EV ALMA, SAHİBİNİ AL!





Atasözlerine kafayı taktım. Ev alma komşu al sözünü kim söyletti bilemem, bizim derdimiz ev sahibi-nin kadın olanı. Bir öğrenci evine dördüncü olarak girdim. Sınavsız ama torpille. Yatılı okul arkadaşımın abisi evde kalanlardan. Sınıf tahtasına adımı yazarak buldu beni ve bizzat transfer teklif etti. Transfer ücreti yoktu. Ama ayni olarak her şey hazırdı. Ben yorgan getirdim sadece.

Evde dört kişiyiz. İkisi dördüncü sınıf, beni transfer eden üç. Dörtler ayrı odalarda kalıyor, biz aynı odada. Düzen kuruldu. Daha doğrusu evin bir düzeni vardı zaten, ben adapte oldum .

Sistem güzel işliyor. Her gün bir kişi nöbetçi.Yemek, bulaşık ve çay. Hepsi bir kişiye ait. Sonra üç gün dinlenme. Kimi eleştiriyor, bu kadar katı kuralcı olmayı. Medeni insanlar ne yapacağını bilirmiş, kural zoruyla yapmak ayıpmış. Bize göre ortada ayıp yoktu. Önemli olan sonuçtu. Evde düzenli yemek pişmesi, bulaşıkların yıkanması ve çay demlenmesi. Bunlar gönüllü yapılacak şeyler değildi. Kural gereği yapılmasında da bir ayıp yoktu önemli olan yapılmasıydı. Haftasonları güveç, balık gibi detaylı uğraş gerektiren yemekler bile yapıyor, misafir kabul ediyorduk.

Herşey iyi gidiyordu. İyi gitmeyen ev sahibi ile ilişkilerdi. Daha doğrusu ev sahibinin karısıydı sorun. Bize göre bir sorun yoktu. Kiramızı ödüyorduk. Anormal bir davranışımız da yoktu. Evet eve gelen-giden çoktu ancak fazla gürültü yapmamaya dikkat ediyorduk.

Ev Sahibinin kocası hemen hemen her gün kahveden dönerken uğrayıp biraz oturuyordu.

-N’apisiniz be ya?

-Oturuyeriz be Sal’aga!

Günlük konuşmamızın bir parçası halini almıştı bu.

Karısı, girdiğimizden onbeş gün sonra çıkın evimden, dedi ve iki yıl boyunca da bu görüşünde ısrar etti. Gerekçesi gürültü, gelen-giden. Ama bir gün itiraf etti:

-Benim eve niye kimse gelip-gitmiyor?

Sonradan ülkemizin ender yetiştirdiği yöneticilerden olacak olan arkadaş yapıştırdı yanıtı:

-İyi bir karı olsan sana da olur gelen-giden!

Gerçekten de yoktu. İki katlı bir evdi kaldığımız ev. Bize gelenler dışında görmedik kimseyi eve gelen-giden. Çocuklarını bile neredeyse.

Eve gelen arkadaşları da uyarıyorduk, aman ev sahibi!

Ev Sahibinin oyuncağı olmuştuk artık. Günlerce su kesiliyor, her taraf bulaşık. Zilimiz çalıyor, açık çeşmelerinizi kapatın suyu açacağım. Meğer ev sahibi kesmiş. Su kesildi mi koşuyoruz hemen vanayı açmaya.

Bir gün nöbetçiyim, yemek yapıyorum. Holde teyp çalıyor. Birden ses kesildi. Daire kapısını açtım, baktım kadın yukarı çıkıyor. Şalteri indirmiş, hemen açtım başladı müzik sesi. Döndü geriye, sigortamızı söktü, elleri belinde gülerek bakıyor. Ben de hemen onların sigortasını söktüm bizimkine taktım. Kadın bu sefer o sigortayı da söktü, kendini de elektriksiz bırakarak elinde sigorta, merdivenleri çıkmaya başladı. Baktım orada bir sigorta daha var, söktüm onu taktım bizim sigortaya. Teypten gelen müzik sesi merdivenlerden zafer kazanmış edayla çıkmakta olan kadına ulaştı. Ben bir yandan sigortayı sıkmaya devam ederken gülerek kadına bakıyordum.

