KAYIP USB KAPAĞI


Dün fakülteden sınıf arkadaşım Gülname Gümüş’ün  “işyerinde kaybettiği usb kapağını evde bulması” ile ilgili yazısına olan yoğun ilgiyi görünce çok sevindim. Hayır, arkadaşımın yazısına gösterilen ilgi tabi ki beni mutlu eder ama beni asıl mutlu eden, önemsiz kayıplar hakkında kafa yoran benim gibi insanların da olduğunu bilmek.

Düşünüyorum da kaybedilen kıymetli bir eşyaya kafa yormak gereksizdir. Kayıp bizi acıtsa da merakımızı artırmaz, kafa yormamız gerekmez.  Örneğin kaybedilen bir yüzük veya küpeyi merak etmek anlamsızdır. Biri çalmıştır-almıştır ve bozdurup parasını da yemiştir. Fakat bir usb kapağını kim ne yapsın?

Ayrıca bu tür kayıpların telafisi de zordur. Küpesini kaybeden biri yenisini alabilir fakat usb kapağı ayrıca satılmaz ki alıp de kaybını telafi edebilesin.

Yıllar önce benim de günlerce kafa yorduğum bir kaybım oldu. Usb kapağı gibi değerli bir şey değildi.. Bu kaybımızın bilinen bir adı bile yok, tarifi de çok zor ama deneyeyim.

Efendim, bir gün mutfağa girdiğimizde “set üstü ocağın gözelerinden birinin üst kapağı”nın yerinde olmadığını gördük. Nereye gitmiş olabilir? Herhalde eve giren bir hırsızın alacağı en son eşya odur. Ya da bir hırsız bir evden bunu da çalmışsa psikolojik tedaviye ihtiyacı var demektir.

Evet, bu kapak usb kapağı gibi tek başına kimsenin işine yaramaz ancak kaybı halinde yeri de kolay kolay doldurulamaz. Zira o ateşi tencerenin altına dengeli bir şekilde yayarken, olmadığında ocağın ateşi tencerenin küçük bir bölümüne isabet ederek yemeğinizin bir kısmını yakabilir.

Neyse, kaybımızı aramamız günlerce sürdü. Kaybın niteliği, ona olan merakı da artırıyor. Hem arıyoruz hem de fikir jimnastiği yapıyoruz. Sonunda nerede çıktı biliyor musunuz? Çelik çaydanlığın üst katındaki demliğin içinde.

Bu sefer de günlerce “bu nasıl buraya girdi?” sorusunun cevabını aradık. Kim koysun onu oraya? Sonunda tam olmasa da kayıp kapağımızın demliğin içine nasıl girdiğine ilişkin bir arkadaşın tahmininde karar kıldık. Arkadaşa göre çayı demlemek için ocağın yan gözesinin üzerine çaydanlığın kapağını koymuşuz. Çaydanlığın kapağı sıcak olduğundan ocağın kapağına yapışıyor. Demliğin kapağı ile birlikte demliğe gidiyor. Demliğin kapağı soğuyunca da demliğin içine düşüyor.

Şimdi, bunca derdin arasında nereden çıktı bu mevzu diyebilirsiniz. Demem o ki, bir şeyin değeri varlığında değil ancak yokluğunda anlaşılır. O nedenle elinizdekilerin değerini bilin!

SUYUNUZ DA SİZİN OLSUN SABUNUNUZ DA!


Yine suya sabuna dokunmayan bir konu ile karşınızdayım. Efendim, malum su ve sabuna dokunmak yoruyor insanı. Gündem diye önümüze atılan, sakız gibi çiğnememiz istenen konular, sabah açtığımız televizyonda konuşulmaya başlıyor. Ardından internet, gazete, gün ortası haberler, öğle yemeği arkasında kahve içilirken, serviste-otobüste-metroda, akşam haberlerinde, sofrada konuşulmaya devam ediyor. Biraz da lisedeki münazaralara benziyor. Konuyu biri veriyor, kimlerin o konuyu tartışacakları ve hatta hangi görüşü savunacakları bile belli. Bize seyretmesi-dinlemesi kalıyor sadece.

