PAYLAŞMAK GÜZELDİR

Hırsızlık, insanın harcama iradesine müdahaledir. Evet, yıllar önce cüzdanımı çaldırdığımda böyle hissetmiştim. Çalınan para değildi beni kızdıran. Nitekim çalınan paradan daha fazlası hiç hesapta yokken gelmiş, sonuçta o kadar zarar görmemiştim.


Fakat hırsız paramı çalarak benim harcama irademe müdahale etmiş, üzerinde söz sahibi olacağım para miktarını azaltmıştı. Kızgınlığım ondandı. Sevmem irademe müdahale edilmesini. Bir arkadaşım daha da ileriye gidiyordu:


-Cennete bile kendi irademle, kendim istediğim için gitmeliyim!


Evet, irademe müdahale edilmemesi şartıyla paylaşmayı severim. Bazıları tembelliğime yorsa da (tembel olduğumu da asla inkar etmem) ayakkabımı kendim boyamam. Arabamı kendim yıkamam ve silmem. Bu işleri yapanlara yaptırırım ki gelirimi onlarla da paylaşayım. Onların evine de ekmek girsin. Ama asla bir dilenciye para vermem. Ya da yardım topluyoruz diye elinde iki kurabiye gezen kadınlardan da kurabiye almam. Özürlü gazetesi satanlardan da gazete almam.


Otobandaki dinlenme tesisinde araba yıkayan bir adam var. İyi de yıkıyor. Tam bana göre. Araba yıkansın diye beklemiyorsun. Çayını içene kadar araban yıkanıyor. Yıkayan adamla teşekkür etmek dışında bir sohbetimiz de olmadı.


Ben dışarıda görevdeyken eşimin memlekete gitmesi gerekiyor. Kendisi araba kullanmasına rağmen uzun süredir bizim memlekete götürmeyi düşündüğümüz komşulara da söylüyor. Hep birlikte gidiyorlar. Arabayı da komşumuzun kocası kullanıyor.


Otobanda çay içmeye uğruyorlar. Tabi ki arabayı da yıkamacıya bırakıyorlar. Arabayı yıkayan adam başlıyor sorguya:


-Araba senin mi? Ne zaman aldın? Nereye gidiyorsun?


Komşunun kocası bu kadar sorguya bir anlam veremiyor. Eşim açıklama yapmak zorunda kalıyor:


-Eşim dışarıda görevde, bunlar komşularımız, gezmeye götürüyorum.


Her gün binlerce arabanın uğradığı dinlenme tesisinde araba yıkayan ve hala adını bilmediğim adam, arabada beni göremeyince şüphelenmiş. Arabam çalındı mı onu anlamaya, gerekirse de polise haber vermeye çalışıyormuş.


Arabamı çalmayı düşünenlere duyurulur.

3 EKİMDE POSOF'TA


İnebolu'da yatılı okurken etütlerde oynadığımız bir oyun vardı. Haritadan yer bulma. Türkiye haritasını açıyorduk, arkadaşın sorduğu yeri bulmaya çalışıyorduk. Ben genelde Posof'u sorardım. Posof, tam sınırda olduğu için hem kenarda hem de yazının üzerinde kırmızı sınır çizgisi bulunurdu ki asla bulunamazdı. 

Posof, bu oyunda sürekli galip gelmemi sağlardı. Arkadaşlar da itiraz ederdi; ne biçim yer soruyorsun, hem kenarda hem de üzerinde sınır çizgisi var, okunmuyor, diye.

Yıllar sonra 1995 yılında Ardahan'a görevli gittim. Günübirlik bir görev için de Posof'a gittik. Giderken Ilgar Geçidinde kar başlamıştı zaten. Posof'a vardık. İşimizi bitirdik. Daha sonra yeni yapılmakta olan Türközü Sınır Kapısını görmeye gittik. Posof-Türközü sınır kapısı arasındaki manzara büyüledi beni. Durup fotoğraf çekildik. 

Geri dönme zorunluluğumuz nedeniyle fazla gezemedik ve hemen yola koyulduk. Ilgar Geçidine vardığımızda arabaların geri döndüğünü gördük. Yol kapanmıştı.. 

Yıllar önce o çok sevdiğim yerde bu sefer kar nedeniyle yatmak zorunda kaldık. Türkiye'nin bir başka yerinde denize girilirken biz karda yolda kalmıştık. Zaten biz de beklemiyorduk. Bu sırtımızda sadece ceket olmasından belli. Kışa çok vardı ve o nedenle palto ve kaban sezonunu açmamıştık.
O gece eski ama çok temiz bir otelde kaldık. Tanrı belki de Posof'tan hemen ayrılmamı istememişti.

Gördüğüm güzellik beni o kadar etkilemişti ki tarihi özellikle aklıma yazdım. Aynı tarihte geleyim aynı güzellikleri görebileyim, diye. 3 Ekim 1995.

Evet, bu güzel manzarayı, bir ağaçta dört rengi görebilmek için elinizi çabuk tutun. Üç ekime ne kaldı ki? 

YAŞASIN KOKTEYL BOYKOTUMUZ!


Bir gün iki aile bir arabada gidiyoruz. Vakit gece yarısı. Yol dar ve önümüzdeki tırı sollayamadığımızdan  uzun süredir  takip ediyoruz. Derken tırın flaşörleri yandı ve yoluna öyle devam etti. Herkes olayı anlamaya çalışırken arabadaki eşimin arkadaşı:

-Uzunlar yanıyor mu? Bence ışıktan rahatsız olduğu için yaktı flaşörleri.

Gerçekten de bizim arabanın uzun farları açık kalmış, uzun farları söndürüp kısaları yakınca tırın da flaşörleri söndü.

Evet, arkanızdaki arabanın uzun farları yanıyorsa rahatsız olduğunuzu (tabi anlayan olursa) bir şekilde anlatabiliyorsunuz. Anlatmanın türlü yolları var kısacası. Bizim de var bir anlatma yöntemimiz; kokteyl boykotu.

Bir başka yazımda da anlattım. İşe girmişiz, sözleşmeli statüde. Herkes sözleşmeli olunca maaşı neredeyse üçe katlanmış, çift harcırah almaya başlamış. Biz ise hem kadrolu maaşın beşte ikisini alıyoruz hem de harcırah sadece bir buçuk katı. Diğer meslektaşlar için belirlenen maaş da düşük ama onların seçme şansı var. Kadrolu maaşlarını alıyorlar hiç olmazsa. Sözleşme ücretleri belirlenirken kurulda bulunanlar bazı mesleklere karşı kin ve nefretlerini kusmuşlar anlaşılan.

Derdimizi anlattığımız herkes hak vermekle birlikte yapılacak bir şey yok. İşe yeni girmişiz. Daha iş hayatını, memuriyeti öğrenememişiz. O nedenle bilemiyoruz başka ne yapalım, hakkımızı nasıl arayalım.

Yılda bir yapılan toplantıda dile getirmeye çalıştıysak da pek sonuç çıkmadı. Maaşları belirleyenler birkaç sözle sıyrılmasını bildiler bu durumdan. Yetmiş kişilik toplulukta yedi kişinin sorunu ne kadar yer tutabilirdi ki?

Bir araya gelince hepimizin morali bozulmuştu. Durum umutsuzdu. Asıl canımızı sıkan bireysel olarak bize hak veren meslektaşlarımızın toplantıda sorunumuza değinmemeleri oldu.

Daha ne yapabiliriz diye düşündük. Grev yapamazdık çünkü işimiz yoktu. Yardımcıydık ve işi öğreniyorduk. O nedenle işi bırakmamız bir şeyi değiştirmezdi. Dilekçe yazmak sorunumuzu çözmediği gibi başımıza iş açabilirdi. Ama bir şey yapmak da istiyorduk. Düşündük taşındık ve sonuçta her toplantı akşamı geleneksel olarak yapılan kokteyli boykot etmeye karar verdik.

