KAYIP USB KAPAĞI


Dün fakülteden sınıf arkadaşım Gülname Gümüş’ün  “işyerinde kaybettiği usb kapağını evde bulması” ile ilgili yazısına olan yoğun ilgiyi görünce çok sevindim. Hayır, arkadaşımın yazısına gösterilen ilgi tabi ki beni mutlu eder ama beni asıl mutlu eden, önemsiz kayıplar hakkında kafa yoran benim gibi insanların da olduğunu bilmek.

Düşünüyorum da kaybedilen kıymetli bir eşyaya kafa yormak gereksizdir. Kayıp bizi acıtsa da merakımızı artırmaz, kafa yormamız gerekmez.  Örneğin kaybedilen bir yüzük veya küpeyi merak etmek anlamsızdır. Biri çalmıştır-almıştır ve bozdurup parasını da yemiştir. Fakat bir usb kapağını kim ne yapsın?

Ayrıca bu tür kayıpların telafisi de zordur. Küpesini kaybeden biri yenisini alabilir fakat usb kapağı ayrıca satılmaz ki alıp de kaybını telafi edebilesin.

Yıllar önce benim de günlerce kafa yorduğum bir kaybım oldu. Usb kapağı gibi değerli bir şey değildi.. Bu kaybımızın bilinen bir adı bile yok, tarifi de çok zor ama deneyeyim.

Efendim, bir gün mutfağa girdiğimizde “set üstü ocağın gözelerinden birinin üst kapağı”nın yerinde olmadığını gördük. Nereye gitmiş olabilir? Herhalde eve giren bir hırsızın alacağı en son eşya odur. Ya da bir hırsız bir evden bunu da çalmışsa psikolojik tedaviye ihtiyacı var demektir.

Evet, bu kapak usb kapağı gibi tek başına kimsenin işine yaramaz ancak kaybı halinde yeri de kolay kolay doldurulamaz. Zira o ateşi tencerenin altına dengeli bir şekilde yayarken, olmadığında ocağın ateşi tencerenin küçük bir bölümüne isabet ederek yemeğinizin bir kısmını yakabilir.

Neyse, kaybımızı aramamız günlerce sürdü. Kaybın niteliği, ona olan merakı da artırıyor. Hem arıyoruz hem de fikir jimnastiği yapıyoruz. Sonunda nerede çıktı biliyor musunuz? Çelik çaydanlığın üst katındaki demliğin içinde.

Bu sefer de günlerce “bu nasıl buraya girdi?” sorusunun cevabını aradık. Kim koysun onu oraya? Sonunda tam olmasa da kayıp kapağımızın demliğin içine nasıl girdiğine ilişkin bir arkadaşın tahmininde karar kıldık. Arkadaşa göre çayı demlemek için ocağın yan gözesinin üzerine çaydanlığın kapağını koymuşuz. Çaydanlığın kapağı sıcak olduğundan ocağın kapağına yapışıyor. Demliğin kapağı ile birlikte demliğe gidiyor. Demliğin kapağı soğuyunca da demliğin içine düşüyor.

Şimdi, bunca derdin arasında nereden çıktı bu mevzu diyebilirsiniz. Demem o ki, bir şeyin değeri varlığında değil ancak yokluğunda anlaşılır. O nedenle elinizdekilerin değerini bilin!

SUYUNUZ DA SİZİN OLSUN SABUNUNUZ DA!


Yine suya sabuna dokunmayan bir konu ile karşınızdayım. Efendim, malum su ve sabuna dokunmak yoruyor insanı. Gündem diye önümüze atılan, sakız gibi çiğnememiz istenen konular, sabah açtığımız televizyonda konuşulmaya başlıyor. Ardından internet, gazete, gün ortası haberler, öğle yemeği arkasında kahve içilirken, serviste-otobüste-metroda, akşam haberlerinde, sofrada konuşulmaya devam ediyor. Biraz da lisedeki münazaralara benziyor. Konuyu biri veriyor, kimlerin o konuyu tartışacakları ve hatta hangi görüşü savunacakları bile belli. Bize seyretmesi-dinlemesi kalıyor sadece.

Konu eskiyince veya konuşulacak hali kalmayınca gelsin yeni konular. İşin ilginç tarafı, nasıl gazete bir günde bayatlıyorsa gündem de öyle. İnsan eskiden akşam ne yediğini hatırlamazdı, şimdi dün ne konuştuğunu hatırlamıyor.

Eğer kalıcı olmak, on yıl sonra bile okunmak istiyorsanız “gündem dışı” yazmak zorundasınız. Bir zamanlar “17 Aralık”, “tarih vermek” ve” referandum” gibi gündem maddelerimiz vardı. Geçen o kadar düşündüm bunların içeriği hakkında, aklımda hiçbir şey kalmamış. Oysa bir yemek tarifi yüzyıl sonra bile okunur ve bir işe yarar. Asla eskimez. Benim açımdan çok önemli denilen bir gündem yazısından daha anlamlıdır yemek tarifi.

Ayrıca, gündem konularının toplum mühendisliği için ortaya atıldığı, toplumu belli amaçlara hazırlama işlevini gördüğü yönünde kuvvetli şüphelerim var. Yazılarımla bu amaca hizmet etme endişesi de taşıyorum açıkçası.

O nedenle, “suya sabuna dokunmayan” şeyler yazdığım, gündemdeki konular hakkında sessiz kaldığım yönünde aldığım eleştirilerin benim açımdan bir hükmü yoktur.

Eğer suya sabuna dokunmamak, bir korkudan, kaygıdan, yalakalıktan kaynaklanıyorsa, topu taca atmaksa veya bir konuda söyleyebileceği bir şey varken bazı nedenlerle kaçınılıyorsa tabi ki eleştirilir.

Ancak ben yukarıda dediğim gibi kalıcı olmak için suya sabuna dokunmayan şeyler yazıyorum. Bunun için diyorum ki: “suyunuz da sizin olsun sabununuz da!”

DENİZE ULAŞAMAYAN SADECE CARETTA CARETTA’LAR OLSA KEŞKE!


Fakülteden hocamla bir yolculukta yan yana oturunca, sohbet ister-istemez “nereden nereye” mevzuuna geldi. Ben:

-Hocam ben parasız yatılı okudum. Ailemden küçük yaşta ayrılmak, okulun katı kurallarına uymak çok zor geldi bana!

Hocam:

-Ne kadar şanslısın. Biz hep size özenirdik. Zira okuldan sonra sıcacık bir yurda gidiyorsunuz. Hem temizlik derdiniz yok hem de yemeğiniz hazır, çamaşırınız da yıkanıyor. Bizim öyle mi? Köyden bir kaç arkadaş kasabada tutmuşuz. Odun bulursak sobayı yakıyoruz. Ondan sonra yemek pişiriyoruz. Vakit kalırsa da ders çalışıyoruz!

Hocamı dinleyince utandım. Evet, biz onlardan şanslıydık, onlar da başkalarından. Mesela Erdinç’ten. Erdinç, evin en büyük oğlu. İlkokulu bitirince babası hevesle onu kasabada ortaokuluna yazdırıyor. Her sabah köyün arabası ile okula gidiyor, akşamına da dönüyor. Erdinç de babası da gelecekten son derece umutlular.

