ŞEFFAFLIK EZİYETİ


Bazı kamu görevlileri, “bilgi ve görgülerini artırmak” amacıyla yurt dışına gönderilirler. Genelde de Avrupa ülkeleri ve Kuzey Amerika’ya.

Zira bu görevliler bir eksiği tamamlamaya gittiklerinden, arananı bulamayacakları Arap ülkeleri ve Afrika’ya gönderilmezdi doğal olarak.

Bizim 5 Arkadaş çıktığımız Balkan Turu da bu kapsamda bir nevi “veri toplama” faaliyetiydi bizim için. Bilgimiz ve görgümüzü artırmış, örnek alınabilecek birçok gözlemle dönmüştük seyahatten.(Kamu görevlilerinden farkımız, bunu emekli olduktan sonra kendi paramızla yapıyor olmamızdı)

Evet, gezimiz sırasında birçok güzelliğe ve medeniyete tanık olsak da onlarda gördüğümüz eksiklikler de oldu tabi ki. Bunlardan en önemlileri taharet musluğu ve aşırı şeffaflık oldu.

Efendim, Belgrad’dayız. Otelimizde bize ayrılmış 3 odaya 2+2+1 şeklinde yerleşmiş durumdayız. Oda arkadaşım, girer girmez “ben çok sıkıştım” diyerek banyoya daldığı için ben de Wi-fi şifresini girip yer bildirimi yapmakla meşgulüm.

İşim bittikten sonra kafamı bir kaldırdım ki arkadaşımı klozete tünemiş hacet gidermekle meşgul gördüm. Odanın köşesindeki banyonun bir tarafında duvar ve kapı bulunurken diğer tarafı tamamen cam ve her şey meydanda.

Bir an arkadaşla göz göze geldik ve ikimiz birden “laynnn” diye haykırdık. Arkadaşım davranmaya çalışsa da ben “sen işini bitir, ben dışarıdayım” diyerek arkadaşın işi bitene dek koridorda bekledim.

Otele yerleşmiş, ödemeyi yapmışız ve de görevli “sabah anahtarları resepsiyona bırakıp çıkabilirsiniz” diyerek ortadan kaybolmuş ve bize yapılacak bir şey de (ayrı oda, başka otel vs.)kalmamış.

Gece, tuvaleti “erkek olmanın avantajı ile” kullandığımız için sorun olmadı ancak sabah benim büyük aptes ve duş saatim geldi çattı.

Önce arkadaşın uyanmasını bekledim ki uyku sersemi gözü bir yerlere kaymasın. Sonra arkadaşa (camın yanındaki yatakta yattığı için) camdan dışarıya bakmasını ve asla kafasını çevirmemesini sıkı sıkı tembihleyerek banyoya girdim. Bütün faaliyetlerim sırasında gözümü de üzerinden ayırmadım. O da yarım saat kımıldamadan durdu.

İşimi bitirdikten sonra dışarıya çıktım ve o da benden sonra duşunu aldı. Bu arada güzelim Belgrad şehri de  “şeffaf banyo eziyeti” ile aklımıza yerleşti.

Taharet musluğunun eksikliği kesin olmakla birlikte şeffaf banyo ile ilgili olumlu şeyler de düşünmeye çalıştım. Belki biz iki erkek kaldığımız için eziyet olmuştu. Belki çiftler için balayı, romantizm ve fantezi gibi avantajları olabilirdi şeffaf banyonun.

Yok, yine de ikna olmadım; kim sevdiğini sıçarken görmek ister ki?

KAHVE KANSER YAPAR MI?

Geçen gün seyrettiğim videolardan birinde ilginç bir bilgiye rastladım. Videoda bir Tıp Profesörü, araştırmaların uzun yıllar kahvenin kanser yaptığı yönünde çıktığını, fakat araştırma derinleştirilince kanser yapanın kahve değil yanında içilen sigara olduğunun anlaşıldığını söyledi.

Sigara firmalarının çok uzun bir süre sigaranın kansere neden olduğuna dar araştırmaları sabote ettiğini biliyordum ancak kabahati kahveye attıklarını yeni öğrendim.

Ne diyelim? Kötü niyetli bilim insanı yoktur, kapitalizm vardır!

AÇIK OTURUM MU ÜNİVERSİTE REKLAMI MI?

Eskiden, bazı konularda konunun uzmanı olarak Türkiye’nin en iyi üniversitelerinin hocaları çıkardı ekrana.

Şimdi ise, her konuda, özel üniversitelerin aynı hocaları çıkıyor. Sanıyorum üniversitelerin gizlice reklamı olsun diye.

Fakat demin baktım, özel üniversitelerin kontenjanları, devlet üniversitelerinin iki katı oranında boş kalmış.

Sanırım reklam ters tepmiş:

-Çocuğumu her konuda ahkam kesen bu yalaka hocalara üstelik para verip okutacağıma evde oturturum daha iyi, demiş veli.

SANA MİNNETTARIM ALİ ŞEN!

Çocukluğumuzda Cemil Turan sayesinde Fenerbahçeli oldum ancak nasıl her şey çocuklukta kaldıysa benim de Fenerli mutlu günlerim de çocuklukta kaldı. Cimbomlularla girdiğim iddiaları kaybedip yemek ısmarlamalar mı dersin sürekli hayal kırıklıkları mı dersin zor yıllardı.


Arada para gücüyle oluşturulan toplama takımlarla kazanılan şampiyonluklar da cimbomun Avrupa başarılarının gölgesinde kaldı.


Hepsine katlandım da Ali Şen’in ukala, kavgacı ve üstten bakan tavrına katlanamayarak feneri bıraktım. Hatta futbolla izleyici olarak bağımı da tamamen kestim.(Başka bağım da yoktu zaten)


Şimdi bakıyorum da duruma, kırk yıl düşünsem Ali Şen’e teşekkür edeceğim aklıma gelmezdi!

ZİYARETÇİYE ÇEREZ GÖNDEREN SİTELER!

