AĞCA PAPA’YI İKAZ ETTİ!

Ağca, hayalet gibi bir şey; duvarlardan ve sınırlardan rahatça geçebiliyor. Bu sayede çok iyi korunan askeri cezaevinden kaçabiliyor, dil bilmeden ve vize almadan İtalya’ya gidebiliyor ve Papa’yı da vurabiliyor.

Bu sefer de öyle oldu ve eski performansından bir şey kaybetmediğini dünya gösterdi. Gitti Vatikan San Pietro Meydanına ve çağırdığı basın mensuplarına verdi pozunu. Yetmedi, vurduğu Papa’nın da mezarına çiçek koydu.

Bütün dünya Ağca’nın hayalet olduğu gerçeğinden habersiz “İtalya’ya vizesiz nasıl girebildi”, “Papa’nın mezarını neden ziyaret etti”, “elindeki çiçeklerin manası ne” sorularına cevap aramakla meşgul.

Bana göre olay basit, Ağca bir hayalet ve istediği yere girip çıkabiliyor. Maksadı da Yeni Papa Francis’i uyarmak:


-Sayın Papa, gittiğin yol yol değil. Gel Kelime-i Şahadet getir Müslüman ol. Bak Papa Jean Paul benim uyarılarımı dinlemedi şimdi cehennemde cayı cayır yanıyor.

SIRADAN BİR YEMEK DEĞİLDİR YAPRAK SARMASI!

İşinde çok başarılı olmuş bir kız gelin geliyor aileye. Takıldım:

-Ev işleriyle aran nasıl?

-Aram yok, olmaya fırsatım da olmadı. Ne olacak ki, tutarım bir kadın evi temizletirim, belki yemekleri de yaptırırım. Ya da kırarız iki yumurta, hiç olmadı söyleriz pizza.

Baba ocağında içeceği suyu bile annesinden isteyen damat adayı lafa karıştı:

-Ben de yaparım abi. Ben erken çıkıyorum, karım gelene kadar yaparım bir şeyler.

-Peki ya yaprak sarması?

-Ne olacak abi, alırız marketten.

Madem öyle, o halde neden kalbe giden yol mideden geçiyor?

Karnı doyanın aklına aşk gelir ondan mı?

Ya da karnı doyanın ve ağzında buruk bir tat kalanın yemeği yapana duyguları mı değişir?

Var mı bir araştırma bu konuda?

Öyleyse kız istemeye gidildiğinde içilen kahveyi kızın annesi, ablası, teyzesi veya kuzeni yapmasına karşın neden kahveyi yapmayan kız isteniyor? Fikir değiştiren var mı kahveyi içtikten sonra o kız yerine kuzenini isteyen?
(Arkadaşına kız istemeye gidip kızı çok beğenince kendine isteyeni duymuştum. Olabilir belki böyle ihtimal de)

Bence kalbe giden yolun mideden geçmesi, o yemeğe verilen emekle, yapanın yemeğe kattığı duyguyla ilgilidir. Bu belki anlaşılır yiyen tarafından belki de anlaşılmaz.

Yaprak sarması örneğin. Yaşamdaki her şey gibi sarılması gayet güzel duygularla başlar. Cam tencerede yapılsa bile görülemez ilk sarılanların inceliği, zarafeti, güzelliği.

Sarıldıkça kalınlaşmaya başlar sarmalar. Hem bıkkınlıktan hem de hazırlanan içle sarılacak yaprağın uyumunu sağlayabilmek için.(İkisi de tek başına bir işe yaramaz çünkü) O nedenle birlikte bitirilmesi gerekir. Bunu sağlayabilmek için de iyi bir öngörü, planlama, tecrübe ve göz kararı gerekir. Bu nedenle iyi bir strateji gerektirir yaprak sarması.

Haksız yemektir aynı zamanda; en güzelleri altta, en çirkinleri üsttedir sarmanın. “Hiç bir şey göründüğü gibi değildir” sözünün kaynağıdır yaprak sarması.

Telafisi yoktur, alttaki en güzel en ince sarılmış sarmalar üzerine binen yük nedeniyle patlamaya başlar ve asla sarıldığı zamandaki güzelliğinde değildirler artık. “Altta kalanın canı çıksın” sözü de yine yaprak sarmasından çıkmış olabilir.

Bireysel bir yemektir yaprak sarması; düğünlerde ve benzer cemiyetlerde, birden fazla insan tarafından yapıldığı için sarmalarda bir standart yoktur. Saran insan kadar çeşitlidir düğün sarmaları. İyinin de kötünün de faili belli değildir bu nedenle. İnce sarılmışların sahibi çoktur da kalın sarılmışlar hep başkalarınındır. Bir nevi “İftiracılığı teşvik eden bir yemektir” yaprak sarması.

Biber, patlıcan, lahana, kabak çiçeği paylaşabilir tenceresini başkasıyla, yaprak sarması asla. O nedenle “kıskanç bir yemektir” yaprak sarması.

Her şeye rağmen yine de “sevgiyi, aşkı, emeği göstermenin en iyi yoludur” yaprak sarması. Öyle ağzında sigara bacak bacak üzerine atıp, "alırım marketten ne olacak" denilemeyecek bir yemektir yaprak sarması.


TARIHI BIR FIRSATI KAÇIRDIK

 
Cübbeli Ahmet Hocanın Papa ile ilgili sözlerini duyunca bir an düşündüm ve zamanı geri sardım.
Papa, Ayasofya'yı geziyor.Birden Sultan Ahmet Camisi'nden ezan sesi duyulmaya başlıyor. Zaten biraz önce gezdiği caminin manevi havasından çok etkilenmiş olan Papa kendini sorgulamaya başlıyor.
Bu arada kendisini gezdirmekte olan İstanbul Müftüsü kendisini Islama davet ediyor. Papa, yıllardır aradığı davetin bu olduğunu anlıyor ve Müftünün söylediği sözleri tekrarlayarak Kelime-i Şahadet getirerek Müslüman oluyor kendisine Fahrettin ismi veriliyor.
Papa, kendisine eşlik eden ve şaşkınlıkla olanları izleyen Kardinalleri de Islama davet ediyor. Sırtındaki cübbeyi ve başındaki takkeyi de korumalara uzatıyor.
Geziyi izlemekte olan dünyanın dört bir tarafındaki Hristiyanlar da bulundukları yerdeki camilere Akın ediyorlar. Cami bulamayanlar ise internetten okudukları Kelime-i Şahadet metnini okuyup tövbe ettikten sonra isimlerini değiştirmek üzere bağlı bulundukları nüfusu idaresine doğru koşuyorlar.
İslam Dünyası da olan biteni şaşkınlıkla izliyorlar. Bu arada IŞİD Lideri de Halifelik Makamını tekrar Türkiye'ye tevdi ediyor.
Görüldüğü gibi Türkiye Papa'yı Islama davet etmeyerek büyük bir fırsatı kaçırıyor.
Insan kendini "keşke Cübbeli Ahmet Hoca İstanbul Müftüsü, olsaydı" demekten kendini alamıyor. Ve hatta ne bileyim cumhurbaşkanı...

TAŞRADA İNSANLIK VAR HALA!

Yaşanan son facialardan aklımızda kalan ve bizi şaşırtan insan davranışları ne? Sedyeyi kirletmek istemeyen madenci, toprak altında kalan madencileri kurtarmak için elleriyle toprağı kazan anne, zeytin ağacına sarılmış kadın ve bugün de birbirine sarılı halde bulunmuş üç madenci.

