UHUD SAVAŞINDAN MI ÇIKTIN MÜBAREK?

Son yıllarda, yaşanan her olayı dini ve milli değerlerle sembolleştirmek moda oldu. En basit olaylarda bile dini ve milli sembolleri ve söylemleri kullanır, her olaydan da bir kahraman çıkarır hale geldik.

Örnek mi?

Geçen akşam televizyon, adliye önünde toplanmış bir kalabalığı gösteriyor. Beklenen çıktıktan sonra sevgi gösterilerinin yanı sıra bir ses duyuluyor:

-Tekbiiiirrrr!

-Allahuekberrrrrrrrrrrrrr!

-Tekbiiiirrrr!

-Allahuekber!

Kardeşim, alt tarafı bir yolsuzluk operasyonunda gözaltına alınmış, iki gün nezarette yatmış ve salıverilmişsin. Haksızlığa uğramış da olabilirsin. Sevenlerinin seni karşılamasını, seni tekrar aralarında görmekten dolayı hoşnut olmalarını hatta sevincini davul zurna çalarak göstermelerini de anlarım. Fakat nedir bu Tekbir sesleri?

Uhud Savaşında esir düştün de oradan mı geliyorsun? 

GAZETELERE PİYANGO MU ÇIKTI?

Bugün öğle yemeğinden sonra yaptığımız mutat yürüyüşümüz sırasında, önce metro istasyonu önünde bir ulusal gazetenin ardından da vapur iskelesi önünde bir yerel gazetenin ısrarlı bir şekilde zorla vatandaşların eline tutuşturulduğunu gördüm. Bir yandan da bağırıyorlardı:

-Bedavadır, lütfen alın!

Merakla sordum dağıtanlara:

-Neden bedava dağıtıyorsunuz, piyango gazetelere mi vurdu yoksa?

-Yok abi, biz her gün bedava dağıtıyoruz!

Oysa her gün oradan geçmemize rağmen hiçbir zaman görmemiştik bedava gazete dağıtıldığını.

İşyerine geldikten sonra merakla okudum gazeteleri ve bu bedava dağıtımın nedenini öğrendim. Ulusal gazetenin bölge ekinin tam iki sayfasında ilçe belediyesinin icraatları anlatılmaktaydı. Diğerinin ise birinci sayfası tamamen büyükşehir belediye başkanı aleyhindeki iddialara ayrılmıştı.

Evet, bugün binlerce gazetenin bedava dağıtıldığına tanık oldum binlerce vatandaşla birlikte. Peki, nereden geliyor bu değirmenin suyu?

Muhtemelen ilki ilçe belediyesi, diğeri de yeniden aday olan büyükşehir belediye başkanının rakipleri tarafından finanse edilmişti. Ya da gazetelere piyango vurmuştu ve bugün vatandaşlarına kıyak çekiyorlardı(!).

Ey,  bugünlerde, ”ne soymuşlar memleketi” diye birbirine hayretle bakan vatandaşlarımız, siyaset pahalı bir uğraştır ve karşılığı asla “alınacak belediye başkanlığı maaşı” değildir. Sizi bilmem de ben bu seçimlerde, kampanya masraflarının kaynağını açıklamayan ve harcadığı bu paraları nereden çıkaracağını söylemeyen hiçbir adaya oy vermeyeceğim. Haberiniz olsun.


KOSKOCA SULTAN SÜLEYMAN EROL TAŞ’A DÖNDÜ!

Çocukluğumuzda, Germencik’teki yazlık sinemada, izlediğimiz Türk Filmlerinde, her zaman sevenleri ayırmaya çalışan, onlara kötülük yapan, bir yandan da  kemik sıyırırken korkunç kahkahalar atan adamlar olurdu. Bu kimi zaman Erol Taş kimi zaman da Bilal İnci’ydi.

Tabi Germencik’liler bu kötü adamlara tepkisiz kalmaz ve ellerindeki gazoz şişelerini, “sevenler ayrılır mı lan o..çocuğu” diye bağırarak Erol Taş’ın suratına fırlatırlardı.

Sinemacı Nihat da aniden ortaya çıkar, “ne atıyonuz lan şişileri, içtin gazz on nere kırdın şişi yirmi lere” diye tepki gösterirdi.

Bu nedenle bizim yazlık sinemanın perdesinin önü cam kırıkları ile doluydu ve ön sıralarda oturmak ve film oynarken ayağa kalkmak çok riskliydi.

Bugünlerde, Perşembe günleri Germencik’teki televizyon tamircilerine camları kırılmış televizyonlar geliyor mu bilmiyorum. Gelmiyorsa da gazoz şişelerinin pet şişe olmasındandır. Fakat hemşerilerimin Çarşamba akşamları sevdiğine kavuşamayan şehzadeler için Sultan Süleyman’a tepki gösterdiklerine eminim.

Nedir bu şehzadelerin babalarından çektiği?  Nedir bu sevdiklerine kavuşmak için ödedikleri bedel? Dün akşam da bunlara kocasında boşanmak isteyen Mihrimah Sultan eklendi ve maalesef o da beklediği desteği bulamadı babasından.


Sayın Yapımcı ve senaristler, yapmayın etmeyin. Sultan Süleyman’a kıymayın. Ekranda illa bir kötü adam lazımsa, sevenleri ayıracak biri lazımsa başka birini bulun. Kanuni Sultan Süleyman, gurur duyduğumuz iyi biri olarak kalsın hafızamızda. 

KABİNEYE TÜRBAN DA GİRSEYDİ KEŞKE

Bir zamanlar Fransızlar kabinede 14 kadın bakan bulunmasıyla övünürlerdi. Bizde ikiyi geçmedi maalesef. O da biri başbakan olduğu için herhalde. Bunun dışında genelde sadece kadından sorumlu bir kadın bakanımız oldu. Belki de erkekler bu bakanlığı yapmak istemedikleri için.

Dün akşam yapılan kabine değişikliğinde de kural değişmedi ve kadınlar kabinede sadece bir bakanla temsil edildi. Yine aileden sorumlu bir kadın bakan.

Bu beklenen bir şey olduğu için ben kimin bu bakanlığa getirildiğine değil kadın bakanımızın türbanlı olup-olmadığına baktım, değilmiş.

İran uzaya, Hindistan Mars’a ve Çin de aya giderken, ABD ve AB Uluslar arası Uzay Üssü inşa ederken, biz son otuz yılımızı türban tartışmaları ile geçirdik maalesef. Sonunda yasaklar kalktı ve türban bakanlar kurulu hariç her yere girdi.


Diyorum ki, keşke dün akşam yapılan kabine değişikliği ile bakanlar kuruluna bir türbanlı bakanımız girseydi de son otuz yılımızı heba eden bez parçası ile ilgili tartışmalar ilelebet hayatımızdan çıksaydı.