Size de oluyor mu bilmem ama epeydir internette yeni bir sayfayı ziyaret ettiğimde ilk olarak karşıma çıkıyor; çerez politikamızı okuyun, çerez bildirimi vs.

Sayfayı açınca karşımıza çıkan ilk kelime çerez olunca insan umutlanıyor, “ödül olarak çerez gönderecekler herhalde” diye. Hele de bira içiyorsanız.

Bugün yine karşıma çerez çıkınca merak ettim araştırdım. Ziyaret ettiğimiz sayfaların bilgisayarımıza yüklediği dosyalarmış ve orijinali “cookie” kelimesiymiş.

Fakat onu da Google çeviri programına yazdığımda, anlamı “kurabiye” çıktı.

Birisi, sitelerin bilgisayarımıza yüklediği dosyalara verilen cookie kelimesini kurabiye yerine çerez diye çevirince başımıza geliyor bunlar. Kurabiye dese bu kadar ilgimi çekmezdi.

Kısacası, bilgisayarı ve interneti başkası icat eder, deyimlerin ismini de bir başkası çevirirse olacağı bu. Her şeyi başkasından bekleyen ve kendisi bir şey yapmayanın sonu bu.

Daha çok beklersin bilgisayar başında, biri biranın yanına çerez gönderecek, diye

EMEKLİYE ZAM ÜSTÜNE ZAM!


Çalışırken farkında değildim, algıda seçicilik herhalde. Siz farkında mısınız bilmiyorum ama bu ülkenin gazete ve internet sitelerinde her gün aynı haber var: emekliye zam!
Yanında da mutlaka deste deste para resmi.

Ha, bazen değişik versiyonları da yok değil:

-Emekli maaşı zamlı yatacak!

-Emekli zamma doyacak!

-Emekliye zam üstüne zam!

Üşenmiyorum hepsini de okuyorum. Yazılanlar yalan değil ama güncel de değil. Enflasyon şu olursa şu kadar zam gelebilir vs.

Haber her gün yayınlanıyor ancak emekliye yılda iki defa zam geliyor. Hadi hakkını yemeyelim iki defa da ekstre (haber olabilecek nitelikte) ilave zam gelmedi değil. Banka promosyonu ve bayram ikramiyesi. Daha sırada ek gösterge zammı da var.

Yani her biri için otuzar gün haber yapılsa bile geriye kalan ikiyüz gündeki haber boşuna.

Fakat ülkedeki on milyon emekli, bu haberleri (benim gibi) her gün tıklasa, yayınlayan için mantıksız değil bu durum. Sonuçta nasılsa zam geliyor bir gün. Her gün gelmesi şart mı?

Şart olsa bile, her gün iğneden ipliğe her şeye geliyor zam. Yine de yalancı sayılmaz basınımız.

MUSKAYI BULAN NE YAPMALI?


Bugün baraj suları çekilince ortaya çıkan muskalarla ilgili haberi okuyunca eski bir endişem depreşti. O nedenle dikkatli okudum haberi belki yararlanırım diye.

Efendim, hıdrellez sabahı balkona çıktığımda a4 büyüklüğünde bir kâğıt buldum. Üzerinde, aşk, sağlık, para ve mutluluk yazıyordu ve kâğıdın tam ortasında da bir ev ve bahçesinde ağaçlar çizilmişti.

Geleneğe göre, hıdrellez gecesi dilekte bulunmak ve dileklerin yazıldığı kâğıtların bir gülün dibine gömülmesi gerekiyordu.

O nedenle kağıdı görünce tereddüde düştüm; dilekler benden dileniyor olamazdı zira bunlar bir fincan tuz gibi bir komşudan istenebilecek şeyler değildi. Muhtemelen yazılırken rüzgarın etkisiyle bizim balkona düşmüştü. Ancak bunu bulanın bir gülün dibine gömmesi halinde ise kimin için gerçekleşeceği de meçhuldü.

Fakat çöpe atmaya da gönlüm elvermedi, bir komşunun isteklerinin gerçekleşmesine mani olmanın vicdan azabını çekerim, diye.

O kâğıt uzun süre mutfak masasının üzerinde süründükten sonra kayboldu.

Bugün bir gazetede,” baraj suyunun çekilmesi sonucu bir vatandaşın bir sürü muska bulduğu” haberini okuyunca aklıma geldi.

Benim gibi bu vatandaş da bulduğu muskaları ne yapmalı?

Değerli hocalarımız konuya bir açıklık getirirlerse memnun olurum ve ben de gelecek Hıdrellezde yine balkonumda kâğıt bulursam onların fetvaları doğrultusunda işlem yaparım.


NİKAH ŞAHİDİN KİM SENİN?


Bugün okuduğum haberlere göre, Kılıçdaroğlu’nun oğlunun nikâh şahitliğini 3 eski CHP Genel Başkanı, yine bir bakan yardımcısının evlenen oğlunun nikah şahitliğini ise 5 eski bakan yapmış.

Düşünüyorum da, evlenmek, çocuğunu evlendirmek veya sünnet ettirmek insan hayatının çok önemli anlarıdır ve özeldir.

Normalde nikâh şahidi, evlenen çiftlerin çok sevdiği veya değer verdiği arkadaş veya aile büyüklerinden seçilir.

Yukarıda evlenen çocuklar ise, belki de nikah şahitlerini ilk defa görüyorlar ve eminim babalarının da en sevdiği kişiler değildir şahit yaptıkları kişiler.

Ne var ki protokol var, kurallar var, kırılamayan önyargılar var. Bence en önemlisi de özel hayatla işi ayıramamanın beceriksizliği var.

Acıdım vallahi babalara ve de çocuklarına!

FACEBOOK YAŞLILARIN YERİ Mİ?


On yıl önce “fakülteden arkadaşların fotoğrafları var, senin de var” denilerek facebooktan sosyal medyaya giriş yaptım. Burada yazı yazmaya başladıktan sonra blog açma ihtiyacı hasıl oldu ve faceboktan sonra bir de blogum oldu.