Otuz üç yıldır büyükşehirlerde yaşayan biri olarak ben de bu yaşananlara şaşıranlara şaşırıyorum. Zira ben taşralıyım, hala ve aklım da hayalim de orada. Bir gün kavuşmayı düşündüğüm yer.

Hala alışamadım, büyükşehirlerin birbirine selam vermeyen insanlarına, komşuya götürdüğün aşureye küçümseyerek bakanlara, kazık atmayı alışkanlık haline getirmiş esnafına, kirli havasına, kalabalık sokaklarına vs. Eminim benim gibi alışamayan çok taşralı yaşıyor şehirlerde.


Yoksa siz her bayram trafiği kilitleyenlerin, şehirlerden kaçanların memleketlerinden tarhana getirmek için mi bunca eziyete katlandığını sanıyorsunuz?  

KİTABIN SEZERYANLA DOĞUMU

Geçenlerde Yaratıcı Yazarlık Atölyesine devam ettiğimi öğrenen arkadaşım sordu:

-Senin kitap gelecek fuara yetişir değil mi?

Arkadaşım sormakta haklıydı zira o sırada televizyonda İstanbul Kitap Fuarı ile ilgili bir haber vardı.

Ertesi günü de bir fotoğraf derneğinin eski başkanı olan arkadaşım:

-Senin kitabın arka kapağında yer alacak fotoğrafını ben çekeceğim tamam mı, diye hatırlattı.

Akşamına da arada bira içerek okumaktan yazmaktan konuştuğumuz bir başka arkadaşım da, “Abi senin kitap tutar, ne de olsa ülkenin bir dönemine ışık tutacak” demesin mi?

Birden panikledim. Hayal kurmak güzel belki paylaşmak ta ancak ayarı fazla kaçınca böyle sonuçları olabiliyor demek.

Tamam, benim iki yıl önce yazmaya başladığım henüz 20 sayfası yazılabilmiş bir romanım var. Fakat romanda yer alan “kompleksli, yüzünde meymenet olmayan” bir karaktere hala uygun isim bulamadığımdan ötürü romanıma bir kelime ekleyebilmiş değilim.

Bu arada, kafamdakileri kağıda dökmek için pratik yol arayışlarım da devam ediyor. Şöyle söylediğimi yazan bir program olsa da yazıversem kafamdakileri. Araştırmalarıma göre İngilizce de varmış böyle bir program. Hatta çok ünlü bir yazar da bu yöntemle yazıyormuş romanlarını. Lakin bizde henüz TÜBİTAK’ın benzer bir program çalışması sonuçlanmamış. “Katibim” isimli söyleneni yazacak program henüz kullanıma hazır değilmiş.

Ben böyle paniklemiş bir vaziyette düşünürken aklıma bir çözüm geldi. Madem ki ben kafamdakileri kağıda dökemiyorum o halde normal doğum yapamayan kadınların bebeğinin sezeryanla alınması gibi beynimdekilerin  de ameliyatla alınıp kağıda dökülmesi mümkün olamaz mı?

Evet tıp camiası, edebiyat camiası ve etrafımdaki insanlar beynimdekileri kağıda dökebilmem için ellerinden geleni yapıyorlar. Siz de bu işe bir el atsanız, kafamdakileri kağıda dökmeme yardım etseniz olmaz mı?


DİNLEYENE DE YAZIK!

Geçenlerde tanıştığım bir emniyet görevlisi yakınıyordu:

-Abi artık kimse telefonda iş konuşmuyor, milletin “bel altını” dinlemekten bıktık!

Söylediğine göre, dinlemeler bu kadar ayyuka çıkınca, kimse artık suç unsuru oluşturabilecek konuları telefonda konuşmuyormuş. Bir parkta buluşup herkese uzak bir bankta konuşuyorlar anlaşılan.

Düşündüm de dinlemeyle görevli bir polissiniz. Akşama kadar bir teröristi, bir kaçakçıyı bir yolsuzluk yapanı yakalamak için dinleme yapıyorsunuz ancak dinlediğiniz milletin yatak odası hikayesi. Ne hissedersiniz? Yatak odası hikayesi dinlemek cazip görünse de insan porno film izlemekten bile bıkar zamanla değil mi?

Bu durum bendeki sorumluluk duygusunu derhal harekete geçirdi ve dinleniyor olabileceğim varsayımıyla telefon görüşmelerimi zenginleştirmeye karar verdim. Ki dinleyen arkadaşların canı sıkılmasın.

Artık bütün görüşmelerimi bu düşünceyle yapıyorum; hastalıktan bahseden ablama o hastalıkla ilgili bilgilerimi, alternatif tıp yöntemlerini, çocuğundan şikayet eden arkadaşıma çocuk eğitimi ile ilgili okuduğum kitaplardan pasajları ve tecrübelerimi, sevgilisinden ayrılan arkadaşıma teselli cümleleri, espriler, şiirler, özlü sözler bu da yetmezse bir fıkra vs.


Kısacası, dağarcığımda ne varsa döküyorum telefon görüşmelerimde. Sonuçta dinleyen de bizim insanımız. Onu da düşünmek lazım, değil mi? 

ISLAK KİRPİKLER

Oldum olası düşkündü eteğin içine sığmayan dolgun bacaklı kadınlara. Hele bir de başörtülü olursa… Lakin şimdiye kadar bir türlü birlikte olamamıştı hayalindeki böyle bir kadınla.
Akşama kadar kafesinin önünden geçen veya kafesine gelen böyle kadınlara iç geçirir dururdu. 

İşte yine onlardan biri; dolgun bacakları mini eteğinin içine sığmayan, ince ayak bilekli ve altında da sivri topuklu kırmızı ayakkabılı bir kadın. (Başörtülü değil, olsun)

Hayranlıkla izlediği kadının sert adımlarla kafesine yönelmesi ile birlikte kalbi küt küt atmaya başladı; körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz.

Hemen kadının oturduğu cam kenarındaki masaya doğru hamle yapan garsonunu durdurdu:

-Sen boşları topla, ben bakarım.

Heyecan ve umutla kadının oturduğu masaya yöneldi ve gözlerini oturulunca biraz daha sıyrılmış eteğin altındaki dolgun bacaklardan ayırmadan sordu:

-Ne arzu edersiniz?

Bir zampara arkadaşından öğrenmişti içinde her şeyi barındıran bu sözü.

-Hepiniz aynısınız, dedi kadın hepiniz aynısınız!

Yakalanmış olmanın şaşkınlığı ile başını yukarı kaldırdığında gördü kadının ıslak kirpiklerini. Zor bastırılan ağlama duygusunun zapt edemediği gözyaşlarının ıslattığı kirpikleri.


“Ben çay kahve arzu eder misiniz demek istemiştim” diyecek gücü bulamadı kendinde. Büyük bir üzüntü ve mahcubiyetle başını tekrar öne eğdiğinde gördüğü artık kadının sıyrılmış mini eteğinin altındaki dolgun bacakları, ince ayak bilekleri ve sivri topuklu ayakkabıları değil ıslak kirpiklerini barındıran acı dolu yüzüydü.

OBAMA BİZE DEVLET KURACAK!

Bu sene Ermenek’teki maden faciası nedeniyle Cumhuriyet Bayramını istediğimiz gibi kutlayamadık ancak sağ olsun Kobani’ye  giden peşmergeler sayesinde belki de Cumhuriyet tarihinin en uzun resmi geçidine tanık olduk.

