PUTİN GAZI KESER Mİ?

Dün Rus uçağının düşürülmesinden sonra hemen panik başladı:
-Putin doğalgazı keser mi? Diye.
Aklıma Demirel geldi. Kendisine “Türkiye suyu keser mi?” diye sorulduğunda “ne yapacağım o kadar suyu cebime mi koyacağım” demişti.
O hesap bence Putin asla doğal gazımızı kesmez-kesemez.
Tabi ki parasını ödemezsek o ayrı konu.

BUNLARIN GİDESİ YOK!

Her iznimde yaptığım gibi yine evlenme programlarını izliyorum. Ne kadar ara versem de bakıyorum kişiler aynı. Geçen bunca zaman kısmetleri çıkmamış demek.
Fakat izledikçe vardığım sonuç, bunların gidesi yok. Karşılarına kim çıkarsa çıksın gitmez bunlar.
Neden gitsinler ki? Anladığım kadarıyla bir villada kalıyorlar, servisle gidip-geliyorlar. Hepsinin kısa sürede tipleri de değişiyor. En önemlisi de milyonlara hitap ediyorlar. Evlenip gitseler kim dinleyecek onları?
Evlenme programları bitiyor ardından haberler başlıyor. Orada da aynı kişiler başrolde. Seçimlerde ne kadar oy alırsa alsınlar yıllardır oradalar. Onlar da milyonlara hitap ediyorlar. Çekip gitseler onları de evdekiler bile dinlemez eminim.
Haberler bitiyor başlıyor her türlü yorumcular. Onlar da aynı şeyleri söylüyor yıllarca.
Evet, hayat kendini tekrar ediyor ve biz milyonlar aynı kişileri izlemeye devam ediyoruz. 
Hiçbirinin ekranlardan gidesi yok. Ta ki biz onları izlemeyi bırakana dek...

BU YARBAY ORDUDAN ATILIR MI?

Bu ülke çok değişti. Yıllar önce Bosna’da gönüllü olarak savaşırken ölen asker arkadaşımın annesi televizyonda Bosna’lı bir diplomatı ekranlarda tokatlamış ve haykırmıştı:

-Benim oğlum sizin için savaşırken siz burada oturuyorsunuz!

Hareket hoş olmasa da kimse o anneyi “Sırp” ilan etmemişti en azından.

Oysa bugün kardeşinin şehit olmasına isyan eden bir yarbay “üniformalı Demirtaş” ilan edilebiliyor. Bunun faturasını ne şekilde ödeyecek bilemiyoruz. Bildiğimiz artık bu ülkede “yok canım olur mu öyle şey” diyemediğimiz.

Çünkü bu ülkede:

-Parası olana üniforma yüzü görmeden tezkere verilirken olmayan şehit oluyor.

-Şehit haberi ailesine koca koca adamlar tarafından kameralar eşliğinde veriliyor. Acılı aileler en şaşkın en acılı halleriyle teşhir ediliyor.(Giderken ambulans götürüyorlar o kadar da haksızlık etmeyelim)

-Ardından “ağlayarak terörün ekmeğine yağ sürmedi” haberleri ile şehit ailelerine baskı yapılıyor. Sessizce yanlarında duran ön saftaki yetkililerle birlikte poz vermeleri isteniyor.

-Hatta bir müftü “şehidin arkasından çok ağlarsanız şehidiniz cennete gidemez” diye fetva veriyor.(Bu nasıl iş anlayamadım, şehit oluyorsun ama annen arkandan fazla ağladı diye cehenneme gidiyorsun.Oysa günah ve sevaplar bireysel diye biliyorum ben)

-Bunlar da  işe yaramaz ve yine de tepki gösteren olursa da hain ilan ediliyorlar hatta hedef gösteriliyorlar.

Bütün bunlara baktığımda her şeyin kötü bir rüya olduğuna inanmak istiyorum. İnşallah bir sabah uyanacağız ve bu akıl tutulmasının bittiğini, kabusun yaşadığımız kabusun sona erdiğini göreceğiz inşallah.

İSTİKŞAFİ BAMYA ÇORBASI

Ben her yaşadığı olaydan ders çıkaran birisiyim. Her seferinde sorarım kendime, “bundan ne kazandım, ne kaybettim” diye.

Şu an itibarıyla AKP ve CHP arasındaki görüşmeler sona ermiş ve ilk gelen bilgilere göre de olumsuz sonuçlanmış.

Ben iyimser biri olduğum için hemen düşündüm, ülke kaybetmiş olabilir ancak ben bundan ne kazandım?

İlk kazancım ilk defa duyduğum “istikşafi” kelimesi. Hani heyetler arası toplam 35 saat süren görüşmelere verilen ad..

İkinci kazancım ise bamya çorbası. Kılıçdaroğlu ve Davutoğlu arasında 4 saat 20 dakika süren görüşmede içilen çorba.

Ben bugüne kadar bamyanın bir çorbası olduğunu bilmiyordum ve bu sayede öğrenmiş oldum. Görüşme sonrası liderler tarifini verseler biz de içsek iyi olurdu ya neyse.

Evet, seçimlerden bu yana geçen yaklaşık iki ay boşa geçmiş, ülke de çok şey kaybetmiş olabilir ancak enseyi karartmamak lazım.

Sonuçta iki şey öğrendik, istikşafi ve bamya çorbası.


Az şey mi bu?

GÖÇMENLER AVRUPA’YA DEMOKRASİ GÖTÜRÜYOR!

Toplumsal hafızamız zayıf, yaşadıklarımızı analiz etmeyi de başkalarına bırakmışız. Bize söyleniyor biz de inanıyoruz. Sonrasını sorgulamıyoruz. Bize hep söylenen, “bir isteyenler var bir de iztemezükçüler”. Biz isteyenlerin yanındayız hep.

Özal, sigara ithalatını serbest bıraktığında isteyenler alkışladı, istemezükçüler “Türk tütünü biter” dediler. Aradan bunca yıl geçti, kaldı mı Türk Tütünü?

Özelleştirmeler başladığında, isteyenler alkışladı, istemezükçüler tu kaka oldu. Aradan bunca yıl geçti, bir muhasebesi yapıldı mı, işsizliğin artması, tarım ve hayvancılığın geldiği durumda ne kadar katkısı var özelleştirmenin?