Kadın birden geriye döndü. Merdiven altından kaptığı odunu bütün gücüyle hala sigortayı sıkmakta olan koluma indirdi. Sonra da elektrik cezasından vazgeçerek evine girdi. Polis karakoluna şikayet ettiysek de sonuç alamadık. Bir kadından dayak yediğini iddia eden dört erkeğe inanmadı polisler ya da inansalar bile ayıpladılar bizi.

Bir başka gün misafirleri evlerine bırakmaktan dönen ev arkadaşlarımız zile bastılar. O günlerde de anahtar olduğu halde zile basarak kapı açtırma modaydı bizim evde. Biz camdan gördük arkadaşlar olduğunu açmadık, anahtarınızla açın kapıyı dedik.

Onlar da dış kapının kilidi değişmiş açamıyoruz dediler, fakat biz inanmadık. Gecenin onikisinde kim kilitle uğraşacaktı biz evdeyken? Israr edilince baktık doğru. Apartman kapısının kilidi değişmişti, sabah hepimiz okula gidince artık evimize giremeyecektik. Ev sahibine sorduk; kilidi kendisinin değiştirdiğini, evden çıkmamız gerektiğini söyledi. Yeni kilidin anahtarlarını da vermedi.

Bütün gece çare düşündükten sonra sabah bulduk, dış kapıyı söktük ve daire holüne dayadık. Okulumuza gittik. Akşam eve döndüğümüzde ev sahibimiz elinde eski kilitle kapımıza dayandı. Bir daha böyle bir şey yapmayacağına yemin ettikten sonra verdik dış kapıyı. Merdiven altındaki bisikletleri ve odunları açıkta kalmıştı biz dış kapıyı sökünce.

Kaldığımız iki yıl boyunca bu ev sahibi ile kavgalarımız devam etti. Bir gün jandarmadan bir çağrı aldık. Jandarma Komutanlığından çağırıyorlardı bizi. Korku içinde gittik komutanlığa. Baktık ev sahibi karı-koca tam kadro karakoldalar. Komutan sert bir şekilde baktı bize. Bıyıklı olduğu için nispeten bizden yaşlı görünen arkadaşı gözüne kestirdi:

-Hep senin başının altından çıkıyor bunlar, diye bağırdı.

Suçumuz büyüktü. Gürültü yapıyorduk, eve gelen-giden çoktu. Komutan keskin bakışlarla hepimizi süzüyor, bıyıklı arkadaşa yükleniyordu. Okumaya mı gelmiştik, dalga geçmeye mi? Ailelerimiz ve ülke bizden ne bekliyor, biz ne yapıyorduk?

Ev Sahibi kadın çok memnundu bu manzaradan, sonumuz gelmişti artık. Komutan birden kocasına döndü:

-Karına sahip ol, bir daha bu çocukları rahatsız ederseniz atarım sizi içeri, dedi.

Sonra da bize döndü gülümseyerek:

-Az gürültü yapın ama çok çalışın, sizi rahatsız ederlerse de bana gelin, dedi.

HAYATIN YÜKÜ, BİLMENİN AĞIRLIĞI


Her şeyi bilmek, görmek iyi mi? İsteyen için iyidir, benim içinse yüktür. Zaten bilmek de istemem. Ben istediğim merak ettiğim konuları bilmek isterim. Bilgi açlığım vardır ve yoğun bir şekilde gidermek isterim. Fakat bilmek istemediğim, merak etmediğim, hafızama yük olarak gördüğüm bilgiler de vardır.

Doğru dürüst dinlemem bile. Beynim iter, kaydetmez. Fakat nedendir bilinmez insanlar da özellikle bana anlatmak isterler. Beynime teperler adeta bilgileri. Bazılarında ise beynim ne yapacağını bilemez. Bir yanı istemezken bir yanı da bunu insanlığa anlatmak için kaydetmen lazım der.

Evet, yüküm ağırdır benim. Kafasında dört romanla dolaşan kaç kişi var ki tanıdığınız? Geçen yıldan beri yazmaya başladım da bir kısım hikayeleri, yüküm azaldı fakat hala çok ağır yüküm. Bir yılda iki yüze yakın yazıyı nasıl yazabildim? Daha önce yazılmış halde beynimde tuttuğum için.

Özellikle mesleki konularda yazmıyorum, yazdıklarımı da yayınlamıyorum. Etik bulmuyorum yazmayı, mesleğimi icra ederken. Sonra belki. Fakat bazıları var ki elimden beynimden kaçıyor. Okuyan affetsin?