“Kobani düştü düşüyor, IŞİD katliam yapacak” bahanesiyle ülkemiz yakılıp-yıkılırken yardıma gidecek peşmergeler Türkiye izin vermesine rağmen günler sonra Kobani’ye doğru yola çıkabildiler ve Kobani için tek kurşun atmadan ülkemiz insanının bir bölümünün gönlünü fethetmeyi başardılar.

Yine Kobani için ülkemiz yakıp-yıkılırken ve 40 insanımız ölürken Obama da Şanlıurfa halkından övgü almış. Peşmerge konvoyunu kent girişinde karşılayan kalabalık, sık sık 'Yaşasın Başkan Obama' anlamına gelen Kürtçe 'Biji Serok Obama', sloganları atmış.

Kısacası, Işid Kobani’ye saldırmış, peşmerge henüz tek kurşun atmadan övgü almış, Obama da bundan nasibini almış ancak yaklaşık 200 bin insana kucak açan Türkiye kötü olmuş. Bir şey anlayan varsa beri gelsin.

Peşmerge, tek kurşun atmadan resmi geçitle övgü almış olmasına karşın ben Obama’nın atılan sloganları hak ettiğini düşünüyorum. Zira ABD Işid’e karşı sadece Kürtleri korumak için harekete geçtiği ve diğer insanların ölümüne seyirci kaldığı için bu övgüyü hak etti bence.

ABD, yıllardır Kuzey Irak’taki Kürtleri korumak için yoğun çaba harcadı. Şimdi de Suriye’deki Kürtler için silah yardımı ve bombardıman yapıyor. Türkiye’deki ve İran’daki Kürtler için neler yaptığını da ileride öğreniriz umarım.

ABD’nin bütün bu çabaları, bölgede bir Kürt Devleti kurma amacını açıkça gösteriyor. Şanlıurfa’da Obama lehine atılan sloganlar da muhtemelen bunun için. Yani “Obama bize devlet kuracak, bizi koruyup kollayacak” beklentisinden.


Ben ise temkinliyim. Zira bizim nesil “bayram değil seyran değil eniştem beni niye öptü?” ve “sevişmeyeceğin eşeğin önüne ot atılmaz” sözleri ile büyüdü. ABD’nin Arap Baharı ile demokrasi götürdüğü ülkelerin halini görünce “Obama bize devlet kuracak” beklentisi ile slogan atanlara bu sözleri hatırlatayım dedim. 

KOBANİ KAZANDI BİZ KAYBETTİK!

Ben önce yaşananlardan ne anladığımı yazayım, diyeceğimi ondan sonra diyeyim. Efendim, dünyanın bir takım yerlerinden toplanmış, öldürmeyi meslek edinen, bunu da her şekilde yapan profesyonel insanlar, önce Suriye’ye bilinmeyen bir şekilde giriyorlar. Sonra bilinmeyen bir yoldan silahlar ediniyorlar ve savaşmaya başlıyorlar. Bir yandan da her iş(!) yapan firmalarda olduğu gibi yaptıkları işin güzelce reklamını yapan görsel videolar çekiyorlar. Bunları da onları protesto edenler aracılığıyla insanlara ulaştırıyorlar.

Sonra da nereye yönelseler, gittikleri her yönde insanlar ve ordular silahlarını bırakarak hemen kaçıyorlar. Tabi ki herkes her şeyini bırakıp kaçtığı için bu ölüm makineleri bu sayede istemedikleri kadar silah, mühimmat ve paraya kavuşuyorlar.

Herhalde dünyada savaşan hiçbir ordu ve terör örgütü IŞİD kadar kolay silaha ve paraya sahip olmamıştır.

Ve herhalde hiçbir ordu da Musul gibi bir şehri bu kadar kolay ele geçirmemiştir ve istediği her şeyi onlar kadar kolay elde etmemiştir. Örneğin bizim diplomatları ele geçirerek devletimizin elini kolunu bağlamayı bile başardılar.

Her şeyi bu kadar kolay elde edince onları zapt etmek de mümkün değil tabi ki. Hızlarını alamadıkları için de Suriye ve Irak’ta her yöne saldırmaya başladılar.

İşte tam bu aşamada mahallenin ağır ağabeyi ABD devreye giriyor ve onları bombalayarak durduruyor. Kuzey Irak’a yöneldiklerinde de Kobani’yi ele geçirmeye kalktıklarında da ABD onları durdurdu.

İnsan sormadan edemiyor tabi, madem IŞİD’i böyle durdurabiliyorsunuz, bunca insan ölmeden yerinden yurdundan edilmeden durdursanız daha iyi olmaz mı Sayın ABD?

Ve Kobani nedeniyle ülkemizde 40 insanımızı kaybetmeden, yüzlerce okul yanmadan, milyonlarca dolar zarara yol açmadan ve en önemlisi ayrışmadan, kardeşliğimizi yitirmeden önce.


Kısacası, Kobani kazandı ama biz kaybettik, neden kaybettiğimizi bile bilmeden!

AKILLI ADAMLAR PARTİSİ!

Demokrasimiz bir yara daha aldı. En azından benim için. Önce demokrasinin vazgeçilmez unsuru olan sivil toplum örgütlerinden “Kanarya Sevenler Derneği” lokalinin kumarhane olduğunu, birçok derneğin rahat kumar oynayabilmek için paravan olarak kurulduğunu öğrendik. Dün de demokrasinin vazgeçilmez unsurlarından olan partilerden birinin il teşkilatının gizli kumarhane olduğunu öğrendik.

Esasen ben bu işi çok mantıklı buldum; parti il ve ilçe teşkilatları ne işe yarıyor Allah aşkına? Partilerde bütün işleri liderler gördüğü, bütün delegeleri, yöneticileri,  il ve ilçe yöneticilerini lider atadığına göre ne gerek var bu teşkilatlara?

Kırk yılda gelecek lideri alkışlatmak ve mitinge adam toplamak için bunca bina tutmaya döşemeye ne gerek var?

Kumar oynanmasını tasvip etmemekle birlikte parti merkezinde kumar oynanmasını çok mantıklı buldum. Bir işe yarıyor hiç olmazsa.

Bu nedenle, “işçi bulma kurumu” gibi çalışan iktidar partisi il ve ilçe teşkilatları dışında bence partilerin il ve ilçelerde teşkilatlanmalarını kaldırmak lazım. Kongrede lidere oy verecek delege seçilsin yeter.

İl teşkilatını kumarhane olarak kullanan partinin takdir ettiğim diğer yönü ısrarcılığı. 17 Defa polis baskınına uğramalarına rağmen kumar oynatmaya devam ediyorlar. İnsanlarının amaçları için ısrarcı olmaları ve vazgeçmemeleri takdire değer bence.

Bu partinin en takdir ettiğim yönü ise strateji ve taktik olarak üstün vasıflarının bulunması. 18. Polis baskınını savuşturma taktiği literatüre girecek nitelikte. Parti binasına yapılan polis kuşatmasını “yangın var” diyerek toplu bir hücumla yarmış olmaları takdire değer. Yangın alarmını çalıştırmayı akıl etselerdi daha başarılı olurlardı ama eminim 19.polis baskınında bunu da yaparlar.

Bütün bunlardan sonra o partiye bir önerim olacak; isimlerini değiştirip Akıllı Adamlar Partisi (AKAP) yapsınlar. “Ne gerek var” diyebilirisiniz ancak polisin 17 defa bastığı bir yerde 18.defa o suç işlenebiliyorsa o suçu caydıracak bir ceza sistemi kuramamış ve parti teşkilatlarında ve derneklerinde kumar oynanan bir ülkeye çok gerekli bence Akıllı adamlar Partisi AKAP!