İlk Körfez krizinde “Dünya liderimiz” can havliyle ABD’ye destek olurken, savaşa karşı çıkan ve bir Kürt devleti tehlikesine dikkat çeken iztemezükçüler “Saddamcı” oldular. Irak işgal edildikten, fiilen üçe bölündükten ve de işgal gerekçesi “kimyasal silahların” olmadığı anlaşıldıktan sonra ne düşünüyorlar acaba “dünya lideri”nin peşindekiler?

Derken Arap Baharı geldi çattı; yine oralara bahar geldi, demokrasi geldi diye bayram edenler ve dışarıdan müdahale ile demokrasi götürülemeyeceğini iddia eden Esedci istemezükçüler.

Evet, şimdi medyada, sanal alemde, etrafımızda bir sürü yerinden yurdundan edilmiş, onar onar ölmedikçe haber dahi olmayan yersiz yurtsuz insanlar oryaya çıktılar. Herkesi özellikle de batı medyasını bir telaş sarmış durumda. Binlerce insan gemiyle, botla ne bulduysa huzur içindeki Avrupa’ya doğru yola çıkmış durumda.

Korkmayın ey Avrupalılar, bu insanlar demokrasi götürdüğünüz Afganistan, Irak, Suriye, Libya, Mısır ve Yemen’in insanları. Size iadeye geliyorlar.


Ne de olsa komşunun tabağı boş geri verilmez!

BU ÜLKE AKLINI YİTİRMİŞ OLMALI!

Bir yere kaçacağım ama nereye kaçsam bilemiyorum.Bunun için  epeydir gazete alıp okumuyorum, televizyonda tartışma (tartışma da kalmadı ya) programı seyretmiyorum. Neredeyse bir aydır televizyon haberlerini de seyretmiyorum. Geriye kalıyor internet siteleri. 
Onların da hepsini değil birazcık aklı başında olduğunu düşündüklerime bakıyorum. Ta ki bu sabaha kadar.Bu sabah okuduğum bir haberden sonra onu da bırakacağım mecburen.

Efendim, okuduğum bir habere göre, kuvvet komutanlığına atanan bir komutan veda mesajı yayınlamış ve mesajında da İzmir’e veda ederken Ankara’da “evinin, işyerinin ve gönlünün” İzmirlilere açık olduğunu belirtmiş.

Vay sen misin bunu diyen; “Yeni Komutanın ifadesi şaşırttı” başlıklı habere göre bu ifade çok yanlışmış. Bir komutan çalıştığı yere işyeri derse şehitlere de iş kazasında öldüler demek anlamı çıkarmış.

Buyurun buradan yakın; toplumu bilgilendirme ve aydınlatma görevi ifa ettiğini iddia eden medyanın geldiği yere bakın.

Bir başka habere göre ise Şırnak’ın demokratik özerklik ilan ettiği belirtilerek, “Kentteki devletin tüm kurumları bizim için meşruiyetini kaybetmiştir. Halk olarak özyönetimimizi esas alarak, demokratik temelde yaşamımızı inşa edeceğiz” denilmiş.

Peki, “meclise gönderdiğiniz vekiller ne işe yarayacak” diye soracak olursanız onun çaresini de bir öğretim üyesi bulmuş:

-Her şehide karşılık bir HDP’l vekil indirilmeli!


Allah'ım, ülkenin aklı başından gitmiş bari sen benimkini koru! 

ŞARJÖR MÜ ŞEREFSİZ Mİ?

Kavga her zaman vardır ancak küfür ve şiddet sözün bittiği yerde başlar.

Söz söylemek ise bir sanattır.

Siyaset de bir söz söyleme sanatıdır.

İnsanlar gündelik hayatta sürekli olarak küfür ve şiddete tanık olmalarına karşın, televizyonda sadece filmlerde şiddet sahnesi görürler belki bir maç yayınında da küfür.

Tabi ki bütün bunlar eskidendi.

Efendim, son günlerde bir “şerefsiz” lafı aldı başını gidiyor. Bu söz bana seçimler öncesi Yılmaz Özdil’in “kalaşnikofa şarjör olmayın” sözünü hatırlattı.

Hayır, amacım bu laflara muhatap olanları tartışmak değil. Sadece “şerefsiz” ve “şarjör” sözlerinin aynı insanlara söylendiği halde aradaki söyleniş ve nezaket farkına dikkat çekmek istiyorum.

Biri insanların kahve sohbetlerinde her zaman duyabileceği bir söz iken diğeri sadece söz söyleme yeteneği olanlara mahsus.

Biri yıllarca akılda kalabilecek, diğeri iki gün sonra unutulup gidecek bir söz.

Demem o ki, insanlar kahvede, sokakta ve otobüste her zaman duyabileceği bir söze önem vermez. Söyleyenin değerini ölçer sadece.

Bir de “şerefsize şerefsiz denir” diyerek bu sözü savunmaya çalışan yorumcular var ki bunlar hangi söz söyleme yeteneği ile ekranları meşgul ediyor izaha muhtaç bir durum.

Ve hala bana soruyorsanız “şarjör mü şerefsiz mi?” diye, Laz fıkrasındaki gibi cevap vereyim:

-Şart midur?


ERKEN SEÇİMDEN KAÇANLARA SIĞINAK!

Sizi bilmem de benim yeniden 14 kanalda yayınlanan miting konuşmalarını, boş vaatleri ve incir çekirdeğini doldurmayacak polemikleri bir daha dinleyecek halim kalmadı. Sokaklardaki bayrak ve akşama kadar bangır bangır bağıran seçim otobüs/minibüslerini de tekrar görmek istemiyorum.

Bir seçmen olarak 7 Haziranın yorgunluğunu henüz atabilmiş değilim. Bir dört yıl daha bunlara tahammül edeceğimi sanmıyorum.

O nedenle bir seçmen olarak erken seçim istemiyorum. Çünkü 7 Hazirandaki seçmen tavrımı değiştirecek herhangi bir şey de olmadı bu geçen sürede.

Ayrıca, her cenaze geldikten sonra yapılan anketleri de iğrenç buluyorum.

Bütün bunlar ışığında, yetkililerden ve erken seçim kararı alacaklardan bir ricam olacak. Madem demokrasi seçenekler rejimi, ben ve benim gibi seçimden bıkanlar  için güvenli alanlar oluşturulsun; propaganda yapılmayan ve siyasetçinin görünmediği/konuşmadığı tv ve radyo kanalları oluşturulsun, parti afişi görülmeyen ve seçim şarkıları çalınmayan “siyasetten arındırılmış” bölgeler oluşturulsun ve biz seçime kadar o alanlarda kalalım. (Geçici olarak kiralanacak bir Yunan Adası da kabulümüzdür)

Seçimden bir gün önce de sığınaklarımızdan çıkarak seçim günü oyumuzu kullanalım.

