AYNI MAHALLENİN ÇOCUKLARI


Aynı mahallede büyümüş iki arkadaşın yolları, ayrı geçen fakülte yıllarından sonra aynı kurumda tekrar kesişiyor. Fakat geçen sürede aralarında makam ve mevki farkı oluşmuş. Üst makamda olanı, havalı, burnundan kıl aldırmıyor, mahalle arkadaşına yüz vermiyor, tanımazlıktan geliyor.

Diğeri ise buna fena halde bozuluyor. Fakat aralarındaki hiyerarşi farkı nedeniyle korkudan bir şey de diyemiyor. Bir gün aynı ortamda bulundukları sırada memleketini sorulunca fırsatı kaçırmıyor ve lafı yapıştırıyor:

-Ben Samsun’un Çingene mahallesindenim. Beyefendiyle aynı mahalledeniz!

ELİMİZDEN GELEN!


Artık yüzüm toprağa bakıyor ondan mı yoksa bilgi birikimi tahkim ederken yolum oraya çıktığından mı bilinmez, aklım sürekli eskiye gidiyor. Karşılaştığım her yeni durum karşısında aklıma eskilerden bir olay geliyor. Geçen gün de birden fakültede okurken yaz tatillerinde çalıştığım otel günlerime gitti aklım.

Otelde bir Yunanlı kız çalışıyordu. Aerobik hocasıydı. Her sabah havuz başına gelerek yaptığı anonsla müşterileri aerobik yapmaya davet ediyordu. Kah on kişiye, kah iki kişiye, kimi bulursa ona yaptırıyordu.

Kızın fiziği sporcu olmasından dolayı mükemmeldi. Fakat öyle bir yüzü de vardı ki insan bakmaya doyamazdı. Biz bakmasına bakıyorduk fakat aramızda sürekli ve aşılamaz bir engel var gibiydi. Bir kişi hariç; Barmen Metin Bey.

Bizim mesafenin nedeni, açıkça ifade edilmese de bilinç altında yatan bir öteki duygusu. Kısa ömrünü kurtuluş savaşı, Yunan mezalimi hikayeleri ile geçirmiş, Kıbrıs, Kıta sahanlığı nedeniyle gazete, radyo, televizyon ve filmler aracılığıyla sürekli pompalanan bir düşmanlık propagandasına maruz kalmış gençler için belki de normaldi bu.

Metin Bey ise bize davrandığından bile daha iyi davranıyordu Yunanlı kıza. Bara oturduğunda hemen bir şeyler ikram ediyor, uzun uzun sohbet ediyordu. Hani kız asılıyor deseniz adam altmışına merdiven dayamış, o taraklarda da bezi olmayan birisi. Bizler ise kendi aramızda bu kadar kötü bir milletten nasıl böyle güzel ve sempatik bir kız çıkmış olabileceğini tartışmakla meşguldük.

Bir gün Metin Bey konuyu açtı. Henüz yirmisine gelmemiş bizlere bir hayat dersi verdi:

-Yunanlılar bize çok kötülük etmiş olabilir. Muhtemelen ona da bizi çok kötü anlatmışlardır. Ben özellikle ona çok iyi davranıyorum ki kötü olmadığımızı bilsin. Kafasındaki kötü imajımız silinsin!

Aradan otuz yıl geçti. Bu sürede sürekli düşmanlarımızı arttırdık, bir sürü öteki yarattık; Asala eylemleri sayesinde Ermeni-Türk, PKK eylemleri sayesinde Kürt-Türk, Sivas-Gazi Olayları sayesinde Alevi-Sunni, Yeşil Kuşak projesi sayesinde Laik-Anti laik ayrışmaları yaşandı. 
Yaşadığımız, öylesine  güçlü bir ayrışma dalgası ki Yunanlılar bile unutuldu. Hala dost olamasak da dert etmiyoruz onları epeydir.