Konu eskiyince veya konuşulacak hali kalmayınca gelsin yeni konular. İşin ilginç tarafı, nasıl gazete bir günde bayatlıyorsa gündem de öyle. İnsan eskiden akşam ne yediğini hatırlamazdı, şimdi dün ne konuştuğunu hatırlamıyor.

Eğer kalıcı olmak, on yıl sonra bile okunmak istiyorsanız “gündem dışı” yazmak zorundasınız. Bir zamanlar “17 Aralık”, “tarih vermek” ve” referandum” gibi gündem maddelerimiz vardı. Geçen o kadar düşündüm bunların içeriği hakkında, aklımda hiçbir şey kalmamış. Oysa bir yemek tarifi yüzyıl sonra bile okunur ve bir işe yarar. Asla eskimez. Benim açımdan çok önemli denilen bir gündem yazısından daha anlamlıdır yemek tarifi.

Ayrıca, gündem konularının toplum mühendisliği için ortaya atıldığı, toplumu belli amaçlara hazırlama işlevini gördüğü yönünde kuvvetli şüphelerim var. Yazılarımla bu amaca hizmet etme endişesi de taşıyorum açıkçası.

O nedenle, “suya sabuna dokunmayan” şeyler yazdığım, gündemdeki konular hakkında sessiz kaldığım yönünde aldığım eleştirilerin benim açımdan bir hükmü yoktur.

Eğer suya sabuna dokunmamak, bir korkudan, kaygıdan, yalakalıktan kaynaklanıyorsa, topu taca atmaksa veya bir konuda söyleyebileceği bir şey varken bazı nedenlerle kaçınılıyorsa tabi ki eleştirilir.

Ancak ben yukarıda dediğim gibi kalıcı olmak için suya sabuna dokunmayan şeyler yazıyorum. Bunun için diyorum ki: “suyunuz da sizin olsun sabununuz da!”

DENİZE ULAŞAMAYAN SADECE CARETTA CARETTA’LAR OLSA KEŞKE!


Fakülteden hocamla bir yolculukta yan yana oturunca, sohbet ister-istemez “nereden nereye” mevzuuna geldi. Ben:

-Hocam ben parasız yatılı okudum. Ailemden küçük yaşta ayrılmak, okulun katı kurallarına uymak çok zor geldi bana!

Hocam:

-Ne kadar şanslısın. Biz hep size özenirdik. Zira okuldan sonra sıcacık bir yurda gidiyorsunuz. Hem temizlik derdiniz yok hem de yemeğiniz hazır, çamaşırınız da yıkanıyor. Bizim öyle mi? Köyden bir kaç arkadaş kasabada tutmuşuz. Odun bulursak sobayı yakıyoruz. Ondan sonra yemek pişiriyoruz. Vakit kalırsa da ders çalışıyoruz!

Hocamı dinleyince utandım. Evet, biz onlardan şanslıydık, onlar da başkalarından. Mesela Erdinç’ten. Erdinç, evin en büyük oğlu. İlkokulu bitirince babası hevesle onu kasabada ortaokuluna yazdırıyor. Her sabah köyün arabası ile okula gidiyor, akşamına da dönüyor. Erdinç de babası da gelecekten son derece umutlular.

Fakat bir süre sonra yol parası aileye fazla gelmeye başlıyor ve babası onu okuldan almak zorunda kalıyor. Onunsa okumak içinde ukde kalıyor. Bir akşam sofrada soruyor babasına:

-Yol parası bulsak beni okula gönderirsin değil mi baba?

-Tabi oğlum, neden göndermeyeyim? Ben de çok istiyorum seni okutmayı!

Erdinç hemen düşünüyor, nereden para kazanırım diye. Bakıyor köyün yaşı büyük gençleri eşekle odun götürüp kasabada satıyorlar. O da başlıyor eşeğe odun yükleyip kasabada satmaya. Kazandığı parayı da naylona sarıp bir zeytin ağacının dibine saklıyor.