EKMELEDDİN BEKAROĞLU!

Ben Mehmet Bekaroğlu’nu cezaevlerindeki açlık grevlerini bitirmek için kurulan arabulucu heyette iken tanıdım. Aynı fikirde olmadığı insanların ölmemesi için gösterdiği çabayı takdirle karşıladım.

Daha sonra da aynı fikirde olduğu iki partiden iktidarda olanı değil muhalefette olanı tercih etmesi nedeniyle farklı bir siyasetçi intibaı bıraktı bende.

Son seçimlerde Erdoğan’ın memleketi Rize’de Saadet partisinden belediye başkanı adayı olması da takdire şayan bir davranış ayrıca.

Şimdi, eğer Kılıçdaroğlu, Mehmet Bekaroğlu’nu yukarıdaki vasıfları nedeniyle partisine davet ettiyse bir diyeceğim olamaz.

Yok, Ekmeleddin İhsanoğlu’nu cumhurbaşkanı adayı yapma mantığı ile yani AKP ve SP tabanından da oy almak için partisine çağırıyorsa o zaman kendisine bir önerim olacak; Mehmet Bekaroğlu’nun önce adını değiştirsin Ekmeleddin Bekaroğlu yapsın.


Bu sayede MHP tabanından da oy alır. Bekaroğlu soyadı AKP tabanından, Ekmeleddin ismi de MHP tabanından. Böylece tek başına iktidar bile olur bakarsınız.

EMİNE HANIM, ŞİMDİ DEĞİLSE NE ZAMAN?

Demokrasi seçenekler rejimi olmasına karşın, 76 milyonluk ülkemizde 3 adayın yarıştığı bir seçimle cumhurbaşkanı, tek adayın yarıştığı seçimle başbakan seçtik. Şimdi de iki adayın yarıştığı seçimle ana muhalefet partisi liderini seçiyoruz.

Üstelik, CHP Kongresi cumhurbaşkanlığı seçim sonuçları üzerine olağanüstü toplanıyor ancak ne hikmetse cumhurbaşkanlığı seçiminde Ekmelettin İhsanoğlu’nun adaylığını destekleyen iki aday yarışıyor. Partide İhsanoğlu’nun adaylığına karşı çıkarak başka aday göstermeye çalışanların ve seçimlerden sonra  Kılıçdaroğlu’nun istifasını isteyenlerin kongrede adayları yok.

Sayın Tarhan, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde başka adaylar çıkarma girişiminiz güzel, seçim sonuçları üzerine eleştirilerde bulunmak da hakkınız. Ancak alternatif sunmadığınız sürece söylenen sözlerin ve eleştirilerin hiçbir bir anlamı yok bence.


Şimdi aday olmayacaksanız veya alternatif bir aday göstermeyecekseniz de ne zaman göstereceksiniz? Partiniz 2015 seçimlerini de kaybettikten sonra mı? 

IŞİDİN EN BÜYÜK SİLAHI

Bugüne kadar hiç kafa kesme videosu seyretmedim, fotoğraflarına da bakmadım.Ekranda aniden karşıma çıkan fotoğraflardan başka bir şey görmedim. Buna rağmen IŞİD’in yarattığı vahşet hakkında bilgi sahibiyim.

Ancak bu görüntülerin bir hayli meraklısı olsa gerek medyada ve sosyal medyada yaygın bir şekilde gösteriliyor ve paylaşılıyor.Bunun dışında IŞİD’in türbelere ve diğer dini sembollere yaptığı saldırılar ve kadınları köle pazarında sattığı iddia edilen görüntüler de yaygın bir şekilde paylaşılıyor.

Bildiğim kadarıyla Cengiz Han’ın en büyük silahı korkuydu. Bir çok medeniyet günümüze ulaşacak piramitler dikerken Cengiz Han kafatasından piramitler oluşturuyordu. Ele geçirdiği yerlerde herkesi öldürerek korku yaratıyordu. Ve bu yarattığı korku nedeniyle yaklaştığı bir çok şehir savaşmadan teslim oluyordu.

Şimdi yanı başımızda yaşananlara bir bakalım: IŞİD elemanları, savaşmadan Musul’u ve birçok şehri ele geçiriyor.  Bu sayede sırt çantasıyla girdikleri ülkelerde Irak ordusu ve Peşmergenin terk ettiği silahlara sahip oluyorlar.

Ne sayesinde? Tabi ki yarattıkları korku sayesinde.

Tabi ki ben askeri uzman değilim. IŞİD’in savaş yeteneği ve taktikleri hakkında bilgi sahibi değilim fakat sosyal medyada yayınladıkları kafa kesme görüntüleri sayesinde tıpkı Cengiz Han gibi korku yarattığı ve korkuyu bir silah olarak kullandığını biliyorum.
IŞİD’in yayınladığı vahşet görüntülerini ve yaptıklarını medyada gösteren, sosyal medyada paylaşanların IŞİD’e bu anlamda yardımcı olduklarını düşünüyorum.

Kısacası, IŞİD’in kötülüklerini anlatalım derken ona yardımcı olmayalım, yarattığı korkuya katkıda bulunmayalım  diyorum.


Bu sayede IŞİD’in yeni kafalar kesmesine engel olabiliriz diye düşünüyorum nacizane.

FEMEN RUS TANKLARINI DURDURABİLECEK Mİ?

Günlerdir kafasına kovayla buzlu su dökenleri izliyoruz. Bir hastalığa dikkat çekmek istiyorlarmış ama inanın ne hastalığı olduğu bile aklımda değil. Varsa yoksa başından aşağı buzlu su dökenler, meydan okuyanlar vs.

Çağımız teknoloji çağı, görsellik çağı, kabul. İyi görsel malzemeler de ilgi çeker o da kabul. Ancak sadece reklamlarda işe yarayacak bir şeyle ciddi sorunları çözmeye veya dile getirmeye çalışmak neyin nesi?

Ya da sırf eğlenmek için yaptığı bir şey ile kendini kahraman statüsüne sokma çabası, alet ettiği sorundan muzdarip olanlara ayıp değil mi?

Nitekim geçenlerde hasta yakınları isyan etmiş işi sulandırdınız diye.

Bugün de Ukrayna Savunma Bakanının “Rusya büyük bir savaş başlattı” haberini okuyunca aklıma Ukraynalı Femen gurubu geldi. Hani her fırsatta göğüslerini açarak yazdıkları protesto yazılarını gösteren kadın gurubu.

Yaptıkları eylemler bugüne kadar bir işe yaradı mı ya da amaçlarına ulaştılar mı bilemiyorum. Fakat bugüne kadar sorunları Femenin göğüslerinden öğrenmiş ve çözümünü de Femenin eylemlerinde arayanlar şimdi ülkelerine yaklaşan Rus tanklarına karşı ne yapacaklar?


Ne diyorsunuz, Femen durdurabilir mi Rus tanklarını?

OY VERMEYENLERE KURBAN OLUN SİZ!

Cumhurbaşkanlığı seçimleri sona erdi ve sonuçlar da beklendiği gibi gerçekleşti. İhale de oy vermeyenlerin üzerine kaldı. Adayları beklenen oyu alamayan liderler bile suçu sandığa gitmeyenlerin üzerine attılar:

-Size gül gibi aday bulduk, kıymetini bilemediniz!

Demokrasilerde(eğer varsa) oy vermek kadar vermemek de bir tercihtir ve kimse bundan dolayı suçlanamaz.