KÖPEK TUVALETİNE SIRA GELMEDİ Mİ DAHA?

Toplumda herkesin bildiği ama bilmezden geldiği hususlar beni çok rahatsız ediyor. Belki de böylesi iyi: görmedim, duymadım, bilmiyorum.

Efendim, ben İzmir’in Karşıyaka ilçesinde çalışıyorum. Her gün özellikle de sabahları çok sayıda köpek gezdiren insanla karşılaşıyorum. Ve yolda da bol miktarda köpek pisliği ile.

Geçen gün, hoş, iyi giyimli ve bakımlı bir hanımın köpeği yolun ortasına bir tuvalet kağıdı rulosu  büyüklüğünde dışkısını bıraktı ve yola devam ettiler. Olaya tanık olanlarımızdan (Panter Emel sendromu nedeniyle) hiçbir ses çıkmazken yine köpeğini gezdirmekte olan daha yaşlıca bir hanım arkalarından seslendi:

-Köpeğin dışkısını almayı düşünmüyor musunuz?

-Alacaktım da poşetim yok. Şuradan poşet isteyecektim!

Şura dediği bir etüt merkezi idi.

Şimdi, insanların evlerinde hayvan besledikleri bir gerçek. Bu gerçeğe uygun olarak hayvanlar için veterinerler, mama satan işyerleri de mevcut. Belediyelerin buna paralel sokaklarda hayvanlar için su ve yemek kabı hizmeti de var.

Biz insanların yiyip öğüttüklerimizden kalanları ne yapacağımız belli. Evi olan evinde kalanlar için de bu ihtiyaçlar için yerler mevcut. Zaten bir insan bu yerler dışında sokağa dışkısını bırakmıyor. Bıraksa da eminim diğer insanlar buna tepki gösterir.

Bildiğim kadarıyla evlerde beslenen kediler için bu ihtiyaçlarını giderebilecekleri kum havuzları var. Köpekler ise bu ihtiyaçlarını (ev bahçeli değilse) sokakta ve parklarda gideriyorlar. Peki, şehirlerde insanlarla birlikte yaşayan bunca köpeğin dışkısı nereye gidiyor? Sahibi duyarlı biriyse bir poşet içinde çöp tenekesine gidiyor. Kalanı  sokaklarda ve parklarda kalıyor.

Diyorum ki madem evlerde köpekler besleniyor. O halde hayvanların yiyeceğini içeceğini düşünen yerel yönetimler bunların dışkıları ne olacak düşünmüyor mu? Medeniyet, insanlara tanımadığımız sokakları ve parkları pisletme hakkını hayvanlara tanımak mıdır?


Tez elden, yerel yönetimlerce köpek tuvaletleri yapılmalı ve buralar dışında köpeklerin başka yerde ihtiyaç gidermeleri yasaklanmalıdır. Sokaklar ve parklar da bu pisliklerden temizlenmelidir. 

YOLUNU ŞAŞIRMIŞ BİR ÜLKE!

Son birkaç ayda yaşadıklarımıza bir bakalım:

-Vali ile Belediye başkanı törende uluorta kavga ettiler. Araya korumalar girdi.

-İtfaiyecilerle polisler kavga etti, araya vatandaşlar girdi.

-Son operasyonlardan sonra belediye polise küstü, otobüs vermedi.

-Savcı istihbarat müdürünü ifadeye çağırdı, emniyet müdürü göndermedi.

-AKP’liler STV binası önünde eylem yapmaya kalktılar.

-Cemaat beddua etti. Buna karşın “dua kalkanı” geliştirildi. Bu arada dünyanın başka yerlerinde insanlar füze kalkanı geliştirmeye çalışıyordu.

-Akit Gazetesi, Çabulcu Zamanı diye manşet attı.

-Bu arada Çiller’in eski bakanı ile Enver Ören’in Ankara Temsilcisi Ulusal Kanalda program yapıyorlar uzun zamandır.

Bütün bunlara dayanamayan Arkadaşım Sema Aypolat Kurtuluş “Ne hale geldim hiç bir duruşum kalmadı; Uzun zamandır ülkücülerle kankiyiz zaten, bir süredir samanyolu TV çok hoşuma gidiyor, hoca hakkında atıyom tutuyom, fanatik AKP lilerle aynı kulvarda buluyorum kendimi. Ne oluyor ya ?” diye isyan etmiş durumda.


Kısacası, ülkede kim nerede ne yapıyor iyice karıştı kafalar. Zincirlerinden kurtulmuş bir gemide gibiyiz. Allah sonumuzu hayır eylesin:Amin.

BUNLAR DA BABA-OĞUL!

Bir dağ başında, koyunlarını otlatırken rastladım ben bu aileye. Sofralarına buyur ettiler. Yere serilmiş bir yemeni üzerinde bir parça bazlama ve bir parça soğandan oluşan sofralarına.

Dikkat edin yüzlerine, mutlular. Bir utanç yok yüzlerinde. Zira helal yiyen herkesin yüzünde vardır bu mutluluk.

Benzer sofralarda bulunduğum için bilirim:

-Acele yenmez bu sofralarda yemek.

-Ve herkes birbirine bırakır son parçayı.

- “Allah bereket versin” diye kalkılır bu sofralardan.

-En önemlisi de şükredilir verilen nimetlere.

Bugün Pazar. Birazdan birçok ailede kahvaltı telaşı başlayacak. Birçoğumuz da dışarıya kahvaltıya gideceğiz, verilen kahvaltının kaç çeşit olduğuna bakarak.

Eminim kahvaltıda da tek konu, sonrasında gidilecek alışveriş merkezleri ve oradan alınması gerekli pahalı cep telefonları gibi ihtiyaçlar olacak.

Ya da kutudaki dolarlar ve hapisteki oğullar olacak.


Hatırlatayım dedim, bunlar da insan, bunlar da baba-oğul.

KILIÇDAROĞLU’NUN İLGİNÇ GÜNDEMİ!

Medyadan öğrendiğimize göre bugün:

-Kamu çalışanları iş bırakmış.

-32 Kişinin öldüğü cezaevlerinde yapılan “Hayata Dönüş” operasyonunun yıldönümü.

-111 Kişinin öldüğü K.Maraş olaylarının yıldönümü.

Akşam haberlerinden öğrendiğimize göre Kılıçdaroğlu bugün:

-ABD Büyükelçisiyle öğle yemeği yemiş.

-Eski MHP’li Mansur Yavaş’la görüşmüş ve Yavaş’ın Ankara için Aday Adayı olduğunu açıklamış.
-Nazlı Ilıcak’a “geçmiş olsun” telefonu açmış.