Ey ben ve benim gibi düşünenler; ya erken seçime mani olalım ya da kendimize güvenli alanlar oluşturulması için yöneticilerimize baskı yapalım.


Haydi, eller klavyeye!

BİR SU BİLE İÇMEYENLERİ TEBRİK EDİYORUM!

Bir tarihte dört buçuk yıl başbakan yardımcılığı yapan birini şikayet ederken görünce şaşırmıştım; o bile şikayet ediyorsa biz ne yapalım?

Dün de TUROB Başkanı Timur Bayındır’ın,“İlk 6 ayda İstanbul havalimanlarından geçen yaklaşık 6.4 milyon transit dış hat yolcusu, bir şişe su dahi içmeden havalimanlarımızdan başka ülkelere gitti” dediğini okuyunca anladım ki biz icraatı değil şikayeti seviyoruz.

Şikayet ediyorsun sorumluluktan kurtuluyorsun, problemleri kim çözecek o belli değil.
Bodrum’da 80 liraya lahmacun yiyenler sorusu bugün açıklığa kavuştu çok şükür de havaalanlarında 4 liraya küçük su içenlerin kim oldukları açıklığa kavuşamadı. Sadece kim içmiyor o açıklığa kavuştu.

Şimdi, Bodrum’da 80 liraya lahmacun varmış ama genelde 7 liraymış. Yani bir seçeneğiniz var. Oysa havaalanlarında bir küçük su fiyatı 4 lira ve daha ucuzunu alma seçeneğiniz ve hemen hemen içmeme şansınız da yok.


Bu nedenle havaalanında su içmemeyi başaran 6,4 milyon turisti tebrik ediyorum.  Ve yetkilileri de toptancıda tanesi 21 kuruşa alınabilen ve sokakta/markette/ kafede fiyatı 50 kuruşla 1,5 lira arasında değişen bir şişe küçük suyun havaalanlarında 4 liraya satılmaması için önlem almaya çağırıyorum.

DERİN DEVLET, DERİN PKK, DERİN VATANDAŞ!

Ceylanpınar’da uyurken kafalarına sıkılan kurşunla şehit edilen polisleri PKK öldürmemiş. Kendilerine bağlı olmayan, bağımsız hareket eden yerel birimler yapmış, yani Derin PKK.

Devlet görevlilerinin yasa dışı yaptıkları işleri de Derin Devlet yapıyor malum.

Irak’ta, Suriye’de kafa kesmeleri, köle pazarı kurmaları ve diğer vahşeti de Müslümanlar yapmıyor Derin Müslümanlar yapıyor. Pardon bu sefer “Derin” yok IŞİD yapıyor. İslam adına yanlış yapan IŞİD.

Ve fakat bunca yapılan yanlış işleri önlemeye dönük tedbir alan da kınayan da. Ne devlet Derin Devletin peşinde, ne PKK Derin PKK’nın peşinde ne de Müslümanlar kendi adına yapılan yanlışların peşinde.

Düşünüyorum da, biri benim adıma yanlış yapsa ne bileyim örneğin birini dolandırsa, yanlış yapanın üzerine gider gerekirse adli mercilere başvururum.

Bunlar ne yapıyor? Adının başına “Derin” koyarak işin içinden sıyrılmaya kalkıyorlar.

Ne yapsak, biz de bunlara “Derin Vatandaş” olduğumuzu mu göstersek?

İNGİLTERE’DE OLMAYAN TRAFİK TABELASI!

İngiltere’de, 69 Yaşındaki Lordlar Kamarası Başkan Yardımcısı Londra’daki evinde verdiği seks partisinde hayat kadınlarıyla uyuşturucu kullanırken yakalanınca istifa etmiş.

Benim ilgimi çeken ise, Sayın Lordun görüntülerdeki “yoldan çıkmak istiyorum” şeklindeki sözleri.

Bizim memlekette, kendi durumuna bakmayıp başkasına acıma geleneği vardır ve genelde “yazıııkkk” diye ifade edilir.

Ben de bu lorda acıdım şimdi. Adamcağız, bunca sene okumuş, çalışmış, çabalamış ve daima otobandan dosdoğru gitmiş. Yaş 69’a gelince de hayatta başka yollar olduğunu fark etmiş.

Anlaşılan İngiltere’de yollarda “köprüden önce son çıkış” tabelası yok.

Varsa da arabayı devamlı şoförü kullandığı, kendisi de arabasının arka koltuğunda işle ilgili raporları okuduğu için görememiş olabilir.

E, köprüdeyken yoldan çıkmak isteyince de kendini Times nehrinin sularında bulmuş adamcağız.

Ne diyelim? Yazıııkkk!


BELEDİYE OTOBÜSÜ MASUMDUR!

Terör eylemi, mesajını bizim gibi sıradan insanlara vermek için yapılsa da elli yıllık ömrümde terörün hiçbir mesajını tam olarak aldığımı sanmıyorum.

Yıllardır dehşetle izlediğim eylemlerin mantığını da anlayabilmiş değilim.

Örneğin belediye otobüsü yakılması.

Terör eylemlerinin bir amacı ve hedefi olduğu varsayıldığında, molotofla yakılan bir otobüsün içindeki yolcu ve şoförün protesto edilen konuyla bir alakası yok.

Ses getirmek derseniz, o otobüsü yakılan gariban mahallelinin hiçbir konuda sesi dinlenmemiş ki otobüsü yakıldı, korktu ve mağdur oldu diye yükselen feryatları duyulsun.

Kamuya zarar vermek derseniz, o kenar mahallede oturanlara zarar vermiş olursunuz. Onların eylemden sonra daha külüstür bir otobüsle işe gitmeleri ise hangi amaca hizmet eder bilemiyorum.

Hayır, hiçbir terörist eylemi desteklemiyorum, mantıklı da bulmuyorum. Sadece otobüs yakanlara, “belediye otobüsleri masumdur, kimseye bir zararları olmamıştır şimdiye kadar” diyorum.


Dinleyen olursa tabi.

NEDEN ÖLMEDİN, İŞİM ÇIKTI!