Daha fazla insana ulaşmak için de Milliyet Blog ve Radikal Bloga da katıldım. Adından yazarkafe.
“Erkan Abi, kısa cümlelerle binlerce insana ulaşıyorsun, twitter tam sana göre” sözü üzerine Twittere, “sen çok fotoğraf yayınlıyorsun, mutlaka instagrama üye olmalısın” sözü üzerine de instagrama dahil oldum.

Hafızama çok güvendiğim için de hepsine ayrı şifre verdim. Baş edemeyince de birleştirmeye başladım ancak bu sefer de bazılarından gelen “şifrenizi değiştirmelisiniz” uyarıları ile iş arapsaçına döndü.

Bir yazı veya fotoğraf yayınlayacaksınız doğal olarak sırayla hepsinde yayınlamak gerekiyor. Öbür taraftaki arkadaşları bundan mahrum etmemek gerek. Bazen birinde yayınladığınızı diğerlerinde de otomatik yayınlayabiliyorsunuz ancak hangisinin hangisini yayınladığını unutmamak gerekiyor.

Tabi iş yayınlamakla bitmiyor. Buralarda başkalarının paylaşımlarını görmek değerlendirmek tepki vermek de gerekiyor.

İnanın bazı günler sabahtan öğleye kadar sadece sosyal medyayı takip etmekle geçti vaktim. Başka işler yapmaya, yazı yazmaya-fotoğraf çekmeye zaman kalmadı. Hatta insanın gündelik hayatını sürdürmesi bile tehlikeye girer oldu.

Bütün bunlar bir tarafa beni asıl üzen hayal kırıklığına uğratan, sosyal medyanın insanları ve insan ilişkilerini getirdiği hal oldu. Koskoca kelli felli yazarlarımızın “kitaba gel vatandaş” tezgahtarlıkları, “bak beni beğenmişler” övünmeleri, insanların küçük şöhretlerini artırma çabaları ve bu uğurda düştükleri komik durumlar beni gerçekten yıprattı.

Zaman zaman “sosyal medya izni” kullansam da çözüm olmadı. Ben çözüm peşindeyken önce radikal blog kapandı, ardından milliyet blogdan “uğradığım sansür” nedeniyle ben ayrıldım. 
Twitterde takip ettiğim kişi ve sayfaları facebookta takip ederek twitteri kapattım sonra da instagramı.

Şimdi sadece blogum ve facebook hesabım kaldı. Bu gerçekten de büyük bir rahatlık yarattı bende. Yazmaya ve okumaya da daha çok zamanım kaldı. Neticede bir atımlık barutumuz var. Onu da görmek isteyen buralarda da görür değil mi?

“Facebook yaşlıların yeri” diyenleri duyar gibiyim. Olsun, neticede facebookta on yılımızı doldurduk, siz de twitterde on yılınızı doldurunca oraya da yaşlı yeri diyecekler. Bunun sonu yok, bundan da kaçış yok.

BU YEREL SEÇİMLERDE BEN YOKUM!


On yaşımda ayrıldığım memleketimde onbeş yıl (üç dönem) aynı kişi belediye başkanlığı yaptı. Bu sürede dişe dokunur hizmet olarak bir tek mezarlık yaptı. Seçimleri kaybedince de ilk kendi gömüldü. Bundan da anlıyoruz ki bu tek hizmeti de kendisi için yapmış.

Hal böyle olunca ve de memleket hasreti ağır basınca belediye başkanı olmaya karar vermiştim. Kimseye söylemedim ancak bunun için ciddi ciddi hazırlandım. Projeler, konuşmalar vs. Göreve gittiğim her yere de baktım, memlekete yapabileceğim bir şey var mı diye.

Neticede bu düşüncem gerçek olmadı ve üç dönemden sonra başka biri başkan oldu. Ondan sonra da başka partiden başka biri.

Fakat her ikisi de öyle hizmetler yaptı ki içimden “iyi ki ben başkan olmamışım da memleketim bu hizmetleri kazanmış” dedim.

Hayır,” bu iki başkan çok iyi hizmetler yaptılar, en iyisi bunlar” demiyorum asla. Sadece “benden daha iyi hizmet yaptılar, benim aklıma gelmeyecek, hayal edemeyeceğim şeyler yaptılar” diyorum. Bir nevi “Germencik’i Allah korumuş” kısacası.

Ancak aynı şeyi ülkem için söyleyemiyorum maalesef; “Cumhurbaşkanlığı için şartlarım tutuyordu, beni seçmediniz, çok arayacaksınız” demekle yetiniyorum şimdilik.

DOKTORUMU DEĞİŞTİR ALLAHIM!


Geçen gidişimde, bir teyze, sağlık ocağının yardımcı hizmetler personeline sitem ediyordu:

-Bir türlü halletmedin işimi.

-Az sabret, öbür tarafa taşınalım, halledeceğim. Ekimde taşınıyoruz. Doktor sayısı üçe çıkacak. O zaman seni ötekine vereceğim.

-Aman aynısı olmasın da kim olursa olsun. Bir türlü değiştiremedim şunu. Her namazdan sonra dua ediyorum yaradanıma, “doktorumu değiştir Allahım” diye.

Ben teyzenin dileğini çok içten buldum ancak doktorunu değiştirmek için neden sağlık müdürlüğüne başvurmak yerine sağlık ocağının müstahdeminden medet umduğunu anlayamadım.

Bugün yine tansiyon ilacımı yazdırmak için sağlık ocağına gittim. Kimlik numaramı girmemle adımı ekranda görmem bir oldu. Hemen ilacımı yazdırıp çıktım. Anladım ki bekleme salonunu dolduranlar ve koridorda ayakta bekleyenler diğer doktorun hastaları. Eskiden de iki doktor için sıra bekleyen hastalar arasında bir fark vardı ancak bu kadar değildi.