-Beyim o karpuz kabak çıkmasaydı görevden alınmayacaktım. Diğer altı tanesi de!

İnsanlar derdini kime, neden anlatır, bilmiyorum. Ben anlatılan kişiyim devamlı. Ne buluyorsa insanlar bende, hemen başlıyorlar derdini dökmeye. Şikayetim yok dinlemekten de yardımcı olamamak üzüyor insanı. Bir yük oluyor. Biliyorsun ve bir şey yapamıyorsun. Kendime haksızlık etmeyeyim. Bir şey yapabildiklerim dertler de oldu ama çoğunluk bana yük olarak kaldı. Bir ara çok yoğundu, hatta üç rakamlı bir “alo erkan” hattı kurmayı bile düşünmüştüm. Şu sıralar azaldı başvurular, ya dinlemekten bıkkınlığım yüzüme vurdu ya da insanlar baktılar ki bana anlatmak çözmüyor sorunlarını, vazgeçtiler anlatmaktan.

Evet, bir fabrika müdürü görevden alınmış. Kabahati karpuzun kabak çıkmasında buluyor. Yani beyin bu bilgiyi kaydetmesin de ne yapsın?

Kamu kurumlarının sosyal tesisleri vardır. Yöneticilerin görevleri gereği yönetmek zorunda oldukları asli işleri vardır bir de varsa eğer kurumlarının sosyal tesisleri vardır. Kurumu yönetmek kolaydır da sosyal tesisi yönetmek en zorudur.

Örneğimizdeki fabrika müdürü, kimya mühendisi, konusuna vakıf, bilgili, tecrübeli biri. O nedenledir ki kurumunun en önemli fabrikasına müdür yapılmıştır. Fabrikaya da sözde personel için bir sosyal tesis yapılmıştır. Orduevi, polisevi ve öğretmenevi gibi.

Müdür için en kolay iş fabrika yönetmektir. İlim, fen neyi gerektiriyorsa onu yapar geçer. Sonuç iyi olmazsa da bedelini öder. Bilir hiç olmazsa hatasını.

Sosyal tesis yönetmek ise en zor iştir. Bir defa konu uzmanlık alanı dışındadır. Hayır, uzmanlık derken bir turizm uzmanlığından bahsetmiyoruz. Sosyal tesis yönetmek, orada gelen personel, üst düzey yönetici, kurum dışı mülki erkan, milletvekili ve hatta bakan ağırladığı için bu insanların nelerden hoşlandıklarını bilmeyi gerektir ve bu da dünyanın en zor işidir.

“Müdür bana daire başkanı olduğumu hissettirmedi hiç”. Evet, bu cümle özetler her şeyi. Turizm sektöründe belli standartlar vardır. Yıldızla belirlenmiş standartları yerine getirirseniz işiniz kolaydır. Sosyal tesiste ise hem standartları yerine getireceksiniz ve bunu da hiyerarşik olarak yerine getireceksiniz.

Bu konuda anlatacaklarımı başka yazılara bırakıp kabak karpuzla müdürün görevden alınma hikayesine geri dönelim.

Bu ülkenin kırk milyar doları soyuldu, on yıl içinde. Nasıl soyuldu, neden soyuldu, ileride herkes eteğindeki taşları dökecek. Soyulurken kimse fark edemedi. Oysa şöyle soyuldu; tanıdık müteahhide iş vereceksiniz. Bunun için bir müteahhit, bir siyasi kişi (hem işin önündeki engelleri temizleyecek hem de işe uygun adam tayin edecek) ve bir de her şeye evet diyecek yönetici lazım. Yönetici yazıyor bize şu yapılması lazım, siyasi ve müteahhit gerisini hallediyor. Eğer yönetici hayır derse, evet diyen bulunup tayin ediliyor yerine. Bence mesele bu, fakat iş başına gelen de dinleyen de çok komplocu buluyor bu görüşümü. İleride belli olur tabi ki kim komplocu.

Efendim, şimdi müdürün işinde bir problem, başarısızlığı yok. Fakat yapılması düşünülen modernizasyonu gereksiz buluyor. Büyük bir kısmını kendisi yapmış zaten. O kadar parayı çöpe atamam, diyor.