Gel zaman git zaman birkaç yıl içinde yol parasını biriktiriyor Erdinç. Okulların açılmasına yakın bir akşam parayı yanına alıyor ve yemekte babasına soruyor:

--Yol parası bulsan beni okula gönderirsin değil mi baba?

-Tabi ki!

-Al o zaman, ben okumak istiyorum!

Baba verdiği sözü tutuyor. Aile elbirliği ile Erdinç’i okutuyor. Önce ortaokulu, sonra liseyi ve ardından da üniversiteyi bitiriyor. Fakat bütün bunlar olana kadar memur olabilme yaşı doluyor Erdinç’in. Başka iş de bulamıyor.

Fakülte bitirmiş biri olarak köyde barınması zor. Zaten az olan toprakları babası kardeşleriyle birlikte işliyor ve kıt kanaat geçiniyorlar. Ondan dolayı onun şehirde başka iş bulması gerekiyor.

Bir okulda müstahdem olarak çalışan kuzeni aracılığı ile tanıdım ben onu. Geceleri okulun bir odasında kalıyor, yemekleri okulun kantininde pişiriyorlardı. El ayak çekildikten sonra da sınıfları birlikte süpürüyor, sobalara odun ve kömür dolduruyorlardı.

Yaşı benden bir hayli büyük olmasına karşın çok iyi arkadaştık. Benimle fakülteyi okuduğum şehre de geldi bir seferinde. Arkadaş çevrem de çok sevmişti Erdinç’i. Birlikte iş baktık maalesef bulamadık. Çaresiz kasabaya, kuzeninin yanına döndü. Arada sırada bulduğu iş sayesinde kazandığı üç-beş kuruşla yaşamaya çalışıyordu. Kazandığının bir kısmını da daima “naylona sarıp zeytin ağacının dibine koymaya” devam ediyordu.

Mütevaziliği, sıcakkanlığı nedeniyle kasabanın Erdinç Ağabeyiydi o. Herkes bir iş bulabilmesi için uğraşıyordu. Sonunda bir arkadaşın çalıştığı otele bel boy olarak girdi. Şimdiye kadar ki en uzun işi de bu oldu.

Onun işi, benim işim derken eskisi kadar haberleşemez, birbirimizi göremez olduk. Fakat ortak dostlarımız sayesinde sürekli, haberleşiyorduk. Bir gün, birikimleriyle bir minibüs aldığını ve turist taşımacılığına başladığını duyunca çok sevindim. Nihayet otel lojmanından kurtulacak, kendine ait bir evi olacak, belki de bir yuva kuracak ve çoluk-çocuğa karışacaktı.

Kısa bir süre sonra aldığım acı haberle yıkıldım. Kansere yakalanmış ve kısa sürede göçüp gitmişti bu dünyadan. Yaşama tutunma çabası, “naylona sarılı olarak zeytinin dibine gömdükleri” ona bir yuva kurma, çoluk-çocuğa karışma ve ömrünün sonunda mutlu bir emeklilik olanağı vermemişti.

Denize ulaşamadan ölenler, sadece Caretta Caretta’lar değil anlayacağınız!

KATİPLİKTEN BAŞKANLIĞA


Artık  var mı bilmiyorum. Eskiden okullarda kollar vardı; Kızılay kolu, sağlık kolu, kütüphane kolu gibi. Sınıfta herkes kollara seçilirken sonunda öğretmenimiz benim adımı da anons etti:

-Temizlik Koluna da Erkan Sezgin’i öneriyorum. Kabul edenler- etmeyenler? Kabul edilmiştir!

Hatırladığım kadarıyla oy birliği ile seçildiğim ilk görevim buydu, “sınıfın temizlik kolu görevlisi”. Ki babam da gurur duymuştu.Komşulara anlatırken duydum: "öğretmen bunu önermiş, bütün eller havaya kalkmış".

Peki neymiş görevim? Teneffüslerde tahtayı silmek, tebeşir veya silgi yoksa müdür muavinin odasından almak ve açıkta çöp varsa çöp sepetine atmak.