Efendim, bizim sağlık ocağında iki doktor var. İkisi de kadın ve hemen hemen aynı yaştalar. Bizim doktor izinli olduğunda birkaç defa diğerine muayene olmuşluğum da var. Ellidört yıllık hayat ve hasta tecrübesi ile konuşursam, ikisi arasında bana göre hiçbir fark yok. Fakat neden insanlar diğerine muayene olmak için saatlerce sıra beklemeyi tercih ediyorlar ve hatta her namazdan sonra yaradana dua ediyorlar anlamıyorum.

Ha, anlamadığım bir de kendi tavrım; her gidişinde sıra beklemeden doktoruna muayeneni oluyorsun, diğeri ile arasında da bir fark görmüyorsun. O halde sana ne birader, milletin neden diğer doktorun önünde sıra beklediğinden?


ULAN PAPAZ YAKTIN BİZİ!


Pazar alışverişini bitirdikten sonra, çıkıştaki karpuzcuya yöneldim:

-Küçüklerinden olsun.

-Bu iyi mi?

-İyi, kaç para?

-Onüçbuçuk tuttu.

-Niye, kaç para ki kilosu?

-İki buçuk.

-Dün yetmişbeş kuruştu.

-Karpuz bitiyor abi.

-O zaman kalsın.

Uzun zamandan beri,  ilk defa tarttırdığım bir şeyi almadım. Bir yandan da söylendim:

-Ah ulan papaz, yaktın bizi!

MOTOSİKLETİ ARAÇ SAYMAYAN MOTORCULAR!


Motosiklet sürücüleri, sürekli olarak diğer araç sürücülerinin motorlarını “araç” saymadıklarından ve saygı göstermediklerinden şikâyet ederler.

Ben de bir yaya olarak, kaldırımda ardımdan gelen veya araç trafiğine kapalı caddelerde vızır vızır sağımdan solumdan geçen motosikletlerden şikâyetçiyim.

Son yıllarda hayatın her alanında, kendisi için kurallara uyulmasını talep eden ancak kendisi aynı kurallara uymaya yanaşmayan bir insan türü ortaya çıktı maalesef.

Ey motorcular, siz kendinizi araçtan saymıyorsunuz ki araç trafiğine kapalı caddelerden ve kaldırımlardan geçiyorsunuz.

Siz kendinizi araçtan saymıyorsanız başkası niye saysın ki?

DÜĞÜNLERDE HELİKOPTER DE DÜŞÜRÜLECEK Mİ?

Bayramda trafik kazalarını önlemek için çocuklara kırmızı düdük dağıtan devletimiz başarılı olabildi mi bilmiyoruz ancak şu an itibarıyla 145 ölü ve 600 yaralımız var.

Ülkemiz trafik kazalarında vatandaşlarını kaybetmeye devam ederken, düğünde havaya açılan ateş sonucu meydana gelen ölümler de devam ediyor.

Hatta düğünde havaya ateş açanlar işi ilerletti, yüksek gerilim hattını bile vurdular. Yakında düğünlerde doğal gaz borusu patlatma hatta helikopter düşürme haberi alırsak şaşırmayalım.

Peki, bunu önlemek için devletimiz ne yapıyor?

Düğüne gelenlere kapıda kolonya şekerin yanında kırmızı düdük dağıtmayı düşünmüyorlardır umarım.

Fakat haksızlık da yapmayalım. Okuduğum bir haberde, bir ilimizdeki emniyet müdürü, muhtarlardan yapılacak düğünlerin önceden emniyete bildirilmesini istiyor. Gerekçesi,  düğünlerde havaya ateş edenlerin sonradan bulunamaması. Eğer düğünleri önceden haber alırsak, ben önceden polis görevlendirerek havaya ateş edilmesini önleyebilirim, diyor müdür.

Bunu öğrendiğim gazete haberinin manşeti şöyleydi:

-Polis evlenenleri fişleyecek!

Açıklamayı yapan da muhalefet partilerinden birinin yöneticisi bir avukat. Emniyet Müdürünün düğünlerin kendilerine önceden bildirilmesi talebinin bir “fişleme” olduğunu ve bunu önlemek için her türlü hukuki yola başvurulacağını bildiriyor.

Yani, sen bildirmesen emniyet kimin evlendiğini, düğün yaptığını öğrenemeyecek. Ayrıca fişleyip de ne yapacak, üç çocuktan az yapanları mı tutuklayacak?

Bu haberden sonra bir kez daha anladım ki, bir toplum bir şeyi (ölüm bile olsa) sorun olarak görmüyorsa değil devlet hiçbir güç o sorunu çözemez.

Biz de kırmızı düdük öttürdüğümüzle kalırız.

KENDİ ÇÖPÜNDE BOĞUL TÜRKİYE!


Kuşadası’nın en merkezi yerindeki minibüs durağındayım. Yanı başımda dolmuş bekleyen  elli yaşlarında bir anne ile otuz yaşlarındaki kızı da var. İkisinin de saçları sarıya boyalı, şortlu, modern tipler. Hani Kürtaj Dedeye “sen önce dişini fırçala” diyecek tipteler.

Derken anne ağzındaki sigarayı yere attı. Kendisine bir metre solumdaki üzeri küllüklü çöp tenekesini gösterdim:

-Hanımefendi,  görmediniz galiba!

-Pardon, alacağım hemen, ama görüyorsunuz yalnız değilim, dedikten sonra yerdeki izmaritleri gösterdi. Ancak attığı izmariti almadığı gibi, “o ne karışıyor ki” diyen kızı da sigarasını yere attı. Ve ikisi de dolmuş beklemeye devam ettiler.

Bu olayda, çöpü görmeme, uyarılmama, yaptığını savunma yok ancak yerde söndürülmemiş iki izmarit var.

Günlerdir sahillerden, tatile gidememiş ancak yaşadığı şehrin sahilinde mangal yapanlardan, denizin içinden hep aynı görüntüler geliyor.

Kısacası toplumun her kesiminde çöpünü olduğu yere atma hususunda bir konsensüs oluşmuş görünüyor. Beyaz yakalısı da mavi yakalısı da, dar gelirlisi de zengini de muhafazakarı da moderni de bu konuda aynı görüşte ve aynı davranış biçimini gösteriyor.