Fakat bir süre sonra yol parası aileye fazla gelmeye başlıyor ve babası onu okuldan almak zorunda kalıyor. Onunsa okumak içinde ukde kalıyor. Bir akşam sofrada soruyor babasına:

-Yol parası bulsak beni okula gönderirsin değil mi baba?

-Tabi oğlum, neden göndermeyeyim? Ben de çok istiyorum seni okutmayı!

Erdinç hemen düşünüyor, nereden para kazanırım diye. Bakıyor köyün yaşı büyük gençleri eşekle odun götürüp kasabada satıyorlar. O da başlıyor eşeğe odun yükleyip kasabada satmaya. Kazandığı parayı da naylona sarıp bir zeytin ağacının dibine saklıyor.

Gel zaman git zaman birkaç yıl içinde yol parasını biriktiriyor Erdinç. Okulların açılmasına yakın bir akşam parayı yanına alıyor ve yemekte babasına soruyor:

--Yol parası bulsan beni okula gönderirsin değil mi baba?

-Tabi ki!

-Al o zaman, ben okumak istiyorum!

Baba verdiği sözü tutuyor. Aile elbirliği ile Erdinç’i okutuyor. Önce ortaokulu, sonra liseyi ve ardından da üniversiteyi bitiriyor. Fakat bütün bunlar olana kadar memur olabilme yaşı doluyor Erdinç’in. Başka iş de bulamıyor.

Fakülte bitirmiş biri olarak köyde barınması zor. Zaten az olan toprakları babası kardeşleriyle birlikte işliyor ve kıt kanaat geçiniyorlar. Ondan dolayı onun şehirde başka iş bulması gerekiyor.

Bir okulda müstahdem olarak çalışan kuzeni aracılığı ile tanıdım ben onu. Geceleri okulun bir odasında kalıyor, yemekleri okulun kantininde pişiriyorlardı. El ayak çekildikten sonra da sınıfları birlikte süpürüyor, sobalara odun ve kömür dolduruyorlardı.

Yaşı benden bir hayli büyük olmasına karşın çok iyi arkadaştık. Benimle fakülteyi okuduğum şehre de geldi bir seferinde. Arkadaş çevrem de çok sevmişti Erdinç’i. Birlikte iş baktık maalesef bulamadık. Çaresiz kasabaya, kuzeninin yanına döndü. Arada sırada bulduğu iş sayesinde kazandığı üç-beş kuruşla yaşamaya çalışıyordu. Kazandığının bir kısmını da daima “naylona sarıp zeytin ağacının dibine koymaya” devam ediyordu.

Mütevaziliği, sıcakkanlığı nedeniyle kasabanın Erdinç Ağabeyiydi o. Herkes bir iş bulabilmesi için uğraşıyordu. Sonunda bir arkadaşın çalıştığı otele bel boy olarak girdi. Şimdiye kadar ki en uzun işi de bu oldu.

Onun işi, benim işim derken eskisi kadar haberleşemez, birbirimizi göremez olduk. Fakat ortak dostlarımız sayesinde sürekli, haberleşiyorduk. Bir gün, birikimleriyle bir minibüs aldığını ve turist taşımacılığına başladığını duyunca çok sevindim. Nihayet otel lojmanından kurtulacak, kendine ait bir evi olacak, belki de bir yuva kuracak ve çoluk-çocuğa karışacaktı.

Kısa bir süre sonra aldığım acı haberle yıkıldım. Kansere yakalanmış ve kısa sürede göçüp gitmişti bu dünyadan. Yaşama tutunma çabası, “naylona sarılı olarak zeytinin dibine gömdükleri” ona bir yuva kurma, çoluk-çocuğa karışma ve ömrünün sonunda mutlu bir emeklilik olanağı vermemişti.

Denize ulaşamadan ölenler, sadece Caretta Caretta’lar değil anlayacağınız!

KATİPLİKTEN BAŞKANLIĞA


Artık  var mı bilmiyorum. Eskiden okullarda kollar vardı; Kızılay kolu, sağlık kolu, kütüphane kolu gibi. Sınıfta herkes kollara seçilirken sonunda öğretmenimiz benim adımı da anons etti:

-Temizlik Koluna da Erkan Sezgin’i öneriyorum. Kabul edenler- etmeyenler? Kabul edilmiştir!

Hatırladığım kadarıyla oy birliği ile seçildiğim ilk görevim buydu, “sınıfın temizlik kolu görevlisi”. Ki babam da gurur duymuştu.Komşulara anlatırken duydum: "öğretmen bunu önermiş, bütün eller havaya kalkmış".

Peki neymiş görevim? Teneffüslerde tahtayı silmek, tebeşir veya silgi yoksa müdür muavinin odasından almak ve açıkta çöp varsa çöp sepetine atmak.

Aradan yıllar geçti. Bu sefer mesleğimin ikinci yılındayken katıldığım Tekel Müfettişleri Derneği kongresindeyim. Bu sefer önce Rahmetli üstadımız Ahmet Bıçakçı Divan Başkanlığına oy birliği ile seçildi. Ardından Salih Yarbay Üstadımız:

-Divan Katipliğine de Erkan Sezgin’i öneriyorum. Kabul edenler-etmeyenler? Kabul edilmiştir!

Gururla geçtim Ahmet Bıçakçı Üstadımın yanına. Hemen önüme bir daktilo koydular.

-Ne yapacağım ben şimdi?

-Bütün konuşulanları yazacaksın!

Vallahi her kongre böyle midir bilmiyorum ama o gün konuşanların ve konuşmaların ardı arkası kesilmedi. Yaz yaz bitmedi. Daktiloyu fena yazmasam da yetiştiremedim. Allahtan on parmak daktilo yazabilen Zafer karakulak Üstadım imdadıma yetişti de güç bela tamamlayabildim görevimi. Fakat aklıma da bir soru takılmadı değil: “Oy birliği ile seçilen bütün görevler mi zor, yoksa bana mı öyle denk geldi?”

Evet, yine aradan yıllar geçti ve ben  önce kursiyeri sonra da üyesi olduğum İZAFOD- İzmir Amatör Fotoğrafçılar Derneği  3.Olağan Kongresindeyim. Bu sefer Yönetim Kurulu Başkanımız Gündüz Akagündüz:

-Divan Başkanlığına Erkan Beyi öneriyorum. Kabul edenler-etmeyenler? Kabul edilmiştir!

Ne yalan söyleyeyim, içim cız etti. Yine oy birliği ile seçildiğim bir görev. Eyvah!

Neyse ki korkularım yersiz çıktı. Hayır, kongremiz tabi ki demokratik bir ortamda geçti. Yine konuşmalar yapıldı. Fakat sağ olsun bu sefer bütün zahmeti Divan Katibimiz Burcu A.Tamay üstlendi. Diğer işleri de arkadaşlar elbirliğiyle yaptılar, Cengiz Bey ve Kerime Hanım oy tasnifinde bana çok yardımcı oldular. Bana da kongreyi keyifle idare etmek kaldı.