Müdürün oradan alınıp projeye karşı çıkmayan birinin atanması gerekiyor. Müdür, alındıktan sonra dava açıp geri dönene kadar işlem tamamlanıyor zaten. Eğer tamamlanamamışsa bir defa daha alınıyor ve iş tamamlanıyor. İş bitmediği için yedi defa görevden alınan müdür biliyorum.

Evet, müdürün görevden alınması lazım. Bunun için de bahane lazım. Bakan Bey, sosyal tesisin müdavimi. Seçmenlerini, arkadaşlarını burada ağırlıyor. Mecliste de var lokanta ancak o buranın tek hakimi. O nedenle tercih ediyor.

Müdürü görevden alacak bahane yok. Derken bahane geliyor. Bakan Beye getirilen karpuz kabak oysa eldeki en iyisi konmuş önüne. Çağırıyor müdürü:

-Bu ne böyle, özellikle mi yapıyorsunuz?

Müdür Bey telaşla emrediyor, başka karpuz getiriyorlar. Peş peşe getirilen karpuzların hepsi de kabak çıkıyor. Ertesi günü de müdür bey görevden alınıyor. Başka bir müdür atanıyor fabrikaya.

Ben müdür beye görevden alınmasının bence nedenlerini anlatmaya çalışsam da o inanmıyor, belki de hala söyleniyor:

-Ah o karpuzlar kabak çıkmasaydı!

İŞE YARADI MI BARİ?


Ülke krizde, bir sabah bir baktık ki televizyonda alışkın olmadığımız görüntüler. Bir bakan Uno marka kendi arabasıyla makamına geliyor. Bir başka bakanımız ise o da kendi kullandığı cipiyle geldi. Bunu diğerleri de izledi.



Amaç, herhalde vatandaşımız kemer sıkıyor, bizde sıkıyoruz demek. Bakanlarımız lüks makam arabalarını, koruma ve şoförlerini bırakmışlar tasarruf ediyorlar bizim gibi.



Bir başka gün ise baktım bu partinin bakanları (koalisyon hükümetiydi) her sabah başbakanlığa gelen genel başkanlarını karşılıyorlar. Şoförden, arabadan ve korumadan tasarruf ama memlekete hizmetle geçmesi gereken zamanı genel başkanı karşılayarak israf.



Bir başka gece, televizyonda, daha önce konutu tuttuğu takımın bayrakları ile donatan başbakanın oğlu. Takımı şampiyon olmuş, bir spor programında yorumcularla birlikte şampiyonluğu yorumluyor.



Gece yarısına doğru başbakan yayına bağlanıyor. “Artık geç oldu, yarın okulu da var, oğlum eve dönsün artık”.



Yani hem oğlu takım tutan, kutlayan bir başbakanımız var. Hem de oğlu gece eve geç kalmasın diye canlı yayına bağlanan sorumlu bir baba.



Oysa, “oğlum, hadi konutu takımın bayrakları ile donattın, tamam. Tutulan mikrofona da duygularını dile getirdin, o da kabul. Fakat senin ne işin var bir sürü yorumcu arasında, gece yarısı” demesi gerekmez miydi?



Bütün bunlar anladığım kadarıyla bir imaj çalışması. Halka şirin görünme, senin gibiyiz, senden biriyiz, demek.



Benim merak ettiğim, bu parti müteakip seçimlerde yüzde bir civarında oy aldı. Önceki oylarından bir hayli düşük.



Bir değerlendirme yapıldı mı acaba? Bunları yapmasaydık yüzde yarım oy alırdık, tabi ki faydası oldu veya bunları yapmasak halkı aptal yerine koymasak belki daha çok oy alırdık. Hangisi doğru, biri söylese de aydınlansak.

YENİ ASİLZADELER


Bu yukarılarda nasıl bilmiyorum. Üst mevkilerdekilerin birbirine hitabı, yaşayış şekli, günlük yaşam. Mutlaka bizden farklıdır. Aynı olacak olduktan sonra ne anlamı var makam mevki sahibi olmanın.

Okuduğum anı kitaplarında da fazla detay yok. Daha doğrusu merak ettiğim konularda yok. Fakat okuduğumuz kitaplardan öğrendik ana-babaya "siz" diye hitap edildiğini. Daha ziyade asilzade ve paşazade konaklarında.