“Çöp bırakmak hakkımız” diye yürüyüş düzenlemeseler de, “çöp atma özgürlüğü partisi(ÇÖPAP)” kurarak seçimlere girmeseler de gerçek bu.

O halde, mademki demokrasi bir çoğunluk rejimi ve mademki toplumun büyük bir kesimi aynı görüşte, o halde kimsenin çoğunluğa kendi fikirlerini dayatma hakkı yok.

Ne diyelim?

Kendi çöpünde boğul Türkiye!

ZEKÂT VEREN DİLENCİLER!


Ömrünü kedi, köpek hatta çevre için helak etmiş öğretmen arkadaşımın, her hafta pazar yerinde gördüğü, hasta bir kocası ve yatalak bir de kızı olan dilenci teyzeye kayıtsız kalması tabi ki olanaksız.


Derhal durumu büyükşehir belediyesine bildirdiği gibi, sayıları bir hayli fazla olan facebook arkadaşlarına ve öğrencilerine de bu teyzeye yardım için “hazır ol” talimatı veriyor.

Bir yandan da teyzenin oturduğu mahalleden birine de teyzenin vaziyetinin vahametini araştırma görevi veriyor.

Facebookta ise “biz hazırız hocam” mesajları birbirini takip ediyor. 

Derken dün arkadaşım, “teyzenin vaziyetinin vahameti” araştırmasının sonucunu paylaşmış:

-Dilenci teyzenin ailesi,  Kızı , eşi ve kendisi , üç bireylik bir ailedirler,

-Kızı özürlü maaşı, teyze de kızı için bakım parası , eşi de , ayağından bir problem yaşadığı için geçmişte ,
devletten aylık almaktadırlar, Yani evlerine , üç aylık girmektedir,

-Ayrıca  teyzenin eşi , 24 saat iş olan meyve sebze halinde çatır, çatır çalışmakta ve oradan da bir gelir elde etmektedir,

-Bu bilgileri bana ileten arkadaş , inanmıyorsam bunlara , durumu videoya çekip kanıtlayabileceğini de söyledi ...

Yani , aç, açık, muhtaç değildirler.

Ayrıca , Büyük Şehir Belediyesinin kendilerine sunduğu yemek yardımını da , yemekte kullanılan yağları beğenmedikleri için, reddetmişler.

Kısacası, sadaka, fitre ve zekat verilecek zannedilen kişinin neredeyse zekat vermesi farz olmuş. 

Ayrıca bakım parası aldığı kızını evde bırakarak dilenmesi için evde kendi yerine bir başkasını çalıştırması da olası. Sakat aylığı alan eşinin halde çalışması da ayrı bir araştırma konusu.

Hep diyorum, gerçekten ihtiyacı olan asla isteyemez. İsteyen varsa da ilgili makamlara yönlendirmek en iyisi. 

Yoksa her ay “nerede kaldı benim burs?” diye mesaj atan biri, son bursunu aldıktan sonra sizi engelledi diye dövünürsünüz!


SENİNKİ BEYİN BENİMKİ UYKULUK!


Her gün telefonla konuştuğum arkadaşım telefonunu yenilediğinden beri sesini net duyamaz oldum. Onun adına da üzüldüm; altı bin lira ver telefon al, sesin karşıya gitmesin.

Bugün kendisini uyardım:
-Sesini duyamıyorum.
-Şimdi iyi mi?
-İyi, ne oldu ki?
-Radyasyon almayayım diye telefonu ağzımdan uzakta tutuyordum, şimdi yaklaştırdım.

Biz burada seni duymak için telefonu kulağımıza yapıştırılalım, sen telefonu ağzından uzakta tut.
Kısacası, seninki beyin, benimki uykuluk.
Ne diyelim, zamane arkadaşlığı!

DÜĞÜNDE FOTOĞRAF MASRAFINDAN KURTULMAK!

Yaz gelince düğün sezonu başlıyor. Düğün ise hem yapan için hem de giden için bir maliyet unsuru. Fotoğraf düğün yapan için bir anı olması nedeniyle önemli ancak düğüne giden için fuzuli bir masraf.
Onu fuzuli yapan, çekilen fotoğrafların kısa sürede çekilmesi ve tesliminden kaynaklanan kalitesizliği. En kötü cep telefonu ile bile daha iyisini çekebileceğiniz bir fotoğrafa bir sürü para ödeme mecburiyeti.
Katıldığım bir düğünde, hepsi eski arkadaş olan bir kısım emekli, bir kısmı da işadamı bir masadayız. Emekli olan biri, masada toplu halde çekilmiş bir fotoğrafı satın aldı, bir hayli para ödeyerek.
İşadamı olan arkadaş ise cep telefonu ile bu fotoğrafın fotoğrafını çekti ve whatsapp’tan herkese gönderdi.
Kısacası, emekli olan arkadaşın bedelini ödediği fotoğrafa işadamı olan arkadaşlar beş kuruş vermeden sahip oldular. Emeklilere de nasıl fuzuli masraflardan kurtulabileceğini ve bu sayede nasıl zengin olunabileceğini gösterdiler!

SOSYAL MEDYA İZNİNİN TAM ZAMANI!


Her seçim dönemi veya önemli bir toplumsal olayda, medya ve sosyal medyada, “amaca giden her yol mubah” şiarı ile çoğu montaj/yalan haber, fotoğraf bombardımanı başlıyor.

İşin ilginci, alan memnun-satan memnun olmalı ki, bu yalan ve montaj paylaşımlara itibar edenlerin çokluğu, benim gibi her şeyi ve her paylaşımı ciddiye alan birine eziyet halini alıyor.

Bugüne kadar elimden geldiğince ve olabildiğince tarafsız bir şekilde doğruları düzeltme yönünde çabalarım olmuştu. Oysa bugün anlıyorum ki, herkes her şeyi bildiği/gördüğü halde, halinden memnun ve kimse bundan şikayetçi değil.