Aradan yıllar geçti. Bu sefer mesleğimin ikinci yılındayken katıldığım Tekel Müfettişleri Derneği kongresindeyim. Bu sefer önce Rahmetli üstadımız Ahmet Bıçakçı Divan Başkanlığına oy birliği ile seçildi. Ardından Salih Yarbay Üstadımız:

-Divan Katipliğine de Erkan Sezgin’i öneriyorum. Kabul edenler-etmeyenler? Kabul edilmiştir!

Gururla geçtim Ahmet Bıçakçı Üstadımın yanına. Hemen önüme bir daktilo koydular.

-Ne yapacağım ben şimdi?

-Bütün konuşulanları yazacaksın!

Vallahi her kongre böyle midir bilmiyorum ama o gün konuşanların ve konuşmaların ardı arkası kesilmedi. Yaz yaz bitmedi. Daktiloyu fena yazmasam da yetiştiremedim. Allahtan on parmak daktilo yazabilen Zafer karakulak Üstadım imdadıma yetişti de güç bela tamamlayabildim görevimi. Fakat aklıma da bir soru takılmadı değil: “Oy birliği ile seçilen bütün görevler mi zor, yoksa bana mı öyle denk geldi?”

Evet, yine aradan yıllar geçti ve ben  önce kursiyeri sonra da üyesi olduğum İZAFOD- İzmir Amatör Fotoğrafçılar Derneği  3.Olağan Kongresindeyim. Bu sefer Yönetim Kurulu Başkanımız Gündüz Akagündüz:

-Divan Başkanlığına Erkan Beyi öneriyorum. Kabul edenler-etmeyenler? Kabul edilmiştir!

Ne yalan söyleyeyim, içim cız etti. Yine oy birliği ile seçildiğim bir görev. Eyvah!

Neyse ki korkularım yersiz çıktı. Hayır, kongremiz tabi ki demokratik bir ortamda geçti. Yine konuşmalar yapıldı. Fakat sağ olsun bu sefer bütün zahmeti Divan Katibimiz Burcu A.Tamay üstlendi. Diğer işleri de arkadaşlar elbirliğiyle yaptılar, Cengiz Bey ve Kerime Hanım oy tasnifinde bana çok yardımcı oldular. Bana da kongreyi keyifle idare etmek kaldı.

Ayrıca katılımcılardan “derneğin ebedi divan başkanı” unvanı aldığım gibi, “oy birliği ile seçilen her görevin zahmetli olduğu” önyargımdan da bu sayede kurtulmuş oldum.  Darısı Divan Katibimiz Burcu A.Tamay’ın başına!
Kongre ile ilgili detaylı haber ve fotoğraflar:

http://izafod.net/?Syf=26&Syz=195347&/%C4%B0ZAFOD-3.-GENEL-KURULU-YAPILDI

HEDİYENİN BÖYLESİ!


Özel günlerin hiçbirini biz icat etmedik. Eskiden bu kadar da yoktu zaten. “Herşey ihtiyaçtan doğar” dense de kapitalizm ihtiyaç falan dinlemiyor, ihtiyaç yaratıyor. Hem de öyle yaratıyor ki asla “bana ne” demek mümkün değil. Çaresiz yapmak, denilene uymak zorunda kalıyorsun. Zira böyle durumlarda yapmamanın da bir anlamı var çünkü. Anneler günü, doğum günü, sevgililer günü vs.

Bir anneler gününde hiçbir şey yapmamak mümkün mü? Ne kadar saçma olsa, ne kadar anneniz saçma bulsa da o gün sessiz kalmak anneyi üzer.

Kapitalizm esas olarak kutlamaları tüketimi artırmak için icat ettiğinden böyle günlerde ilk akla hediye almak geliyor tabi ki. Beni de bir stres alıyor. Zira bugüne kadar çok beğenilen, dillerden düşmeyen ve alanın boynuma sarılacağı bir hediye almayı başaramadım. Etrafımdan aldığım yardımlar da işe yaramadı.