Gerçekten ilginç değil mi?

TÜRKİYE’NİN DENİZ FENERİ: NAZLI ILICAK

Kurtlar Vadisi Dizisinde unutamadığım bir konuşma vardır:

-Ben hep haklıdan yana oldum!

-Ben hep güçlüden yana oldum!

Türkiye’de güçlüden yana olmanın en iyi temsilcisi Nazlı Ilıcak’tır. Onu daima güçlünün yanında ve onun sözcüsü olarak görürüz. 12 Eylül hariç bu hep böyle olmuştur.

Nasıl oluyorsa Ilıcak, ülkede gücün kime geçeceğini önceden seziyor ve ona göre pozisyon alıyor. Bu nedenle, Türkiye’yi bir gemi olarak düşünürsek Nazlı Ilıcak da bu gemiye yol gösteren deniz feneridir bana göre.


Duydum ki Ilıcak’ın çalıştığı gazete ile yolları ayrılmış. Ben de merakla bekliyorum yeni gazetesini. Zira Ilıcak’ın yeni gazetesi geminin gideceği yönü gösterecektir bizlere.

BU ÜLKEDE YOLSUZLUKTAN İKTİDAR DEĞİŞMEZ!

Birkaç günde ülkenin gündemi birden değişti: ayakkabı kutusundan çıkan paralar, gözaltına alınan bakan oğulları, şaşırtıcı kişilerden beklenmeyen açıklamalar ve tavırlar. Tam anlamıyla ortalık toz duman açıkçası.

İddialar doğru mu yoksa bu gizli güçlerin bir operasyonu mu tam olarak bilmiyoruz. Toz duman dağılsın anlarız. Bu arada medya ve sosyal medyada “iktidarın sonu geldi” şeklinde yorumlar da  başladı. İşte benim buna itirazım var. Söyleyeceklerim, son operasyonla ilgili değil yaşam tecrübesi, bunu baştan söyleyeyim.

Diyorum ki bu ülkede yolsuzluktan dolayı iktidar değişmez. Çünkü:

- Bu ülkede, “ bal tutan parmağını yalar” diye bir atasözü vardır.

- Bu ülkede, “çalsın ama iş yapsın” diye başta olanlara verilen bir avans vardır.

- Bu ülkede, “Benim memurum işini bilir” diyen başbakanlar olmuştur.

-Bu ülkede, bir hayali ihracattan mahkum olmuş birine stattaki halk tarafından tezahürat yapılmıştır.

-Bu ülkede, parasını batıran bankere tekrar para yatıracağını söyleyen ve bu sözünü de tutan sonra da "nerede bu devlet" diye bağıran vatandaşlar olmuştur.

- Bu ülkede, yolsuzluğu herkes bildiği halde “benden bilmesin, kimsenin ekmeğiyle oynamayayım” gerekçesiyle adli mercilere yardım etmeyen, bildiğini söylemeyen insanlar vardır.

- Bu ülkede, insanlar hırsız-namuslu diye ayrılmaz, senin hırsız-benim hırsız diye ayrılır. Namuslu olan enayidir.

- Bu ülkede, elindeki medyayı kendi menfaatleri için kullanmaktan çekinmeyen, mitinglerinde döner-pilav dağıtan ve sonrasında her şey ortaya çıkınca da ülkeyi terk eden bir liderin partisi yüzde yedi oy almıştır.

- Bu ülkede, kimse kamu kaynağını çaldığı için itibar kaybetmemiş ancak az çaldığı için eleştirilmiştir.
...


Daha sayayım mı?

BENCE PARALARIN AHI TUTTU!

Gazetelerde bir banka genel müdürünün evinde ayakkabı kutusu içinde çıktığı iddia edilen paraları görünce içim burkuldu. Hayır, paraların yanlış yerde bulunmaları değil içimi burkan, paraların pejmürde hali. Yani, neler yaşadılar, hangi ellerde dolaştılar da yıprandılar bu kadar?

İnanın düğünlerde havaya atılan, oynarken çiğnenen dolarlar bile bunlar kadar yıpranmamıştır eminim. Ya da cüzdan yerine cepte taşınanları bile.

Paraların çilesi bitmemiş olacak ki, aynı darphanede basıldıkları diğer dolarlar, bir dansözün göğsünde parfüm kokuları arasında sefa sürerken sen bir ayakkabı kutusunda ayak kokuları arasında çile çek. Olacak iş mi yani? Kütüphane rafında olmanın bu paralara ne yararı var? Entel mi görünecekler yani? 

Ayrıca ayakkabı kutusunun kütüphanede olması içindeki paralara statü kazandırmaz aksine kütüphanenin itibarını zedeler. Kitaplara sinen ayak kokusu da cabası. Bundan sonrası daha da vahim, rutubetli bir  adli emanet odasında geçecek ömürleri. Onlar istemez miydi bir banka kasasında gıcır gıcır otursunlar ya da bir mutlu olayla gündeme gelsinler.

Evet, haber doğru mu bilmiyorum ancak ayakkabı kutusundaki paraların hali ortada. Bence bütün yaşananların nedeni, bu paraları elinde bulunduranların bu paralara reva gördüğü muameledir. Ne demiş atalarımız:


-Alma paranın ahını, sonra çıkar ortaya deste deste! 

KADROLU KAHRAMAN: SAVCI ZEKERİYA ÖZ!

Ergenekon Soruşturmasını yürüten Savcı Zekeriya Öz zamanında çok eleştirilmişti. Yöntemlerinden, geçmişi hatta eşinin kıyafetine kadar çok konuşulmuştu. Ekrandaki yorumcular ve köşe yazarlarının bir kısmı için kahraman iken diğer kısmı için hukuku katleden kişiydi.

Bu yorumculara göre, bu savcıya baskı yapılmamalı ve koruma altına alınmalıydı. Bunun için yanlış hatırlamıyorsam kendisine başbakanın eski zırhlı makam aracı bile tahsis edilmişti.

Uzun süredir adı duyulmayan, pasif göreve alındığı iddia edilen Savcı Öz, dün başlattığı operasyonla yine gündeme oturdu. Akşam haberlerinde Kılıçdaroğlu’nun “umarım Deniz Feneri Soruşturmasını yapan savcıların başına gelenler bu savcıların başına gelmez” açıklamasını duyunca şaşırdım. Yine gazetelerdeki “savcılara baskı yapılacağı, bu amaçla HSYK’nın toplandığı” haberlerini görünce de. Ayrıca AKP Sözcüsünün “masumiyet karinesi gözardı edilmemeli” açıklaması da ilginç.