Nasıl bir ülkede yaşıyoruz bilmiyorum. Bugün birkaç kişinin neden ölmediğini izah eden açıklama okudum; kiminin telefonu çalmış, kimi başka yere cenazeye gitmiş vs.

Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de ve Libya’da kimseye “neden ölmedin?” diye sorulmuyordur eminim. Zira orada bol miktarda ölüyor insanlar ve ölüm isteyenler de tatmin oluyordur herhalde.

Türkiye’de ise bir türlü kan isteyenleri tatmin edecek miktarda insan ölmüyor olmalı ki asla “neden öldün” sorusu sorulmuyor. Bu soruya yanıt alınamayacağı için olsa gerek kalanlara “neden ölmedin” diye soruluyor.

Bu kafayla bu ölümler ne zaman biter dersiniz?


Bazıları Türkçede “İyi ki yaşıyorsun” cümlesinin varlığından haberdar olduğu zaman!

NE İŞ OLSA YAPAN BLOGCU!

Çocukluğumu genelde kitap okuyarak geçirdiğim için sokakta top oynamışlığım pek yoktur. O nedenle ömrümde attığım gol beşi geçmez. Fakülte yıllarında, mecburiyetten sayı doldurmak için alındığım takımlarda yaptığım hareketler alay konusu olmuştur.

Bir defasında, futbolla ilgili bir konuda verdiğim cevap yıllarca “Erkan sen futboldan anlarsın” şeklinde slogan haline gelmiştir. Fakat aradan yıllar geçmiş, Erkan büyümüş, blog yazmaya başlamış ve bir gün futbolla ilgili yazdığı yazı Milliyet Skorerde yayınlanmış hatta google’da arandığında skorer yazarları arasında olduğu görünmektedir.
O da  bunu arkadaşlarına göndermiş ve “evet ben futboldan anlarım, var mı sizin spor yazarlığınız” demiştir.

Bazı konularda yazdığım bloglar,  blog alemini aşmış, diğer internet sitelerinde yayınlanır hale gelmiştir. Örneğin diziler üzerine yazdığım yazıları okuyan bazı otoriteler, “sizin dizilere farklı bir bakışınız var, yazılarınızı bizim sitede yayınlayabilir miyiz” demiş ve benim onayımla yazılarım dizi sitelerinde de yayınlanmıştır.

Bu yayınlar karşılığında herhangi bir telif ödenmemiş, sadece oralarda yer alan “yazarın diğer yazıları” ibaresiyle tatmin olunmuştur.

Geçen gün de yine bir mail aldım.”Yeme-içme konusunda yazdığınız yazılar dikkatimizi çekti. Sizi platformumuza bekliyoruz” deniyordu mailde.

Düşünün nasıl bir yeteneğim varsa, “sütlacın neden yapıldığını bilmeyen” üç kadınla ilgili yazdığım yazı onca yemek tarifi yapılan platformun dikkatini çekmiş ve yazılarımın oralarda yayınlanması teklif edilmiştir.

İşten güçten vakit bulsam diğer blogerlerle polemiğe girip gençliğimizde özendiğim “Uğur Mumcu-Nazlı Ilıcak atışmalarını” bile gerçekleştirme olanağı veriyor blog yazarlığı insana.

Demem o ki, blog yazarlığı, ömründe beş gol atmış insanı spor yazarı, hayatında yumurta kırmamış birini “yeme-içme uzmanı” ve dizi seyrederek fikrini yazanı da eleştirmen yapabiliyor.


İnanmayan adını yazıp google’a baksın.

BAHÇELİ BUNU DA MI FLU GÖRÜYOR?

Bundan yüzyıl sonra değeri anlaşılacak bir siyasetçi varsa o da bence Devlet Bahçeli. Zira, tarih bize yaşadığı zaman değeri bilinmeyenlerin değerinin sonradan anlaşıldığını göstermektedir.

Tek sorun, Bahçeli’nin siyasetçi olması. O nedenle değeri yaşarken anlaşılmalı ki seçmen oy verebilsin o da iktidar olsun.

Seçmenin yüzde 16’sı değerini anlayıp ona oy verse de benim gibi geriye kalan yüzde 84 seçmen için hala anlaşılmaz bir siyasetçi Bahçeli.

Örneğin 2002 Yılında tam ekonomik önlemlerin semeresinin görüleceği bir zamanda neden ülkeyi erken seçime götürdü ve ortakları ile birlikte baraj altında kaldı?

2002 Seçim akşamı istifa ettikten sonra bir gazetecinin “tekrar dönecek misiniz?” sorusuna “dönecek insan istifa eder mi hanımefendi” dedikten sonra neden geriye döndü?

2015 Seçiminde meclise giren 80 Milletvekilini neden flu görüyor?

MHP, tek başına iktidar olsa, flu gördüğü vekillere oy veren  6,5  milyon insanı da mı flu görecek?

En son sorum da, Suruç’ta ölen ikin genç kızdan birinin Cemevinde diğerinin  Camide namazı kılındıktan sonra yan yana aynı mezara gömüleceklerini öğrendik.


Sayın Bahçeli, ölen kızların ana-babalarının bu tavrını da mı flu görüyor merak ediyorum doğrusu.

CEM YILMAZ BU SEFER GÜLDÜRMEDİ!

Aziz Nesin, böyle durumlar için “ben gemide keman çalıyorum fakat gemi su almaya başlayınca, keman çalmayı bırakıp suyu boşaltmaya yardımcı olmak zorunda kalıyorum” diyordu.

Dün de 32 gencimizin katledilmesinden sonra bütün internet sitelerinde olayla ilgili haberlerin hemen altında Cem Yılmaz’ın şu açıklaması yer aldı:

-İnsan olan yapmaz diye bildiğimiz her şey, bizi yalancı çıkarıyor. Yazık oldu. Teröre 
lanet olsun.

Cem Yılmaz bir skecinde, genelde komedyen cenazeleri için atılan “bu sefer güldürmedi” manşetlerini eleştirmiş ve “adam ölmüş, niye güldürsün, bitmedi mi mesai” diye tepki göstermişti.

Bu sefer kendisi ölmeden böyle bir manşete konu oldu maalesef.

Bir ülke düşünün ki, komedyeni güldüremiyor, şarkıcısı konserini iptal ediyor. Çünkü bu ülkede sürekli gençler ölüyor hem de hunharca ölüyor.

Komedyeni güldürmeyi bırakıyor, şarkıcısı da şarkı söylemeyi ve hep birlikte yas tutuyor. Suudi Arabistan Kralı için yas tutan devlet ise kendi vatandaşlarının ölümü hakkında sadece konuşuyor.