Öğrencilik yıllarında çalıştığımız otelde arkadaşım duymuş: otelin sahibi baba ve oğul birbirlerine "bey" diye hitap ediyorlarmış. Asilzadeleri anlatan romanlardaki gibi. Bir gün, oğul gittiği Viyana'dan geç dönünce şahit olduğumuz konuşma ise içimizi rahatlattı:

-Hoşgeldiniz Erdal Bey, umarım iyi geçmiştir seyahatiniz. Fakat  ...na goyarım ben böyle gezinin, burda işler yüzüstü kaldı lan!  

Evet, birbirlerine "siz" deseler de bizim gibi insanlardı bunlar. Şu sövüşteki asalete bakın.

Daha sonraları da gördüm, makam, mevki ve para sahibi insanların bize uymayan hitaplarını:

-Müdür Beye perdeleri değiştirelim diyorum, ikna edemiyorum.

-Paşamız çorbaya tuz attırmaz hiç.

Fakat bir tanıdıklarımız vardı ki asla vazgeçmediler:

-Hasan Bey çayı nerede alırlar?

-Balkonda lütfen, Melahat Hanım.

-Hasan Bey, sehpayı kenara çekmeniz mümkün mü?

-Tabi ki Melahat Hanım, ne demek.

Yani, evet varlıklılar biraz, bizden farklılar. Bunu biliyoruz. Ev ve araba bizimkilerden çok fazla o da kabul. Fakat burada asıl rahatsız edici olan, karı-koca birbirine "bey-hanım" diye hitap edince kendinizi çok aşağılarda hissetmeniz. Biz   alt tabaka olarak birbirimize sadece küçük adımızla hitap ediyoruz.

İkinci rahatsız edici ve beni doğrudan ilgilendireni ise böyle hitap eden kadınların kocalarını yüceltmesidir. Alt tarafı kocasına "çay istiyor musun" diye soracak ama öyle bir soruyor ki sanki adam tahttan yeni inmiş de bizim mahalleye taşınmış gibi:

-Hasan Bey çayı nerede alırlar?

O sırada eşim bana seslendi:

-Erkan, bana şekeri uzatır mısın?

Patladım birden:

-Ne biçim hitap ediyorsun devletin koskoca başmüfettişine? Komşularımızdan feyz al biraz, bir daha bana sen diye hitap ettiğini görmeyeyim.

O günden sonra komşularımız bildiğimiz insanlara dönüştüler ve bir daha birbirlerine "siz" diye hitap etmediler. 


FARSAK ALİ


Dedem, Aydın-Germencik Dampınar Köyünden Ali KAYA.

Çocukluğumuzda onun hikayelerini çok dinledik fakat not alma-kaydetme olanağımız olmadı. Anlattığına göre Demirci Mehmet Efe'nin kızanlarından Ali Çavuş olarak anılırmış. Sonraları köydeki lakabı Farsak Ali. 23 Nisan 1977'de kaybettik kendisini.

 Dört eşi onaltı çocuğu ve sayamadığımız kadar torunu var. Aşağıda çocukları ve torunlarından bir bölümü 1973 yılındaki Torunu Ali KAYA'nın sünnet düğününde görülmektedir. İleride kendisi hakkında daha detaylı bilgiler vermeyi umuyorum.



CİN GÖRDÜM AMA ÇARPILMADIM!



Bizim zamanımızda ne çoktu; cin, şeytan hikayeleri. Şimdiki nesil çok şanslı. Medyanın ana kuralı görüntü yoksa haber yok. O nedenle yeni nesilde bu tür hikayeler yok, olsa da inandırıcı değil.



Burada söz konusu olan cin, şeytan hikayelerinin dinde belirtilen anlamı da yok zaten. Hep efsane. Şu komşuya görünmüş, bu gece mezarlıktan geçerken, türü.

Dert varsa tabi ki çaresi de var. Şimdiki gibi gizli kameralara yakalanma riski de olmadığından sayıları da fazla. Yılan akrep ısırmışsa gidilecek hoca ayrı, çocuğun olmuyorsa ayrı, cin çıkarma ayrı.

Benim de var öyle bir maceram, istem dışı. Bir komşumuz vardı. Ağır bir işten emekli olduktan sonra bir türlü hastalıktan kurtulamadı. Doktor doktor gezdikten sonra çözüm bulunamayınca hocalar gezilmeye başlanmış ve bir hoca adama ilaç yapıldığı teşhisini koymuş.