Toplantıya gitmek zorunluydu ancak kimse bize kokteyle gitmediğimiz için ceza veremezdi, kızamazdı. Kararımızı verdik ve bir başka yere yemeğe gittik hep birlikte. Ertesi günü anlattılar. Kokteylde bizi göremeyenler meraklanmışlar. Derdimizi bir kaç cümle de olsa konuşmuşlar.

Birkaç ay sonra, ülke çapında örgütlü meslek örgütümüzün başkanının bir gazetede demecini okuduk bizimle ilgili. Yönetim Kurulundaki iki meslektaşımız da bizim için çok çaba gösterdiler. Sonunda maaşlarımız dört kat arttı, harcırahlarımız da iki kat olarak belirlendi.


Boykotumuzun buna ne kadar etkisi oldu bilmiyorum ama bir ilki gerçekleştirmiş olduk kokteyl boykotuyla. Türkiye’de toplu bir kokteyl boykotunu gerçekleştiren ilk biz değiliz belki ama kurumumuzda ilk oldu bildiğim kadarıyla.

Ne diyelim, insanın derdini anlatmasının bir yolu mutlaka vardır. Mesele o yolu bulabilmek.

İKİ LAFIN BELİNİ KIRMAK

Berberde beklemekten nefret ederim. O nedenle müşterisi olmayan berbere giderim. Önünden geçtiğim berberde kimse yoksa hemen otururum. Benim için en iyi berber müşterisi olmayan berberdir.

İkinci nefret ettiğim ise berberde konuşmak, dinlemek. Berber bir-iki laf atar baktı istemiyorum keser. Bazısı ise birkaç defa gitmemden (müşterisi olmadığından gidiyorum halbuki) cesaret alarak başlar konuşmaya.

İnsanın kendini en aciz hissettiği yerler, bir dişçi koltuğu, iki berber koltuğu. Adamın elinde ustura veya neyse o dişçilerin beş bin devirli makineleri, kızdırmaya gelmez. O nedenle berber başladı mı anlatmaya, dinleyeceksin çare yok.(Allahtan diş hekimlerinin ağzında maske oluyor da konuşamıyorlar pek)

Efendim, berber başladı anlatmaya. Konu berberlerin sorunları. Çıraklık eğitiminden başladı, en son berberlerin dinlenme tesislerinin olmamasına kadar vardı. Arada onaylatmayı da ihmal etmedi, ustura gücüyle:

-Haksız mıyım abi?

-Haklısın ya da kafa sallama…

Sonunda tıraş bitti, berberin de bir saat süren nutku da. Arada coştuğu ve makası bıraktığı için bu kadar uzun sürdü. Yine sordu:

-Haksız mıyım abi?

-Vallahi haklısın da sen bu konuşmayı berberler odası kongresinde yapsan kesin başkan seçilirsin. Bir bakana söylesen bütün sorunlarınız çözülür. Bana anlatıyorsun ki beyhude. Kısacası konuşman güzeldi ama yapıldığı yer yanlıştı.

Evet, güzel konuşmak yetmez, yerinde, zamanında ve doğru yerde doğru kişiye yapmak gerekir. Ancak o zaman bir işe yarar amacına ulaşır.

***

Mesleğimizin başında hayal kırıklığına uğradık. Sözleşmeli başlamıştık mecburen fakat diğer sözleşmeliler, kadrolu aldıkları maaşın üç katı, iki katı maaş alırken biz kadrolu almamız gereken maaşın beşte ikisini almaktaydık. Maaş belirleme yetkisini elinde bulunduranlar, mesleklere karşı kızgınlık ve önyargılarına göre belirlemişlerdi maaşları. Bizden önceki meslektaşlarımız kadrolu olduklarından onlar için sorun yoktu. Bizim ise seçeneğimiz yoktu.

Anlattığımız herkes hak vermekle birlikte değişen bir şey yoktu. Yıllık mesleki toplantımızda da kimse dile getirmeyince söz istedim. Çünkü sorunumuzu çözebilecek kişiler de ön sıralarda oturmaktaydı. Derdimizi şimdi söylemezsek bir yıl daha beklememiz gerekecekti.

Bizim meslekte de her şey kurallı, sıralı. İlk üç yılında da öyle pek konuşulmaz. Sıranı- yerini bileceksin. O nedenle oturum başkanı amirimiz önceleri görmezden geldi bu densizliğimi. Sonra baktı ki ısrarlıyım:

-Genç arkadaşımız ısrarlı bir şekilde söz istiyor, buyrun.(Bu densizliğinin hesabını sonra sormak üzere)

Ben dilim döndüğünce derdimizi anlatmaya çalıştım ama açıkçası anlattığımla kaldım. Başka üzerinde konuşan olmadı ve konu değişti.

Ara verildiğinde tuvalete gitmiştim. Ellerimi yıkarken mesleğimizin duayenlerinden biri girdi içeriye. Etrafına bakındıktan ve kimse olmadığından emin olduktan sonra:

-Tebrik ederim, çok güzel bir konuşmaydı.

Evet, mesleğimizin duayeni, bizim eğitim seminerlerinde ders veren, sınav komisyonlarında görev alan meslektaşımız kimsenin olmadığından emin olduktan sonra kutlayabiliyordu beni. Nasıl bir konuşmaysa artık, tebrik edeni bu kadar korkutan konuşma, konuşanı ne yapardı kimbilir. Ürperdim birden, Allah yardımcım olsun.

***

 Evet, konuşmayı yerinde, sorunu çözecek kişilere yapmak çok tehlikeliydi. Daha sonraları katıldığım toplantılarda, görüşmelerde de gördüm bunu.

-Bunu dillendirmeyin isterseniz.

Toplantı yapılıyordu ancak konuşan yoktu. Beyefendi ne düşünüyor bu konuda? Öğrenilmesi yeterliydi, toplantı amacına ulaşıyordu. Gerisi teferruattı. Örneğin, toplu sözleşmelerde de şahit oldum. Sendika başkanı ile genel müdür anlaşıyor. Ücret zaten hükümet tarafından belirlendiği için masada yoktu. Diğer konular da da iki heyetin başkanları anlaşmıştı. Gerisi teferruattı. Masada tam karşımda oturan bölge başkanı ile yanındaki bölge başkanı bütün toplantı boyunca sert bir muhalefet yaptılar. Ben şahidim. Çünkü sadece ben duydum dediklerini. Genel başkanları duysa iyi olmazdı çünkü.

Siyaset de öyle değil mi?  En büyük yalan; yetkili kurullarımızda görüşeceğiz. Parti kongrelerinde yetkili kurul listesini hazırlayan lider, milletvekili, belediye başkanlarını, meclis üyeleri adaylarını seçen lider, il-ilçe başkanlarını yönetimlerini görevden alan, yerine yenisini seçen lider. Allah aşkına koalisyon gibi ya da anayasa ve yasa değişikliklerini yetkili kurullara götürmeye ne gerek var ki. Ya da ne anlamı?

***

Bir kendince uzman konuşuyor televizyonda. “Gel iki laf edelim”, sadece bizde varmış. Başka ülkelerde “gel balığa gidelim”, “sinemaya gidelim”, “müze gezelim” varmış. Başka milletler bizim gibi sadece konuşmazlarmış. Çalışkanlarmış, bir şey yaparken konuşurlarmış. Bir amaçları varmış, hedefleri varmış. Biz sadece konuşmayı severmişiz.Tembelmişiz.

Yukarıda anlattım. Konuşmayı yanlış yerde yapmak bir işe yaramıyor. Doğru yerde doğru zamanda doğru kişiye yapmak da tehlikeli. O zaman ne kalıyor geriye? İki lafın belini kırmak. Başka ne yapsın millet?


KOMŞULUK ÖLMEDİ DAHA

Çocukken duyduğumuz bir hikaye vardır. Yeniçeriler yedikleri üzümlerin parasını asmaya kese içinde asacak kadar dürüst, esnafımız da “benden bu kadar mal aldın, gerisini de komşu esnaftan al” diyecek kadar tok gözlü, kanaatkar. Bunlar okulda bize anlatılmıştı fakat okuduğum hiçbir tarihle ilgili roman ve inceleme kitaplarında teyidini görmemiştim. Belki de şu çivisi çıkmış dünyada bir temenniydi anlatılanlar.