Ayrıca katılımcılardan “derneğin ebedi divan başkanı” unvanı aldığım gibi, “oy birliği ile seçilen her görevin zahmetli olduğu” önyargımdan da bu sayede kurtulmuş oldum.  Darısı Divan Katibimiz Burcu A.Tamay’ın başına!
Kongre ile ilgili detaylı haber ve fotoğraflar:

http://izafod.net/?Syf=26&Syz=195347&/%C4%B0ZAFOD-3.-GENEL-KURULU-YAPILDI

HEDİYENİN BÖYLESİ!


Özel günlerin hiçbirini biz icat etmedik. Eskiden bu kadar da yoktu zaten. “Herşey ihtiyaçtan doğar” dense de kapitalizm ihtiyaç falan dinlemiyor, ihtiyaç yaratıyor. Hem de öyle yaratıyor ki asla “bana ne” demek mümkün değil. Çaresiz yapmak, denilene uymak zorunda kalıyorsun. Zira böyle durumlarda yapmamanın da bir anlamı var çünkü. Anneler günü, doğum günü, sevgililer günü vs.

Bir anneler gününde hiçbir şey yapmamak mümkün mü? Ne kadar saçma olsa, ne kadar anneniz saçma bulsa da o gün sessiz kalmak anneyi üzer.

Kapitalizm esas olarak kutlamaları tüketimi artırmak için icat ettiğinden böyle günlerde ilk akla hediye almak geliyor tabi ki. Beni de bir stres alıyor. Zira bugüne kadar çok beğenilen, dillerden düşmeyen ve alanın boynuma sarılacağı bir hediye almayı başaramadım. Etrafımdan aldığım yardımlar da işe yaramadı.

Sonunda bir arkadaşım kocası için söyleyince ben de rahatladım:

-Bazısı beceremiyor hediye almayı. Şahsen kocam 24 senedir beğeneceğim tek bir hediye alamadı!

Benim bugüne kadar akılda kalacak iki kutlamam oldu. Biri 2000 yılında 1-2-3 Ocakta doğan beş aile üyesine ortak bir yaş günü düzenlemek. İkincisi de oğluma yazdığım “bugün üç ocak” başlıklı yazım.

Dün duyduğum bir kutlama beni tam anlamıyla kopardı. Arkadaşım kızına öyle bir doğum günü hediyesi vermiş ki yıllar geçse de unutulmaz.

Efendim, bizim Cemile Ankara’da üniversite okumakta olan kızı İmge’nin doğum günü için akşamdan Didim’den yola revan olmuş. Yola çıkmadan da sürprizin tadı kaçmasın diye normal telefon görüşmesini de yapmış.Ankara’ya sabah erken inmesine karşın hemen İmge’nin yurduna gitmemiş.Uykusunu almasını beklemiş. Sonra da yurt yetkililerinden izin alarak kızın odasına çıkmış.Kızın oda arkadaşının kapıyı kapatmamasından istifade ederek uyumakta olan kızını öperek uyandırmış ve doğum gününü kutlamış.
Gurbette insana en acı gelen şey bayram, doğum günü gibi özel günlerdir. Gurbet acısı bir başka hissedilir öyle günlerde. İşte İmge, sevdiklerinden uzakta bir doğum gününü karşılamaya hazırlanırken  annesinin sürprizi ile şok olmuş.
Doğum gününe anne öpücüğü ile uyanarak başlayan İmge, üzerine annesinin kendisini ayağında sallama girişimlerine uzun süre direndiyse de sonunda pes etmiş. Sadece çocukken  ayakta sallama ile nasıl uyuyabildiğine şaşırmış.

Ardından ana-kız bir süre birlikte uyuduktan sonra Ankara'yı gezmişler. Akşamına da İmge’nin kalabalık arkadaş gurubu ile eğlenmişler. 

Gecenin geç bir vaktinde de Cemile yeğeni ile birlikte kardeşinin evine gitmiş. Fakat Cemile bu, rahat durur mu hiç? Kardeşinin yatak odasına dalmış, uyumakta olan kardeşini de öperek uyandırmış ve sabaha kadar mutfakta sohbet etmişler. Baldızının gece yarısı baskınını atlatmış olmanın rahatlığı içindeki damat ise horul horul uyumuş.

Hikayesini çok beğendiğim Cemile, “sürprizlerim devam edecek” dedi. Dikkat edin sürpriz yapmayı seven namı diğer Cemocan bir gün sizleri de şaşırtmasın!

KADIN KUYRUK SALLAMASA


Kız etek giymişse tabureye çıkıp yukarıdaki raflardan dosya almak zorunda. Biraz göğüs dekoltesi varsa da yerleri silmek zorunda.

Bu zorunluluk genelde oda arkadaşı izinde olduğu zaman. Kendisi olmadığı zaman da bu sefer diğer arkadaşı aynı işleri yapmak durumunda. Yapmazsa? İşten atılma tehdidine maruz kalma veya ceza alma durumunda.

Aslında işyeri bir kamu kurumu olduğundan öyle kolay kolay işten atılma söz konusu değil. Fakat kızların bundan haberi yok. Çaresiz, bir süre bu duruma boyun eğiyorlar.

Kızların biri 22 diğeri de 30 yaşında. Tacizcileri ise 60’ı geçmiş, eşinden ayrılmış, bir eksikliğini giderme veya karşı cinsten alacağını almaya çalışan amirleri.

Kuyruk sallama derseniz, taraflara şöyle bir bakınca aklın köşesinden bile geçmez. Cesaret nereden derseniz, kızın birinin babası yok. Amca ve dedeleri zaten miras dağılımında yamuk yapmışlar, kıza neden sahip çıksınlar ki? Diğerinin de ondan kalır yanı yok.

Sonunda kızlar dayanamıyor ve müdüre şikayet ediyorlar. Müdür ise ne düşünüyorsa artık işi sallıyor. Bu sefer de sorunu çözebilecek başka yetkililere gidiyorlar.

Müdüre sorduğumda pişkin pişkin: “Evet onlar Vali Muavinine de şikayete gitmişlerdi” diyor. Sonuçta oraya gitmek de işe yaramamış. O da topu tekrar müdüre atmış ve sorun çözümsüz olarak kalmış.

Çözümsüzlüğü, biraz da olayın hassas ve ispatının zor olmasından. Hassas, özellikle küçük yerlerde insanların isimlerinin çabucak lekelenmesine yol açabilir. İspatının zor olması ise bu konuda disiplin ve cezai yönden işlem yapılmasına olanak vermiyor.

Sonunda benim önerimle, kızlar aynı binadaki başka birimde çalışan iki erkekle yer değiştirdi ve mesele de böylece halloldu. Anlattıklarına göre bir daha başka bir tacizle karşılaşmamışlar.

Peki, bu kadar basitçe çözülebilecek bir konu neden yıllarca sürüncemede kaldı ve neden onca yetkili bir çözüm getirmedi?

Birincisi, kızlar sahipsiz. Bir devlet büyüğü bir telefon etseydi mesele hemen çözüme kavuşurdu. Son günlerde akıllardan çıkmayan milletvekili oğlunun karakol baskınında olduğu gibi.