Her yeni güne ayrışmayı hızlandıracak eylemlerle uyanıyoruz. Bu kadar ötekiyle nasıl baş edeceğiz bilemiyoruz. Nedenini tam olarak bilemesek de toplumun istikrarlı bir şekilde  bir bilinmeze doğru gittiğini görüyoruz. Herkes bu gidişten şikayetçi ancak elden ne gelir?

İşte bu düşünceler içindeyken aklıma geldi Barmen Metin Bey ve onun Yunanlı bir kızın kafasındaki Türk imajını yıkma çabası. Madem ki büyük eylemleri ağzına mikrofon uzatılanlar değil inancı uğruna basit adımlar atanlar gerçekleştirebilir o halde bizim de bu gidişat karşısında yapabileceğimiz şeyler var.

Evet, birbirimize düşman olmamızı sağlayacak bir sürü şeyle karşılaşıyoruz her gün. Öfkemiz, bize istemediğimiz şeyler yaptırıyor ve adeta bir tutam kuru ot attırıyor ülkede yaşanan yangına. Attığımız küçük ot demeti ateşi büyütmeye yarıyor. Keşke hepimiz Barmen Metin olabilsek ve ötekileştirdiğimiz insanların kafasındaki önyargıyı yıkmak için çaba göstersek. 

KREDİ KARTI KADER MAHKUMU


-Tebrik ederim, hayırlı olsun yeni görevin!

-Görev iyi de pek hayırlı olmadı bana. Maaş hesabı açamıyorum bedava çalışacağım galiba.

-Neden?

-Kara listeye girmişim de ondan.

Şimdi, şu dünyadaki dört milyar insan “kara listeye girdim” dese inanırım da bu arkadaşa katiyen inanmam. Zira şimdiye kadar çok kefil olmuşluğu vardır ama asla kredi kullanmışlığı yoktur. Çok temkinli bir arkadaştır. Borcu sevmez, parası varsa harcar yoksa sabreder. O nedenle eğer kefil oldukları yanlış yapmazsa kara listeye girmesi mümkün değildir.

Gerek arkadaşım gerek biz duruma el attık ve dört bir yandan nedenini öğrenmeye çalıştık. Uzun uğraşlar sonucu öğrendik ki, yumuşak yüzü nedeniyle hayır diyemediği için gönderilen ama hiç kullanmadığı kredi kartı aidatını ödemediği için girmiş listeye.

Bu kadar borcuna sadık biri nasıl ödemez borcunu? Efendim, arkadaşım 65-TL kart ücretini görünce bankanın çağrı merkezini aramış. Onlar da bir yanlışlık olduğunu, aidat borcunun silineceğini söyleyerek ödememesini istemişler. Fakat bir yandan da borcunu ödemedi diye bildirimde bulunmuşlar.

Arkadaşım o nedenle ödemediği kart ücreti yüzünden kara listeye girmiş. Banka borcunu silse veya borcunu ödese bile liste yenilenene kadar ne maaş hesabı açtırabiliyor ne de arabasına KGS cihazı taktırabiliyor. Günlerdir aradığı çağrı merkezleri ve gittiği banka şubelerinde gördüğü aşağılayıcı muamele de cabası.

Ey BDDK, “bütün görüşmeler kayıt altında” olduğuna göre böyle kader mahkumları için bir af çıkarılamaz mı veya kara liste daha sık aralıklarla güncellenemez mi? 

AFFET BENİ OĞLUM!


-Okulumuz yandı!

-Evimiz uzak!

-Başımız ağrıyor!

Baştaki iki cümleyi anladık da üçüncüsü ne oluyor? Birden çok insanın bir evi, bir  okulu olabilir de başı nasıl olabiliyor? Bizim başımız sadece bize ait olduğu için mi ağrımıyor yoksa?

Bir doktor arkadaşımızdan öğrendiğimiz kadarıyla, gerçekte birden çok insanın bir başı yokmuş, çocuğunu muayeneye getiren bir annenin cümlesiymiş bu.