Nitekim seçim dönemi başlayalı kısa bir süre olmasına rağmen o kadar düzeltilmesi gereken yanlış var ki ve ben her gün birine dair yazmak istiyorum ancak hemen vazgeçiyorum.

Biliyorum ki değişen bir şey olmayacak. Örneğin 3,8 Milyon işsize dair umut verici bir çözüm duyamayacağız bu seçimde de. Bunun yerine kim daha kötü öğreneceğiz ve kötünün iyisini seçmek üzere oy kullanacağız.

Düşündüm de, madem bir şeyleri değiştiremiyorum, bu medya ve sosyal medya ortamı benim sinirlerimi bozuyor, o halde her yıl çıktığım sosyal medya iznimi bu sene erkene alayım da sinirlerimi ve akıl sağlığımı koruyayım.

Kalanlara da “gazanız mübarek olsun” diyeyim.

ARAPAPIŞTI KANYONUNDA İLGİNÇ YARATIKLAR


Aydın'ın Bozdoğan ilçesinde bulunan Arapapıştı Kanyonundaki tekne gezisi sırasında, etraftaki kayaların suya yansımalarında çok ilginç şekillerle karşılaştım. 

Çektiğim fotoğrafların biraz ışığını azaltıp yan çevirdiğimde bu fotoğrafları elde ettim. 
Bakalım siz neler göreceksiniz fotoğraflarda.

Eminim herkes bir başka şey görecektir. Ne gördüğünüzü lütfen yorum olarak yazınız.
























BİR TÜRLÜ BÜYÜYEMEMEK!


Facebook’ta bugüne kadar çok beğendiğim ve tekrar paylaşmak için izin istediğim birçok arkadaşımdan “o bana ait değil, kaynak belirtmeyi unutmuşum” yanıtını aldım.

Buna mukabil, paylaştığım yazı ve fotoğraflar için ise birçok arkadaşımdan “o yazıyı sen yazdığıysan eğer” veya “o fotoğrafı sen çektiysen ve fotoğrafta oynama yoksa eğer” şeklinde cümleler duydum.

Kısacası, ben çok beğendiğim ve kaynak belirtilmeyen yazı, şiir, fotoğraf gibi paylaşımları arkadaşlarıma yakıştırırken onlar benim yazdığımdan veya çektiğimden emin olamıyorlar.

Elliyi aştığım halde, hala büyümemiş çocuk muamelesi görmek ne güzel.

Annemi aratmıyorlar, sağ olsunlar!

PİTBULL SEVEN İNSAN DA SEVİYOR MU?


Son iki günde üç pitbull saldırısı haberi okudum.Haber içeriğinde, bunun tekrarlanmaması için bir tedbir alınması talebi bir yana üslubunda “birilerini rahatsız etme korkusu” dikkatimi çekti.

Her gün oturduğum, yan tarafındaki oyuncaklarda çocukların oynadığı parkta her zaman aslan büyüklüğünde (kesinlikle abartmıyorum)  bir pitbull, tasması olmadan dolaşıyor. Yanında sürekli telefonla konuşan sahibi ile birlikte.

Parkın işletmecisine sorduğumda, sahibini birkaç defa uyardığını, oralı olmadığını, söylediği polislerin de ilgilenmediklerini söyledi. Ki parkın köşesindeki polis karakolundaki polisler de zaten manzaraya her zaman şahit durumda tutuyorlardı nöbetlerini.

Yine sık sık oturduğum bir başka yerde de tasması ve sahibi olmayan bir pitbull masaların arasında sürekli dolaşmakta.

Geçenlerde dar bir kaldırımda yürürken, karşıdan gelen tasmasız bir pitbullun yanındaki 15 yaşlarındaki bir çocuk, “korkmayın bir şey yapmaz” diyerek içimi ferahlattı.

Olmaz da, nereye kadar onu bilemiyorum. Zira geçen yıl her gün sokakta karşılaştığım ve sahibi ile oynamakta olan küçük bir fino, hiç beklemediğim bir anda arkadan dizimin arkasını ısırdı. Pantolonum parçalandığı gibi hastanede pansuman olmak zorunda kaldım. Üzerine de 7 kuduz iğnesi de cabası.

Hastane dönüşü bulduğum İngiliz sahibinden aşı kartını aldığımda 3 yıldan beri aşılarının yapılmadığını gördüm. Neden ülkemize yerleştiklerini de bu vesileyle öğrenmiş oldum. Sahibi ne tedavi masrafını ne de parçalanan pantolonumun bedelini ödemeyi kabul etmedi.

Bu arada, hastanede benim aşı kaydımın yapıldığı defterdeki sıra numaram 974’tü. Yüzbin nüfuslu bir yerde 974 ısırılma vakası. Kayda girmeyen ne kadar bilemiyorum. Sorduğum hemşire, önündeki kalın dosyaları gösterdi. Her vakada aşı yapıldığı gibi bir sürü de yazışma yapılıyormuş diğer resmi kurumlarla. Anlaşılan bu konuda tedbir alamayan devletimize bu olayın maddi külfeti de az değil.

Her aşı olmaya gittiğimde, sıradakilerin ısırılma öykülerini dinledim. En ilginci, balık temizlerken dişi eline batan kadındı. O balıktaki bir madde kuduza neden olabilirmiş. O nedenle aşı olmasını istemiş doktor. “Durduk yerde iş aldık başımıza” diye gülümseyerek anlattı kadıncağız olayı.

Evet, insanlarımızın bir arada yaşamayı başaramadığı ülkemizde hayvanlarla da bir arada yaşamamız sorunlu. İnsanların hayvanlara yaptıkları kötü muamele haklı olarak çok tepki görüyor ancak hayvanların yaptıklarına bir önlem ve bir tepki yok maalesef.