İkincisi, olayı çözecek mercilerdeki yetkililerin mutlaka şikayetçide kusur arayan ön yargıları:

-Kız kuyruk sallamasa adam bunu yapmazdı!

Şikayetçide kusur aramayan yönetici tabi ki daha kolay harekete geçer. Son olaydaki yetkilinin, şikayetçi öğretmen kıza, “kızlarımız arkadaş seçerken daha dikkatli olmalı” sözü de bir önyargıya işaret ediyor.

Evet, bütün mesele ön yargılardan kurtulmak. Yoksa ne çözülemeyecek bir sorun var bu dünyada  ne de korunamayacak bir kadın!

NE İÇİN ÇALIŞIYORSUNUZ, PARA NE İÇİN VAR?


-Ben günün sekiz saatini, kalan on altı saatimin iyi geçmesi için çalışıyorum!

Bunu, eve gelir gelmez işinden yakınmaya başlayan eşime söylüyorum. Biliyorsunuz gün üçe ayrılıyor; sekiz saat çalışma, sekiz saat dinlenme ve sekiz saat de uyuma. Ben sekiz saat çalışıp para kazanıyorum ki kalan on altı saatim iyi geçsin diye. Yani dinleneceğim iyi bir ev için, o evin masrafları için, evde yaşayan hane halkının refahı ve mutluluğu için.

Bu nedenle de iş yerinde canımı sıkan ne varsa hepsini orada bırakırım ki kalan on altı saatimin tadı kaçmasın.

Kazandığım para da bir amaç değil bütün bunları sağlamak için bir araç. Ancak bunun farkında olmayan veya benim gibi düşünmeyen o kadar insan var ki. İşte son örnek; kaybolan parasını eşinde arayan, bunun için gerekirse eşini çırılçıplak soyup arayarak gururunu kırıp intihar etmesine neden olacak kadar.

Tabi ki olayı gazetelere yansıdığı kadarıyla biliyoruz. Kimseye de haksızlık etmek istemem ama ortada da bir cenaze var. Amacım olayı deşmek değil, aksine insanları para konusunda bir nebze düşünmeye sevk etmek.

Sonuçta bir kadın üç çocuğunu yetim bırakarak bu dünyadan göçmüş, koca da vicdanıyla baş başa kalmış durumda. Eminim o da düşünüyordur,  kaybolan 3.800 lirasına mı yansın, ölen eşine mi yetim kalan çocuklarına mı?

Evet, ben de bu vesileyle tekrar soruyorum: siz ne için çalışıyorsunuz, para ne için var?

CAMİLERE SERVİS YA DA TAŞIMALI İBADET!


Zaman Gazetesinin haberine göre İstanbul’un tarihi camileri cemaatsiz kalmış. Tarihi yarımadadaki yaklaşık 300 caminin etrafındaki restoranlar tıklım tıklım dolarken camilerde 2-3 cemaatle namaz kılınıyormuş. Öte yandan ise Ataşehir gibi yeni yerleşim yerlerine cami yapılırken Çamlıca Tepesi, Taksim ve Kadıköy’e yeni cami yapılma tartışmaları yaşanıyor.

Düşündüm de bir yanda cemaatsiz 300 cami, diğer yanda yeni camilere harcanacak milyonlar. Diyorum ki bizim gibi aç ve yetimi çok, işsizi bol bir ülkede kaynakları böyle israf etmeye hakkımız yok.

Mademki köy okullarını kapatıp milyonlarca çocuğumuzu başka okullara taşıyabiliyoruz, taşımacılık sektörümüz şehirlerde herkesi bir semtten diğerine hatta iller arasında (Manisa-İzmir vb.) taşıyabilecek kadar gelişti, o halde Taksim’de cami bulamayan insanımızı tarihi yarımadadaki cemaatsiz camilere rahatlıkla taşıyabiliriz demektir. Yeni camilere harcanacak milyonları da başka hayırlı işler için kullanabiliriz.

Taşımalı eğitim olabildiğine göre taşımalı ibadet neden olmasın?

MERAKLISI İÇİN:
Kaynak: ttp://www.zaman.com.tr/newsDetail_getNewsById.action?haberno=1332003

KIZ KARDEŞİN YAPSA RAZI MISIN?


Koku kitabının girişinde anlatılan Fransa’daki 18.yüzyıl şehir manzarası hala aklımdadır. Aradan yıllar geçti. Medeniyet arttıkça şehirlerin temizliği de arttı. Bırakın Fransa’yı, bizim şehirlerimiz bile çocukluğumuzdaki kadar pis değil.

Herhalde yaşanan deneyimlerden bizler de dersler çıkardık ve o nedenle şehirlerimiz daha yaşanır hale geldi. Taşrada bile kanalizasyonlar tamamlandı, sokaklar çamurdan kurtuldu. Buna paralel olarak da şehir içlerinde çocukluğumuzdaki gibi binek hayvanı, besi hayvanı hatta kümes hayvanı kalmadı. O nedenle sokaklarda bu hayvanlardan kaynaklanan pislik kalmadı.

Gelişme arttıkça, çevre bilinci ve olanaklar arttıkça binek hayvanları, besi ve kümes hayvanları şehirlerimizden çekilirken yavaş yavaş bunların yerini kedi, köpek, kuş ve balık gibi hayvanlar aldı.  

Fakat ne hikmetse şehirlerimizin temizliği de buna paralel azalmaya başladı. Gelişmiş, modern ve gelir düzeyi yüksek semtler, temizlik bakımından varoşlardan daha geri duruma geldi. Zira varoşlarda insanlar ancak kendini doyurabildiğinden evcil hayvan besleme yaygın değil. Gelir düzeyi yüksek semtlerde ise neredeyse hayvansız ev yok ve sokakları da bu nedenle pislik içinde.

Efendim, öğrendiğime göre batı ülkelerinde evcil hayvan besleyenler çevreyi rahatsız etmeyecek ve kirletmeyecek önlemleri almakla yükümlüymüş. Örneğin köpek besleyenler köpeğin tasmasını asla ellerinden bırakamazlarmış ve ellerinde de köpeğin dışkılarını toplamak için poşet bulundurmak zorundalarmış. Bu nedenle de insanlar ve hayvanlar çevreyi kirletmeden, kimseyi de rahatsız etmeden bir arada yaşıyorlarmış.

Biz batının sadece taklitçisi olduğumuzdan, bizde sadece hayvan beslemek var. Onu bir canlı değil de bir eşya, bir sosyal statü aracı olarak görme alışkanlığı var. Hayvanın kendisinden faydalanıyoruz ancak zahmetine katlanmıyoruz. Bu nedenledir ki sokaklarda köpeğin tasmasından tutan veya elinde köpeğinin dışkısı için poşet bulunduranların sayısı son derece az.

Geçenlerde İzmir’in otuz beş buçuğu denilen Karşıyaka Çarşısında liseli kızların elindeki koca köpeğin caddenin ortasına siğdiğini gördüm. Dün akşam da baktım, sahibinin tasmasını tuttuğu bir köpek bizim sokağın ortasında çömelmiş hacet gideriyor. Hayvanların ihtiyaçları giderildikten sonra da herkes aynen yoluna devam ediyor.