Anlaşılan, Savcı Öz aynı şekilde görevine devam etmekle birlikte, bu sefer daha önce hukuku katlettiğini iddia edenlerin gözünde kahraman, kahraman olduğunu iddia edenlerin gözünde de hukuku katleden kişi olacak.


Sayın Savcı ne kadar daha görevine devam eder bilmiyorum da benim merak ettiğim, görevini kahraman olarak mı yoksa hukuku katleden biri olarak mı bitireceği. 

GİYİNMEK DEĞİL ÖRTÜNMEK!

Yıllar önce bir reklam sloganı vardı:

-Örtünmek için değil giyinmek için…

Evet, bazıları için bir kültürdür giyinmek. Bazıları içinse sadece örtünmektir kıyafet. Hele bizim nesil için bu tamamen böyleydi: büyüklerin eskileri giyilir, yırtık kıyafet yerine yamalı tercih edilirdi. Sonrası, parasının yettiğini almalar, hanım ne ütülediyse onu giymeler, ütülü yoksa az kirliyi giymeler vs. Ya da bazı zorunluluklar, memurun kıyafet zorunluluğu gibi. Hiçbir zaman bir tercih, bir zevk olmamıştır kıyafet.

Bugünlerde giydiğim şık ve “genç işi” kıyafetler ise oğlumun ısrarla aldırıp giymediği kıyafetlerin heba olmaması çabasının eseri. Bu uğurda 16 kg zayıfladığımı da itiraf edeyim. Oğlumun giymediği pantolon ve ayakkabıları giyebilmek için boy ve ayak uzatma araştırmalarım ise sürüyor.

Bizim nesil ve genelde erkekler için istisnalar hariç örtünmektir kıyafet. Oysa kadınlar için bir kültürden öte neredeyse yaşamın temeli haline gelmiş durumda. Ne demiş ünlü bir film yıldızı:

-Ben kadınlar için giyinir, erkekler için soyunurum!

Doğru söylemiş. Zaten erkekler için kadının giyinmişi değil soyunmuşu makbuldür. Ayrıca bir erkeğin asla ayağına bakmadığı kadının ayakkabı ve çanta düşkünlüğü başka neyle açıklanabilir? Öyle kadınlar tanıyorum ki, iki kazak eksik alsa evine temizlikçi alabilecekken, tek tatil gününü cam silmekle geçiriyor.

Kısacası kadınlar arası bir meseledir giyim kuşam ve bir tutkudur kıyafet. Ah bir de bedelini erkekler ödemese!




BİR SANİYE ERKEKLİK, OTUZ SENE KARILIK!

Bugünlerde boşanmak isteyen karısını, kızını vermeyen babayı, sokakta omuz atanı  vuran vurana. Faillerin tamamı da erkek. Bu tür olaylar daima “bir anlık öfkesine yenik düştü” diye tanımlanıyor. Öfke, kadınlarda da bulunduğuna ve failler arasında kadın bulunmadığına göre bu tür olayları “bir anlık öfke” ile açıklamak mümkün değil.

Ya ne? Bana göre olay bir erkeklik gösterisi: erkekler, filmlerdeki ve gerçek hayattaki rol modelleri gibi bir anlık öfkesine yenik düşmüyor çekip vuruyor. Yani erkekliklerini gösteriyor.

Böyle düşünenlere, cinayet işlediği için hapse giren ve çıktıktan sonra eski mahkum statüsünde işe giren, bir personelimizin sözünü aktarayım:

-Beyim, ömrümde bir saniye erkeklik yaptım sonra hapishanede otuz sene karılık yaptım. Milletin yemeğini yaptım, çayını demledim, çamaşırını yıkadım!

ELMA DALINDA BİLGİ DE YERİNDE GÜZELDİR!

Oğlumu gönderdiğim dershanenin veli toplantısındayız. Konuşmacı bizi bilgilendiriyor:

-Öğrencilerimizin yüzde yetmişi üniversiteyi kazandı, yüzde ellisi istediği bölümü, yüzde kırkı… vesaire vesaire.

Uzun uzun istatistiki bilgilerle bizi bilgilendirdi. Dayanamadım söz istedim:

-Hocam, verdiğiniz rakamlar gayet güzel. Fakat benim oğlum dershanenizin yüz öğrencisinden biri olabilir ancak oğlum benim bir çocuğumdan biri. Sadede gelsek…

Geçenlerde duydum, doktoru, bir kanser hastasını, “bu tür kanser vakalarında yaşama şansı yüzde dokuzdur” diye bilgilendirmiş. Bunu duyan hasta yıkılmış.

Kısacası, bir panelde veya bilimsel toplantıda işe yarayan bazı bilgiler ve rakamlar, bazı hallerde önemsizdir. Bir veli veya hasta için rakamlar değil hangi rakamların içinde olduklarını bilmek daha önemlidir.

EŞEK FEYSTE İŞ YAPMAZ!

Ahmet Altan, “Son Oyun” kitabında, sanal alemin gerçek, gerçek hayatta gördüklerimizin sanal” olduğunu iddia ediyor. Bu konuda benim kafam iyice karışmış durumda. Zira sanal aleme baktığımda, hayvan seven, doğaya aşık, güzel müzikler dinleyen, arkadaşlarına sevgi dolu sözler söyleyen, kitap okuyan, çevreci ve toplumsal olaylara duyarlı  bir insan profili var karşımızda.

Gerçek hayatta ise, sokaklar ve yeşil alanlar hayvanlara bırakılmış yemek artıkları, bu yemeklerin poşetleri ve kapları, otobüste birbirini itip kakan insanlar, en küçük bir anlaşmazlıkta silaha sarılanlar, sanal alemde nefret kusanlar, sahil kasabalarına terk edilmiş binlerce dolarlık hayvanlar, çok az satılan kitaplar, hiç satmayan ve internetten indirilen müzik cd’leri var.

Çocukluğumuzda, bizim evde ve etrafımızda evin içinde hayvan beslenmezdi. Zaten bütün evler bahçeliydi. Genelde insanlar ihtiyaç duydukları hayvanları beslerdi (çünkü ihtiyaç duyan insanlar, değil mi?). Ulaşım ve yük hayvanı olarak eşek, eti ve sütü için inek ve koyun, güvenlik ihtiyacı olan köpek, evinde fare olan kedi ve yılan (evet, bazı evlerin altında yılan yaşar ve evin sahibi o yılana dokunmazdı) vs. insanlar kendilerini zor besledikleri için kıt olan kaynakları ile bir başka canlıyı (zevk için) besleyecek durumda değillerdi.