Bazı kadınların kendini eşleri yerine koyarak “bu sene tayin isteyeceğim” veya “benim müdürle aram yok” cümlelerine alışkınız da bu “başımız ağrıyor” cümlesi belki de bizim nesli en iyi anlatan bir cümle. Çocuğuyla birlikte okul bitiren, sınavlara hazırlanan bizim nesil olanak bulsa oğluyla birlikte askerlik yapacak kararlılıkta olduğu için çocuğunun başı ağrıyınca kendisinin de ağrıdığını sanıyor.

Neslinin bütün özelliklerini taşıyan biri olarak ben de on sekiz yıllık babalık hayatımda “başımız ağrıyor” demesem de elimden geldiğince sınavlara hazırlandım, okula gittim. Hatta “oğlum sorarsa yanıtlayabileyim” diye kafama doldurduğum bilgileri de ne yapacağımı bilemez haldeyim. Eski okul kitaplarından kurtulmanın yolunu biliyoruz da işe yaramayan eski okul bilgilerini ne yapacağız onu bilemiyoruz.

Hal böyleyken geçen okuduğum bir haberle yıkıldım, olmaz olsun benim gibi bir baba. Efendim, eskiden İngiliz asilzadelerinin oğlu doğduğu zaman uşaklar hemen yeni bir pipoyu içmeye başlarmış. Çocuk pipo içme yaşına gelince de uşakların içtiği pipolar çocuğa verilirmiş. Bir pipo en az yirmi yılda kıvama geldiğinden çocuk bu sayede en iyi pipoyu içmeye başlarmış. Bir babanın en önemli görevlerinden biriymiş oğlunun içeceği pipoyu hazırlamak.

Bir başka habere göre ise İskoçya’da oğlu olan baba, oğlunun düğününde içilecek viskiyi hazırlar fıçılara koyarmış. İyi bir viskinin en az yirmi yıl fıçılarda dinlenmesi gerektiğinden davetliler çocuğun düğününde fıçılarda eskimiş bu viskilerle ağırlanırmış.

Oysa bizim çocuk on sekiz yaşına geldi, ne bir gün içilmiş piposu ne de düğününde ikram edilmek üzere fıçılarda bekleyen bir damla viskisi var.

Sevgili Oğlum, doğduğundan beri elimden geleni yapmaya çalışsam da maalesef her geçen gün bir eksiğim ortaya çıkıyor. Senin için yapamadığım ve yapamayacağım her şey için şimdiden affet beni!

SOĞAN UMUDUN SİMGESİDİR!


Bir yazımda söylemiştim, çatıda görünen demir filizleri umudun simgesidir, bir kat daha çıkma iradesinin beyanıdır, diye.

Peki, ev sahibi olmayanlar için nedir umut? İki kilo soğandır.

Bugünlerde bazı arkadaşlarımda bir hareket var; ”şuraya mı yerleşsek, evi mi değiştirsek” sorularına yanıt aramakla meşguller.

Dün her ikisinden de arayışlarının sona erdiğine ilişkin duyumlar aldım. Fakat emin olamadığım için sordum:

-Soğan aldın mı eve?

-Hayır.

-Peki, beş litrelik sıvı yağ?

-Hayır, canım ne alaka?

-Yakın alaka. Bir kilo taze fasulye almışsan o senin bir gün daha orada yaşayacağına dalalettir. Oysa iki kilo soğan veya beş litrelik sıvı yağ almışsan, bu senin birden fazla yemek yapma iradeni ve yaşama bağlı olduğunu gösterir. Aynı şey başkaları için de geçerlidir. Sen hiç elinde iki kilo soğanla intihar eden veya ev taşıyan duydun mu?

Düşünsene şehrini evini hatta bu dünyayı terk edecek biri ne yapsın soğanı? O nedenle diyorum ki soğan umuttur, yaşama bağlılığın, yaşama tutunmanın simgesidir. Sevdiklerinizin elinde veya evinde filizlenmemiş soğan görürseniz o yaşama dair bir umuttur, endişelenmeyin! 

PATLICAN KAÇ POUND?