Bu konuda bunca yazı yazdım, söyledim ama dinletemedim. Aklıma her taciz ve tecavüz olaylarından sonra söylenen bir söz geldi. Bu sefer onu söyleyeyim de belki dinleyen olur:

-Ey çarşının ortasına köpeğini siğdiren, sokağın ortasına umarsızca köpeğinin hacet gidermesine göz yuman insanoğlu, komşun sokağa siğse veya kız kardeşin sokağa hacetini giderse razı mısın? Onlara razı değilsen köpeğin yapmasına neden razı oluyorsun?


FONTİL GİTTİ FONTİL!


Her şeyin kıt ve değerli olduğu, bayramlıklarla yatılan yıllar. Bir adam yeni aldığı pantolonunu karısına göstermek için hızlı adımlarla eve giderken ayağı takılıp düşüyor ve yara bere içinde evine varıyor.

Onu gören kadın haykırıyor:

-Herif, ne oldu ayağına?

Adam üzüntüyle cevap veriyor:

-Garı, ayak bişey değil de fontil gitti fontil!

YETTİN ARTIK FACEBOOK!


Ünlü ve önemli insan olmak bir tercihtir, o nedenle getirisine de götürüsüne de katlanacaksın. Nitekim mahkemelerin de “toplumun haber alma hakkı, eleştiri hakkı vs.” gerekçeli kararları da var.

Biz medyanın ünlüleri, devletin de bazı mühim şahsiyetleri izlediğini, görüntülediğini ve kaydettiğini  biliyorduk ama biz rahattık;bizi izleyip de ne yapsınlar?”

Bizler ünlü olmama yönünde tercihimizi kullanmış ünlülerin frikiklerini, sevgilisiyle yakalanmalarını, mühim şahsiyetlerin de dinleme kayıtları ve bazı ayıp videolarını güzel güzel seyrederken bir slogan başımıza geldi; “susma sustukça sıra sana gelecek”.

Çoktan gelmiş de haberimiz yok:

Gazete okuyorum, bir baktım daha önce okuduğum haberler listelenmiş.

Şarkı dinliyorum, bir baktım daha önce dinlediklerim liste halinde kaydedilmiş.

Video izliyorum, daha önce ne izlediysem kayıtlı.

Haberim olmadan bu kayıtlar başkalarına duyuruluyor mu bilmiyorum ama geçenlerde torun-torba sahibi bir arkadaşın izlediği videoyu görünce tüylerim diken diken oldu.

Anlaşılan bu sosyal medya sayesinde ya hepimiz ünlü olduk ya da ünlü ünsüz herkes herkesi merak eder oldu. Bu uygulama da ondan kaynaklandı.

Ey Facebook, anlıyorum sen ortada ne kadar çok paylaşım varsa o kadar reklam yayınlayıp para kazanıyorsun. Belki yönetenlerin talebi ve başka amaçlar için neyimiz var neyimiz yok kaydediyorsun,  onu biliyoruz. Yazdığımız, söylediğimiz ve paylaştığımız her şeyde bunu göze alıyoruz. Fakat Çubuklu Yaşar’ın “Taksici, Katerina ve Raco Dayı” videosunu izlediğimiz de bize kalsın be birader!

YAPIN DA GÖRELİM!


Seksenli yılların başında önce Tan Gazetesi çıktı, ardından da Sabah Gazetesi. Dergi olarak da Erkekçe. Toplumun politikadan uzaklaştırılma aşamasına yardımcı oldular. Bol bol çıplak kadın fotoğrafı yayınladılar ve bu sayede de yüksek satış rakamlarına ulaştılar. Bildiğim kadarıyla Tan Gazetesi 800 bin rakamına kadar ulaştı. Ama olayı asla bir çıplak kadın fotoğrafı yayınlama olarak göstermediler, daima haber süsü verdiler:

-En çok patlıcan oturtmayı sevdi!

-Dedesinden saat miras kaldı!

-Uzuneşek oynarken ahlak zabıtası bastı!

Aradan yıllar geçti. Uygulama önce bütün gazetelere arka sayfa güzeli olarak yayıldı, şimdi de bütün internet sitelerine yayıldı. Foto galeri uygulaması benim blog hariç bütün sitelerde var şimdi. Ama espri aynı; kimse çıplak kadın fotoğrafı yayınlamıyor, haber veriyor sadece. Ziyaretçi de asla çıplak kadın fotoğrafı bakmıyor, haber okuyor.

Efendim dün okuduğumuz/gördüğümüz habere göre Nurgül Yeşilçay, GQ için poz vermiş:

-Nurgül Yeşilçay geçtiğimiz günlerde GQ dergisi için poz verdi!

Bugün ise resimler aynı fakat haber farklı:

-Bu fotoğraflar üzerine gözler eski eşi Cem Özer'e çevrildi. Ne söyleyeceği tam bir merak konusu olurken Özer'den konuyla ilgili cevap gecikmedi. Özer katıldığı bir programda Nurgül'ün fotoğraflarına bakınca, 'güzelim kadını kaçırdım' dediniz mi sorusuna. “Niye diyeyim, Nurgül'le ilgili her şeyi biliyorum. Biz çocuğumuzu klasik bir yöntemle yaptık. Osman Nejat'ı leylekler getirmedi” şeklinde cevap verdi.Ve işte çok konuşulan o pozlar...

Şimdi, bir film yıldızı, ücreti mukabili bir dergiye çıplak pozlar vermiş. Anladığım kadarıyla da her gün değişik vesilelerle bu fotoğraflar yayınlanmaya devam edecek.

Benimse aklıma Aziz Nesin’in bir hikayesi aklıma geldi nedense. Hikayede, misafir olduğu evin oğlu Bekir Hocayı bir randevu evine götürüyor. Çıplak kadınları gören Bekir Hoca evin sahibine:

-Boyunuzca günah işlersiniz hatun!

-İşleriz hocam, haddimiz olmayarak!

-İşleyin de görelim o zaman!

Diyorum ki, eski koca Cem Özer de tekrarlıyor Bekir Hocaya:

- Hocam, Osman Nejat'ı leylekler getirmedi. Biz çocuğumuzu klasik bir yöntemle yaptık.

O zaman da Bekir Hoca:

-Yapın da görelim!

Derse, nasıl olacak bu iş?

ONA ADINI VERDİM BABA!


Geçen gün oğlumun odasına girdiğimde aldım haberi:

-Ona adını verdim baba!

Sevindim, çünkü oğlum sözünü tutmuştu.

Panikledim, zira oğlum daha lise öğrencisiydi.

Sevindim, demek oğlan olmuştu.

Şaşırdım, çünkü bunu duymaya hazır değildim.

Dikkatle gösterdiği yere bakınca sevinçten az daha bayılıyordum. Zira adımı koyduğu bir bebek değil kediydi.

Çok bozuldum, insan babasının adını bir kediye koyar mı hiç?

Akabinde çok kızdım, evde kedi köpek istemediğimi kesin bir dille kendisine söylememe rağmen bana sormadan eve getirmişti.

-Hangisini koydun?

Malum iki adım vardı; biri benim diğeri dedemin.

-Şişman, gel oğlum buraya!