Uzun süreli şehir dışında görevdeyim. Ancak hane halkınca başka eve taşınma zarureti ortaya konmuş, daha üç ay oturulan evden taşınma talebi yeni bulunan evle de desteklenmiş. Gerekçe de işe gidiş-geliş ulaşım problemi.

Eh, madem yeni ev bulunmuş, bana fazla iş düşmeyecek, yeni evin kira farkı da bir şekilde halledilecek tamam, taşınalım, görevden dönüşü beklemeyelim. Eşyayı da firma taşıyacak nasılsa.

Firmayı da bir tanıdık aracılığıyla buldum ve cumartesi sabahı görüşmek üzere altıyüze anlaştık telefonla. Ben telaşlıyım ama hane halkı ve aile büyükleri sakinleştirdiler beni. Cuma akşamı geldim eve, eşyalar toplanmış hazır vaziyette.

Cumartesi sabahı söyledikleri saatte geldi firma yetkilisi ve dört taşıyıcı olarak. Kapıyı açtık, firma yetkilisi iki adım attı feryadı kopardı:

-Çok eşya var abi, bu paraya taşıyamayız.

-Kaça taşırsınız?

-Dokuz yüze!

-Altıyüze anlaşmıştık.

-Anlaştık ama ben bu kadar eşya olduğunu bilmiyordum.

-Siz bir evin eşyalarını taşımaya geldiniz değil mi?

-Evet.

-Şimdi eşyalara iyice bak, bir evde olması gerekmeyen fazladan ne varsa söyle. Kaldı ki normalde üç oda olur bir evde, bizim iki odamız var.

-Olsun, çok eşya var abi, altıyüze olmaz.

-Defolun.

-Anlaşabiliriz abi, sekizyüze de olur.

-Defolun.

Konuşma benim için sona ermişti ancak babam, kayınpeder, bacanak, annem, kaynanam, baldız ve eşim hepsi lafa karışmıştı.(Yeni evli çiftler ilk zamanlar aile büyükleri olmadan hiçbir iş yapamazlardı) Beni de firma yetkilisini de ikna edemediler ve adamlar gitti. Toplanmış eşyalarla baş başa kalmıştık. Süreç yeniden baştan başlayacaktı.

Konuşmalar sırasında bir firma çalışanında tüyoyu almıştım.

-Dörtyüze kamyon bulursun, dört adam da ellişerden ikiyüz, altıyüze bu iş biter. Zaten firma dediğin de zaten dört adam bulmuş kamyon şoföründen ibaretti.

-Nerede?

-Benzinliğin arkasında.

Dediği yere gittim. Bir kamyon şoförüne anlattım durumu. Eşimin talebi üzerine iki sefer yapacaktı, eşyalar üst üste konmayacaktı. Üçyüzelliye anlaştık.Kahveden dört hamal bulduk mu tamam, dedi şoför.

Birlikte kahveye doğru gittik. Şoför tecrübesini konuşturdu ki kahveye fazla yanaşmadan ıslık çaldı.

Sanırsınız ki olimpiyatta elli metre (böyle yarış var mı bilmiyorum, bizim mesafe o kadardı) yarışının startı verilmiş. Elli-altmış kişi son hız bize doğru koştular.

-Abi ben geleyim, beni de alın!

Baktım bana tüyoyu veren firma ile gelen hamal da aralarında. Ona dedim, sen üç kişi seç, ev taşımada tecrübeli.

Kurduğumuz ekiple eve vardık. Firmayı kovduktan sonra yeni ekiple eve varmam bir saati bile bulmamıştı. Hem de beşyüzelliye iki sefer. Neyse ki ekip iyi çalıştı, çok kolay bir şekilde taşıdık evi.

Yeni eve vardığımızda kamyon şoförü, “bizim ekip de burada” dedi. Ekip dediği kamyonun etrafında toplanan dört-beş çocuk. Hamallar ağır eşyaları taşırken çocuklar küçük eşyaları taşıdı.

Yeni her zaman risklidir. Bilinmeyen, yeni olan, kötüyü de barındırır iyiyi de. Artık şansına kalmış. Ben sadece seyrediyordum. Daha bir saat önce tanıştığım kişiler büyük borca girerek sahip olabildiğim tek sermayem ev eşyalarımı taşıyorlardı.

Taşıma sandığımdan daha kısa ve kolay oldu. Hamallar ve kamyon şoförüne bahşiş de verdim, teşekkür ettiler. Sonra çocuklara döndüm, ilk bakışta liderleri olduğu anlaşılan çocuğa para verdim.Almadı, ısrar ettim, yine almadı.

En son “lütfen bir kola için, çok yoruldunuz” diyerek cüzi bir miktar verebildim. Hem çocuklara olan minnetimden hem de bizi balkonlarından izlemekte olan yeni komşularda yanlış bir izlenim bırakmamak için.

Evin içinde yerleşmeye çalışırken zil çaldı.

-Amca, kolamızı aldık, işte para üstü, işte fişi, rica etsem fiş bende kalabilir mi? Annem emekli, vergi iadesi için lazım oluyormuş.

-İstediğin fiş olsun, dedim ama bütün ısrarlarıma rağmen para üstünü almadı.

Aradan aylar geçti. Bir gün çocuğun karyolasının ambalajını çöpe atarken baktım o çocuk.

-Amca o ne?

-Oğlum oldu, onun karyolasının ambalajı.

-Aaaa, ömürlü olsun, söyleyeyim anneme de size bebek kutlamasına gelsin.

Akşama iki kadın geldi hediyeleriyle. Çocuğun annesini tebrik ettim, böyle akıllı, terbiyeli çocuk yetiştirdiği için. Bu sayede mahalleliyle tanıştık, gidip-geldik.

Bundan sonra adaşımla muhabbetimiz devam etti.

-Amca ne yapıyorsun?

-Arabanın teybi bozuk.

-Ben yaparım.

-Peki al, yaparsan çok sevinirim, bozarsan da sorun değil.

Arabanın teybi çok yüksek miktara sigortalıydı. Hırsızlar çalsa yenileyecektim fakat o kadar kötü bir teypti ki, onlar bile bir kere arabayı açmışlar almaya tenezzül etmemişlerdi.

Birkaç gün sonra:

-Amca yaptım, yalnız şurasına kağıt sıkıştırdım, çıkarırsan tekrar bozulur.

Bir süre sonra:

-Amca arabayı kaldırmadan contaları gevşetmen lazım, benim gücüm yetmiyor, siz gevşetin!

Yakınımda oturan bir meslektaşımdan telefonla aldığım tarife göre lastik değiştirmeye çalışırken küçük komşuma yakalanmıştım. İyi ki de yakalanmışım, onun tarifi ile değiştirmiştim lastiği.

Benim beceremeyeceğimi düşünerek yardımıma gelen meslektaşım yanımıza geldiğinde biz son contayı sıkıyorduk.

BİR İŞ VAR BU İŞTE

Çocukluk alışkanlığı galiba, radyo dinlemek. Yaşamın olmazsa olmazıydı bizim için. Evde, tarlada, çarşıda radyo hep açık. Şarkı, haber, radyo tiyatrosu, çocuk programları. Bu o kadar öyle ki, bir defasında evden çıktığımda bir şarkı çalıyordu radyoda. Tek kanal olduğu, her evde de aynı şarkı çaldığı için kahveye varana kadar kesintisiz dinledim şarkıyı.

Amacım nerede o günler değil. Radyo dinleme alışkanlığımız var, kısacası. Özel radyolar da başlayınca yaşasın özgürlük. Seçme hakkı, çok seslilik, radyomu istiyorum. İşin ilginci ben hala istiyorum radyomu.

Şimdi, göreve bir yere gitmişsiniz.  Genelde iki seçeneğiniz var, gibi. Aslında yok, tek seçeneğiniz var. Oranın yerel bir-iki radyosu ve de trt var. Diğer büyük kanallar henüz yayında değiller orada. 