En dikkatimi çeken husus ise, hayvan sevenlerin ve besleyenlerin “oğul ve kızlarının” insanlara zarar verebileceğini aklının ucundan bile geçirmemesi. Hem de bunca habere vukuata rağmen. Nitekim beni ısıran köpeğin sahibi bile “oynuyorduk hâlbuki”  diyerek olayı geçiştirmeyi tercih etti.(neyse ki artık tasmasız dolaştırmıyor)

Üstüne üstlük en küçük siteminizi bile “hayvan düşmanlığı” ile savuşturmayı tercih ediyorlar. Bu da bende bu insanların “insan sevgilerini” sorgulama ihtiyacı doğuruyor. Sanıyorum resmi makamlar da bu tepkiden çekindikleri için bu konuda medeni ülkeler gibi önlemler almaya yanaşmıyorlar.

Hayır, ne hayvanların öldürülmesini ne de hayvanların olmadığı bir yaşamı savunuyoruz. Sadece, araba kullanmasına izin vermediğimiz 15 yaşında bir çocuğun asla zapt edemeyeceği büyüklükte bir hayvanla “piyasa yapmasının” önlenmesini, bazı insanların neden sevimli yaratıkları yerine canavarlar besleme ihtiyacı duyduklarının araştırılmasını ve insanlarla hayvanların birbirini rahatsız etmeden bir arada yaşayacakları bir hayatı savunuyoruz.

İMZA GÜNÜ MÜ SELFİE GÜNÜ MÜ?

Yıllar önce, İzmir Fuarında, Aziz Nesin'in imza günündeydim. Uzun bir bekleyişten sonra sıra önümdeki kadına gelmiş fakat bana gelmesi uzun sürmüştü.

Zira önümdeki sosyetik kadın, yanında iki yardımcısı ile getirdiği ve hepsini de özenle ciltlettiği 80 kitabı tek tek imzalatmıştı.

İçimden, "kadın kitapların birini bile okumuş olsa bu hareketi yapmazdı" diye geçirmiştim. Çünkü Aziz Nesin yeni felç geçirmişti ve kitaplara sadece imza atabiliyordu.

O nedenle de kadına "ciltler güzel olmuş" diye imada da bulunmuştu.

Bugünlerde ise imza günleri bir hayli uzun sürüyor. Zira kitap imzalatan, yazarla resim çektirmeyi ihmal etmiyor. Katıldığım imza günlerinde de bu nedenle sıra bir türlü gelmek bilmiyor.

İmza günleri, artık yazarla fotoğraf çektirip sosyal medyada paylaşma faaliyetine döndü.(Kaçı o kitapları okuyor bilmiyorum)

Ancak yazarlar da durumdan çok memnun ki paylaşılan fotoğrafları onlar da paylaşarak bunu teşvik ediyorlar.

Peki, bu fotoğraf ne, diyecek olursanız, benim bir yazarla imza gününde çekilmiş tek fotoğrafım bu.
Çuvaldızı kendime de batırayım dedim

MEŞALE SUÇ DEĞİL Mİ?

Üniversiteye hazırlanan bir genç, bir yandan da çalışmayı düşünüyor. Başvurduğu bir kafe sahibi, “iş yok ama istersen bulaşık yıkayabilirsin” der.

Çocuk bir ay boyunca bulaşıkları yıkar, uzun mesai saatlerine ve her türlü zorluğa katlanır. Yaptığı işten de gocunmaz.

Sonunda ay sonu gelir. Herkese maaşı verilirken ona bir şey verilmez. Sorduğu patron, pişkin pişkin:

-Ben sana iş yok dedim, sen istedin bulaşık yıkamayı, ne parası istiyorsun?

Çocukcağız katlandığı bunca zorluğa mı yansın, hayatın başında yediği büyük kazığa mı üzülsün bilememiş.

Benzer durum neredeyse bütün işyerlerinde var. Tazminatını ve maaşını alamayan mı ararsın, yanan izin paraları mı dersin, dert bin türlü. Firmaların karı, çalışanlarının vermedikleri haklarından oluşuyor neredeyse.

Üzerine, aldıkları hak ediş içinde çalışanların kıdem tazminatı payı olduğu halde, çalışanları kadrolu olmak için kıdem tazminatlarından feragat eden taşeron firmalarını da ekleyin.

Dahası, bunca özelleştirme mağduruna Şeker Fabrikası çalışanları ve pancar ekicileri de eklenmek üzere.

Hal böyleyken, twitterde ilk sırada gündem ne? Meşale suç değildir!

Hani, maçların bir türlü başlayamamasına ya da atılan her golden sonra uzun süre durmasına neden olan ve uğruna uluslarası maçlarda binlerce dolar ceza yediğimiz meşale.


Ne diyeyim, Allah ıslah etsin sizi!

YAZMAK İÇİN KAÇ KİTAP OKUMAK LAZIM?

Geçenlerde, Şamanizm üzerine yazılmış bir kitabın sunumuna gittim. Aynı zamanda rehber olan yazar, slayt eşliğinde, bu konuda yaptığı araştırma gezisini anlatmaktaydı. Daha ikinci slayta geçmeden bir izleyici:

-Bir de kızıl Şamanlar var!

-Oraya geleceğiz beyefendi!

Geldi de. Fakat sunumu yapan izleyicinin hızına bir türlü yetişemiyordu. Sözü sık sık aynı izleyici tarafından kesiliyordu. Ki yetişmesi de mümkün değildi zaten.  Zira en son sözünü kestiğinde, “şu kişinin bu kitabını okuyun, 2.500 sayfalık bir kitaptır” demişti.

Sunumu yapan “gel o zaman sen anlat” demediği için durum biz izleyiciler için çekilmez bir hal almıştı.

Eve gelince, bu sadece Şamanizm konusunda tuğladan büyük (2.500 Sayfa brikete tekabül ediyordu sanırım)kitap okumuş izleyiciyi merak ettim.

Feysteki fotoğrafından adına, oradan da kendisi hakkındaki bilgilere eriştim. Başka konularda yazılmış birkaç kitabı vardı. Ayrıca bir dergide kendisiyle yapılmış bir röportaj da vardı. Kitaplarını sonra okumak üzere aceleyle röportajını okudum.