Bizim evde ise sadece eşek beslenirdi. Babam, bahçeye gitmek ve oradan bir şeyler getirmek için kullanırdı. Ve hayvan besleyenler de bu işi öyle bir sevgi ile yaparlardı ki, çocuklarından ve kendilerinden önce onları beslerlerdi. Bunun dışındaki hayvanlara da bir düşmanlık edilmezdi.

Bundan dolayı ve çocukluğumdan kalan yaşadığım bazı hadiselerden ötürü benim en yakın olduğum hayvanlar eşek ve kuşlar oldu. Diğerleri ile seviyeli bir beraberliğim vardır. Arkadaşlarımın bir çoğunda gördüğüm kedi köpek sevgisini samimi bulmakla birlikte, sanal alemde ve medyada hayvan sevgisinin sadece bu iki hayvanla temsil edilmesini anlayamıyorum. Hatta sevginin sadece hayvan sevgisi ile ifade edilmesini de.

Fakat geçenlerde ilginç bir şey oldu: Sanal aleme ve medyaya kedi ve köpek dışında bir hayvan manşetten girdi: Siverek’te soğuktan donmak üzere olan eşekler.

Soğuktan donmak üzere olmasalar bu ilgiyi görebilirler miydi bilmiyorum. Zira eşekli bir fotoğraf  feyste iş yapmaz!

TÜRK TELEKOM ARENA’NIN ÜSTÜ KAPALI DEĞİL MİYDİ?

Juventüs-Galatasaray maçı kar yağışı nedeniyle tatil edildi. Buna çok şaşırdım zira ben stadın üstünde açılır-kapanır tavan yapıldı sanıyordum. İnternette kısa bir araştırma yaptım. Anladığım kadarıyla stat önce açılır-kapanır tavanı olacak şekilde tasarlanmış. Sonra bundan vazgeçilerek yapılmamış.

Nereden anladın derseniz, zamanın Galatasaray Başkanının, “"Masraf bakımından da kulübe ek yük getiriyor. İstanbul hava olarak Hakkari değil ki, altı ay sert kış geçirsin. Esprisi kalmayan üstü kapalı stadı niye yaptıralım" şeklindeki açıklamasından.

Evet, Galatasaray-Juventüs maçı kar yağışı nedeniyle ertelendi. Stadın üzeri kapanabilseydi ve oynansa iyiydi.

Sayın Yöneticiler, size de iki çift lafım var. Tamam, “İstanbul hava olarak Hakkari değil ki, altı ay sert kış geçirsin” sözünüz doğru. Demek ki İstanbul’a kar yağabiliyor ve ülkemizin vitrine çıktığı ve dünyada birçok ülkede izlenen maç da yarıda kalabiliyor.

Şimdi izah edin bakalım daha iki yıl önce yapılan bir statta (geçen yıl yine böyle bir maçtaki zemin rezaleti zihinlerdeyken)üç santimlik karda maç nasıl tatil edilebiliyor?


YENİ TELEFON SAPIKLARI!

Telefon sapıkları genelde erkek olurdu. Fakat benim sapığım bir kadındı. Öyle güzel aşk mesajları çekerdi ki insanın içi giderdi. Buna rağmen bir gün dayanamadım aradım:

-Hanımefendi, mesajlarınız güzel fakat sanırım adres yanlış. Bir daha göndermezseniz memnun olurum!

-Tamam abey bi da olmaz!

Yeni telefon sapıkları ise cinsiyetsiz. Hayır, tabi ki arayanın bir cinsiyeti var. Kadın da olabiliyor erkek de. Bir firma adına aradıkları için firma cinsiyetsiz diyorum.

Yemek yiyorsunuz telefon acı acı çalıyor. Koşarak gidiyorsunuz. Öyle ya hasta var, yaşlı var. Çoluk var çocuk var. Karşınızdaki:

-Bilmem ne termalden arıyorum. Devremülklerimiz çok cazip!

Ya da tuvalettesiniz uzun ve sabırsızca çalıyor telefonunuz. Kayıtlı olmayan bir numara:

-Ben bilmem kim, kampanyalarımız hakkında bilgi verecektim!

Tabi bir de mesajlar var. Bir ses ve telefonunuzda beliren bir zarf işareti:

-Çok cazip kredilerimiz var!

Ben ömrümü gurbette geçirdiğim için posta kutumda bulduğum her zarf beni heyecanlandırır. Tabi ki telefonumda gördüğüm zarf işareti de. Her seferinde heyecanlanıp hayal kırıklığı yaşamaktan bıktım artık.

Aklıma gazetelerde her zaman gördüğümüz, bizi sevindiren ve umutlandıran haberler geldi:

-Bilmem kaç trilyon dolarlık bor rezervi bulundu!

-Bilmem kaç yıl yetecek kaya gazı bulundu!

Bunun gibi umut veren başka haberler de vardır:

-Bankalar artık kart ücreti almayacak!

-Artık isteyen herkese reklam mesajı gönderemeyecek!

Bu güzel haberlere rağmen hayatımızda değişen bir şey olmaz. Bulunan bor ve kaya gazından refahımıza bir şey düşmediği gibi bankalar kart ücreti almaya, reklam mesajları da gelmeye devam eder.

Eminim, mevzuatın bir yerinde vardır insanları rahatsız etmeyi yasaklayan kanun maddeleri. Fakat uygulayan olmadıktan sonra ne işe yarar.

Bugünlerde her gün ev telefonumda cevapsız arama var. Kimden mi? Bana gelen rahatsız edici çağrıları önlemesi gereken telefon şirketinden.

Kimi kime şikayet edeceksiniz?



FETHULLAH GÜLEN HANGİ GÜNAHI ÖNLEYEMEDİ?

Bu akşam kendisinden dinlediğimize göre, Fethullah Gülen, Amerika'da bulunduğu sırada birisi kendisine telefon açıyor. Önemli bir şahsiyetin gece bir alüfte (Hayat Kadını) ile buluşmaya gittiğini ve ona komplo kurulacağını haber veriyor.

Hoca da hemen mühim şahsiyeti tanıyan birini arıyor ve “derhal haber ver, sakın oraya gitmesin bir daha da böyle işlere tevessül etmesin” diyor. Bunun üzerine de bir komplo önleniyor ve seçimler sırasında izleyeceğimiz bir kaset eksiliyor.

Bu arada Fethullah Hoca sitem ediyor: komploya kurban gitmesini önlediğim kişi bu yapılanın değerini bilmediği gibi olayı bilenlerin “nalları dikmesi” için dua ediyor!

Öğrendiğimiz kadarıyla hocamız vefasız önemli bir şahsiyeti komplodan kurtarmış. Tabi ki işlenecek bir günaha da engel olmuş. Fakat benim kafam karıştı. Hocamız acaba hangi günahı önledi:

1-Önemli bir şahsiyet ile bir alüftenin zina yapmalarını mı?