Askerden izinli geldiğimde Hasan’ın kahveye girmiş ve haykırmıştım yüzlerine:

-Neden böyle olduğunu söylemediniz?

Benden bir hayli önce askere gitmiş akranlarım başlarını öne eğmişlerdi. Haklıydım, zira bunca sene bana askerlik diye anlattıklarının yaşananlarla ilgisi yoktu. Esasen erkekler arası bir sırdır askerlik. Öyle olmadığını hepsi bildiği halde başka türlü anlatırlar askerlik günlerini. Anlatan da dinleyen de bilir öyle olmadığını ancak nedense bir türlü bitmez askerlik anıları.

O nedenle başkalarının değil kendi gözlerimle görmeyi tercih ederim gerçekleri. Fakat her yere her şeye yetişmek mümkün olmadığından bazen dinlediklerimizle yetinmek zorunda kalırız.

Efendim, komşumuzun hiç görmediğimiz oğlu İngiltere’den yeni dönmüş. Örf ve adetler kanunu madde yirmi beşe göre “hoş geldin” ziyaretine gitmemiz gerekiyormuş. Zira onlar bizim her şeyimize gelmişler; hoş geldin, başın sağ olsun, geçmiş olsun vs.

Komşumuzun oğlunun Londra’da benim çok merak ettiğim bir alanda doktora yaptığını, on beş günlüğüne tatile geldiğini öğrenince ziyaretin benim için cazibesi daha da arttı. Hatta kısa bir hazırlık bile yaptım soracağım konularda.

Delikanlı, kısa bir hoşbeşten sonra bana döndü ve şu veciz cümleyi söyledi:

-Abi, düşünebiliyor musun Londra’da patlıcan kırk pound?

Ne diyeceğimi bilemedim. Zira patlıcan mevsimi değildi ve ben de en son patlıcanı kaçtan aldığımı  hatırlamıyordum. Pahalı mı (pound kaç lira ediyordu yahu?) onu da bilmiyordum. Belki de İngiltere’nin para birimini sterlin sandığımdan konuya adapte olamadım.

Londra’da doktora yapan, merak ettiğim konuları sormayı düşündüğüm, ailesinin efsanesi bir gencin ilk cümlesinin “İngiltere’deki patlıcan fiyatları olması” beni şoke etmişti. Birkaç sebzenin daha fiyatını beyan eden genç odasına çekildi. Ben ise aklımda birçok düşünceyle kalakaldım:

a)Delikanlı doktora yapmıyor, Londra Halinde çalışıyordu.

b)Harçlığı yetmediğinden patlıcan fiyatını söyleyerek oradaki hayatın pahalı olduğunu anlatmaya çalışıyordu.

c) Çocuk beni kabzımal sanıyordu ve ortak bir konu bulmaya çalışıyordu.

d) Hiçbiri.

FİKİR VE FİİL


Yıllar önce Rahmetli Barış Manço’nun bir partiden milletvekili adaylığı söz konusuydu ancak ilk itiraz parti içinden gelmişti:

-Biz genel başkanı karşılamak için havaalanına giderken o neredeydi?

Barış Manço:

-Milletvekili olmak için genel başkanı havaalanında karşılamak gerektiğini bilmiyordum!

Yanıt bir siyasi otoriteden geldi:

-Her kurumun kendine has kuralları vardır. Siyaset kurumu da bunlardan biridir. Halktan kopuk yaşayanların bunu bilmemesi normaldir!

Sonuçta, her şeyi olabilmiş Barış Manço milletvekili olamadan bu dünyadan göçüp gitti. Fakat ondan sonra siyasete soyunan nice yetişmiş insan, aynı soruya cevap veremediklerinden aynı akıbete uğradılar.

-Biz havaalanında genel başkanı karşılarken siz neredeydiniz?

-Üniversitede ders veriyordum!

-Bir panelde konuşuyordum!

-Beyin ameliyatı yapıyordum!

-Kitap yazıyordum!

-Bilimsel araştırma yapıyordum!