Adamın bir torunu olmuştu. Adını ne koyalım tartışması gelin ve kaynana arasında geçmesine karşın gelinin yaptırdığı ilacın adama isabet ettiği düşünülüyordu. Komşu oğlunun polis olması nedeniyle yılda bir defa izinlerde görüşen gelinle kaynananın kavgası şiddetli geçiyordu ve bunu hoca temizlerdi. Altlı-üstlü otursalar nasıl bir kavga olacaktı kim bilir. (Geçen merak ettim sordum komşu kızına; yeğeni otuzbeşini geçmiş evlenmiş, annesi de vefat etmiş, hasta olan baba sağ ancak kavga nedeniyle hala görüşülmüyormuş gelinle)

Benim konuya dahil olmam, hocanın on yaşlarında bir erkek çocukla yirmi yaşlarında iki kızı yapılan ilacı bulmak üzere istemesi nedeniyle oldu. Ben, ablam ve ablamın arkadaşı olan komşu kızı bulacaktık yapılan ilacı.

Gittiğimiz ev bir başka ilçenin bir köyündeydi. Arabayla götürüldük, ailenin damadı tarafından. Hocamızın evi köy evi olduğundan kabul salonu evin hayat denilen giriş kısmı, sekreteri ise sanırım eşi olan köylü bir kadındı. İçeridekilerin çıkmasını müteakip biz girdik içeriye.



Yer minderleri, etrafında saman yastıklar ve yerde kilimden oluşan bildik bir köy eviydi. Ocağın yanında oturan sakallı hocamız, ilacı bulma heyeti olan bizleri yanına buyur etti. Ben ve komşumuzun kızı önde, ablam ise bizim arkamızdaydı. Hoca not kağıdı büyüklüğünde iki kağıt uzattı bize ve hangisi daha temiz diye sordu. Birini seçtik. Ve kesinlikle kağıttan başımızı çevirmememizi istedi.

Hoca başladı konuşmaya:



-Çocuklar elinizdeki kağıtta şimdi cinleri göreceksiniz, üç tane, Bayram Ali, Hacı Ali ve hatırlamadığım bir isim. Üçü bir masada oturacak, kahve içecekler. Ortadakinin şapkasında ay yıldız olacak.

Sonra döndü onlara:



-Bayram Ali, görünün çocuklara, bir kahve söyleyin için, ay yıldızlı şapkan duruyor değil mi?

Bize:



-Gördünüz mü çocuklar?



Ablam, "ben bir şey görmüyorum" deyince sen çekil dedi hoca. Kaldık komşu kızıyla. Ben de baştan göremedim önce, fakat komşumuzun kızı eliyle kağıttan gösterince ben de gördüm cinleri. Görüntü az ve siyah beyazdı.

Hoca:

-Kaldırın kahveleri, bulun ilacı şimdi, dökün yatağı yorganı, neredeyse bulun, dedi.

Kağıtta ev göründü. Şapkası ay yıldız olan cin önden girdi eve. Girişte sol taraftaki duvara elini uzattı. Komşumuzun kızı, buldu duvarda, dedi.

Hoca:

-Bayram Ali, tekrar tekrar gösterin çocuklara, dedi cinlere. Zaten cinler bu hocadan emir alıyorlardı anlaşılan, ne dese yapıyorlardı.

Biz birkaç kere daha ilacın yerini gördük. Bayram Ali, duvara elini bir yere sokup çıkardı. Oradaydı ilaç, emin olduk.

Hoca:

-Bayram Ali, el sallayın çocuklara mendil de sallayın, dedi.

Bir baktık kağıtta üç kişi el sallıyor ve sonuncusunun elinde bir mendil. Kağıdın bir tarafından kayboldular. Görüntü siyah beyazdı ve akıcı değildi. Bir nevi güvenlik kamerası görüntüsü gibiydi.

Sonra eve döndük. Komşularımız ertesi gün başladılar çalışmalara. Evin duvarı neredeyse karış karış arandı. Sıvaları sıyrıldı duvarın içinde günlerce ilaç arandı fakat bulunamadı. Birkaç defa da beni tekrar yer göstermeye çağırdılar. Allahtan komşunun kızı da gördü de suç benim üzerimde kalmadı.