Sevinçten bayılıyordum, adımı değil sıfatımı koymuş kediye, ne güzel.

Adını demesi, cep telefonuna beni “Bayşişman” diye kaydetmiş olmasındandı.

Kızdım, insan babasını telefonuna sıfatıyla mı kaydeder?

Bozuldum, insanın yüzüne karşı “şişman” denir mi?

Ey oğul, iki dakika içerisinde bir babaya yaşayabileceği bütün duyguları bir arada yaşattın, alacağın olsun. Bu arada bütün karşı koymalarıma rağmen kediyi de eve yerleştirdin.

Ben de evin kapısını açık unutup kedinin firarına yardım etmek suretiyle senin bana yaşattığın bütün bu duyguları iade etmezsem ne olayım!


GELİR DAĞILIMI, DERT DAĞILIMI, ZEVK DAĞILIMI


Başında bere, avurtları çökmüş, soluk yüzlü bir adam, oturduğum banka adeta attı kendini. Oysa elinde sadece “kemoterapi yazan bir dosya, bir bardak çay ve de bir paket bisküvi vardı. Bana bisküviden uzattı:

-Mide kalmadı bende, günde on iki öğün yemem lazımmış!

Derken telefonu çaldı:

-Ne zaman kalkıyor uçak? Allaha emanet ol, oğlum!

Sonra kendisi başladı aramaya:

-Onur uçağa biniyormuş şimdi aradı!

-Van’dan helikopterle götüreceklermiş karakoluna!

-Varınca arayacak!

-Ben doktoru bekliyorum!

Oğlundan aldığı haberi bütün aileye telefonla bildirdikten sonra bana döndü:

-Nasıl bitecek bu altı ay? Oğlumun karakolu saldırıya uğradı, dokuz arkadaşı şehit oldu. On beş gün moral izni verdiler. Psikoloğa götürdüm biraz düzeldi morali. Şimdi aynı karakola gidiyor. Askerliğinin bitmesine daha altı ay var. Nasıl bitecek bilmiyorum!

Sadece “Allah yardımcın olsun” diyebildiğim adamdan ayrılırken düşündüm:

“Milli geliri adil dağıtamadık bari dertleri adil dağıtabilir miydik acaba?”

“Yoksa zaten milli gelir adil dağılmadığı için mi dertler ve zevkler belli yerlerde yoğunlaşıyor?”

“Kader mi bu?”

“Babası kanser hastası olanların askerliği tedavi bitene kadar ertelenebilir miydi?”

“Hiç olmadı, baskına uğramış dokuz arkadaşını kaybetmiş bir askeri aynı yere tekrar göndermesek olmaz mıydı?

Of ki offfffff!

KADIN ÇANTASINDA KAYBOLAN MEDENİYET


Şimdi bana sorsanız, çantamda, işyerindeki masamın ve yatak odamdaki komodinimin çekmecelerinde ne var eksiksiz sayabilirim.

Marifet mi?

Hayır!

Zorunluluk mu?

Değil!

Ya ne?

Tercih, yaşamımın bir kısmını bir şeyleri arayarak geçirmemenin tercihi.

İnsanın tercihleri tabi ki yetiştirilmesinden ve tecrübesinden kaynaklanır. Yatılı okulda belli bir tertip ve düzen zorunluydu. Kalabalık ailede bulunmak da öyle. Babam, evde ortak kullanılan eşyaların belli yerlerde bulunması ve kullanıldıktan sonra yerine konması yönünde çok çaba sarf etmiştir. Yakın zamanda oğluma da gösterdim; çocukluğumuzun geçtiği evde makas dikiş makinesinin sağ gözünde, tırnak makası almeliğin sağındaki çiviye asılı, elbise fırçası da yatak odasında aynanın arkasında hala duruyor.

Tamam, günün belli bir kısmını bir şeyleri arayarak geçirmek bir tercihtir. Kimseyi ilgilendirmez. Fakat bir arada yaşamak da bir tercihtir ve bu tercihin ise belli zorunlulukları vardır.

Geçen sabah otobüsümüz bir durakta yolcu almaya başladı. Dördüncü sıradaki kadın otobüse bindikten sonra çantasından kartını aramaya başladı. Arama o kadar uzun sürdü ki önce kendi arkasında yolcular birikmeye ve sabırsızlanmaya başladı, ardından da bizim otobüsün arkasında otobüsler birikmeye başladı.

Korna seslerinin artması üzerine arkaya baktığımda en son otobüsün yarısının kavşağın ortasında kalması sonucu yolun tıkandığını, diğer yoldan gelenlere yeşil ışık yanmasına rağmen geçemediklerini için korna çaldıklarını gördüm.

Bu arada kadın, kendisinden sonra gelenlere yol verip arayışını sürdürmekteydi. Sonunda aranan kart bulundu, kart basıldı ve otobüsümüz yoluna devam etti. Tıkanan trafik de açıldı.

Evet, çantasında, çekmecesinde neyin nerede olduğunu bilmek bir tercihtir. Yaşamını her gün her şeyi arayarak geçirmek de bir tercihtir ve kimseyi ilgilendirmez. Ta ki tercihlerimiz trafiği tıkayana dek!

ŞÜPHEDEN ŞÜPHEYE DÜŞTÜM!



Ben gazetelerin yalancısıyım. Kadın, “kocam hiç çalışmıyor, sürekli evde bilgisayarda oyun oynuyor. Boşanmak istiyorum, ayrıca on bin dolar da aylık nafaka istiyorum” diyor.

Çalışmayan bir kocadan on bin dolar nafaka talep edildiğine göre koca varlıklı anlaşılan.

Hayır, zenginin parasının züğürdün çenesini yorması değil mesele. Sadece merak. Çünkü koca bir eski başbakan/cumhurbaşkanı oğlu.

Rahmetli, çocuklarından birine çalışmadan on bin dolar nafaka ödeyecek kadar miras bırakmış anlaşılan.

Kızını desen anlatmaya gerek yok. Jaguar kelimesini n bir hayvan ismi yerine bir araba markası ile anılır hale gelmesine yol açmış hatta bu olaya ait bir parti kurulması nedeniyle bence tarihe geçmiş biri.

Eşi ise genelde magazin figürleri ile gezmesi-eğlenmesi ile anılıyor.

Büyük oğul için “Cem Uzan’ın eski ortağı” demek yeterli sanırım. Sadece şu kadarını hatırlayalım, Cem Uzan bir başbakanın oğlu ile ortak olmasa ortada anayasa-kanun-tüzük-yönetmelik ve de RTÜK yokken star1 diye bir televizyon kurabilir miydi?

Hatırladığım kadarıyla çocuklar babalarının vefatından sonra reddi miras da yapmışlardı.

Bütün bunları anlatmamın nedeni merak. Malum bugünlerde babaları olan eski cumhurbaşkanının ölümü ile ilgili zehirlenme iddiaları ortalıkta dolaşıyor. Aile de bununla ilgili şüphelerini dile getiriyor.