2-Birine komplo kurulmasına mı?

3-Zina yapan iki kişinin kameraya çekilen görüntülerinin servis edilmesini mi?

4-Servis edilmiş zina görüntülerini ehl-i namus insanların izlemesini mi?

Peki, önleyemediği günah hangisi?

-Kendisini komplodan kurtaran birine önemli şahsın beddua etmesi mi?

-Gıybet mi?



ÖĞRENCİYE AF YOK DA VERGİ VE PRİM BORÇLULARINA VAR MI?

Başbakan bugün açıkladı:

-Öğrenciye sınırsız af yok, bitirdin bitirdin…

Sonuna kadar katılıyorum bu söze. Hayır, öğrenci velisi olduğum için değil, tembelliğe karşı olduğum için. Okul bir amaç değil araçtır. On yılını burada geçirmiş birinin ne amacı olabilir ki?

Fakat bununla kalmamalı. SGK Prim ve vergi borçlularına getirilen “sınırsız af”lar da kaldırılmalı.
Bu ülkede yasalara uyan, yükümlülüklerini yerine getirilenler devamlı enayi durumundadırlar. 
Şimdi kalmadı ama diyelim devlete yapmanız gereken bir ödemeniz var. Siz gidip ödüyorsunuz. Büyük çoğunluk ise son günü bekliyor. Son gün bir açıklama: yoğunluk sebebiyle süre uzatıldı. Ya ödeyen?

Bunun gibi SGK Primi ve vergi borcunu ödeyen de devamlı enayi durumundadır. Yasalara uyan vatandaş güç bela borcunu ödüyor. Ödeyemeyen faizi ile ödüyor. Belli bir kesim var ki bunlar asla ödemiyor ve devlet de bunlara sürekli af ve ödeme kolaylığı çıkarıyor. Ya faizi alınmıyor ya da borç yapılandırılıyor. Buna rağmen büyük çoğunluk yine ödemiyor ve yeni affı bekliyor.

Hayır, gerçekten ödeme güçlüğüne düşen ve çıkarılan aftan yararlananları kastetmiyorum. Başbakanın bahsettiği okulu bitirmeyen öğrenciler gibi borcunu ödememeyi alışkanlık haline getirenleri kastediyorum.

Ha, bir de helal ve yasal kazanç dışında “varlık elde edenler” var ki bunlar için çıkarılan  yasaları ve sağlanan kolaylıkları anlamakta güçlük çekiyorum.


Sayın Başbakan, okulu bitirmemeyi alışkanlık haline getiren ve öğrenciliği meslek haline getirenler için çıkarmayı düşündüğünüz yasayı destekliyorum. Yalnız sizden ricam bu yasaya SGK prim ve vergi borcunu ödememeyi alışkanlık haine getirenlerle kara para sahiplerini de katın. Katın ki adalet sağlansın ve yasaların herkes için geçerli olduğu anlaşılsın.

GÜLE GÜLE SÜMBÜL AĞA!

Muhteşem Yüzyıl Dizisinde, son bölümde, Sümbül Ağa yaptığı hatanın bedeli olarak Hürrem Sultan tarafından azad edilerek saraydan gönderildi.

Sümbül Ağa, dizide bir daha görünür mü bilmiyorum. Ancak ben bu vesileyle dizide oynayan oyuncular arasında bana göre en başarılısı olduğunu düşündüğüm Selim Bayraktar için bir şey söylemek istiyorum.

Dizide Sümbül Ağayı canlandıran Selim Bayraktar, bugüne kadar olduğunu duyduğumuz ancak zihnimizde ete kemiğe büründüremediğimiz “harem ağası” tipini zihnimize kazıdı. Senaryo dışında bugüne kadar görmediğimiz hareket ve mimikleri role katarak zihnimize yerleştirdi.

Eminim bundan sonra “harem ağası” denildiğinde aklımıza Selim Bayraktar gelecek. Dizide bugüne kadar gösterdiği performansla o bunu hak etti. Bu onun oyunculuk serüveni açısından iyi mi, oynadığı başka rollerde zihnimizde hep bu karakteri mi hatırlayacağız bilmiyorum. Ancak hep iyi ve gülümseyerek hatırlayacağımız bir gerçek.

Evet, Sümbül Ağa diziden ayrıldı. Ona ve dizide onu canlandıran Selim Bayraktar’a bundan sonraki hayatında başarılar diliyorum.


Güle güle Sümbül Ağa! 

MANDELA ATATÜRK BARIŞ ÖDÜLÜ KABUL ETMEMİŞTİ

Hayatını, Güney Afrika'da uygulanan ırk ayrımcılığına karşı mücadeleye adayan ve bu uğurda 27 yılını hapiste geçiren efsane lider Nelson Mandela vefat etmiş. İnsanlığın ve Güney Afrika halkının başı sağ olsun.

Mendela deyince benim yüreğimin bir tarafı sızlar. Zira Mandela 1992 yılında kendisine verilen Atatürk Barış Ödülü’nü kabul etmemişti. “Yurtta Barış dünyada barış” demiş bir lider adına verilen barış ödülü ile Mandela ismi pek güzel yakışırdı birbirine. Daha doğrusu Atatürk ve Mandela isimleri yanyana pek güzel dururdu.

Peki, neden kabul etmemiş? Daha önce bu ödülün kimlere verildiğine bakmış. Nato Genel Sekreteri ve Kenan Evren adlarını görünce, kendisi ile Atatürk isminin yan yana gelmesinden memnun olsa da bu isimlere verilerek baştan kirletilmiş bir ödülü almak istememiş.

Bu tavrı nedeniyle kendisine kızanlar ve kırılanlar olabilir. Ancak büyük lider olmak böyle bir şey. Bence hatayı kendimizde aramak lazım. Atatürk adına bir ödül koymuşsak vereceğimiz kişilere dikkat etmemiz gerekmez mi? Nato Genel Sekreteri ve Kenan Evren’in uluslararası barış adına yaptığı ne var ki ödül veriyoruz. Hem bir insan (Kenan Evren) kendi koyduğu bir ödülü neden kendi alır ki?

Mandela’nın kabul etmemesinden sonra güzel bir fikir olarak doğan Atatürk Uluslararası Barış Ödülü anlamını yitirdi ve kaldırılmak zorunda kalındı.
Kısacası insan ne yaparsa kendine yapar. Korkarım ABD Başkanı Barak Obama ve Avrupa Birliği’ne verildikten sonra Nobel  Barış Ödülü’nü de aynı akıbet bekliyor.



BUCASPOR BEŞİKTAŞ’I EZDİ GEÇTİ!