Sonunda bir arkadaşım kocası için söyleyince ben de rahatladım:

-Bazısı beceremiyor hediye almayı. Şahsen kocam 24 senedir beğeneceğim tek bir hediye alamadı!

Benim bugüne kadar akılda kalacak iki kutlamam oldu. Biri 2000 yılında 1-2-3 Ocakta doğan beş aile üyesine ortak bir yaş günü düzenlemek. İkincisi de oğluma yazdığım “bugün üç ocak” başlıklı yazım.

Dün duyduğum bir kutlama beni tam anlamıyla kopardı. Arkadaşım kızına öyle bir doğum günü hediyesi vermiş ki yıllar geçse de unutulmaz.

Efendim, bizim Cemile Ankara’da üniversite okumakta olan kızı İmge’nin doğum günü için akşamdan Didim’den yola revan olmuş. Yola çıkmadan da sürprizin tadı kaçmasın diye normal telefon görüşmesini de yapmış.Ankara’ya sabah erken inmesine karşın hemen İmge’nin yurduna gitmemiş.Uykusunu almasını beklemiş. Sonra da yurt yetkililerinden izin alarak kızın odasına çıkmış.Kızın oda arkadaşının kapıyı kapatmamasından istifade ederek uyumakta olan kızını öperek uyandırmış ve doğum gününü kutlamış.
Gurbette insana en acı gelen şey bayram, doğum günü gibi özel günlerdir. Gurbet acısı bir başka hissedilir öyle günlerde. İşte İmge, sevdiklerinden uzakta bir doğum gününü karşılamaya hazırlanırken  annesinin sürprizi ile şok olmuş.
Doğum gününe anne öpücüğü ile uyanarak başlayan İmge, üzerine annesinin kendisini ayağında sallama girişimlerine uzun süre direndiyse de sonunda pes etmiş. Sadece çocukken  ayakta sallama ile nasıl uyuyabildiğine şaşırmış.

Ardından ana-kız bir süre birlikte uyuduktan sonra Ankara'yı gezmişler. Akşamına da İmge’nin kalabalık arkadaş gurubu ile eğlenmişler. 

Gecenin geç bir vaktinde de Cemile yeğeni ile birlikte kardeşinin evine gitmiş. Fakat Cemile bu, rahat durur mu hiç? Kardeşinin yatak odasına dalmış, uyumakta olan kardeşini de öperek uyandırmış ve sabaha kadar mutfakta sohbet etmişler. Baldızının gece yarısı baskınını atlatmış olmanın rahatlığı içindeki damat ise horul horul uyumuş.

Hikayesini çok beğendiğim Cemile, “sürprizlerim devam edecek” dedi. Dikkat edin sürpriz yapmayı seven namı diğer Cemocan bir gün sizleri de şaşırtmasın!

KADIN KUYRUK SALLAMASA


Kız etek giymişse tabureye çıkıp yukarıdaki raflardan dosya almak zorunda. Biraz göğüs dekoltesi varsa da yerleri silmek zorunda.

Bu zorunluluk genelde oda arkadaşı izinde olduğu zaman. Kendisi olmadığı zaman da bu sefer diğer arkadaşı aynı işleri yapmak durumunda. Yapmazsa? İşten atılma tehdidine maruz kalma veya ceza alma durumunda.

Aslında işyeri bir kamu kurumu olduğundan öyle kolay kolay işten atılma söz konusu değil. Fakat kızların bundan haberi yok. Çaresiz, bir süre bu duruma boyun eğiyorlar.

Kızların biri 22 diğeri de 30 yaşında. Tacizcileri ise 60’ı geçmiş, eşinden ayrılmış, bir eksikliğini giderme veya karşı cinsten alacağını almaya çalışan amirleri.

Kuyruk sallama derseniz, taraflara şöyle bir bakınca aklın köşesinden bile geçmez. Cesaret nereden derseniz, kızın birinin babası yok. Amca ve dedeleri zaten miras dağılımında yamuk yapmışlar, kıza neden sahip çıksınlar ki? Diğerinin de ondan kalır yanı yok.