Ben adaylar belli olduğunda “Bu benim seçimim değil” başlıklı bir yazı yazarak hiçbir adayı Atatürk’ün koltuğuna uygun görmediğimi belirterek oy vermeyeceğimi baştan açıklamıştım. Seçim günü de öyle şezlongda falan da değildim. Evde temizlik vardı ve işin ilginç tarafı, eve temizliğe gelen kadınlar da oy vermeyeceklerini söylemişlerdi.

Şimdi, seçim bitti, sonuçlar belli oldu ve ilk günkü gürültü de kayboldu. Sakin kafayla “oy vermeyenler” neleri sağlamış onu görelim:

-Seçimlerde 5 milyona yakın vatandaş oy kullanmayınca, Erdoğan ilk turda seçildi. Ülke ikinci tur seçim eziyetinden kurtuldu. Yeni oy pusulalarının basılmasına ve başka seçim masraflarına gerek kalmadı.

-Erdoğan ilk turda seçildiği için, Demirtaş’ın oylarına ihtiyacı kalmadı ve bu sayede seçim sonuçları üzerinde “çözüm süreci” ile ilgili pazarlıklara gerek kalmadı. PKK’ya ve Apo’ya taviz verilmesine gerek kalmadı.

-CHP Kongre kararı aldı. Oy vermeyen 5 milyon vatandaş partileri değişime zorladı. Ha, kongre sonuçları bir şeyi değiştirmezse o da onların bileceği şey.

-Son olarak da, Eklemettin İhsanoğlu’nu beğenmeyip Demirtaş’a oy verenler de yemin töreninden sonra  eminim “keşke oy  vermeseydik” demişlerdir.

Görüldüğü gibi seçimlerde en doğru tavrı “oy vermeyen 5 milyon seçmen” göstermiştir. O nedenle seçim gecesi ettiğiniz küfürleri, yenilginin sonuçlarını üzerimize atma haksızlığını yaptığınız için bizden özür dileyin. Ve 2015 Seçimlerinde attığınız her adımda bizi aklınızda tutun.


Kısacası, oy vermeyenlere kurban olun siz!

SOKAK KÖPEKLERİNE MUHTAÇ OLDUNUZ!

Kırılan banka kartım için müracaat etmiştim. Birkaç saat sonra bankadan aradılar:

-Hangi takımı tutuyorsunuz?

-Hiçbirini.

-Bir takım söylemeniz lazım zira kartlarımız takım logolu.

-Logosuz yok mu?

-Yok.

-Peki, milli takım var mı?

-Hayır, üç büyüklerden birini söylemeniz lazım.

Anladığım kadarıyla banka üç büyüklere logolarını kullanma karşılığı kaynak aktarıyor. Benim gibi futbolla ilişiğini kesmiş olanlardan bile.

Son yıllarda futbola büyük kaynaklar aktarıldı: naklen yayın gelirleri, forma satışları, ürünlerinde takım logosu kullanan şirketlerin aktardığı kaynaklar.

Yanı sıra, hemen hemen bütün statlar yenileniyor.

Peki, bunca desteğe kaynağa rağmen ortada futbol diye bir şey var mı?

Milli takımımız dünya kupasında yok. Takımlarımız şampiyonlar liginin giriş kapısından dönüyor. Kovduğumuz teknik direktörler dünya kupasını kaldırıyor ve biz hala takımı şampiyon yapmış teknik direktörü kovuyoruz.

Ortada futbol olmayınca, konuşulacak bir başarı kalmayınca, yıldız futbolcularınız da olmayınca ne kalıyor geriye konuşulacak? Volkan’ın sokak köpekleri ile ilgili sözleri. Yarın da her maçtan sonra memleketin bir başka meselesi ile ilgili sözler dökülür futbolcuların ağzından; HES’ler, plansız yapılaşma, işsizlik vs.

Evet, daha önce ülkemizde futbolun can çekiştiğini yazmıştım. Böyle giderse, futbolun gerçek sorunları yerine sanal gündemler konuşulmaya devam edilirse daha çok muhtaç kalırsınız sokak köpeklerine.


Benden söylemesi…

BU VAHŞETTEN HEPİMİZ SORUMLUYUZ!

Hala 2010 Referandumu ile ülkeye demokrasi geldiğine inanan var mı bilmiyorum.

Ya da çıkarılan yasaların “ordunun bir bölümünü tasfiye etmek için” değil de Avrupa Birliğine girmek için çıkarıldığına inanan.

Yine hala ABD’nin Saddam’ın kimyasal silahları için Irak’ı işgal ettiğini düşünen.

“Arap Baharı” ile bu ülkelere istikrar ve demokrasi geldiğini sanan.

On yıldır bunca olan bitenin sonunda gelinen yer, kafa kesmeler, köle pazarları, binlerce ölü ve yaralı ve milyonlarca evinden yurdundan edilmiş insan.

Ve de Mültecilerin gittikleri ülkelerde yaşanan sorunlar.

Demokrasi gelecek sanılan ülkelere ortaçağ geri geldi.

Kimse bu yaşananların sorumluluğunu IŞİD, Saddam ve Esad gibi birkaç kötü adamın veya birkaç ülkenin masum dış politika yanlışlığının üzerine yıkmaya kalkmasın.


Yaşananlardan hepimiz sorumluyuz; olayların ardındaki gerçekleri görmeyerek, toplumu yanlış yönlendirerek, inandığımızı-gördüğümüzü değil de bize söylenenleri başkalarına aktararak, gerçeği gören birkaç kişiye “Saddamcı, Esadcı” yaftası yapıştırarak ve her şeyden önemlisi bunca yaşananlara sessiz kalarak…

ERMENİ İMAM!

Haberlerden öğrendiğim kadarıyla, son TEOG sonuçlarına göre İstanbul’da iki Ermeni öğrenci imam hatip lisesine yerleştirilmiş.

Oh, ne güzel. Getir Kelime-i şahadeti, kısa yoldan bir meslek sahibi ol, toplumda saygın bir yerin olsun.

Yok, “imam olmak istemiyorum” diyorsan üniversite sınavında istediğin yere gir.

“Ben imam hatipte okumak istemiyorum” diyorsan da bastır parayı özel okula git.

Ne de olsa demokrasi seçenekler rejimi.

Bir de IŞİD’in Irak’ta Yezidilere yaptıklarına bakın; “ya Müslüman ol ya da öl” deyip kabul etmeyen erkekleri öldür, kadınları da cariye yap köle pazarında sat.


İşte ülkemizin farkı burada, ne de olsa “demokratik, laik bir hukuk devleti” Türkiye!

MÜSTEŞARIN SIRTI ELLENMEZ!

Bir müsteşar, eski doğu bloku ülkelerinden birine seyahat etmek üzeredir. Maiyeti de ona gideceği ülkeler hakkında bilgi vermekte.

Derken bir personel:

-Efendim orada çok güzel masaj yapıyorlar, diyor.

Öyle sözler vardır ki ve öyle aniden söylenir ki ne diyeceğini bilemez insan.

Nitekim müsteşar bey de bu söze önce şaşırıyor. Zira lafın nereye gideceği belli olmasına karşın konunun açıkça söylenmemiş olması karşısında yanıt da aynı şekilde olmak zorunda. Yoksa bir iletişim kazası içten bile değil.

“Benim o taraklarda bezim yok” diye sert çıksa söyleyen anında “ben onu kastetmedim” diyerek müsteşar beyin aklının orada olduğunu ima edebilir.

Sonunda müsteşar bey doğru sözü buluyor ve “orada güzel masaj yapıyorlar” sözünü ustalıkla savuşturuyor:


-Orada güzel masaj yapabilirler ancak benimki müsteşar sırtı, öyle herkese elletilmez! 