Aslında, sayın cumhurbaşkanı vefat ettikten sonra aile, elindeki saç örnekleri ile savcılığa müracaat ederek şüphelerini dile getirseler sorun yoktu. Savcılık da o saç tellerini inceleterek bir şekilde olayı araştırabilirdi. Diyelim ki o zaman olay kapatıldı şimdi tekrar araştırılmasını isteyebilirlerdi.

Olaydan 19 yıl sonra, ailenin elindeki saç telleri incelenmeden mezarı açtırıp daha rapor çıkmadan zehirlenme manşetleri atılması insanı şüpheye düşürüyor. Ya aile paraya sıkıştı devletten tazminat alma peşindeler ya da Ergenekon Sanıklarının üzerine yeni bir suç daha yıkılmaya çalışılıyor?

Tabi ki bizler vatandaş olarak, bilmemize izin verilen gazetelerden okuduğumuz ve televizyonda seyrettiğimiz kısıtlı bilgilerle bu soruları soruyoruz. Gerçeği bir gün tarih bize söyleyecektir umarım. 

DÖRT ERKEK BİR DİŞİ


Nat Geo Wild kanalında bir belgesel. Üç erkek çita bir dişinin peşindeler. Bir anda kavgaya tutuşuyorlar. Bu arada bir erkek aslan, dişi çitayı saklandığı çalıların arasında yakalıyor ve kafasını ezerek öldürüyor. Fakat yemiyor, öldürüp orada bırakıyor. Güç gösterisiymiş bu yaptığı. 
Bu arada üç erkek çita ise olanlardan habersiz kavgaya devam ediyorlar.

Seyrettiğim kısımdan çıkardığım dersler:

Ders bir: Anlaşılan “kız meselesi” sadece insana mahsus bir şey değil. Doğada başkaları da var bir kız yüzünden kıyasıya kavga eden.

Ders iki: Dişinin öldüğünden habersiz kavgaya devam eden çitaları düşününce, demek ki uğruna kavga ettiğimiz amaçları arada gözden geçirmek lazım. Amaçlarımız yerinde duruyor mu diye.

Üçüncü ders ise dişiliğine güvenip havaya girenlere: elde etmek için üç erkeğin kavga ettiği dişiliğiniz,  dördüncü bir erkek için hiç de önemli olmayabilir ve bir güç gösterisine kurban gidebilir.

Son ders de kendime: Bir dakikalık bir belgeselden bu kadar ders çıkaran birinin ömrü fazla olmaz. Kasmayıp hayatı akışına bırakmak lazım!

EN EKONOMİK EVLİLİK MODELİ


-Alo,…mısın?

-Tabi.

-Diyorum ki …

-Haklısın.

-… mı?

-Olur.

Sonuç: telefon masrafından tasarruf.
***
-Sömestr tatilinde Uludağ’a gidelim mi?

-Orası soğuk olur!

-Bu yaz Kaş’a ne dersin?

-Çok sıcak oluyor orası.

-Bu akşam dışarıda yiyelim mi?

-Kim bilir ne yedirecekler bize, evde kahvaltı yaparız olur-biter!

-Hafta sonu bir yere mi gitsek?

-Benzine zam geldi duymadın mı?

-Yeni elbise mi alsan?

-İdare ediyor şimdilik.

Sonuç: Masraflardan tasarruf.
***
Bu şekilde mutsuz geçen bir ömrün sonunda, gülümsemeyen ağız ve göz kenarının kırışmaması sonucu estetik ameliyatı masrafından yapılan büyük tasarruf!

BÜYÜK TARTIŞMA: KEDİ Mİ KÖPEK Mİ?


Entelektüellik ve kedi severlik arasında bir bağ olduğuna inanır oldum ,hatta kedi severlerle köpek severleri kişilik olarak ayırdım. 
Kedi kitapların arasında dolanır,kucağa kıvrılır.Biraz da yalnızların,belki evde çok vakit geçirenlerin hayvanıdır.

Köpek dışa dönüklük gerektirir, biraz da para,büyük araba. Kedi garibanların,küçük evlerin hayvanı;köpek,büyük evlerin,sosyete işi .
Ayrıca kedi kişiliklidir,kimseye tapınmaz ve kedi severler de buna saygı duyar,çünkü onlar da öyledir.
Köpek severler gücü sever,o koca köpeğin ona kul köle olması egosuna iyi gelir,o da öyle bir ortamdan gelmiştir çünkü.Koca bir köpeği tasmayla gezdirmek,o iri hayvanın gücüyle gerim gerim kasılmak,etrafa egom havada bakışı atmak,sonra o iri hayvanı yüksek ses ve sert bir komutla yere oturtmak,ego severliktir.
Kediye zorla bir şey yaptıramazsın,zorlarsan şayet yüzünü gözünü tırmalar.O isterse onu sevebilirsin.
Bir de kadınların süs köpekleri var ki,o da ayrı bir dert.Yarım kalmış yaralı ruhların köpeklerdir onlar.Bizler de yaralıyız,yaralı olmayan mı var?Ama biliriz neremiz acı,nerede yara ve gerektiğinde kendimiz oluruz kendimize merhem,en kötüsü de bilmemektir.Kişiliğin bu yaradan öte bir yerde takılıp kalmasıdır.Büyüyememektir.Çocuk kalmaksa konu; alasını yaparız,ama önce büyür sonra çocukluğumuza döneriz.En acıklısı büyüyememektir,orada kalmaktır.İşte o zaman o ruh,o bedende eğreti durur,yakışmaz.Ve elinde bir süs köpeği ile çocuk bir ruh yaşlı bir bedende komikten öte,zavallı durur.
Köpek sever daha az insan severdir.Çünkü insanlardan köpek gibi kölelik görmezler.Bak,'köpek bile daha insan derler,ama kedi severler insanı zaaflarıyla kabul ederler.Bundan dolayı her şeyin farkında olmakla beraber, muhalif tutumlarına rağmen daha barışçıl havaları vardır daha munis. . ( bu bir genellemedir hatta kişisel görüş, yazdığım gibi olmayan nice köpek sever insan olduğunu tahmin edebilirim, onun için ‘’ vay efendim köpekleri şöyle severim böyle severim ne alaka, benim egom iyidir …’’ anlatmayın aaa parantez çok uzadı uzatmayın rica ederim kapatıyorum paranteziiii ve kapadım)
Köpek sahiplerinde sıkça kullanılan ‘’ yakala Rex, getir Rex ‘’ gibi emirleri göremezsiniz. Kedilerine emretseler bile kedi onları sallamaz çünkü kedidir evin efendisi.

Not:Yazının sadece başlığı bana ait. Yazıyı "köpek severlerden" gizlenen adı bende SAKlı bir arkadaşım kaleme aldı.

YAŞAMIN İÇİNDE OLMAK


Toplum ikiye ayrılır, yaşamın içinde olanlar ve seyredenler. Bunu en bariz şekilde düğünlerde görürüz. Pistte oynayan, eğlenen, düğünün tadını çıkaran/hakkını verenler ve onları seyredenler.

Yaşamın diğer alanlarında da öyledir fakat düğün kadar yakın değildir pisttekilerle onları seyredenler. Örneğin televizyondaki magazin programını seyredenlerle programdakiler o kadar yakın değildir birbirine. Ekrandakilerin her zaman seyirci olma olasılığı varsa da seyredenlerin ekranda gördüklerini yapma olanakları yoktur çoğu zaman.