Sonunda kızlar dayanamıyor ve müdüre şikayet ediyorlar. Müdür ise ne düşünüyorsa artık işi sallıyor. Bu sefer de sorunu çözebilecek başka yetkililere gidiyorlar.

Müdüre sorduğumda pişkin pişkin: “Evet onlar Vali Muavinine de şikayete gitmişlerdi” diyor. Sonuçta oraya gitmek de işe yaramamış. O da topu tekrar müdüre atmış ve sorun çözümsüz olarak kalmış.

Çözümsüzlüğü, biraz da olayın hassas ve ispatının zor olmasından. Hassas, özellikle küçük yerlerde insanların isimlerinin çabucak lekelenmesine yol açabilir. İspatının zor olması ise bu konuda disiplin ve cezai yönden işlem yapılmasına olanak vermiyor.

Sonunda benim önerimle, kızlar aynı binadaki başka birimde çalışan iki erkekle yer değiştirdi ve mesele de böylece halloldu. Anlattıklarına göre bir daha başka bir tacizle karşılaşmamışlar.

Peki, bu kadar basitçe çözülebilecek bir konu neden yıllarca sürüncemede kaldı ve neden onca yetkili bir çözüm getirmedi?

Birincisi, kızlar sahipsiz. Bir devlet büyüğü bir telefon etseydi mesele hemen çözüme kavuşurdu. Son günlerde akıllardan çıkmayan milletvekili oğlunun karakol baskınında olduğu gibi.

İkincisi, olayı çözecek mercilerdeki yetkililerin mutlaka şikayetçide kusur arayan ön yargıları:

-Kız kuyruk sallamasa adam bunu yapmazdı!

Şikayetçide kusur aramayan yönetici tabi ki daha kolay harekete geçer. Son olaydaki yetkilinin, şikayetçi öğretmen kıza, “kızlarımız arkadaş seçerken daha dikkatli olmalı” sözü de bir önyargıya işaret ediyor.

Evet, bütün mesele ön yargılardan kurtulmak. Yoksa ne çözülemeyecek bir sorun var bu dünyada  ne de korunamayacak bir kadın!

NE İÇİN ÇALIŞIYORSUNUZ, PARA NE İÇİN VAR?


-Ben günün sekiz saatini, kalan on altı saatimin iyi geçmesi için çalışıyorum!

Bunu, eve gelir gelmez işinden yakınmaya başlayan eşime söylüyorum. Biliyorsunuz gün üçe ayrılıyor; sekiz saat çalışma, sekiz saat dinlenme ve sekiz saat de uyuma. Ben sekiz saat çalışıp para kazanıyorum ki kalan on altı saatim iyi geçsin diye. Yani dinleneceğim iyi bir ev için, o evin masrafları için, evde yaşayan hane halkının refahı ve mutluluğu için.

Bu nedenle de iş yerinde canımı sıkan ne varsa hepsini orada bırakırım ki kalan on altı saatimin tadı kaçmasın.

Kazandığım para da bir amaç değil bütün bunları sağlamak için bir araç. Ancak bunun farkında olmayan veya benim gibi düşünmeyen o kadar insan var ki. İşte son örnek; kaybolan parasını eşinde arayan, bunun için gerekirse eşini çırılçıplak soyup arayarak gururunu kırıp intihar etmesine neden olacak kadar.

Tabi ki olayı gazetelere yansıdığı kadarıyla biliyoruz. Kimseye de haksızlık etmek istemem ama ortada da bir cenaze var. Amacım olayı deşmek değil, aksine insanları para konusunda bir nebze düşünmeye sevk etmek.

Sonuçta bir kadın üç çocuğunu yetim bırakarak bu dünyadan göçmüş, koca da vicdanıyla baş başa kalmış durumda. Eminim o da düşünüyordur,  kaybolan 3.800 lirasına mı yansın, ölen eşine mi yetim kalan çocuklarına mı?