HATAY-GAZZE TÜNELİ

Günlerdir Gazze’de yaşananlarla ilgili ne yazacağımı bilemiyorum. Uygar dünyanın seyirci kalmasına mı kızayım, başta ABD; Almanya gibi ülkelerin katliama hak vermesine mi söveyim bilemedim. Bu olaydan tek çıkardığım sonuç şu; ayakta kalabilmek için güçlü olacaksın ve bir olacaksın ki senin de başına gelmesin böyle bir katliam. Yoksa kimsenin kimseye faydası yok.

Bütün bu hengâme arasında okuduğum bir haber şaşırttı beni. Yandaş medyada bir haber:

-Gazze’yi biz imar edeceğiz!

Yani, katliamı önlemeyi başaramıyoruz, elimizden bir şey gelmiyor, fakat katliam bittikten sonra sağ kalanlar için Gazze’yi biz imar edeceğiz deniyor benim anladığım.

Eh, yine de iyi haber sayılır. Fakat nasıl olacak bu iş?

Akşam hükümet sözcüsü açıkladı; İsrail ile ilişkilerimiz eskisi gibi olmayacak. Gazze de abluka altında. Bırakın Gazze’yi imar edecek demir çimentoyu, ekmek ilaç gibi zorunlu maddelerin bile girmesine izin verilmiyor.

Düşündüm taşındım sonunda bu işin nasıl olabileceğini buldum. Normal yoldan Gazze’yi imar edecek malzemeleri sokmak mümkün değil. Geriye kalıyor tek seçenek. O da Hatay’dan Gazze’ye bir tünel kazmak ve bütün malzemeleri bu yoldan Gazze’ye ulaştırmak.


Ey yandaş medya, bundan sonra yazdığın haberin olabilirliği konusunda da yeterli açıklama yap. Hatay-Gazze Tüneli önerim için de teşekkür istemez.

HELİKOPTER DESTEKLİ ÇOCUK OPERASYONU

Polisin operasyonu önemlidir hele helikopter destekli olunca daha da önemlidir. O nedenle hemen dikkat kesildim habere.

Efendim, Adana’da bir yılda 17 çocuk kanallarda serinlemeye çalışırken boğulunca, devletimiz sonunda harekete geçmiş ve helikopter destekli bir operasyonla kanallarda serinlemeye çalışan çocukları yakalamış. 18 Yaşından büyüklere Kabahatler Kanununa göre 189 lira para cezası kesilmiş, küçükler ise ailelerine teslim edilmiş.

Anlaşılan devletimiz göz açtırmayacak bundan böyle kanallarda serinlemeye çalışan “kabahatlilere”.

Her şeyden önce 17 çocuğun ölümünden sonra bile olsa devletimizin “helikopter destekli” olarak harekete geçmesi güzel.

Peki, bu neyi çözecek? Bilen bilir, Adana’nın sıcağı başka şeye benzemez, nemle birlikte boğar insanı. Bu sıcaktan boğulan-bunalan insanları ne yapacaksınız? Sırada, helikopter destekli “evine klima almayan babalar”, “çocuğunu havuzlu bir sitede oturtamayan ve tatile götüremeyen babalar” operasyonu mu var?


O sıcaktan bunalan insanlara bugüne kadar havuzlar yapmayan, okullarında çocuklarına yüzme eğitimi vermeyen,  vatandaşını klima alacak ve çocuklarını tatile götürebilecek bir refah seviyesine ulaştıramayan yöneticilere de var mı bir operasyonunuz, şöyle helikopter desteklisinden? 

BAŞKASININ ŞEYİ

Tıp ilerliyor, hemen hemen her hastalığa çare bulunuyor. Tedavi sırasında olumsuzluklar yaşansa da bunca ilerlemeye rağmen hala alınacak yol var. Hastalığı tedavi etmek iyi de hasta psikolojisi eksik kalıyor bence. Hastalık konusunda, hastanın karşılaşabileceği olumsuzluklar hususunda doktorlarımızın sessizliği ise sürüyor. İşte bunlardan bir tanesi.

Belden aşağısı uyuşturularak ayağından ameliyat edilen bir arkadaşım anlatıyor:

-Ameliyattan sonra bacağımı elledim hiç bir şey hissetmedim. Adeta başkasının bacağını ellemişim gibi geldi bana.

Arkadaşım sonra kendini tutamamış bir de orasını tutmuş yerinde duruyor mu diye. Onu da anlattı:

-Şeyime de baktım ama o zaman da başkasının şeyini tutuyormuşum gibi geldi bana.


Hastalık, ameliyat, çekilen onca sıkıntı ve acılar tamam da bir erkek için “başkasının şeyini tutma” hissini yaşamak, bu ne dramdır yahu.

KAHROLSUN E-FATURA!

Toplumun bir kesimi şüphecidir, her yeniliğe kuşku ile bakar. İster ki, birileri önden gitsin, tehlike yoksa onlar da arkadan gitsin.

Diğer kesimi ise fedakardır, her yeniliğe koşar. Denemekten korkmaz, yeter ki toplum ilerlesin, ülke muasır medeniyet seviyesine ulaşsın.

Ben ikinci kesimdenim. Her yeniği merak eder içinde olmaya çalışırım. Ve her seferinde de hayal kırıklığına uğrar, sistemin ilk kurbanlarından biri olurum.

Son kurbanı olduğum husus e-fatura.

Efendim, dün bilgisayarıma internet hattı almak üzere bir telefon operatörü merkezine gittim. Bilinçli bir tüketici olarak da önceden konuya internette çalıştım da gittim. Ki orada gereksiz yere zamanını almayayım görevlilerin.

Evet, dediğim gibi bir telefon operatörü işlem merkezine gittim. Beni karşılayan görevli kıza ne istediğimi söyledim.

İlk hayal kırıklığımı orada yaşadım. İnternette baktığım kampanya sona ermiş, yenisi de daha pahalıymış, olsun.

Hemen bana önerilen faturalı hattı almaya razı oldum. Nüfus cüzdanımı verdim ve işlemler başladı. Anamın kızlık soyadını da söyledikten sonra, kız hattın barkodunu bazı evraklara yapıştırdı ve imzalayacağım yerleri gösterdi.

Bütün bunlar olurken de halkımızın yeni telefonlar üzerine bilgi alma çalışmaları da bir yandan devam etti. Uzun bir beklemeden sonra benim işlem tamamlandı, nüfus kağıdımın fotokopisi çekildi ve ben hattımı açtırmak üzere üst kattaki Nazan Hanıma gittim.

O beni tıpkı devlet dairelerinde olduğu gibi başka masalara gönderdi. Sonunda tekrar işlemi yapan kıza geldim. İşlem bitti nihayet derken kız:

-Bir sabit telefon, cep telefonu, elektrik, su, doğalgaz  faturası veya ikamet belgesi vermeniz gerekiyor.

-E-Fatura olur mu?

-Maalesef.

-Peki kardeşim, bize habire mesaj atıyorsunuz “doğayı koruyun, e-faturaya geçin” diye. Biz de onu yaptık. Elektrik su eski ev sahibi adına kayıtlı, diğerleri de e-mail adresime geliyor. İsterseniz bilgisayardan bakabiliriz.

-Olmaz efendim, bize fatura aslı lazım.

-Kalsın o zaman!

Evet Sevgili Dostlar, “doğayı çevreyi koruyalım, ağaçlar kesilmesin” diye e-faturaya geçmenin bedeli ağır oldu bana.