Gittiğin yeri tanımak için bir-iki gün yerel kanal tamam. Sonra sıkılıyorsun biraz trt dinleyeyim diyorsun.

Dinleyemiyorsun zira yerel radyo dibinden yayın yaptığı için dinleyemiyorsun. Bu öyle bir-iki yere mahsus bir şey değil. Birçok yerde bu böyle. Özgürlük isteyen özel radyolar sadece kendilerinin dinlenmesini istiyor.   Bunu da cebren yapıyorlar. Belki de haklılar. Kendi olanakları ile devletin olanaklarını mukayese edince rekabet edemeyecekleri ortada.

Bu durum adsl bağlantıları yaygınlaşana kadar böyleydi. Çünkü artık internetten dinliyordum radyoyu. Neyse konumuz bu değil. Sadece düşünmüştüm o zamanlar. Bu şehrin valisi, belediye başkanı, komutanları radyo dinlemiyor mu, diye. Dinleseler kesinlikle bir şey yapmak zorunda kalırlardı. Ya dinlemiyorlardı, ya bu durumda bir şey yapacak halleri yoktu ya da iyi hakem değildiler, her pozisyona düdük çalabilme yetenekleri yoktu.

Yine bir başka yerde baktım ki vilayet binasının önünde korsan kitap satılıyor. Vilayet binasının önü bir meydan. Meydanın vilayet binası bölümünde korsan kitapçı yayınmış kitaplarını yere sermiş satıyor. Hiç kimse görmese bile korsancı vilayet binasının önünde nöbet tutan polislere üç metre mesafede.

Bu o şehirde görev yaptığım iki ay boyunca devam etti. Bir ara hiç üşenmedim. Valiyi ziyarete gittim. Tam ayrılırken vali beyle el sıkışırken meydana baktım. Korsan kitapçı aynen yerinde duruyordu.

Şimdi, anlaşıldı ki şikayet ettiğimiz şeyleri yetkili kişilerin görmemesi, duymaması olanaksız. Bu hemen hemen her yerde aynı olduğuna göre komplocu yanımız ağır basmaya başlıyor. Bu korsan işi öyle birkaç genç ekmek parası kazansın kıvamından ötede.

Her cinayet, “bundan kimin yararı var”  sorusu ile çözüldüğüne göre şöyle geçmiş on-on beş yıla bakalım.  Bu vilayet önündeki korsancılar sayesinde ne kitap yazan, ne yasal olarak satan, ne müzik besteleyen ne söyleyen kısacası sanatla uğraşan kimse bu yaptıkları ile yaşamlarını sürdüremez hale geldi. Futbol maçlarının telifinin çok sıkı korunabildiği ülkede kitap, müzik rahatça korsan satılabiliyor. Eminim ki şu an binlerce şarkı ve kitap bu kaos ortamının bitmesini bekliyor. Binlerce çocuk genç artık sanatla uğraşmayı hayal bile etmiyorlar. 

Epeydir şarkıcı olmak için evden kaçan kız haberi okudunuz mu gazetelerde. Dizilerimizde filmlerimizde şarkıcı yapmak için kızları kandıran kötü adamlar da kalmadı artık. Zira olsa asla gerçekçi olmayacak.

Bütün bunlar gösteriyor ki bir kültür, bir medeniyet ölüyor. Ya da öldürülüyor. Bir iş var bu işte.
                

BU ALEMİN BUCERA'SI (Röportaj)

Sanıyorum Okunası Kitaplar Gurubunda tanıdım onu. Benim bir yazıma yorum yapmıştı. Derken iki tane blogu olduğunu öğrendim. Blogunda kafasında huni ile görünce epey şaşırdım. Profil resminde hanım hanımcık gördüğümüz Sema Hanım, kafasında huni ile karşılıyordu.
Oldum olası insana merakım vardır. Hele hele ilginç, herkes gibi olmayan, rutin dışı insanları merak ederim. Nedir dertleri, nedir buna iten onları diye. Sema Hanımı bugüne kadar görmesem, konuşmasam da yazılarından profilinden takip ederim. O da benim yazılarımı okur, yorum yazar destek verir. Bir nevi yazan dayanışması bizimki.
Ama çok eğlendirir beni Sema Hanım; kendine tarafsız bakabilir, başına gelen olayları objektif yorumlar.

"Kuzeyin Kızı" diyor kendine, o nedenle sıcaklarla arası yok. Bazan " Balkanlara malum olsun ben ''alçak basıncı'' özledim" der bazan da "yağmur başladı ya gerisi boş gayrı". Sıcaktan çok bunalırsa da "kutuplara tayinim çıksın, gitmeyen ne olsun" der. Dinlediği bir şarkıdan, düğün hazırlıkları yaptığı bir sırada lösemi teşhisi konan arkadaşını hatırlar. Bana göre en hüzünlü hikayesi ise baba ocağından yazdıklarıdır.
***
"...Her sene yaptığım gibi odaları teker teker gezdim yazlık evin, yıllar sonra karşılaştık irkildim.
-''Hoş geldin kızım'' dedi.
- ''Baba ?... diyebildim kısık sesle.
-''Ne salak kadınsın sen, ölüler konuşmaz kendi alemlerine hapsolmuşlardır, hala öğrenemedin mi? dedi.
Sinirlendim,'' kasketler de konuşmaz o zaman '' dedim.
***
Yazılarında hem neşe hem hüzün vardır. Başından geçenleri, günlük yaşantısını paylaşır bizlerle, kendi üslubunca. Kendisini turist zanneden esnafın tavırlarından, arkadaşlarının kendisini müze sanarak ziyaret etmesinden bahseder yazılarında.

Toplumsal olaylara duyarlıdır da.Referandum öncesi "12 dev adam tamam, görevini yaptı şimdi de 49 milyon dev adam lazım" diyor ya da "Dün hiç tanımadığım bir erkeğe sırf Tayyibe benziyor diye usulca sokulup '' HAYIR'' dedim" diye yaptığı eylemleri anlatıyor. Tekel İşçilerine destek için grev yaptığı bir gün, valinin muayeneye gelerek grev kırıcılığı yapması ise tam bir talihsizlik.

Bir düşünce insandır da. "Neden komik erkek seksi oluyor da komik kadın kanki" oluyor sözü ona aittir. Profilinden bloglarından tanıdığımız Sema Hanımı bir söyleşide anlatmak zor. Biz önemli gördüğümüz yerlerin altını çizmekle yetineceğiz.Teferruat, Sema Hanımın profili, blogları ve yakında çıkacak kitabı "Bir Delinin Poliklinik Defteri"ndedir.
***
Bucera ne demek ve neden bu ismi seçtiniz?

Bucera aslında benim ana dilimde bir kelime ama maalesef artık pek konuşamadığımız ana dilimiz olan gürcüce bir kelime.

Anlamı; deli gibi görünen ama daha çok saçları ifade eden bir kelime. Dağınık, kabarık didik didik duran saçlar. Delinin Poliklinik Defteri dediğime göre yakışır dedim. Bir de unutulan ana ile bir özlem belki.

Derdiniz ne? Gençlikse gençlik, Güzellikse güzellik, eğitimse eğitim, doktorluksa doktorluk? Her doktorun bir uğraşı olur deseniz o da müzik, resim motor falan?

Dert olarak düşünmedim hiç ama yazan insanlarda vardır bir huzursuzluk, sanırım haklısınız. Sorunuzdaki güzel dertleri (hepsi geçerli olmasa da) yan yana dizin, bakın bir. Sadece sıkılmış olabilir miyim acaba? Evet evet ben sıkılmıştım hayatımdan.

Şimdi böyle güzel bir kadın, böyle güzel fotoğrafları varken neden başına huni takar ki? Ben her şeyi aştım? Bir meydan okuma mı bu? Kadını meta, biblo haline getirmeye?

Bir meydan okuma mı bilmiyorum ama bir rahatlık vardır ben de. Kendimle barışık bir insanım özellikle yaş otuzları geçmeye başlayınca daha da barıştım kendimle, hatalarımla eksiklerimle dalga geçmeyi, kendime gülmeyi çok severim. Kendisine deli diyen birinin de kaynana topuzu dantel gömlek yerine huniyle poz vermesi doğal değil midir?