Evet, ben de bu vesileyle tekrar soruyorum: siz ne için çalışıyorsunuz, para ne için var?

CAMİLERE SERVİS YA DA TAŞIMALI İBADET!


Zaman Gazetesinin haberine göre İstanbul’un tarihi camileri cemaatsiz kalmış. Tarihi yarımadadaki yaklaşık 300 caminin etrafındaki restoranlar tıklım tıklım dolarken camilerde 2-3 cemaatle namaz kılınıyormuş. Öte yandan ise Ataşehir gibi yeni yerleşim yerlerine cami yapılırken Çamlıca Tepesi, Taksim ve Kadıköy’e yeni cami yapılma tartışmaları yaşanıyor.

Düşündüm de bir yanda cemaatsiz 300 cami, diğer yanda yeni camilere harcanacak milyonlar. Diyorum ki bizim gibi aç ve yetimi çok, işsizi bol bir ülkede kaynakları böyle israf etmeye hakkımız yok.

Mademki köy okullarını kapatıp milyonlarca çocuğumuzu başka okullara taşıyabiliyoruz, taşımacılık sektörümüz şehirlerde herkesi bir semtten diğerine hatta iller arasında (Manisa-İzmir vb.) taşıyabilecek kadar gelişti, o halde Taksim’de cami bulamayan insanımızı tarihi yarımadadaki cemaatsiz camilere rahatlıkla taşıyabiliriz demektir. Yeni camilere harcanacak milyonları da başka hayırlı işler için kullanabiliriz.

Taşımalı eğitim olabildiğine göre taşımalı ibadet neden olmasın?

MERAKLISI İÇİN:
Kaynak: ttp://www.zaman.com.tr/newsDetail_getNewsById.action?haberno=1332003

KIZ KARDEŞİN YAPSA RAZI MISIN?


Koku kitabının girişinde anlatılan Fransa’daki 18.yüzyıl şehir manzarası hala aklımdadır. Aradan yıllar geçti. Medeniyet arttıkça şehirlerin temizliği de arttı. Bırakın Fransa’yı, bizim şehirlerimiz bile çocukluğumuzdaki kadar pis değil.

Herhalde yaşanan deneyimlerden bizler de dersler çıkardık ve o nedenle şehirlerimiz daha yaşanır hale geldi. Taşrada bile kanalizasyonlar tamamlandı, sokaklar çamurdan kurtuldu. Buna paralel olarak da şehir içlerinde çocukluğumuzdaki gibi binek hayvanı, besi hayvanı hatta kümes hayvanı kalmadı. O nedenle sokaklarda bu hayvanlardan kaynaklanan pislik kalmadı.

Gelişme arttıkça, çevre bilinci ve olanaklar arttıkça binek hayvanları, besi ve kümes hayvanları şehirlerimizden çekilirken yavaş yavaş bunların yerini kedi, köpek, kuş ve balık gibi hayvanlar aldı.  

Fakat ne hikmetse şehirlerimizin temizliği de buna paralel azalmaya başladı. Gelişmiş, modern ve gelir düzeyi yüksek semtler, temizlik bakımından varoşlardan daha geri duruma geldi. Zira varoşlarda insanlar ancak kendini doyurabildiğinden evcil hayvan besleme yaygın değil. Gelir düzeyi yüksek semtlerde ise neredeyse hayvansız ev yok ve sokakları da bu nedenle pislik içinde.

Efendim, öğrendiğime göre batı ülkelerinde evcil hayvan besleyenler çevreyi rahatsız etmeyecek ve kirletmeyecek önlemleri almakla yükümlüymüş. Örneğin köpek besleyenler köpeğin tasmasını asla ellerinden bırakamazlarmış ve ellerinde de köpeğin dışkılarını toplamak için poşet bulundurmak zorundalarmış. Bu nedenle de insanlar ve hayvanlar çevreyi kirletmeden, kimseyi de rahatsız etmeden bir arada yaşıyorlarmış.