Siz siz olun öyle her yeniliğe hemen atlamayın. Şüpheci olun. Size ağaç resmi gösterip e- faturaya ikna eden firmalar, e- faturayı belge olarak kabul edene kadar da e-faturaya geçmeyin.

Benden söylemesi.

BU BENİM SEÇİMİM DEĞİL!

Bir şeyi yapmaya mecbur olmaktan nefret ederim.Fakat ne hikmetse, “demokrasi seçenekler rejimi” olmasına rağmen, sürekli bir şeyler yapmaya zorlanıyorum. Şimdiye kadar iki-üç liderin önüme koyduğu milletvekili ve belediye başkanı adaylarına oy vermeye zorlandım. Şimdi de yine iki-üç kişinin önüme koyduğu cumhurbaşkanı adaylarına oy vermeye zorlanıyorum.

Bana sorarsanız üçü de “Atatürk’ün koltuğu” saydığım cumhurbaşkanlığı koltuğuna uygun değil. Fakat ne hikmetse, koskoca meclisten oy verebileceğim bir aday çıkaracak 20 vekil çıkmadı.

“Şuna oy vermezsen buna yarar”, “oylar bölünür” gibi gerekçelerle oyumu almazsınız. Eğer demokrasi gerçekten “seçenekler rejimi” ise oy verebileceğim bir aday koymadığınız sürece bu benim seçimim değildir.


Ben bu işte yokum. Kendiniz çalın kendiniz oynayın…   
İmza: Halk...

SONUNDA BEN DE TARİHE GEÇTİM!

Dün hap kullanmama rağmen tansiyonum bir türlü düşmeyince, bir arkadaşım sarımsak yememi önerdi. İşyerinde sarımsak bulmak, onu tek başına yemek zor. İş çıkışı, sık sık oturduğum Eski Ev kafede bir çay içmeye oturdum. Garsona:

-Yemek de var mı sizde?

-Gözleme, tost türü şeyler var.

-Peki, cacık var mı, şöyle bol sarımsaklı?

-Yok, efendim, hayırdır?

-Tansiyonum yükseldi de. O zaman bana bir çay getir.

Garson çay getirmeye giderken patronu ile bir şeyler konuştular. Yanıma gelen patron:

-Abi, cacık yok ama malzeme var yaptırıyorum, dedi.
Birazdan büyük çukur salata tabağında kekikli, zeytinyağlı ve bol sarımsaklı cacığım geldi. Patrona:

-Çok değil mi bu?

-Abi yapmışken çok yapalım da düşsün tansiyonunuz. Sayenizde burada ilk defa cacık servisi yapıyoruz. Tam olsun istedim.

-Kafenin tarihinde ilk cacık yiyen benim yani.

-Öyle abi tarihe geçtin sen!

Kısacası, hizmet sektörü tansiyonumu düşürmek için elinden geleni yaptığı gibi beni tarihe de geçirdi.

Ha, diyeceksiniz ki “alt tarafı oturup bir yerde cacık yemişsin, tarihe geçecek başka şey bulamadın mı”.

Haklısınız, ikinci seferdir şartlarım tuttuğu halde cumhurbaşkanı olarak tarihe geçemeyeceğimi anlayınca ben de “ülkenin cacık tarihine geçeyim bari” dedim, hoşgörün.


MUHTEŞEM YÜZYIL, MUHTEŞEM BİR DİZİ OLDU!

Dizi ilk başladığında hatta başlamadan tepki gösterenler şimdi ne düşünüyor bilmiyorum. Ancak kendi adıma hiç de beklediğim gibi bir dizi olmadı:

-Başta beklenilen magazin ağırlığının olmadığı, dizinin sadece haremi ve Hürrem’i anlatmadığı kısa sürede anlaşıldı.

-Dizilerde sık görülen mantık zorlamaları, gereksiz uzatmalar olmadı.

-Bildiğim kadarıyla, büyük tarihsel yanlışlar olmadı. Yorum farkı olsa da abartılı kaçmadı.

-Dizi ile ilgili belgeselde de izlediğimiz gibi, dizinin her şeyine büyük emek verilmiş, detaylara dikkat edilmiş.

-Benim açımdan yıllarca okuduğum tarihsel olayların kafamda canlandırılmasına büyük katkısı oldu dizinin.

-Türk halkının da tarihe merakını artırdığını düşünüyorum dizinin. Nitekim arkadaşımın oğlu Yağız, diziden etkilenerek bir yandan babasına aldırdığı tahta kılıçla oynarken bir yandan da tarih  kitapları okumaya başlamış.

-Yayınlanma açısından da disiplinli bir dizi oldu. Maç nedeniyle veya başka nedenlerle manasız aralar verilmedi dizinin yayınlanmasında.

-Benim dizide en beğendiğim şey, kitaplarda tarih, padişah, saray ve savaş gibi kavramlarla geçiştirilirken dizi tarihin insan boyutunu öne çıkarmıştı. Nitekim Mihrimah Sultan’ın babasına söylediği, “hünkar olarak yaptıklarınızı baba olarak kabullenemiyorsunuz” sözü durumu çok iyi özetlemiş.


Daha birçok şey söylenebilir dizi hakkında. Ben sadece bir izleyici olarak diziyi gururla, zevkle ve merakla izlediğimi söyleyebilirim. O nedenle diziyi izlerken harcadığım zamanı helal ediyorum  emeği geçen herkese… 

IŞİD’DEN DE PETROL ALACAK MIYIZ?

Önce ABD Irak’ı işgal etti ve ardından orada kafasına göre yeni bir devlet kurdu. Irak’taki etnik guruplardan Kürtlere devlet başkanlığını, Şiilere de başbakanlığı verdi. Eski rejimin devamı olan Sunnilere de bir şey kalmadı.

Akşam izlediğim haber ve yorumlara göre, 3-5 bin kişilik IŞİD örgütü, oluşturulan yeni ordunun Şiilerden oluşması nedeniyle Sunni kenti Musul’u savunmadan silahlarını bırakarak kaçmış. Musul Halkı da IŞİD’e karşı değilmiş. Kentten kaçanlar merkezi Irak hükumetinin misillemesinden korktukları için kaçıyormuş.

Bu arada Kürt birlikleri, kendi bölgesini korumak için teyakkuza geçerken aynı zamanda merkezi ordunun Musul’da terk ettiği silahları alarak kendi bölgelerine götürmüşler. Irak Ordusunun kalan kısmı da IŞİD Bağdat’a yürürse Şiirleri koruyacakmış. Musul’u savunmak için kullanılmayan tank,top ve uçaklar o zaman kullanılacakmış.

Kısacası, Musul’u IŞİD’in elinden almak bu durumda zor görünüyor. Yani Irak fiilen üçe bölünmüş durumda.

Bu bilgiler ışığında ne olur derseniz; kısa bir süre sonra bizim diplomatlar serbest bırakılır. Üçe bölünmüş Irak’tan da üç devlet çıkar.

Benim merak ettiğim ise, merkezi Irak Hükumetinin karşı çıkmasına rağmen Kuzey Irak yönetimiyle petrol anlaşması yapan ve sevkiyatı başlatan Türkiye, bir gün IŞİD’le anlaşma yaparak Kerkük-Yumurtalık boru hattı yoluyla onlardan da petrol alır mı?


EVLENME PROGRAMINA KATILANLAR NEDEN HEP İZMİR’Lİ?