Kimse bana “dünya konjonktürü böyle, etrafımız ateş çemberi” demesin. Bu ülke 6 milyon insanın öldüğü İkinci Dünya Savaşını tek vatandaşının burnu kanamadan atlatan yöneticiler de gördü.

FIRINDA SÜTLAÇ NEDEN YAPILIR?

Dün sabah yan masamda oturan ana-kız ile garson kızın konuşmaları:

-Hoş geldiniz, ne alırsınız?

-Sütlaç var mı?

-Bir sorayım.

-Sütlaç yokmuş, fırında sütlaç varmış.

-O da pirinçten mi yapılıyor?

-Bilmiyorum, içeriye sorayım.

-Sor, pirinçten yapılmıyorsa yemeyeyim. Pirinçli bir şey yemem lazımmış.

-Fırında sütlaç da pirinçten yapılıyormuş efendim!

Bu söz üzerine, ana-kız ile garson kız katıla katıla gülmeye başladılar. Benim ise hiç gülecek halim yoktu:

-Sütlacın pirinçten yapıldığını bilen fakat fırında sütlacın başka şeyden yapılmış olabileceğini düşünen, sütlacı sevdiği ve istediği için değil bir şeye iyi geleceğini düşünerek yiyen bir anne.

-Sütlacın ve fırında sütlaçın ne olduğundan ve de nasıl yapıldığından bihaber kız ve aynı yaşlardaki garson kız.

-Çalıştığı yerde ne satıldığından habersiz bir garson kız.

Anladım ki bilgi toplumu oluşumuz, “nasılsa google’a sorarımdan” ibaret.


ŞOV YOKSA YARDIM DA YOK!

Yokluğun ne demek olduğunu iyi bilirim, istemenin de ne zor olduğunu. Fakat Allaha şükür kameralar önünde yardım almışlığım yok. O nedenle yapılanın ne manaya geldiğini, sadece yardım alanların yüzlerinden okuyabiliyorum.

Sözde “bir elin verdiğini öbür el görmeyecek”ti. Şimdi herkes görüyor. Hatta “herkesin görmediği yardımın ne anlamı var” a geldi hadise.

Hayır, bütün suçu fotoğraftaki şahsa yükleyecek değilim: Daha iki gün önce gazetelerde en hayırsever işadamlarının çarşaf çarşaf yaptıkları yardımlar yayınlanmadı mı? İtiraz edeni gördünüz mü?

İşadamları, yöneticiler hatta yardım kuruluşları medya önünde yardımseverliklerini sergilemekte bir sakınca görmüyorlar. Ne de olsa çağımız imaj çağı ve görsellik ön planda.

Bu meyanda, şehit ailesine oğlunun şehit olduğunu kameralar eşliğinde haber vermeye gidenleri düşününce “bu da bir şey mi” diyorum.

Hatta hastaneye kaldırılan yaralıların dekoltelisini basan medyamız aklıma gelince buna da şükür diyorum.

Evet, aman yardım olsun da şovu da olsun diye de düşünülebilir. Ya da “yiyorlar ama fakire de veriyorlar” diye teselli de bulabiliriz.

Bu arada gördüğüne inanan vatandaş da en hayırsever olanların şov yapanlar olduğuna inandığı için de gerçek hayırseverler gölgede kalır. Hatta bütün varlığını yetim çocuklar için kurduğu vakfa bırakan Aziz Nesin de kötü adam olarak yer alır zihinlerde…


YUNANİSTAN’IN (ÖĞRENİLMİŞ) ÇARESİZLİĞİ!

Gazetenin manşeti aynen şöyle:

-Ye-iç-yat dönemi bitti, çalış-öde-sat dönemi başladı!

Anladığımız kadarıyla, Yunanistan, şimdiye kadar yemiş,içmiş yatmış, bundan sonra çalışacak ödeyecek ve satacak böylelikle düze çıkacak. Çünkü öyle emrediliyor alacaklıları.

Peki, bu size tanıdık geliyor mu?

Şöyle etrafımıza ve biraz yakın geçmişe bakınca ne görüyoruz? Üretmek yerine tarımsal destekle ayakta duran köylümüz, ekonomik kriz nedeniyle satmak zorunda kaldığımız KİT’ler, bunun sonucu artan işsizlik size de tanıdık geldi mi?

Hayat bana yaptığım askerlikte ve fakülte sonrası yaşadığım işsizlik döneminde çaresizliği öğretti, yani öğrenilmiş çaresizliği. Yaşamımın bundan sonrası da hep aklımda oldu askerlikten kaçılamayacağı ve işsizliğin ne kadar kötü bir şey olduğu.

Yalnızca insanlara öğretilmiyor çaresizlik, ülkeler de bundan alıyor nasibini; AB üyesi de olsan, büyük devletlerin sana dayattığı şeyleri yapmak zorundasın. Onlara karşı gelecek partileri iktidara da getirsen, referandumda % 61’le isteklerini kabul etmiyorum da desen onlar öyle güçlüler ki istediklerini yapmazsan bankaların önünde 60 euro için kuyrukta beklersin, biraz daha diklenirsen aç kalırsın.

Nasıl Arap Baharının o ülke halkı için bahar olmadığı artık anlaşılmışsa Avrupa’daki sol isyanın da işe yaramayacağı anlaşılmıştır.Daha doğrusu Yunanistan üzerinden diğer ülke halklarına sopa gösterilmiştir.

“Ne yapmak lazım, isyan edilmeyecek mi?” diyecek olursanız, AB’ye girdik diye ya da İMF borç verdi diye alınan kaynakları tüketmek yerine üretime aktarmak, borç karşılığı 90 yılda kurulan büyük devlet işletmelerini on yılda satmak yerine onları iyileştirmek, devlet desteği alıyorum nasılsa diye tarlaları boş bırakmak yerine üretmek, dayatılan düşük kur nedeniyle ithal ürünlere  değil yerliye rağbet etmek gerekir kanımca.

Yoksa bir gün deniz biter ve “ye-iç-yat dönemi bitti çalış-öde-sat dönemi başladı” denir bize de.


Benden uyarması…

EFSANE OLMUŞ DİYET BAŞARILARI!

İnternette en sevdiğim şey bir sayfadan çıktığımda karşıma çıkan “başarıyla çıkış yaptınız” yazısı. Akşama kadar görüyorum bu yazıyı ve çok mutlu oluyorum. Neticede ellisinden sonra “başarı” kelimesi ile karşılaşmak çok da kolay bir şey değil.