Günlerce süren aramadan bir sonuç çıkmadı, komşumuzun hastalıkları ve gelin-kaynana kavgaları yıllarca devam etti.

Yıllar sonra lisede psikoloji dersi hocamıza anlattım olayı. Meğer hoca bizi şartlandırmış. Gözümüzü kağıttan ayırmayınca bir de ne göreceğimizi hoca önceden söyleyince biz gördüğümüzü sanmışız cinleri. İlaç da ondan bulunamamış.

ERKEKLERİ DÖVDÜRMEYİN!



Araba var süren yok. Arkadaşlarda da şoför var araba yok. Arkadaşım gideceğimiz yerde. Eşi geldi, bizim arabayla gidiyoruz.

Ben öndeyim, eşim kucağında oğlum arkada. Trafik yoğun, stres had safhada. Yenge hanım da sinirli. Arabayı sıkıştıran minibüs şoförlerine el-kol işareti yapıyor. Kavga eli kulağında. Uyardım:

-Aman Ayşe Hanım, elin-kolun rahat dursun. Minibüsçü durdurursa arabayı, dayağı sen değil ben yerim.

***

Antalya'dayız. Galiba Düden Şelalesinin orada. Adam oturtmuş dört-beş deve. Eşim tam oğlumu devenin önüne durdurmuş fotoğrafını çekmek isterken sahibi uyardı:

-Deveyle gezmek yirmi lira, fotoğraf çektirmek ise iki lira!

-Gezmeyi anladık da fotoğraf çektirmek için para istemeniz çok saçma.

-Sen bu develerin ne kadar masrafı var biliyor musun? Nereden çıkacak bu masraf?

Konuşma kavgaya doğru giderken aldım otobüse götürdüm bizimkileri:

-Burası  turistik yer, adam da söylüyor bedelini, beğenmezsen çektirmezsin fotoğrafı. Elin adamına ne laf anlatıyorsun, ters bir şey söylese al sana kavga. Seni değil beni döver deveci, haberin olsun.

***

Kelebekler Vadisine doğru gidiyoruz. Teknemiz bir koya demirledi. Eşim de unutmuş kendi can yeleğimizi almayı. Didim'de can yeleği vermişlerdi teknede yüzme bilmeyenlere. Burada da istedik. Kaptan:

-Yasak, yolcu sayısı kadar yelek olmazsa ceza yiyoruz. Alan getirmiyor, o nedenle veremem!

-Çok saçma bu yaptığınız.

-Cezayı sen de yesen saçma bulmazsın.

Araya girdim:

-Tamam kardeşim, prensiplerine saygı duyuyoruz.

Döndüm eşime:

-Bu adamın bir doğrusu var ve o yerleşmiş aklına. Kendine göre nedenleri var ve de haklı. Şimdi laf uzarsa iş kavgaya gidecek, dayağı da ben yiyeceğim.

Evet, bizim erkeğimiz genelde eşini, kızkardeşini hatta anasını döver ama başka kadınlara el kaldırmaz. Gerekirse yanındaki erkeği döver ama yine de başka kadını dövmez.

Bu nedenle ve mümkünse, böyle durumlarda dayağı yiyecek olan konuşsun!

İNSANLIĞA MİRAS



Eve ne zaman elimde bir kitap veya cd ile girsem ilk iş oğluma gösteriyorum:

-Mirasıma ilave ediyorum, yaşadın!

Evet, oğluma bırakacaklarım hazır sayılır. Bol miktarda kitap, cd, bir site (Erkan'ın Yeri), biraz yazı, bir ev ve bir araba. Yükte ağır, pahada hafif. Bir keresinde, bir cd'den bir parça dinlemiştim. "Babam bana bunu bıraksa yeterdi" diye düşünmüştüm. Ben ise oğluma bunun kaç katı cd bırakıyorum. Yetmez mi? 

Evet, oğluma bırakacağım miras hazır ama insanlığa bırakacağım hazır değil henüz. Niyetim, daha ömrüm olursa insanlığa da bir şeyler bırakmak. Planım ve hayallerim çok güçlü fakat ne kadarı gerçekleşir bilemiyorum.