İran’da, Bezirgan-Tebriz yolculuğundayız. Taksi şoförü Ali Rıza ile sohbeti ilerlettik. O seyrettiği dizi ve evlenme programları sayesinde beni kolaylıkla anlayabilirken ben onu anlamakta zorlanıyorum. Bu durumda hemen arkada oturan Azeri yol arkadaşlarım imdadıma yetişiyor ve Ali Rıza’nın anlamadığım sözlerini bana çeviriyorlar. Bir yandan da İbo söylüyor 30 yıl öncesinin şarkılarını; “Ah keşkem keşkem…”

Söz döndü dolaştı evlenme programlarına geldi. İzmir’li olduğumu öğrenen Ali Rıza merakla sordu:

-Evlenme programlarına katılanlar hep İzmir’li. İzmir’de evli insan yok mudur?


Evet, Sevgili Hemşerilerim, İzmir’in dünyadaki imajı bu. Şimdi ayıklayın pirincin taşını…

YAŞAM TARZINA MÜDAHALE HAKKI!

Bugünlerde merdiven boyayan kaldı mı bilmiyorum. Bir zamanlar modaydı ve hatta belediye başkanları merdivenleri boyasınlar diye boya dağıtıyorlardı vatandaşa.

Yine geçenlerde vapurda gitar çalan gençlere müdahale eden görevli ve gençlere sahip çıkan halkla  ilgili paylaşımlar yapıldı sosyal medyada. Kısa bir süre sonra ben de benzer bir olaya tanıklık ettim otobüste. Fakat bizimkinin sonucu farklı oldu.

Evet, sosyal medyada “vapur görüntülerinin” bolca paylaşıldığı günlerde, bindiğim otobüse ellerinde müzik aletleriyle bir gurup genç bindi. Bir süre gürültülü sohbet ettikten sonra gitar çalmaya ve söylemeye başladılar.

Açıkçası, sıkışık bir otobüste, iş çıkışı ve hiç de güzel çalınmayan şarkılar çekilir gibi değildi. Ancak “gençliğimde yaptığım şeylere yaşlanınca tepki göstermeme” prensibim gereği ses çıkarmadım. Hatta gençlerin sosyal medyada yapılanlara destek vermesi hoşuma bile gitti.

Fakat önümde oturan şık giyimli, biz yaşlardaki sarışın kadın aynı fikirde değildi:

-Bana bakın, sizin gibi eğlenmeden gelmiyoruz biz. Kafamızı şişirmeyin, kesin şunu, diye gençlere bağırdı.

Başka bir ses çıkmadı otobüste. Gençler baktılar ki vapurdaki gibi kendilerine arka çıkan yok, kestiler müziği ve rutin okul dedikodusu şeklindeki muhabbetlerine döndüler.

Yol boyu düşündüm: İzmir, vapurdaki hadisenin yaşandığı İstanbul’a göre daha modern ve çağdaş bir kentti. Otobüsteki yolcuların gençlere destek olmamaları, “yaşam tarzına” bir görevlinin müdahale etmemiş olması mıydı? Bir başka deyişle, halk bir görevlinin yasakçı tavrını yaşam tarzına müdahale görüp tepki gösterirken benzer bir olayda vatandaşın tepkisini öyle görmüyordu.


Bu algı farkı mı yoksa devlete “biz kendi aramızda hallederiz sen karışma” mesajı mıydı?

LALALIĞIN YÜZ KARASI!

Bir zamanlar dizi ve filmlerde, hangi meslek örgütüne mensup bir “kötü adam” olsa o meslek örgütü ayağa kalkardı: kapıcılar derneği, hemşireler derneği, marangozlar derneği vs. Gerekçe, meslek mensuplarının yanlış tanıtılması.

Bu nedenle epeydir Lalalar Örgütünden beklediğim tepkinin gelmemesi beni şaşırttı. Zira Muhteşem Yüzyıl Dizisinde Lala Mustafa’nın yaptıkları vatandaşı isyan noktasına getirdi ancak “Lala Örgütünden” hala ses yok. Zira biz Lalaları Fatih Sultan Mehmet’in “onun atının sıçrattığı çamur kaftanımı kirletmez” diyebildiği saygın ve sevilen kişiler olarak biliyorduk.

Oysa Lala Mustafa, yıllarca yetiştirdiği Şehzade Beyazıt’a ihanet ederek Şehzade Selim’in tarafına geçti. Geçmekle de kalmadı onun ve çocuklarının boğulmalarını bile seyretti.

Gerekçesi ise tanıdık:

-Ben ne yaptıysam devletimin menfaati için yaptım!

Son yıllarda aynı söz, her yanlış işten sonra da söylenir oldu; bütün haksızlıklar, işkenceler ve cinayetler aynı gerekçe ile yapıldı.


Ne diyelim, Allah bizi devletin menfaatini düşünenlerden korusun!

AZ DAHA "NÜKLEER YANDAŞI" OLUYORDUM!

Geçen akşam TRT’de, Mersin -Akkuyu’da yapılacak Nükleer Santral ile ilgili bir program izledim. Her olaya tarafsız bakmaya çalıştığım için, TRT’deki bu “Nükleer Yandaşı” programı da sonuna kadar sabırla seyrettim.

Programda, firma yetkililerinin açıklamasından sonra köyün muhtarı, aile hekimi ve bazı vatandaşlarla yapılan röportajları izledim. Anladım ki firma çok iyi bir çalışma yapmış ve köyün kanaat önderlerini Rusya’daki bir nükleer santrale götürmüş ve gidenler Akkuyu’da yapılacak nükleer santralin sakıncalı olmadığına ikna edilmişler.

İlk başlarda köyde yaşayanların büyük bir bölümü santrale karşı iken gidenlerin anlattıkları sayesinde karşı olanlar azalmış. Gidenler, Rusya’daki santral yakınında yaşayan köylülerin ürettikleri sebze ve meyvelerdeki radyasyon miktarının fazla olmadığını, hatta santral yakınlarında “balık tutma yarışması” bile yapıldığını anlatmışlar köylülere.

Programda “nükleer karşıtı” görüşlere de yer verildi ancak ne yalan söyleyeyim Rusya’daki santral görüntüleri, oradaki “balık tutma yarışması ve sebze bahçesi görüntüleri” ve oraya giden köylülerin anlattıkları bana da makul geldi.

Sunucunun, Rusya’daki santral yakınındaki yerleşim yerinde yapılan ölçümlerin firma tarafından verilen cihazlarla yapıldığını öne sürerek bu sefer kendisinin bizzat Rusya’ya giderek ölçümler yapması ve orada yaşayanlarla röportajlar yapması gözlerimi yaşarttı.

Tam “ülkemizde her zaman gelişmenin önüne set kurmaya çalışanlar var” aşamasına gelmişken jeton düştü. Sunucunun Rusya’daki vatandaşlarla yaptığı konuşmaları çeviren kişi tanıdık geldi. Bir baktım ki, bizim radyasyon ölçümleri firmanın ölçüm aletlerine göre yapılıyor” diye şüpheye düşüp Rusya’ya kendi cihazıyla ölçüm yapmaya giden sunucumuzun çevirmeni Akkuyu Santralini yapacak firmanın “halkla ilişkiler sorumlusu”.

Radyasyon ölçümü tarafsız ancak orada halkla yapılan röportajları çeviren firma yetkilisi. Demek ondan çok memnun orada yaşayan halk.

Programı seyrederken geçen zamanıma mı yanayım, kısa süreli “nükleer yandaşı” olmama mı yanayım, TRT’nin hala objektif program yapabileceğini sanmama mı yanayım bilemedim.


Allah aşkına hangi işimiz düzgün bizim?