Bir yandan da şikayet; komik erkek seksi oluyor da komik kadın neden kanka oluyor, diye? Çelişki değil mi bu?

Yok efendim ( burada yazar gülüyor J ) Çelişki değil bu blog dünyasında sınırlı bir yazıydı. Orada bir serzeniş vardı ama mizah ağırlıklıydı hatırlıyorsanız. Blog dünyası kadın ağırlıklı ve resmini koymadan kimliğini açıklamadan, mizahla, eğlenceli yazılarla, birçok erkek blog yazarı, haksız rekabet yapıyor bir çeşit masum flörtlerle kadın okuyucuları çekerek izleyici sayısını artırıyor. Tam tersi de geçerli tabii seksi kadın imajı veya cinsellik, ilişkileri yazarak da okuyucu toplayan kadın çok ama sadece komik kadın o kadar prim yapmıyor. Reyting kaygısıyla yazılmış bir yazıydı o efendim baya da bir dikkat çekti. Hatta bir erkek sitesinde o yazıma link vermişlerdi. O yazımdan sonra izleyici listesinde olmayan ama beni takip eden birçok okur ses verdi. İyi ki yazmışım.

Kız çocuğu özlemi ben de had safhada. Sizde de öyle görünüyor. Fakat size emanet edilen kızı ne hale getirdiğinizi gören sosyal hizmetler müdürlüğü harekete geçmedi mi daha? Çocuk istismarı suçundan soruşturma açıldı mı hakkınızda? Kardeşinizin kızının fotoğraflarını görmemesi için net bağlantısını kestirdiğiniz doğru mu?

Ah yeğenimden bahsediyorsunuz siz. Şimdi bu satırları okuyanlar şaşıracaklar. Evet kız çocuk özlemi çok var bende kız çocuklarına çok düşkünüm ve yeğenim sık sık bana emanet ediliyor. Madem kendimize deli demişiz hakkını verelim dedim. Yeğenimi kılıktan kılığa sokmaya ve resimlerini albüm halinde facebooktan paylaşmaya bayılıyorum ve arkadaşlarımın arasında ciddi bir izleyici kitlem var.
Anne sen yokken teyzemler beni maymuna çeviriyo
Gel lan buraya sevcem
Anne teyzemler beni gezmeye götürdüler Arca abim bana yeni ayakkabılar giydirdi
Anne teyzemler ağlamayayım diye elinden geleni yapıyorlar ağzımı bile açtırmıyorlar benim, çok iyi bakıyorlar bana
Anne ! teyzem diyo ki,'' Her küçük kız çocuğunun kırmızı papuçları olmalıymış
teyzem dedi ki '' hanfendi olunmaz hanfendi doğulurmuş '
Bir kadının hayat damarları bunlarmış teyzem öle diyor . Öğrenmem gereken ne çok şey var.Çok çalışmam lazım çok
Teyzem diyor ki tüm o ayakkabıları bu minik kart alıyormuş.Bu düyanın mucizeler ile dolu olduğunu biliyordum ama en büyük bu mucize bu sanırım
Referandumda hayır oyu veren gençler bir bir tespit edilip fişleniyor

"Nikah memuru olaydım, gün akşam olaydı da sadece gülen yüzler göreydim" Herkes nikah memurluğuna talip. Boşanma davalarına baka baka evlenmekten korkan avukat çok gördüm. Benim işim de çok sevimli değil ama o kadar etkiliyor mu sizi?(Dertli insan görmek)

Evet etkiliyor. Gülmeyi seven bir insanım ama bizim meslekte gülmek için deli olmak lazım bundan dolayı seçtim deliliği. Yukarıdaki cümleyi statusuma niye yazdığımı söylersem daha iyi anlarsınız beni; O gün bir hastamın filmine bakmış ve büyük bir ihtimalle akciğer kanseri olduğunu görmüştüm. Tomografi isteyince ise ‘’Önemli bir şey yoksa tomografiyle uğraştırma beni kızım yaz bir reçete gideyim ben’’ demişti. Ben ise o yıllanmış mavi gölerin içine bakarak büyük bir ihtimalle kansersin amcacığım diyememiş, bir şeyler uydurmuş, kötü haberi sadece ertelemiştim. Şimdi anladınız mı beni?

Ben başıma gelenleri çocukken başıma üç defa kiremit düşmesine bağlarım. Sizin de var mı böyle bir hatıranız? Yoksa sonradan mı böyle oldunuz?

Desenize size göre ben çok şanslıyım benim başıma otuzbeşinden sonra sadece bir huni düştü o kadar.

Deli doktoru çok görülmüştür de doktorun delisi pek görülmemiştir. Az olduğunuzu ve bu nedenle koruma altına alınmanız gerektiğini düşünüyor musunuz?

Kesinlikle haklısınız. Az bulunan bir türüm her gün hüznün, derdin kol gezdiği odamdan güldürecek anılar çıkarmaya çalışıyorum akıl işi değil valla.

Bir insanın karikatürünün yapılması heykelinin yapılacağına dalalettir. Artvin'e, Sultanahmete birer heykel yakışır. Peki maskınıza yer baktınız mı bu yaz? Borçka'ya bakan bir tepe ya da Hopa ve Arhavi'nin karadenize bakan tepelerinden birinde?

Aman efendim önderimiz büyüğmüz deli Rıza’nın heykeli yapılmadıkça biz bir hiçiz. Yalnız Artvin’in yaylalarında minik bir ahşap ev hiç fena olmazdı hani. Memleketimi özlettirdiniz bana.

İki ayrı blogunuz var.Nedeni ne? Birinde akılı uslu şeyler yazmak mı?

Evet diğerinde akıllı uslu hatta edebi yazmaya çalışıyorum. Burçlara çok inanmam ama ikizler burcuyum. İki kişilik vardır bende zaten biri; akıllı, uslu, duygusal, hassas ki bu yönüm kendini ikinci bloğumda ifade ediyor.

Şakacı, deli dolu, hayatı ciddiye almayan diğer yönüm daha çok delilin poliklinik defterinde yazıyor ama beni güldüremeyen fakat etkileyen acıklı hasta anılarım da yine ‘’delinin poliklinik defterinde var .

"Tipik bir ikizler burcuyum iki yüzlü olandan değil değişken olandan" diyorsunuz. Ben de ikizler burcundanım, iki yüzlü olanla değişken olanı nasıl ayıracağız?

Çok basit iki yüzlülük bilinçli bir seçim rol yapma halidir ve genellikle bir çıkar uğruna yapılır dürüstlük içermez. Değişkenlik ise insanın kişilik yapısıdır ve bu değişkenliğini olduğu gibi dışa yansıtıyorsa eğer o kişi tamamen doğaldır ve hiç rol yapmıyordur yani dürüsttür.Bir de ikizlerden çok yazar çıkar.

Blog tanıtım yazınızda "Hoş geldiniz,koskoca okyanusta bir kapı bulup,bir delinin odasına girdiniz korkarım artık siz de bendensiniz" diyerek geleni hemen deli yapan bir hoş geldin sloganınız var. İtiraz eden, hakaret davası açan olmadı mı ya da şart midur?

Şart değuldur tabii ki ama okurken kendilerine benimle kendilerini özdeşleştirirlerse eğer benim kadar okurken onlarda eğlenir diye düşündüm çünkü ben yazarken çok eğleniyorum çok gülüyorum.

Kitabınız ne zaman çıkıyor? Biliyorsunuz Attila İLHAN'ın Divan pastahanesinde isminin yazılı olduğu bir masası varmış. (Laf aramızda bana da yazılarımı yazdığım kahvenin garsonu masamı ayırmayı önerdi. Adım yazılı plaket de olur bir gün inşallah)
Günümüzde ise bazı yeni yazarların isimlerini plaket olarak çaktırdıkları masaları bazı mekanlara yerleştirme çabası içine girdikleri görülmüş. Kitabınız çıkacağına göre masa siparişini verdiniz mi marangoza? Nereye yerleştireceksiniz?