Biz batının sadece taklitçisi olduğumuzdan, bizde sadece hayvan beslemek var. Onu bir canlı değil de bir eşya, bir sosyal statü aracı olarak görme alışkanlığı var. Hayvanın kendisinden faydalanıyoruz ancak zahmetine katlanmıyoruz. Bu nedenledir ki sokaklarda köpeğin tasmasından tutan veya elinde köpeğinin dışkısı için poşet bulunduranların sayısı son derece az.

Geçenlerde İzmir’in otuz beş buçuğu denilen Karşıyaka Çarşısında liseli kızların elindeki koca köpeğin caddenin ortasına siğdiğini gördüm. Dün akşam da baktım, sahibinin tasmasını tuttuğu bir köpek bizim sokağın ortasında çömelmiş hacet gideriyor. Hayvanların ihtiyaçları giderildikten sonra da herkes aynen yoluna devam ediyor.

Bu konuda bunca yazı yazdım, söyledim ama dinletemedim. Aklıma her taciz ve tecavüz olaylarından sonra söylenen bir söz geldi. Bu sefer onu söyleyeyim de belki dinleyen olur:

-Ey çarşının ortasına köpeğini siğdiren, sokağın ortasına umarsızca köpeğinin hacet gidermesine göz yuman insanoğlu, komşun sokağa siğse veya kız kardeşin sokağa hacetini giderse razı mısın? Onlara razı değilsen köpeğin yapmasına neden razı oluyorsun?


FONTİL GİTTİ FONTİL!


Her şeyin kıt ve değerli olduğu, bayramlıklarla yatılan yıllar. Bir adam yeni aldığı pantolonunu karısına göstermek için hızlı adımlarla eve giderken ayağı takılıp düşüyor ve yara bere içinde evine varıyor.

Onu gören kadın haykırıyor:

-Herif, ne oldu ayağına?

Adam üzüntüyle cevap veriyor:

-Garı, ayak bişey değil de fontil gitti fontil!

YETTİN ARTIK FACEBOOK!


Ünlü ve önemli insan olmak bir tercihtir, o nedenle getirisine de götürüsüne de katlanacaksın. Nitekim mahkemelerin de “toplumun haber alma hakkı, eleştiri hakkı vs.” gerekçeli kararları da var.

Biz medyanın ünlüleri, devletin de bazı mühim şahsiyetleri izlediğini, görüntülediğini ve kaydettiğini  biliyorduk ama biz rahattık;bizi izleyip de ne yapsınlar?”

Bizler ünlü olmama yönünde tercihimizi kullanmış ünlülerin frikiklerini, sevgilisiyle yakalanmalarını, mühim şahsiyetlerin de dinleme kayıtları ve bazı ayıp videolarını güzel güzel seyrederken bir slogan başımıza geldi; “susma sustukça sıra sana gelecek”.

Çoktan gelmiş de haberimiz yok:

Gazete okuyorum, bir baktım daha önce okuduğum haberler listelenmiş.

Şarkı dinliyorum, bir baktım daha önce dinlediklerim liste halinde kaydedilmiş.

Video izliyorum, daha önce ne izlediysem kayıtlı.

Haberim olmadan bu kayıtlar başkalarına duyuruluyor mu bilmiyorum ama geçenlerde torun-torba sahibi bir arkadaşın izlediği videoyu görünce tüylerim diken diken oldu.

Anlaşılan bu sosyal medya sayesinde ya hepimiz ünlü olduk ya da ünlü ünsüz herkes herkesi merak eder oldu. Bu uygulama da ondan kaynaklandı.

Ey Facebook, anlıyorum sen ortada ne kadar çok paylaşım varsa o kadar reklam yayınlayıp para kazanıyorsun. Belki yönetenlerin talebi ve başka amaçlar için neyimiz var neyimiz yok kaydediyorsun,  onu biliyoruz. Yazdığımız, söylediğimiz ve paylaştığımız her şeyde bunu göze alıyoruz. Fakat Çubuklu Yaşar’ın “Taksici, Katerina ve Raco Dayı” videosunu izlediğimiz de bize kalsın be birader!