten sonra vatandaş, anlaşılan kendisi binmeden kapıların kapanmasına izin vermiyor. Bu nedenle de tren hareket edemiyor.

Sonunda vatandaş pes ediyor ve tren geç de olsa hareket ediyor. Tabi ki bekleyenlerin yarısını geride bırakarak. Bu arada yeni gelen vatandaşlarla tekrar duracak yer sıkıntısı baş gösteriyor ve aynı film tekrar oynanıyor.

Trene bindik diyelim. Bu sefer bizi üç tane duyuru karşılıyor:

-Yeni gelecek trenlerle sefer sıklığını 5 dakikaya indirmeyi hedefliyoruz!

-Hilal İstasyonumuz açıldı. Artık Konak 9 dakika!

-Halkapınar İstasyonundaki yaya yolunu genişlettik.

Tam anlamıyla itiraf bu. Meali:

-Yolcu sayısını tahmin edemedik, ona göre tren setleri alamadık. Gelecek inşallah ve o zaman istasyonda duracak yer bulabileceksiniz!

-İzban’ı kullanarak metro ile aktarma yapacak yolcuların Konak’a gidişlerinin otobüsle gidecekleri süreden daha fazla olduğu anlaşılınca hatta yeni bir istasyon zaruri hale geldi ve belki dünyada ilk defa metro hattında araya yeni istasyon koyduk. Kervan yolda düzülür yani.

-Halkapınar’da aktarma yapacak yolcu sayısını hesaplayamadığımızdan dar yaptığımız aktarma yaya yolunu genişlettik.

Bu arada, günde binlerce vatandaşın bindiği trenlerin camlarındaki kirden görebilirseniz, denizi seyretmeniz de mümkün tabi ki.

Kısacası, çağdaşlığın mini etek ve Atatürk Fotoğrafı ile temsil edildiği İzmir’de, medeni ülkelerde çağdaş bir ulaşım aracı olarak bilinen metromuz bu durumda.

Şaşırtıcı olan, “başkalarının ekmeğine yağ sürmeyelim” saiki ile, yaşanan bütün olumsuzluklara karşı gösterilen “Bizimkilerin Sessizliği”.

Evet, seçimler yaklaşıyor. Rakiplerinin İzmir’i ötekileştirme çabaları ve bol miktarda çalınacak “Onuncu Yıl Marşı” yönetenlere tekrar seçimleri kazandırmaya yetecek mi bilmiyorum ama İzmir’in ileriyi göremeyen, ufku dar ve beceriksiz kişiler tarafından yönetildiği bir gerçek.