Yine Milli Piyango çekiliş sonucuna bakmak da çok mutlu ediyor beni. Amorti bile kazansanız karşınıza kocaman yazılar çıkıyor: “Tebrikler kazandınız”. Bir yandan da ekran yanıp sönüyor. Sonuçta ödediğiniz parayı geri alsanız da tebrik edilmek, kutlanmak güzel bir şey.

Geçen gün de uzun zamandır haber alamadığım bir arkadaşın adını Google’da aradım. Efsane diyet başarılarının anlatıldığı bir sayfada adına rastladım. Baktım ad, soyad, boy, yaş ve kilo bilgileri doğru. Fakat arkadaşın bu diyet başarıları sitesinde yer almasını sağlayan “verdiği kilo” bilgisi çok ilginç: 0,19 KG vermiş arkadaşım. Yani 190 gram.

Eh, madem ortada bir başarı var ve marifet de iltifata tabi, derhal kendisini aradım:

-Tebrik ederim!

-Hayırdır?

-190 Gram vermişsin.

-Ne 190’ı, ne gramı?

-İnternette gördüm. Bu başarın sanal aleme de taşınmış.

Arkadaş kendisiyle dalga geçtiğimi sandı fakat dediğim yöntemle arayınca 190 gram verdiği için “efsane diyet başarıları” sitesinde yer aldığını gördü. Sonra hatırladı, meğer bir yakınının tavsiyesi ile bu siteye girmiş sonra  girdiğini de yazdığını da unutmuş.

Yukarıdaki örneklere bakınca, insanların ve özellikle de gençlerin neden bilgisayar ve telefonlarının ekranlarından başlarını kaldırmadıkları anlaşılıyor. Bizim gibi sürekli etrafını eleştiren, ne yapsanız memnun olmayan ve asla takdir etmeyen bir toplumda, insanların kendilerini başarılı gören ekranlara yönelmesi doğal.

Ayrıca zevkli de. Bütün icatları başka toplumlar yapsın sen kullan, bütün Nobelleri başkaları alsın ancak sen bir sayfadan çıkmak için “çıkış” ı tıkladığın için başarılı ol, amorti kazandığın için tebrikleri kabul et ve 190 gram verdiğin için de “efsane diyet başarıları” sitesinde adın geçsin.


Ne güzel…

DÜNYANIN EN ZALİM BALIKLARI!

Cumhurbaşkanı, Anadolu Ajansı, Çin ve Tayland  aksini söylese de ülkemizdeki “Uygur Türklerine uygulanan zulme” tepkiler sürüyor.

Zulmün hesabını sokaktaki çekik gözlü turistlerden sorma eylemleri devam ederken geçen akşam da sıra 200 Uygur Türkünü Çin’e iade edileceği söylenen Tayland Fahri Başkonsolosluğu da protestolardan nasibini almış.

Konsolosluktaki her şey kırılıp dökülmüş. Duvardaki Atatürk fotoğrafı ile bir akvaryum  da saldırıdan nasibini almış. Akvaryum kırılınca içindeki o güzelim  zavallı balıkların da hepsi ölmüş.

Yani ben bu işi anlamadım; Çin’de Uygur Türklerine eziyet ediliyor veya böyle bir iddia var ve bunun bedelini de sokaktaki çekik gözlü turistlerle akvaryumdaki balıklardan soruyorsunuz.

Ya Irak’ta ve Suriye’de boğazı kesilerek, yakılarak öldürülen Müslümanlar?

Onları öldürenler Müslüman diye mi tepkisizsiniz yoksa “Allahu ekber” diyerek yapılan her şey mubah mı size göre?

Ya da sadece akvaryumdaki zavallı balıklara mı yetiyor gücünüz?

FİBER HÜKÜMET!

Yunanistan’da seçimin ertesi günü başbakan hükümeti kurmakla görevlendirildi ve birkaç gün içinde de önceden koalisyon hükümeti kurularak işe başladı.

Bizde ise:

-Seçim sonuçlarının açıklanması 12 gün,

-Meclis başkanlığına adaylığını koymak 5 gün,

-Vekillerin hangi başkanı seçeceğini düşünmesi 5 gün,

-Başkanlık divanının oluşması 8 gün,

Sürdü.

Sonunda seçimlerin üzerinden 33 gün geçtikten sonra başbakan hükümeti kurmakla görevlendirildi.

Koalisyon görüşmelerinin kaç gün süreceği, parti başkanlarının bitmez-tükenmez “konuyu yetkili kurullara götürme” açıklamaları, protokol yazılması kaç gün sürecek bilemiyoruz.

Bildiğimiz, en iyimser tahminle hükümet kurulduktan sonra bilmem kaç tam gün geçince hükümet programının okunacağı ve yine bilmem tam kaç gün geçtikten sonra güven oylamasının yapılacağı.

Bu iyimser tahmin, hükümet kurulamaz da yeni bir seçime gidilirse vay halimize.

Kim kiminle hükümet kurar yok anlaşamazlarsa seçime mi gidilir bilemem ancak bildiğim, hükümet kurulur- kurulmaz ilk yapmaları gereken bu sistemi düzeltmeleri.

Vatandaşlarının fiber internete geçtiği, hızın çok önemli olduğu bir dönemde yönetenlerinin bu kadar lüzumsuz vakit kaybı yaratmayacak bir sistem kurmalarının vakti geldi bence.

Artık internetin olmadığı dönemden kalan yasalarla fiber internete geçen vatandaşların yönetilmesi mümkün değil.
Benden söylemesi…


KEYFIMİ KAÇIRAN GÜZELLIKLER!


Bir peysaj mimarının yalancısıyım. Bitkiler strese girince açarmış.Onlara güzel bakar, rahat rahat ettirirsek çiçek açmazlarmış.

Anladığım kadarıyla, bizim çoğu zaman güzellik diye gördüğümüz şey başkalarının acısı.

O nedenle dün işyerinde yeni biçilmiş çimlerin kokusunu ciğerlerime çekerken bu aklıma geldi ve keyfim kaçtı.

KILIÇDAROĞLU’NA PİYANGO VURDU!

Seçimler bitti. Herkes “halk ne mesaj verdi” sorusuna yanıt arıyor. Öyle ki, halkın kendiside ne mesaj verdiğini bilmiyor olmalı ki o da  kahvede, otobüste, metroda ve işyerlerinde koalisyon problemini çözme derdinde.