Daha başta sarsıldım. Yazarımız “yarım saatten fazla müzik dinlemenin sakıncalı olduğunu” söylüyordu. Bir yazma heveslisi olarak yıkıma uğradım. Zira ben çalıştığım dönemde, odanın müzik sorumlusuydum. Sabahtan müziği açar akşama kadar dinlerdim. Tabi ki benden yazar olmaz. Derhal bu çılgınlığa son vermeliydim.

Röportajın ilerleyen safhalarında en büyük darbeyi aldım. Yazarımız, “öyle önüne gelen yazmamalı, hikaye-roman yazmak için 1.000, deneme yazmak için insan en az 2.000 kitap okumuş olmalı” diyordu.

Yani, “kırk fırın ekmek yemeli” dese deyimdir der geçerdik ancak bu rakamlar hiç de iyi olmadı. Bir defa okuduğum kitapları saymamıştım ki eksiğimi tamamlayıp yazmaya başlayabileyim.

Sonra eski zamanlardan kalma (Dedekorkut masallarını, halk hikayelerini hatta Eski Yunan Metinlerini) hikayeleri yazanlar nereden bulmuştu bu kadar kitabı da, bunları okuyup yazmaya başlamışlardı?

Hayır, amacım şu an adını bile hatırlamadığım bir yazarın dedikodusunu yapmak değil. Kaldı ki bu yazarımız yalnız da değil. “Yazacak ne kaldı ki?” diyerek yazmayı/yazma hevesini kıran o kadar otorite var ki. Yazmanın önündeki diğer engelleri saymıyorum bile.

Sosyal medya ilk çıktığında veya ondan önce yazma hevesi olanlar çoktu. İçlerinde gerçekten güzel yazanlar da vardı. Ancak zamanla bir şekilde yazmayı bıraktılar. Oysa ne kadar insan o kadar farklı bakış açısı ve o kadar farklı hikaye demek.

Herkes her şeyi yaşayarak öğrenecek değil. Yazılar sayesinde birbirinin tecrübesinden yararlanacak, olaylara farklı bir açıdan bakmayı öğrenecek.

Bu şartlarda nasıl mümkün olacak bilmiyorum.


Bildiğim, gölge etmeyin başka ihsan istemez!

GENÇ ANNEANNE DE ŞEHVET UYANDIRIR!

Toplum daha çocuk yaşta evlilik tartışmasını bitiremeden bu sefer “genç kaynana şehvet uyandırır” tartışması içinde buldu kendini.

Bu da doğal. Bir kadın 12-13 yaşında evlenirse, annesi de genç olur doğal olarak. Hele annesi de genç yaşta evlenmişse genç anneannenin de şehvet uyandırması normal.

Zira hesap ortada; 12-13 Yaşında evlenen kadının annesi de kendi yaşında evlenmişse 26 yaşındaki kaynananın şehvet uyandırması normal. Onun annesi de aynı yaşta evlenmişse o da olur 39 yaşında ki bu da şehvet uyandırması için yeterli sebeptir. (Evlenen erkeğin yaşı genelde büyük olduğu düşünülürse)

Bu tabi ki herkes için geçerli değildir. Toplumun büyük bir kesimi çocuk yaşta evliliğe karşı olduğu gibi kaynanaya da şehvet duyma aklına bile gelmez.

Sorun, sadece aklı bel altından bir türlü gitmeyen bir sapık azınlığın sorunudur. Ancak bir sinek gibi söyledikleri ve düşündükleri ile toplumda mide bulandırma etkisi fazla olan bir kısım insanların sorunudur.

Ey aklı belinden yukarıya bir türlü çıkamayan, kendini dini otorite sayan zavallılar, her dinin toplumu güzelleştirme, insanlar arası dayanışmayı teşvik etme gibi başka kuralları da var. Gördüğünüz gibi, genç yaşta evlilik saplantınız, genç kaynanaya şehvet duyma gibi saçmalıklarınız genç anneanneye kadar uzar. Yok, asansör yok şöyle yatak gibi saçma fetvalarınızı da bir kenara bırakın.


Ama kabahat sizde değil, size değer verip saçmalıklarınızı (karşı çıkma adına) gönüllü olarak topluma yayanlarda!

SONUNDA ÇUKUR’A POLİS GELDİ!

Çukur Dizisinde bugüne kadar tanık olduğumuz suçlar:

-Cinayet,

-Yaralama,

-Silah kaçakçılığı,

-Uyuşturucu imalatı ve satısı,

-Hürriyeti tahdit,

-Bomba imalatı,

-Mala zarar verme,

-Suç örgütü kurmak ve yönetmek,

-Yasa dışı kumar oynatma,

Gibi daha sayamadığımız suçlar.

Buna mukabil dizide bunca suç işlenirken “filim icabı” da olsa bu suçlara ilişkin herhangi bir soruşturmaya tanık olmadık. Suçu işleyen kahveye gidip çayını içerek normal hayatına devam etti.

Hal böyle olunca dizinin ergeni bir kız kuzeninin “uygunsuz” fotoğraflarını çektirip şantaj bile yaptı.
Ben suçun bu kadar olağanlaştırıldığı, bu kadar övüldüğü bir dizi daha görmedim. Yakında dizinin sevimli berberini bir çocuk tecavüzcüsü olarak görürsek şaşırmam.

 Eskiden “kanunun suç saydığı fiili övmek” diye bir suç vardı. Hala var mı bilmiyorum.

Böyle bir dizinin bunca şeyin bir kenara konularak RTÜK tarafından “öpüşmekten” cezalandırılması ise işin trajikomik tarafı.

Evet, bunca şeyden sonra dizinin 17.bölümünde nihayet polis çukura indi. Ona da inmek denirse. Nereden bulduğu belli olmayan hummer cibi ile yolda makas atan, kendisini uyaran trafik polisini sürgün etmekle tehdit eden, potansiyel suçluları klasik müzik sınavından geçiren bir polis.
Yani tam Çukur’a uygun bir polis.


Diğerleri nerede derseniz, Afrin Gözaltısı yapmak ve Cumhurbaşkanına Hakaret suçlarını takip etmekle meşgul.