Evet varmış yazarların öyle mekanları Elif Şakak da bir fırında pasta, hamur işi kokuları arasında yazarmış. Ben yazar olamadığıma göre amatörce bir şeyler yazmaya çalıştığım ve yoğun çalıştığım bir mesleğim olduğuna göre havalı bir cevap veremeyeceğim.
Yazmaya değer bir olay olduysa önce bir reçete kağıdına not alırım sonra evde yazmaya çalışırım.
Yani masa siparişim yok ama meşhur olunca kendime şöyle krallara layık pırlantalarla, yakut zümrütlerle kaplı bir huni siparişi verebilirim.J
Bir de ne zaman çıkıyor demiştiniz değil mi ? Aslında her an çıkabilir Eylül ortası çıkacaktı çıkmadı bekliyorum ama ‘’kitap fuarında 6 Kasım’da size imza günü yapalım’’ dedi editörüm.
O güne yetiştirirler sanırım lakin kitapsız imza günü pek şık olmaz kanımca.

Fakültedeyken tıpta okuyan göçmen bir kız arkadaşımız vardı. Bütün hayali doğuda görev yaparak halka hizmet etmekti. Fakat tayini boğazda bir hastaneye çıktığından bu hayalini gerçekleştiremedi.Sizin İstanbul'a gelmeniz de böyle bir iş kazası sonucu mu oldu? Hayallere ne oldu?

Bu soruya çok şaşırdım Erkan bey. Sanki biliyormuşsunuz gibi sormuşsunuz. Fakülte boyunca hayalimde Karadeniz’ de sahil kasabasında hekimlik yapmak vardı. Bahçeli bir evim bir sürü hayvanım, tavuğum ineğim bağım bahçem olacaktı. Belki de araba yerine de bir atım, onunla çayırları çimenleri aşacaktım.
Benimkisi hoş bir evlilik kazası, evlendim ve İstanbul’a yüzyıllık çınarlar gibi kök saldım gidemem artık başka bir şehre.

İlaç prospektüslerinin(umarım böyle yazılıyordur) okunabilenlerinin bir bölümünde şöyle bir ibare var: "doktorunuz tarafından aksi belirtilmemişse günde üç defa".Hiç aksini belirttiğiniz oldu mu bir reçeteye? Örneğin:
-İlacı günde üç defa öpüp başınıza koyun, sonra da çöpe atın.
-İki tanesini bir muska içine koyup bir hafta taşıyın.
-İlaçların hepsini birden için, bir veda mektubu yazın

Ha ha çok güldürdünüz beni iyi ki hekim olmamışsınız yoksa benden beter oldurdunuz siz. Yok bunu genellikle arkadaşlarıma yaparım. Mesela iş yerindeyim msn den bir soru gelir; İşte ofiste bilmem kimin arkadaşı şöyle olmuşmuş ne yapsınmış ?Başlarım anlatmaya önce; yeni gömülmüş mezarlıktan üç gün üst üste toprak alacaksınız, toprağı sirkeli suda beklettikten sonra….’’yaa tamam ya biz de seni doktor yerine koyduk’’ diye cevap alırım.

Bir hastanede doktorlar odasına girdiğimde sigara dumanından babamın doktorunu görmekte güçlük çektim. Şöyle bir söz var; doktorlar imam gibidir. Dediğini yap, yaptığını yapma. Ya da kaygı duyuyor musunuz örneğin kızartma yerken bir hastanıza yakalanmaktan?

Yok öyle bir korkum yok çünkü sigaradan nefret ederim, çok az yemek yerim, sebze meyve ağılıklı beslenirim. Bu konuda eminim gıcık oluyordur hastalarım bana. Su içsem yarıyor diyenlere sorarım ‘’Bana dürüst bir şekilde yediklerinizi tek tek anlatır mısınız?’’Sonra kendi kahvaltımı anlatırım; ‘’Ben yarım domates iki zeytin bol roka ve yarım dilim kepek ekmek yedim ‘’deyince sus pus olurlar. Böylece ben de suyun kalori ihtiva etmediğini kilo yapmadığını bol bol su içebileceklerini ama yemeği kısmaları gerektiğini ispatlamış olurum.

Tam sosyal solcu olarak tekel işçilerine destek için yapılan greve katılmışken, valinin muayeneye gelmesi kötü olmuş.Vali Beyi muayene etmek yerine greve katılmaya davet etseniz daha iyi olmaz mıydı? Yoksa benim sosyal solculuk , buraya kadar mı diyorsunuz?

Efendim o sıkardı biraz, bir devlet memuru olarak yemedi yani. Hem yazımda dediğim gibi ben sosyal solcuyum. İş saatleri sosyal hayatım olmuyor ki iş saatim onlar.

Kitabınız baskıda galiba. Nasıl tarz bir kitap olacak? Sitenizde gördüğümüz gibi mizah ve mesleki anılar şeklinde mi?

Kitap bile diyemiyorum ben minik bir cep kitapçığı. Blog sayfamda yazdığım anılardan oluşuyor şu anda kitapta olan anıları sayfamdan kaldırdım. Anılar yeterli olmayınca sevgili editörüm ‘’karalama defteri’’ isimli bloğumdan denemeleri de ekledi. Sonuç itibari ile kitabın ismi ‘’Bir delinin poliklinik defteri ve denemeleri’’ olacak

Bir de şu kitap macerası nasıl başladı. Amatör arkadaşlar da merak ediyor. Ben de. Teklif yayınevinden mi geldi, siz mi müracaat ettiniz?

Bunu blog sayfamda çok eğlenceli bir dille anlatmıştım ama o yazıyı kitaba almaya karar verince kaldırdım. Şansım S. Ahmet gibi bir yerde çalışıyor olmam. Editörüm önce benim hastamdı sonra blog sayfamdan bahsettim okuyunca beğenmiş ve bana mini bir cep kitapçığı çıkaralım teklifi ile geldi ben de sevinçten havalara uçtum hiç aklımda öyle bir şey yoktu.
Hatta bloğumdaki yazıda poliklinik odam üçüncü sınıf bir pavyona ben yeni düşmüş bir şarkıcıya editörüm ise gazinocular kralına dönüşüyor ve beni keşif ediyordu. Pucca kadar olmasa da benim de kendi çapımda keşif edilme hikayem var.

Aile fotoğrafınıza bakınca normal bir aile görünümü var. Ne diyor evdekiler bu durumunuza? Çocuklar nasıl buluyor komik bir anneyi?

Normal bir aileyiz biz, büyük oğlum çok sever şakacı halimi iyi ki böylesindir der ama benim otoriter anne yönüm de vardır. Yani evde sürekli pişmiş kelle gibi sırıtarak dolanmıyorum.

Mesleğim gereği Türkiye'yi üç defa turladım. 97'de 28 gün kaldım Artvin'de. Gerçekten de çok etkiledi beni insanları, doğası. Nedir bu uyum, doğayla insanın uyumu? Sırrı ne Artvin'liliğin?

Burada izninizle biraz gururlanacağım. Artvin’i ve Artvin’li olmayı seviyorum. Doğa Allah vergisi ama insanlarının aydın, hümanist, yumuşak başlı, olması, çok kültürlü olmasına bağlı olabilir. Coğrafi olarak çok küçük bir alanda çok çeşitli diller ve kültürler yüz yıllardır huzur içinde bir arada yaşamaktadırlar. Türkiye’nin en ücra köşesi olmasına rağmen kültür seviyesi yüksektir. Kuzenim Behlevan denen bir köyde briç oynayan ihtiyarlara bile rastlamış.
Sahil kesiminde Lazca ve Ermenicenin bir çeşidi olan hemşince konuşulur biraz içeriye girince gürcüce başlar, bazı ilçelerde ve köylerde o bölgede poşa denen sanırım Roman dediğimiz vatandaşlarımızla aynı ırktan gelen topluluklar vardır. Artvin merkez sadece Türkçe konuşanlardan oluşur genelde Kafkas kültürü hakimdir.