Kupada yaprak dökümü sürüyor. Trabzonspor ve Fenerbahçe’den sonra bu akşam da Beşiktaş kupaya veda etti. Galatasaray’ın kalması ise “kupa takımı” unvanını korumak istemesinden olsa gerek.

Diğerlerini izlemedim ancak bu akşam izlediğim kadarıyla kimse Bucaspor’un başarısını tesadüflere veya küçük takım oyuncularının kendini gösterme isteğine başlamasın. Bucaspor, direkten dönen şutlarıyla, attığı gollerle ve kalecisinin muhteşem kurtarışları ile Beşiktaş’ı bırakın hak ederek yenmeyi eze eze yendi. Maçı yorumlayan otoritenin “Bucaspor ikinci yarıda bu performansı sürdüremez” iddiası da boşa çıktı.

Maçın teknik analizini yapacak değilim. Görünen köy kılavuz istemez. Bucaspor haklı bir galibiyet aldı. Nitekim centilmen Beşiktaş taraftarı bir arkadaşım “Çok güzel gol yedik” derken bir diğeri “Vah kartalım, vah........! Yolunacak Tüyün kaldımı....???” diye yorum yaptılar Facebook’ta.


Evet, bir Buca’lı olarak çok sevinçliyim ve  “yolun açık olsun Bucaspor, seni özledik, süper lige de bekleriz” diyorum.

KOMİK FOTOĞRAFLAR


Bu tavşanlar kafa kaya vermiş ne konuşuyorlar acaba?

Yerleri yeni sildim.Çamurlu ayaklarınla basma!



Tavşan aşkı



Lezet, nasıl tahrik ediyorsa artık



Bu merdiven nereye çıkıyorsa artık.

Ferhat, dağları bu kadın için mi deldin birader?

Sahibinden satılık kapalı otoparklı ev.


Makam Deniz Bisikleti

Paran varsa sola yoksa sağa gidiniz!



BİR GECE ANSIZIN GİDEBİLİRİM!

Sosyal Medya öyle aniden girdi ki hayatımıza, ne olduğunu anlayamadan bambaşka bir dünyanın içinde bulduk kendimizi.

Önceleri her şey iyiydi: eski arkadaşlarımızı bulduk, uzakları yakın ettik, sınırları kaldırdık ve ulaşamayacağımız insan kalmadı. Koskoca bir dünyayı küçük bir ekrana sığdırdık. Herkes belli saiklerle arkadaş edindi kendine: eski okul arkadaşları bulundu, uzaktaki akrabalar her gün görüşülür hale geldi ve en önemlisi de gerçek hayattaki yalnızlığımıza son erdi sosyal medya.

Herkes kendine göre sebeplerle bu dünyada yerini alsa da kuralları koyan başkasıydı ve kısa sürede bu kurallarla isteklerimiz çatışmaya başladı. Baba ile oğulun arkadaş olamayacağı anlaşıldı. Sonra öğretmenle öğrencinin  sadece sınıfta iletişim kurması, amir-memur ilişkisinin ise işyerinde kalması gerektiği anlaşıldı.

Kısacası insanlar bilmedikleri bir dünyanın bilmedikleri bir yüzüyle karşılaştılar ve kısa sürede çözüm arayışına gittiler. Kimi ciddiye almadı sosyal medyayı ve o nedenle dert etmedi gördüğü olumsuzlukları. Kimi ise aşırı ciddiye aldı ve ıstırap çekmeye başladı.

Normal insan ilişkilerindeki kuralların sosyal medyaya yetmediğini görenler kendilerince çözüm bulmaya başladılar ve bunun sonucunda normal olmayan tepkiler göstermeye başladılar. Doğal olarak da normal insanlar gördükleri bu normal olmayan tepkilere normal tepki vermeye çalıştılar. Küsmeler, kırgınlıklar ortaya çıktı.

Ben de uzun zamandır sosyal medyanın içinde biri olarak sürekli bir gitme isteği duydum bu alemden. “Ne işim var benim burada” sorusunu daha sık sorar oldum. Zaman zaman da gittim. Fakat her seferinde de geri geldim. Zira her şeyin olduğu gibi sosyal medyanın da kötü tarafları olduğu gibi iyi tarafları var. Bizi kızdıran insanlar olduğu gibi çok sevdiğimiz insanlar var. Yani ne yardan geçebiliyoruz ne de serden.

Sonuç olarak, burası yepyeni bir dünya. Her yeni şeyde olduğu gibi deneye-yanıla ne olduğunu anlayacağız . Zamanla buranın da kendi kuralları oluşacak ve eskisi kadar gitme isteği duymayacağız belki de. Ya da ne bileyim bir gün gelecek ve aniden çekip gideceğiz o şarkıda olduğu gibi:


-Bir gece ansızın gidebilirim!

BANA ACUN OLMAYI ÖĞRET!

Son günlerde sosyal medyada dolaşan bir laf var: “bana para verme, bana Acun olmayı öğret” diye. Gençlerin, Televole Muhabirliğinden medya patronluğuna ulaşmış birini örnek almaları ve onun gibi olmanın yollarını aramaları gayet normal.

Her şeyin kursunun açıldığı ülkemizde henüz “Acun olma kursu” açılmadığı için gençlerin onun gibi olmayı programlarını izleyerek öğrenmeye çalıştıklarını sanıyorum.

Acun olmanın bilinen ilk şartı, başka ülkelerde denenmiş tutmuş programları ülkemize getirmek, dil bilmek ve insan ilişkilerinde iyi olmak, denilebilir.

Bunun dışında programlarında gördüğüm bir detay var ki bu asla Acun olma yollarından biri değil. Haftada iki gün izlediğim “O Ses Türkiye” yarışmasında jüri üyesi yarışmacı seçerken veya yarışmacı jüri üyesi seçerken, birden konuşma duruyor ve karar veren önce gerilim müziğini bekliyor, ardından vereceği karardan etkilenmesi muhtemel kişiler için üzülüyor ve en sonunda kararını veriyor.

İşte tam bu aşamada bir diyeceğim var gençlere:

1-Yaşam hızla akıp gittiğinden, karar verirken hızlı olmak ve kararımızdan etkilenecekleri değil kararımızın doğru olduğunu düşünerek için karar vermemiz gerekir.

2-Her gün yüzlerce karar vermek durumundayız. Her karar verişimizde, o çalan gerilim müziğini beklersek bazı durumlarda geç kalabiliriz.


3- Ve asla Jüri üyesi veya yarışmacı örnek alınarak karar verilmez. Acun olmak için Acun gibi karar verilir. Bir polis müdürünün dedektife dediği gibi; polis gibi düşünerek cinayeti çözemezsin ancak katil gibi düşünerek cinayeti çözebilirsin!