Ben de halkın bir ferdi olarak çözüme katkı yapayım istedim ancak benim bulduğum sonuç şaşırtıcı:

1-Muhalefet partilerinin hiçbiri AKP ile koalisyondan yana değil. Haklılar. Bence de AKP ile koalisyon yapan parti biter. Tabi ki AKP Azınlık Hükümetine destek veren de.

2-İkinci en güçlü seçenek olan CHP-MHP-HDP koalisyonu seçeneği de mümkün görünmüyor.

3-Koalisyon kurulamaz ve erken seçime gidilirse sanırım bu durum bütün partiler için hayal kırıklığı yaratır.

4-MHP, HDP destekli CHP-MHP hükümetinin yolunu tıkadığı için geriye tek seçenek kalıyor. O da MHP ve HDP’nin dışarıdan desteklediği, ülkeyi seçime götürecek bir CHP Azınlık Hükümeti.

Böyle olursa, Kılıçdaroğlu, eski bakanları yüce divana gönderir, Aksarayı boşaltır, emekliye, asgari ücretliye, taşeron işçiye, atanamayan öğretmenlere ve çiftçilere verdiği sözü turar. Bir kaç anti-demokratik yasayı değiştirir ve seçime öyle girer. Belki bu sayede alamadığı oyu alma şansı olur.

Hayat ne garip, eğer ülkede bir hükümet sorunu olmasa şu an herkes Kılıçdaroğlu’nun “geçen seçimden az oy alırsam istifa ederim” sözünü tutmasını bekleyecekti. Şimdi ise Kılıçdaroğlu en büyük başbakan adayı.

Bir tartışma ile İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı ol, bir kasetle genel başkanın devrilsin sen yerine geç. Şimdi de seçimi kaybettiğin halde başbakan ol.

Ne denir buna:

-Bir insana Allah yürü ya kulum demesin!


SÖVDÜĞÜNE OY VERMEK!

Sonunda seçimler bitti. Bir yandan koalisyon üzerine fikir jimnastiği devam ederken diğer yandan da uzmanlar seçmenin oy verme davranışları üzerine kafa yormaya başladılar. Ben de bu çalışmalara bir katkı yapayım dedim: sövdüğüne oy vermek!

Nasıl oluyor derseniz, şöyle oluyor efendim: yıllar önce bir açılışa gitmiştik. Oğlumuzu da verilecek konser sayesinde açılışa götürebilmiştik.

Fakat açılıştaki konuşmalar yaklaşan yerel seçimler nedeniyle uzayınca oğlumuz sıkılmış ve hemen önümüzde oturan büyükşehir belediye başkanına küfür etmiş, biz de yerin dibine geçmiştik.

Aradan yıllar geçti. Oğlumun küfrettiği başkan vefat etti ve bu sefer oğlu ilçe belediye başkan adayı oldu. Partisini beğenmesem de ona oy vermeye karar verdim.

Hayır, babası gibi onun da iyi bir belediye başkanı olacağına inandığımdan değil. Madem oğlum babasına küfretmişti ben de oğluna oy vererek vefa borcumu ödeyeyim düşüncesinden. 

Hatta oğlumu da uyardım:


-Babasına küfrettin, bari oğluna oy ver de borcunu öde!

MAZLUM ZALİMİ BOYUNDAN TANIR!

İnsanların hayvanları ile tatil yapabildikleri bir butik otel. Otelin bir hayli kısa boylu garsonu dışında İnsanların da hayvanların da keyfi yerinde.

Garson ne zaman restorana girse, bir küçük köpek hemen garsonu kovalamaya başlıyor. Tabi ki sahipleri de peşinde.

Bir öğünde yan masamıza gelen küçük köpeğin sahiplerine sordum. Köpeği sokaktan almışlar. Onlar almadan önce çocuklar çok eziyet etmişler. Küçük köpek de o nedenle kısa boylu insanları kendine eziyet eden  çocuklar  sanarak tepki gösteriyormuş.


Anladım ki mazlum zalimi asla unutmuyor ve boyunda tanıyor.

AĞAMIN MERCEDESİ OLSA DA YIKASAM!

Aynı sektörde iki firma. Birinin durumu iyi diğeri batmak üzere. Durumu iyi olan şirketin elemanı kapı önünde patronunun arabasını yıkıyor.

Durumu kötü olan şirketin elemanı, bir yandan yıkanan arabayı seyrederken o sırada oradan geçmekte olan patronuna sitem ediyor:

-Keşke ağamın bir mercedesi olsa da ben de yıkasam!


Mercedes tartışmalarının seçimleri nasıl etkileyeceğine kafa yoranlara ithaf olunur.

OYUNUZ ANANIZA GITSIN!

Yine seçimler geldi ve bilmem kaçıncı defadır seçmen ne yapacağını bilemez durumda. Zira yine akıl hocaları iş başında; şuraya oy verirseniz oyunuz heba olur, buna oy vermezseniz şu gitmez vs.

Sistemi değiştirmeye, barajı kaldırmaya kimsenin niyeti olmayınca seçmen yine gönül rahatlığıyla oy veremeyecek ve bir dahaki seçime kadar verdiği oydan pişmanlık duyacak.

Ben yapı itibarıyla "bir şeyi yapmaya mecbur olmaktan" nefret ettiğim için bugüne kadar yapılan telkinleri dinlemedim ve verdiğim oyla bir şeyi değiştiremesem de pişman olmadım hiç olmazsa.

Nedeni ilkokul üçüncü sınıfta yapılan "yılın annesi" seçimi.

Efendim, ilkokul üçüncü sınıfta anneler günü yaklaşırken öğretmenimiz "yılın annesi" seçimi yapılacağını bildirdi ve herkesten sınıftan birinin annesinin adını küçük kağıtlara yazmasını istedi.

Yapılan seçim sonucu, okula sürekli gidip-gelen iki anne oyların büyük bölümünü alırken benim annem de 3.anne olarak benden aldığı tek oyla tahtada yerini aldı. Oylama sonucu, en çok oyu alan anneye bir hediye alındı ve ev ziyareti ile hediyesi takdim edildi.

O günden beri bu seçim zaman zaman aklıma gelir ve  seçimde kendi annesine oy vermeyen sınıf arkadaşlarımın ne düşündüğünü merak ederim. Ya da dokuz yaşındaki çocukların neden böyle bir seçimde oy kullanma durumunda bırakıldıklarını.