Kitap:

Bloglar:

KAN VERMENİN BİLİNMEYEN YARARLARI

Ders çalışmak her zaman sıkıcıdır.Başka seçenekler tükenmiş, kahve kapanmış, arkadaşlar da evine çekilmiş, finaller de başladığından mecburen ders çalışıyoruz..Mehmet Arı, Metin Taş ve ben bizim evde masa başındayız.Radyoda gecenin içinden programı..derken bir anons:

“Kanı değişecek bir bebek için acele 0 gurubu RH(-) kan aranmaktadır.Kan vermek isteyenlerin Bursa Tıp Fakültesi hastanesine müracaat etmeleri rica olunur.”

Metin’le ben hemen Mehmet’in yüzüne baktık.Onun kan gurubuydu.. okulda, mahallede, belediye hopörlerinden ne zaman anons duysa gider kan verirdi.

-Yarın sınav var, dedi.

Ben:

-Bebekmiş ya ölürse, dedim.

Mehmet:

-Kim gidecek şimdi Bursa’nın öbür ucuna..dedi.

Metin öldürücü darbeyi vurdu:

-İnsanlık öldü mü?

Kalkın o zaman dedi Mehmet. Çok yufka yürekli bir arkadaş olduğu için fazla dayanamayacağını biliyorduk zaten.. hayat kurtarmak tamam da biz bu anonsu yıllarca duyardık da merak ederdik.Ne oluyordu, bu anonstan sonra neler yaşanıyordu.

Aceleyle giyindik ve önce garaja, sonra da başka bir dolmuşla tıp fakültesine vardık.Fakat bizi bir hayal kırıklığı beklemekteydi.Kimsecikler yoktu.Uzun aramalardan sonra bir hemşire bulduk fakat o da oralı değildi.Çünkü bir kaç defa kan bulunmuştu ancak içindeki bir madde uymamıştı.Neyse Mehmet’in kanını aldı, içindeki o maddenin de uyduğunu görünce kan arayanlara telefon etti, kan bulundu diye..

Sonra Mehmet’e sütle bisküvi getirdi.Metin de süt istedi, ben bisküvilere takıldım.

Derken içeriye bir gurup şık giyimli erkek girdi.Bir tanesi “para çıkarın” der demez hepsi ceplerinden çıkardıkları para tomarlarını birinde topladılar.Bu arada hemşire bize bakarak “almazlar herhalde” dedi.Elinde para demeti olan adam “hangisi?” diye sordu.Biz Mehmet’i gösterdik.

Adam paraları Mehmet’in kucağına attı.Mehmet bize baktı.Biz de alma diye işaret ettik.Derken bir mücadele başladı.Adam Mehmet’in kucağına paraları koyuyor, Mehmet de mahcubiyetten kızarmış bir halde “rica ederim” diye paraları adama veriyor.

Gurup baktı ki para veremeyecekler, ikiye ayrılıp Metin’le bana arkadaşımızı ikna etmemiz için yalvarıyorlar.Anlattıklarına göre bebek ailenin ilk torunuymuş ve erkekmiş.

Kalabalık çocuğun babası, amcası, dayısı, dedi vs. oluşmaktaymış.Günlerdir kan arıyorlarmış, aramadık yer bırakmamışlar.Okullar, askeri birlikler, fabrikalar..en son çare olarak radyoya anons yaptırmışlar.Yukarıda dediğim gibi bazen kanı bulmuşlar ancak içindeki bir madde uymamış.

Öğrenci olduğumuzu öğrenen gurup, uzun süren bir yalvarış ve çabanın sonunda, para demetinden seçtikleri bir miktarı yol parası olarak almazsak çok kırılacaklarını söylediler.Bir orta yol bulmak ve kalabalığın elinden kurtulmak için Mehmet’e bu miktarı almasını söyledik.Sonra da bizi lüks bir arabayla semtimize geri getirdiler.Biz her zaman gittiğimiz bir pastanenin önünde arabadan indik.Bin bir teşekkür arasında araba geriye döndü.

Arabaya el salladıktan sonra hemen Mehmet’i kolundan tutarak pastaneye soktuk.İkişer porsiyon baklava, kola bir güzel yedik.Ertesi günü de Tezok kampüsünde Mehmet’in kan parası aldığını yaydık.

Herkes Mehmet’e hücum edince Mehmet arkadaşlara aldığı paranın iki katı tutarında çay kola ısmarlamak zorunda kalmış.

YENİ NESİL

-Baba, görüşmeyeli nasılsın?

-İyiyim oğlum, kaç para istiyorsun?
                     ***

-Babacığım benim, bir öpeyim.

-Kaç lira lazım şirine?
                    ***
Evet, cığım’lar ücreti mukabil. İlk şokumu bir dostumun ricasını yerine getirirken yaşadım. Ne şoku, sistem çöktü sistem.

Derler ki “başarı, başladığın yerle bulunduğun yer arasındaki farktır”. Bir başka dedikleri de “ çocuğunuza rol model bulun”. Görev basit. Dostumun oğlu, liseden aldığı ek puanlarla güç bela üçüncü yılında ücra bir yerdeki okulu kazanabilmiş. Ama orada okumak istemiyor. Baba da daha iyi bir yerdeki okulu kazanmasından umudu kestiği için, oğlunun bu okulu bari bitirmesini istiyor. Yetiştirme Yurdundan çıkıp kurumunun iki numarası olabilmiş baba, oğlunun bir ücra kasabadaki meslek yüksek okulunu bitirmesine razı.

Kayda geldikleri halde henüz oğlunu ikna edememiş baba, benim de o şehre göreve geldiğimi duymuş. Uğradılar. Bir fırsatını bulunca baba can havliyle:

-Beyim, şu oğlanı ikna edemedim hala. Bir de siz konuşsanız, aklı bir karış havada.

Ben ki zaten durumdan vazife çıkarmış haldeyim. Baba da rica edince kim tutar beni. Derhal duruma müdahil oldum. İlk fırsatta oğlanla baş başa kalınca başladım:

-Sen bir daha girersen sınava, daha iyi bir okulu kazanacağına inanıyor musun?

-Hayır amca, alanımda olduğu için otuz puan alarak kazandım burayı. Seneye nasıl kapatayım otuz puan farkı da bir yer kazanayım.

-Peki neden istemiyorsun burada okumayı?

-Görmüyor musun amca burayı, yaşanır mı burada, sosyal hayat yok, hiç bir şey yok.

-O zaman çalış. Bak baban nerelerden nereye gelmiş. Okumuş genel müdür yardımcısı olmuş.

-Olmuş da ne olmuş?

Evet, anlat bakalım şimdi. Yetiştirme yurdundan memurluğun zirvesine ulaşmış olabilirsin ama karşındaki için bir anlamı yoksa ne diyebilirsin ki?

Ey, eğitim uzmanları, kişisel gelişim uzmanları. Konuşması yazması kolay. İşte gördünüz. Başarı tarifiniz de rol model tarifiniz de çökmüş durumda. Gelin de anlatın bakalım. Biz de öğrenelim. Ya da bildiğimiz usülde gidelim, kitaptaki yazanlar kitaplarda kalsın.

BELANIN ADI PİYANİST

Bela iyi aile çocuğu değildir. Kibar da değildir, randevu almaz. Aniden dalar yaşamımızın içine. Geliyorum demez, geldim de demez. Geldiğinde çok geçtir artık. Benzer olaylardan kaçarak gelmesine engel olabiliriz. 

Kapı çalmadığı için kapıyı açmamak da çözüm değil belaya. Ne kılıkta, kaç kilo, kimi kimsesi var mı, bilsek de torpil yaptırsak da gelmese.

Bu herhalde bela geliyorum demez sözüne en uygun hikaye. Efendim, hikayemizin kahramanı bir devlet memuru. O gün evlilik yıldönümleri ve eşini almış kurumunun sosyal tesisine götürmüş yemeğe.