Fakat zorunluluklar dışında da yine de çekingendir insanoğlu. Genelde seyretmeyi sever. Ben de ömrümün bir bölümünü hem zorunluluktan hem de çekingenlikten seyirci olarak geçirdim. Hala düğünlerde seyirci olmayı tercih etsem de hayatın diğer alanlarında oyuncu olmayı seçiyorum.

Blog açmak, sosyal medyada bir şeyler paylaşmak veya gerektiğinde toplum önünde konuşmaktan, görüşlerimi açıklamaktan çekinmem. Seyirci kaldığım günlerin acısını çıkarmak istediğimden olsa gerek hiçbir eleştiri, engelleme de beni alıkoyamaz yolumdan.

Eh madem seyirci olmayı bıraktım oyunculuğu seçtim, o halde “neden ben de katılmayayım” diyerek geçen yıl Bumerang ödüllerine aday oldum fakat kazanamadım. Bu sene de yine katıldım. Hem de yaşamım boyunca beni tarif etmeyen “çalışkan” kelimesinin geçtiği “En Çalışkan Blog” kategorisinde.

Ama iş olsun diye değil. Gerçekten de blog yazmayı seviyorum o nedenle de başkalarını bilmem ama kendimi gerçekten çalışkan gördüğüm için.

Evet, başvurumu yaptım. Hem bunca yazdığım paylaştığım şeyler için hem de yaşamım boyu asla duyamadığım “çalışkan” unvanını almak için. Neden olmasın?

Oy vermek için:

KARPUZ-PEYNİR YENMEMİŞ BİR HAYAT


-Kapitalizm önce beni şişmanlatacak ki sonra zayıflama ürünleri satabilsin!

Bu konuda duyduğum ve tek doğru olarak kabul ettiğim cümleyi bir akademisyen söylemişti. 

Evet, Kapitalizm önce insanları hızlı beslenme ürünleri ile şişmanlatmış sonra da zayıflatacaktı. Böylelikle hep şişmanlatırken hem de zayıflatırken para kazanacaktı.

Benim açımdan hesap basitti; vücuda iki girip bir çıkınca biri vücutta kalıyor kilo yapıyordu. Bir girip iki çıkarsa insan zayıflar, giren-çıkan eşit olursa da kilosu değişmezdi. 

Bu nedenle de ne yememi kestim ne de zayıflama çabasına girdim. Kiloyu bir ara halledilecek bir sorun olarak gördüm. Ege mutfağı ile beslendiğim, genetik mirasım da fena olmadığından ne kendimi kısıtladım ne de bu meseleye uzun uzadıya kafa yordum. Hatta çektiğim güzel fotoğraflarını paylaşarak insanları da yemeğe, hayatın nimetlerinden faydalanmaya çağırdım. Babasını erken yaşta kaybetmiş bir arkadaşımın sağlıklı ve uzun yaşam konusunda yıllar süren çabasını da hep bir tebessümle izledim.

Benim kısa süreli, gelip geçici olduğunu düşündüğüm sorun giderek büyüdü. Bu konuda televizyondaki uzman görüşleri, yazılan kitaplar, gazete haberleri vs. toplumun her kesiminin ilgisini çekmeye başladı. Ev gezmelerinde, işyerlerinde ve evlerde artık başka bir şey konuşulmaz oldu. Evine gelen misafiri daha kapıda tartan ev sahipleri gördüm ben. Düşünün artık gerisini.

Geçen okuduğum bir habere göre ebeveynlerin sağlıklı yaşam çabası nedeniyle sağlıksız bir nesil yetişmekteymiş. Büyüklerin diyeti yüzünden çocuklar yeterince beslenemiyormuş. 

Bir yandan da gizlice kullanılan bitkisel zayıflama ürünleri yüzünden ölümler yaşanmaya başladı.

Bu arada, yaşamda lezzetli, tatlı ve güzel olan ne varsa sakıncalı hale geldi. Artık birine bir şey ikram etmek öldürmeye tam teşebbüs haline geldi neredeyse. Yemeğin yağı, çayın demi, yoğurdun kaymağı, peynirin yağlısı vs.

Son duyumlarıma göre iş süte kadar gelmiş. Çin diyetine göre çok zararlıymış süt. Düşünebiliyor musunuz yıllarca sür içirerek kendi ellerimizle çocuklarımızı öldürmeye çalışıyormuşuz meğer. 

Tam ben buna alışmaya hazırlanırken karpuz-peynirin de sakıncalı olduğunu öğrendim. Geçen gün işyerine ziyarete gelen arkadaşıma sordum bunu. Sütün zararı konusunda ısrar eden arkadaşım, karpuz-peynir konusunda da ligth peynirle az miktarda karpuza izin verebildi ancak.

Korkarım yakında oksijenin de zararlı olduğu ortaya çıkacak. Hapla beslenen maskeyle dolaşan sağlıklı insanların yaşadığı bir yer haline gelecek dünyamız. 

Ben ise hala aynı yerimdeyim; bir yaz gününde, soğuk bir karpuzla peynirin birlikte yenmediği uzun ve sağlıklı bir yaşamı ben ne edeyim?

KEDİ SEVEN ERKEK AZ BULUNUR!


-Hamza’nın Facebook’taki profil fotoğrafını gördün mü? Bu fotoğrafla çok ekmek yer sanal alemde!

Bunu o kadar çok insandan duydum ki sonunda dayanamadım ben de baktım. Aslında fotoğrafta bir anormallik yok. Bir eliyle kucakladığı kedinin tüylerini diğer eliyle okşayarak poz vermiş bir adam. Fotoğrafı ilginç kılan, yıllardır meymemetsiz bir suratla gördüğümüz kompleksli, kaprisli, geçimsiz Hamza’nın kediyle çekilmiş fotoğrafı ile sanal alemde yeni bir imaj yaratma çabasıydı sanırım.

Oysa bunda şaşılacak bir şey yok. Zira sanal aleme giren hemen hemen herkes hayvan seviyor, kitap okuyor, şiirler yazıyor, özlü sözler söylüyor ve romantik şarkılar dinliyordu. Hayvanlara mesafeli olanların, yerlere tükürenlerin ve bilumum magandaların sanal aleme girişi yasaktı anlaşılan.

Ve anladım ki benim gibi misafirlikte üzerine kedi atlayan, köpeklerin anında hırladıkları, hayvanlarla bir fotoğraf çekimi dahi yakınlık kuramayan bir adama bu alemde yer yoktu. O nedenle ben de kendimi yazı yazmaya vurdum, iyi de yaptım sanırım.

Tabi ki sanal alemdeki hayvan severlerin hepsi Hamza gibi imaj peşinde değil. İçlerinde gerçekten insan ve hayvan sevgisi barındıranlar da var. Ama bunların büyük bir bölümü kadın. Erkeklerden çok az var .

İşte geçenlerde böyle bir erkekle arkadaş olan ve ondan ayrılma kararı alan kız arkadaşımı uyardım bu nedenle:

-Bu devirde kedi seven erkek çok az bulunur, aman kıymetini bil!