-Yurt dışında ülkemi temsil ediyordum!

-Yetmez!

“Yetmez ama evet” fikri o zamanlar henüz ortada olmadığından bu kadar işi başarmış insan, vekil olmayı başaramadı.
***
-Otoyol ne işe yarar?

-Tabi ki güvenli ve hızlı bir yolculuk yapmaya!

-Peki, üç kamyon yan yana otoyolda yarış halindeyse de mümkün mü bu güvenli ve hızlı yolculuk?
***
-Duble yol ne işe yarar?

-Otoyol kadar olmasa da o da hızlı ve güvenli bir yolculuk sağlar!

-Peki, bir parti konvoyu yolun her iki şeridini kaplamışsa ve ağır ağır gidiyorsa, trafik polisleri de seyrediyorsa bu manzarayı, yine de mümkün müdür güvenli ve hızlı bir yolculuk?
***
Manşet:

-Parti Lideri, yoğun ilgi nedeniyle havaalanından miting alanına üç buçuk saatte ancak gelebildi. 

Miting o nedenle geç başladı. Alanda bekleyen partilileri şarkıcı bilmem ne oyaladı!

Fikir: İnsanlara ve insan haklarına saygılıyız!
Fiil: İnsanları üç buçuk saat bekleterek onlara saygısızlık etmek.

Fikir: Ülkeyi yönetmeye sorunları çözmeye adayız!
Fiil: Sen daha liderini havaalanından miting alanına zamanında getirebilecek organizasyon yeteneğine sahip değilsin, ülkeyi nasıl yöneteceksin?
***
Manşet:

-Kongre salonuna partililerin omuzlarında girdi, yoğun ilgiden oturacağı yere ancak yarım saatte varabildi.

Fikir:Vatandaş başımızın tacıdır!
Fiil: Vatandaşın sırtına binmek.

Fikir: Daha huzurlu daha müreffeh bir ülke.
Fiil: Bir salonda kargaşa içinde bir kongre düzenlemek, liderini vatandaşın sırtında gürültü patırtı arasında içeri sokmak.

Hakkını yemeyelim; tutmak için paltosuna yapışan partiliyi “hayrola sen mi giyeceksin” diye bertaraf eden Erdal İnönü, kendini omuzlara aldırmamak için yere oturunca bitti bu vatandaşın omzuna binme işi.

Fakat bazı şeyler hala değişmedi:

-Havaalanında kendini şu kadar araç karşıladı!

Dikkat ederseniz sürekli olarak fiillerden bahsediyoruz. Fikirleri konuşan yok. Yani fiillere bakmaktan fikirlere bakamıyoruz. Nedir bu konvoy merakı böyle? Eğer konvoyla adam olunsaydı meclis sünnet çocuklarıyla dolardı.

Şimdi, nereden çıktı bu sabah sabah derseniz haber yeni, iki günlük:

-Partisinden istifa eden genel başkan yardımcısını havaalanında altı yüz araçlık bir konvoy karşıladı!

Evet, yine fiiller fikirlere galip geldi. Neden istifa ettiğini öğrenemedik ancak kaç araçlık bir konvoy karşıladı onu biliyoruz. Bu bilgiyle de Allah sonumuzu hayreylesin!

HALİT ÇETİN'DEN: PRATİK ÇÖZÜM

Matematik öğretmeni Dursun sınav yapar ve öğrencilerden biri sınavdan 7 alır. Dursun öğretmen rakamla 7 yazar ancak hemen altına da yazı ile kaç verdiğini yazması gerekmektedir, derin bir düşünce alır Dursun'u "ula yeti mi idi yedi mi idi t ile mi d ile mi" diye içi içini yerken aklına yan sınıftaki edebiyat öğretmeni Temel gelir. 


Koşarak yanına gider ve " Temel oğretmenum siz anlarsunuz yeti t ile mi yazilur d ile mi" diye sorar.


Temel yazılı kağıdını eline alıp bir süre evirip çevirerek baktıktan sonra , sinirle kağıdı Dursun'a uzatıp :


"ula ne düşineysun ver oğa sekiz" der.