Adı üzerinde sosyal tesis. Çalışanlar eşiyle çoluk-çocuğuyla gelsinler yiyip içsinler diye yapılmış bir yer. Genelde çok temiz, bakımlı ve ucuz yerler. Çalışanın bir nevi itibar yeri. Tek sorun, buraların kendine göre kurallarının olması. Hiyerarşinin ön planda olması. Parası olmadığı için piyasada itibarı olmayanların itibarlı oldukları yerdir bir anlamda. Buralarla ilgili hikayeler çoktur. Şimdilik şöyle diyelim, parayla piyasadaki bir lokantada, otelde ve barda göremeyeceğin itibarı buralarda bir tayinle görebilirsin.

Evet, çiftimiz konumlarına uygun bir masada romantik bir akşam yemeği yiyorlar. Bir yandan da canlı müzik dinliyorlar. Herkes halinden memnun. Adam coşuyor. Bir de piyaniste kendi şarkıları çaldırabilirse değme keyfine.

Gidiyor piyaniste, o gün evlilik yıldönümleri olduğunu söyleyerek şarkılarını söylemesini rica ediyor. O gün bela piyanist-şantör kılığında. Git işine diye bağırıyor ve el hareketiyle de destekliyor bunu. Adamcağızın eşinin de duyacağı göreceği şekilde.

Yıllardır gözlediğim bir şey var. Makam mevki sahibi olan kişi iyi-kötü olduğu yeri bilir, oturduğu koltuğun (hak etmeden otursa bile) ne olduğunu bilir. Bir de bu makam ve mevkilerin kiracıları vardır. Makam ve mevki sahibinin eşi, çocuğu ve yakını türden, makamın ne olduğunu bilmeyen ve onu kötü kullanan kişiler. En tehlikeli kişiler bunlardır. Mümkünse asla kiraya verilmemeli başkası tarafından kullanılmamalıdır makam ve mevkii.

Burada da kiracı piyanist-şantör. O kurumda çalışmamakta ve ücret karşılığı sadece çalıp söylemek üzere haftanın belli günlerinde tutulmuş kişi. Fakat nereden alıyorsa gücü o gün amirin yerine de bakıyor. Amir de orada halbuki. Birkaç masa ötede. Bağırıyor:

-Ne şarkısı kardeşim, git işine.

-Tamam, söylemeyeceksen söyleme de, niye bağırıyorsun ve hakaret ediyorsun. Ben bu kurumun elemanıyım.

-Bana ne kardeşim, git!

Öyle bağırıyor ki hem amire hem de şarkı isteyenin eşine duyurmayı başarıyor. Amir derhal sahneye geliyor.

-Ne oluyor burada?

-Efendim bugün evlilik yıldönümümüz. Eşimle bir şarkımız vardı, onu söylemesini rica ettim. Bana bağırıyor.

-Sen kimsin şarkı isteyecek? Makamın konumun ne?

Amir bunu söyledikten sonra elemanına bir tokat atıyor. Ki bundan sonra haddini aşmasın. Sadece eşiyle güzel bir akşam yemeği yemek isteyen, eşiyle tanıştıkları günlerdeki şarkılarını dinleyerek dans etmeyi hayal eden eleman artık bu kadarına dayanamıyor. Eşinin yanında bir de tokat yemek çok zoruna gittiğinden amirini bir yumrukta yere seriyor ve eşini de alarak orayı terk ediyor.

Tabi ki bu olay bir sürü insanın içinde oluyor. Fakat piyanistle elemanın sohbetini kimse duymuyor. Herkesin gördüğü elemanın müdürü yumrukladığı. Belki bir kısmı müdürün elemanı tokatladığını da görebilmiş durumda.
Sonrası bir sürü iş. Soruşturmalar, tayinler, görevden alınmalar. Sonuç olarak eleman emekli albay babası sayesinde işten atılmaktan kurtuluyor. Bir güzel gece, işgüzar bir piyanist-şantör sayesinde kabusa dönüşüyor ve neredeyse bir elemanın işsiz kalmasına neden oluyor.

PARA İSTEME SANATI

Hep önemli insanların sözleri gündem yaratır. Belki de toplum onların ağzına baktığından belki de söyleyecekleri söz birçok insanı ilgilendirdiğinden. Nitekim diplomasi belki de bu insanların ağzına sahip olma mesleğidir.

-Bu sene de soykırım demedi!

-Vadedilmiş topraklar dedi!

-Kürt dedi Kürt!

Genelde bu sözler uçakta bir başka ülkeye giderken söylenir. Hala sırrını çözemedim bunun. Belki de söylenen sözün çıkaracağı fırtınanın, geziden dönene kadar geçmesi amacıyla giderken söyleniyor.

Günlük hayatta ise bu çok önemli sözlerin söylendiği kadar önemi yoktur vatandaş için. Sevdiğine evlenme teklif eden için kızın “evet” demesi mi önemlidir yoksa liderinin “Kürt Realitesi” demesi mi?

Bir çocuk için hele hiç önemli değildir, o çok önemli sözler. En önemli insan annesidir, babasıdır onun için. Onların ağzından çıkacak her sözü kaydeder beyni. Mardin Nutku (varsa eğer) zerre kadar ilgilendirmez onu.

Hal böyleyken hep büyük adamların sözleri yorumlanır irdelenir. Ardındaki anlam çözülmeye çalışılır. Fakat bir insan için çok önemli olsa da sıradan birinin sözü söylendiğiyle kalır. En fazla karşıdakinin içinde bir sıcaklık, duygularda hareketlenme yaratır, hepsi bu. Asla yorumlanmaz, irdelenmez.

Önemsiz insanların sözü sadece kavgada irdelenir. O da kavgada haklı çıkmak ya da dövmeye bahane yaratmak için.

-Sen böyle demek istedin, al sana.

Bilinçli bir çarpıtmadır, tarafsız bir irdeleme değildir. Benim bu sabah aklıma gelen bir arkadaşımın yıllar önce söylenmiş bir sözü. Bu söz zamanında irdelenmiş ancak bir yazıya konu edilmemiştir.

Babaya çekilmiş bir telgraf:

-Baba, soba borusu alacak paramız yok. Acele para gönder.

Normalde babasından para isteyen bir üniversite öğrencisi, “param bitti”, “para kalmadı”, “yarına kadar yüz lira yatırmam lazım”… gibi bir sürü bahanelerle para ister. Bu soba borusu nereden çıktı? Arkadaşa kalırsa durumun vahametini anlatmak için öyle çekmiş, bana kalırsa bilinçaltında bambaşka şeyler var. Evet, bu sözü irdeleyelim, ardındaki anlamı çözmeye çalışalım.

1-Arkadaşım “ekmek alacak paramız kalmadı” diye telgraf çekseydi babasında derin üzüntüye ve paniğe neden olurdu. Soba borusu alacak paramız yok demek bir yerde, ekmeğimiz aşımız var, okul ihtiyaçları da tamam, soba da var, odun kömür de var, bir de sobamızın borusu olsa keyfimiz tam olacak, panik yapmayın demek. 

2- Soba borusu yok ama sorunu da küçümsemeyin. Boru olmadan soba da aldığımız odun-kömür de bir işe yaramaz(gerçekte onların hiçbiri de yoktu ama konumuz telgraf metni). Sonuçta soğukta kaldık, para göndermekte de gecikmeyin, demek. 

3- Soba var, odun var ama borusu olmadığından yakamıyoruz. Hayattaki küçük detayların ne kadar önemli olduğunu yeni öğrendik bunu da gençliğimize verin, demek. 

4- Soba borusu öyle komşudan istenecek emanet alınabilecek bir şey değil. O nedenle mutlaka para göndermeniz gerek, demek. 

5- Odunu ve kömürü arkadaşlar aldı. Boru almaya paraları kalmadı. Boruyu mutlaka sizin gönderdiğiniz parayla benim almam gerek. Arkadaşlara mahcup olmayayım,demek. 

6- Geçen yıl aldığımız borulardan biri delik olunca aniden ortaya çıktı bu boru ihtiyacı. Yani paramızı hesaplı harcıyoruz. Her şeyi planlamaya, paramızı yetirmeye çalışıyoruz. Başka şeylere harcamıyoruz. Boru delik çıkmasa her şey yolundaydı. Merak edilecek bir şey yok,demek.