İşte her seçimde inandığı parti yerine başka partiye oy vermeye zorlanan seçmenleri de o sınıf arkadaşlarıma benzetirim ben. Ve her seçim öncesi onlara gönlündeki aslana oy vermelerini tavsiye ederim.

Evet, yine bir seçim geldi ve yine birileri, barajı kaldırmak, daha demokratik bir seçim sistemi getirmek yerine bizi  başkasının annesine oy vermeye zorluyorlar. 

Nasıl "Yılın annesi"seçiminde herkes kendi annesine oy verseydi öğretmenimiz bu seçimin saçma olduğunu anlar ve bir daha yapmazsa, eminim herkes gönlündekine oy verirse yönetenlerimiz de bu Saçma seçim sistemini değiştirmek zorunda kalırlar.

Seçimlerde verdiğimiz oy, bizim yönetenlere bir mesajımızdır. Gönlümüzdekine oy vererek, oy vermeyerek ya da seçim pusulasına bir şeyler yazarak tepkimizi gösterelim. Oyumuz bir şeyleri değiştirmese de koyun olmadığımızı gösterelim hiç olmazsa.

ISTANBUL 2.BÖLGE SEÇMENININ ZOR KARARI

Seçimde hepimizin işi zor ancak bana göre işi en zor seçmen Istanbul 2.Bölge seçmeninin. En azında bir Kısım seçmenin.

Onları zorlayan ise bir aday: MHP Adayı Ekmeleddin İhsanoğlu.
Şimdi, sen Istanbul 2. Bölge seçmeni ol, İhsanoğlu cumhurbaşkanı seçilsin diye tatili yarıda kes ve onu Atatürk'ün koltuğuna Layık görerek oy ver, o da büyük bir tevazuu göstererek bu sefer karşına milletvekili adayı olarak çıksın.
Gel çık işin içinden!

Oy versen, karşında kendine daha yakın bulduğun adaylar var.
Vermesen bu sefer kendinle çelişeceksin. Cumhurbaşkanlığı'na Layık gördüğün birini vekilliğe layık görmemiş olacaksın.

Kısacası işin çok zor kardeşim.

"Başka aday yoktu ne yapayım", "karısının başı açıktı ondan oy verdim" sözleri seni kurtarır mı bilemem!

BENCE DE SÖYLENECEK SÖZ KALMAMIŞ ARTIK!

-Yazılacak ne kaldı ki?

-Söylenecek bütün sözler söylenmiştir!

-Sporda rekorlar sınıra dayandı artık kırılamaz!

Son günlerde sıkça duyduğum bu sözlerde haklılık payı olsa da bence hükümsüzdü. Zira kırılacak rekor neyse de yazılacak yazı ve söylenecek söz kalmamışsa, yaşamak neye yarar ki?

O nedenle bu sözleri görmezden geldim şimdiye kadar. Rekor değilse de yeni sözlerin ve yeni yazıların peşine düştüm. Ta ki geçen akşama kadar.

Geçen akşam, Yakın Okuma Gurubunda Burhan Sönmez’in kitabını konuşurken söz döndü dolaştı “insanlığa” geldi. Ancak o sırada laf sırası bana gelmediğinden yıllardır üzerinde çalıştığım bir sözümü söyleyemedim.

Toplantı sonrası oturduğumuz yerde hocamıza sitem ettim:

-Bir aforizmam vardı söyleyemedim hocam!

-O zaman şimdi söyle.

-Peki, “dünyada bence en gereksiz varlık insandır. İnsanı çekin alın dünyadan inanın dünya daha güzel bir yer olur”.

Ben tam toplulukta sözlerimin tesirini beklerken gurubumuza yeni katılan bir arkadaş, “söylediğiniz yeni bir şey değil” dedi ve  cep telefonundan benim sözümün daha güzel ifade edilmişini bularak yüksek sesle okudu.

Meğer benim yıllardır düşündüğüm bu sözü, bir aşının mucidi de olan bilim adamı yıllar önce söylemiş. Hem de “dünya elli yılda kendine gelir” ilavesiyle.

Şimdi, yıllar önce söylenmiş bir sözü söyleyebilmek için verdiğin emeğe mi yanarsın, aforizma söyleyeceğim diye ortaya çıkıp cahilliğini itiraf etmene mi yanarsın bilemedim.

Bu duygularla o  bilim adamına sitem etmeden de duramadım:

-Zaten aşıyı bularak insanlığa büyük hizmet etmişsin, bu sözü söylemeyi de bize bıraksan olmaz mıydı birader?



FESHANE’DE ERMENİ GÜNLERİ NE ZAMAN?

Her yıl aynı tantana; Obama “soykırım” dedi mi, Putin ne dedi, hangi parlamento ne karar aldı vs. Kimin ne dediği ile bir sorunun çözüldüğüne tanık olmadım bugüne kadar. Ermeni Meselesinin de lafla çözüleceğine inanmıyorum o nedenle.

“Siz soykırım yaptınız”, “siz daha çok adam öldürdünüz” diyerek de bir yere varılacağına inanmıyorum. Geçmiş geçmişte duruyor ve belki de ders alınmayı bekliyor.

Biz hala sorunu çözmeye başlamadığımız için bugün de kaçıyor. Böyle giderse yarın da kaçmaya mahkum.

O halde ne yapmalı?

Bence sorunu Feshane’den çözmeye başlamalıyız. Hani her yıl değişik illerin gelip yemeklerini, kültürlerini tanıttığı Feshane’den. Madem orada herkes kendi kültürünü, geleneklerini ve yemeklerini tanıtıyor,  neden azınlığa mensup yurttaşlarımız da bunu yapmasınlar?

Ben şahsen bugüne kadar sadece askerde 2 Ermeni gördüm. Onlarla da kültürlerini tanıyacak kadar muhabbetim olmadı.

Madem demokrasimiz Kürtçe Televizyon yayınları hatta Kürtçe siyasi parti propagandasına izin verecek olgunluğa erişti, o halde neden Feshane’de Ermeni Günleri, Süryani Haftası yapılmasın.

Belki bu sayede yurttaşlar birbirini daha yakından tanıma olanağı bulur, zamanla sorunlarını da konuşur ve çözerler.


Yöneticilerimiz de her 24 Nisanda gözlerini ABD, Rusya ve AB ülkelerine çevirmek zorunda kalmaz.