HALİT ÇETİN'DEN: BİTMEYEN SENFONİ NASIL BİTER(!)


Büyük şirketlerden birisinin genel müdürü, gerçek bir klasik müzik aşığıymış.

Günlerden bir gün, şehre ünlü bir orkestra gelmiş. Vereceği konserin en önemli parçası da Schubert'in ünlü 'bitmeyen senfoni' siymiş'.

Genel müdür bu eseri dinlemek için çok hevesli olmasına rağmen, işi nedeni ile, konsere gidemeyeceğinden, gelen davetiyeyi şirketin insan kaynakları müdürü'ne vermiş ve 'lütfen bu konsere git ve bana izlenimlerini aktar' demiş.

Genel müdür'den aldığı talimatla konsere giden i.k. müdüründen, ertesi gün bir değerlendirme raporu gelmiş.

"Sayın genel müdürüm",

1- Dört obuacı konserin önemli bir süresinde boş oturdular. Bunların sayısı azaltılırsa konsere daha çok katkıda bulunurlar.

2- Orkestrada on iki kemancı var. Bunların hepsi aynı anda hareket ediyorlar, ve aynı notaları seslendiriyorlar. Bence ciddi bir yanlışlık. Kesinlikle personel tasarrufu yapılmalıdır.

3- Onaltılık notalara ağırlık verilmiş. Doğrusu büyük ziyan. Seyirciler sekizlik ve onaltılık notalar arasındaki farkı anlamaz. Bu nedenle; onaltılık notalarla eser çalarak yüksek ücret alan elemanlar yerine, sekizlik notaları çaldırıp, düşük ücretle çalışan stajyerler kullanılmalıdır.

4- Yaylı sazlarla işlenen pasajlar, nefesli sazlarla aynen tekrarlanıyor. Bu durum gereksiz tekrardan başka bir şey değildir.

Dolayısıyla; tekrarlar önlendiğinde, iki saatlik konser yarı yarıya inecektir.

Özet olarak sayın genel müdürüm; eğer schubert bu önlemleri alsaydı 'bitmemiş senfoni' kesinlikle biterdi..

Arz ederim efendim...

HALİT ÇETİN'DEN: SEN YENİSİN GALİBA!

İngiliz, fransız, bizim Temel ve bir malezyalı uçağa binmişler.
Temel malezyalıya "sen yenisin galiba" demiş..!

BİR GÜN HERKES ONDAN AYRILACAK


-Elinizdekiyle geçemezsiniz!

Önce anlamadı fakat elinde ondan başka bir şey olmadığını görünce çaresiz ondan ayrılması gerektiğini anladı. Bir sepete koyarak x-ray cihazına bıraktı. X-ray cihazındaki tünelde gözden kaybolana dek ardından hüzünle baktı. Oysa hiç ayrılmamışlardı şimdiye dek; yatakta, banyoda, tuvalette bile ayrılmamışlardı. Biraz önce vedalaştığı annesine son defa baktığında bile bu kadar hüzünlenmemişti.

Fakat kavuşması o kadar uzun sürmeyecekti. Elindeki, X-ray cihazındaki tünelde gözden kaybolunca hemen alelacele kendisi de metal kapı detektöründen geçerek onu beklemeye başladı. Onsuz geçen saniyeler geçmek bilmedi adeta. Ayrılık acısı yerini onu kaybetme, bir başkasının eline geçmesi endişesine bırakmıştı. Tünel çıkışı hemen aldı. Şükürler olsun,  kavuşmuştu tekrar ona.

İlk kez çıktığı uçak yolculuğu, ona uçağı, havaalanını, x-ray cihazını, güvenlik kontrollerini öğrettiyse de esas öğrendiği şey cep telefonunun bedeninin bir parçası olmadığı ve zaman zaman ondan ayrılması gerektiğiydi.

Kısacası onunla doğmamıştı, onunla da ölmeyecekti(!).