HAKEM HAKLI

Ersun Yenal, Fenerbahçe’nin başına getirildiğinde, “Bu Fener seyredilir” diye bir yazı yazmıştım. Nitekim akşam maçtan dönen Galatasaray taraftarı oğlum, “baba ben ömrümde böyle güzel maç seyretmedim” dedi. Bugün okuduğum köşe yazarları da hemen hemen aynı fikirdeler.

Fakat maçta gösterilen iki kırmızı kart ve iptal edilen üç gol için değişik görüşler var. Maç berabere bitmeseydi manşetler tabi ki farklı olurdu. Hakeme gösterilen tepkiler bu kadar yumuşak kalmazdı. Zira böyle olursa yenilen suçu kime atacak?

Derbinin Hakemi Cüneyt Çakır’ın kariyeri malum. İzlediğim kadarıyla, gösterdiği iki kırmızı kart ve iptal ettiği gollerde haklı. Gözlemci raporunun da farklı olacağını sanmam. Fakat bundan önemlisi, artık seyircinin izlediği maçın skorundan çok aldığı zevke bakması ve takımların aldıkları sonuçlarla ilgili hakemi suçlamaktan vazgeçerek hatayı kendilerinde aramalarıdır.

Bugüne kadar spor basınında “hakem haklı” başlıklı bir yazı yazıldı mı bilmiyorum ancak bu ilk olsun ve devamı da gelsin. Köşe yazarları, takımlardan ve taraftardan çekinmeden doğruyu yazabilsinler bundan sonra.

Evet, inşallah bu maçtan sonra futbolumuzda bazı şeyler değişiyor ve futbolumuz güzelleşiyor. Hayırlı olsun.

ÇOCUKLU KADININ KUSURUNA BAKILMAZ!

Geçen gün metroda, karşımızdaki koltukta iki küçük çocuğu ile seyahat eden kadına yanımdaki adam bağırdı:

-Çocuklarına sahip ol hanım!

Nedeni çocuklardan birinin tozlu (çamurlu değil) ayağı ile koltuğa basmasıydı. Kadıncağız, yolun kalan kısmında çocuklarına sahip olmaya çalışsa da başaramadı. Sadece, mahcup bir şekilde karşısındaki adamın tekrar bağırmaması için içinden dua etti.

Aynı durum, uzun otobüs yolculuklarında ve insanların topluca bulundukları yerlerde de yaşanır. Tepkiler bu kadar sert olmasa da yan gözle bakılır çocuklu kadınlara.

Büyükler için bile sıkıcı olan seyahat ortamlarında, çocuklardan uzun süre sessiz ve hareketsiz durmalarını beklemek ne kadar doğru bilemiyorum. Ağlamaktan başka derdini anlatma yolu bulunmayan bir çocuğun susmasını beklemek de.

Bir defasında, evimize yeni bebeğiyle misafir gelen ve verdiği rahatsızlık için sık sık özür dileyen yeğenime söylediğim bir cümleyi benzer sıkıntıları yaşayan bütün annelere söylüyorum:

-Çocuklu kadının kusuruna bakılmaz, siz işinize bakın ve anne olmanın tadını çıkarın!

DİNAZORLARIN NESLİNİN TÜKENDİĞİNİ BİLSEN NE OLUR?

Bu günlerde sosyal medyada dolaşan bir video var. Bir muhabir, elinde mikrofon, vatandaşlara “Kayseri’de yeni açılan hayvanat bahçesine dinazor getirilsin mi?” diye soruyor, yanıtlayan vatandaşlar da getirilmesini savunuyorlar.

Paylaşımın altında da halkımızın dinazorların neslinin tükendiğinde bihaber olmasına ilişkin bir sürü yorum ve  cehalet nidaları var. Yorumlardan olayın “Mısır’daki piramitlerin taşınması” versiyonunun da olduğunu da öğreniyoruz.

Eline mikrofon alarak vatandaşlara abuk sorular sorup aldığı komik cevaplarla izleyenleri eğlendirmenin ve “ne cahiller var” düşüncesi yaratmanın tam olarak amacını bilmiyorum ama anlaşılan alan memnun satan memnun. O nedenle bu işe karışmamak lazım.

Ben olaya başka açıdan bakıyorum: vatandaş, dinazorların neslinin tükendiğini bilse ne olur?
Bir defasında, kanser hastası meslektaşımıza yaptığımız hastane ziyareti sırasında, odada bulunan değişik mesleklerden 6 üniversite mezunundan hiç birimiz arkadaşın yatağını kaldırmayı becerememiş, ilkokul mezunu çalışan personelin birkaç saniye içinde yatağı kaldırmasını hayretle izlemiştik. Arkadaş da espriyi patlatmıştı:

-Altı üniversite diploması bir yatağı kaldırmaya yetmedi!

Yine ekonometri dersinde anlatılan “homoskedastisiti” ve “heteroskedastisiti”yi öğrenmem, bana  bizim eşeğe odun yükletmeye yetmemiş, rahmetli babam da isyan etmişti:

-Öğretemedik bir türlü!

Ya da bir gün, “Yunanistan’daki halkın etnik kökenini” rakamları ile ezbere sayabilen bir arkadaşımın annesinin telefonunu rehbere bakarak bulmasını hayretle izlemiştim.

Yıllar önce Fransız Kültür Merkezindeki hocamız, en büyük iltifatı cümlenin okunuşunu bana yazdıran yanımdaki arkadaşa yapıyordu. Biz ne yaparsak yapalım aynı iltifatı alamıyorduk. Bir gün yanımdaki arkadaşa ne iş yaptığını sordum, bir tur şirketinde şoförmüş. Şirket müşterilerle ilgilenmesi için kursa göndermiş.

O an beynimde şimşek çaktı ve neden o arkadaşın iltifat aldığını anladım. Fransız olan hocamız, öğrencilere aynı dersi anlatsa da aldığı cevapları ve başarıyı kişiye göre değerlendiriyordu. Yani şoför arkadaş müşterilerle konuşabilecek kadar öğrenmişse başarılıydı fakat kursa dil alanından üniversiteye girmek için gelen biri, o seviyeye ulaşmamışsa başarısızdı hocamızın gözünde.

Anladım ki bizim eğitim sistemimiz, herkese aynı dersi verse de verilen yanıtları ve başarıyı kişinin amacına göre değerlendirmiyordu. O nedenle dinazorların neslinin tükendiğini bilen ama evindeki musluğu değiştirmeyi bilmeyen bir okumuş neslimiz var bizim.

Kısacası,  dinazorların neslinin tükendiğini bilmeyenlere gülmektense, bu bilginin bizim ne işimize yaradığını sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum naçizane.