Bildiğim, eğer gerçek olursa bir gün, adım dünyada bir çok cami, kilise, havra ve hindu tapınağına verilir. Dünyanın her yerindeki cadde (sokak olmaz ayıp olur), park,  havaalanı gibi yerlere de adım verilir. Mezarıma dünyanın her yerinden ziyaretçi gelir. Hatta geçenlerde bu gözle bakınca Yeni Germencik Mezarlığı'nın da yetersiz kalacağına kanaat getirdim.

Hayallerimi gerçekleştirebilirsem tabi ki. Yoksa mezarlık fazla bile gelir. Germencik'ten başka bir filozof çıkana kadar.

İnsanlığa bırakmak istediğim miras, sosyal bilimlerde bazı konuların matematiksel ispatlarının olabileceği. Yani iki kere ikinin sosyal bilimlerde de dört edebileceği.

Bütün konularda olmasa bile ispat edilmiş konularda olsun insanlığın kafa yormaması. İnsanlığın bütün enerjisini diğer konulara yönlendirerek gelişmesinin hızlanması. Lüzumsuz konulara kafa yormamasını sağlamak.

Başlıyorum; nasıl matematikte sıfır toplamada, bir çarpmada etkisiz elemansa bazı insanlar da hayatta etkisiz elemandır. Faceboookta bazı fotoğraflarda isimsiz insanlar vardır. Fotoğraf çekilmiş zamanında fakat ne hikmetse yıllar sonra fotoğraftakiler bile hatırlamamaktadır bu kişileri. Kısaca etiketsiz denir böyle insanlara etiketlenememişlere. İlki bunlardır etkisiz elemanların.

İkincisi de benim gibi olanlar vardır. Fakülte dördüncü sınıftayız. Sınav sonuçlarının ilan edildiği panonun önünde ben ve dünyanın sekizinci harikası dediğimiz bir kız arkadaşımız.

-Dünya Ekonomisi birinci vize sonuçları asıldı mı panoya?

-Ne yapacaktınız?

-Notumu öğrenecekrim?

-Aaa, siz bizim sınıfta mıydınız, ilk defa görüyorum?

Evet, sınıfımız kalabalık olsa da dört yıl aynı sınıfta olduğumu farketmeyen sekizci harika için ben etkisiz eleman, o ise bizler için çarpan elemandı.

Sınıfa gireni, göreni çarpan bir kız. Yani sıfır gibi kız. Neyle toplasan etkisi olmazdı ama çarparsa sıfıra indirirdi. Sadece bizi değil hocaları da. Ömrünü formüllerden başka bir şeye bakmadan geçirmiş, profesör olduktan sonra etrafındaki güzellikleri farketmeye başlayan hocamız da sınıfa girer girmez farketmişti:

-Bugün yeni arkadaşlar var aramızda. Örneğin siz, daha önce neredeydiniz?

-Hocam alt sınıftan derslerim vardı, bugün sizi tercih ettim.

Hocamız tam anlamıyla nakavt, ağzı kulaklarında, çarpılmış vaziyette.

Evet, insanlığa ilk mirasımı bırakıyorum:

-İnsanlar ikiye ayrılır, etkisiz elemanlar, çarpan elemanlar!


GÖZLEME VE AYRANIN ZAFERİ YAKINDIR!



Sezon açıldı. Turizm nedir, diye soracak olursanız:

-Babamın canlısını kırk liraya satamadığı eşeğin maketinin elli liraya satılmasıdır, Side’de,

-Pazarda bir liraya alabileceğin lastik ayakkabıyı iki liraya kiralamaktır, Saklıkent’te,

-Çocukken incir taşırken arasından geçtiğin ve güreşirken yüzlercesini gördüğün deveyle fotoğraf çektirmek için iki lira, binmek için on lira istenmesidir Antalya’da,

-Geceliği İkiyüzseksenaltı avro yazan otelde kırk avroya kalmaktır, her yerde,

-Bir de gözleme-ayranın kola-hamburgere karşı savaşıdır,

Derim.

Evet savaş başladı. Bir yanda ülkemizi işgal eden dev reklam kampanyalı, toplum mühendisliği destekli, kapitalizmin bütün teknik ve olanaklarının kullanan kola- hamburger, diğer yanda bu işgale karşı savaş veren iptidai ve geleneksel metotlarla savaşan gözleme-ayran.

Her savaşın olduğu gibi bu savaşın da gizli kahramanları kadınlar. Nasıl ki kurtuluş savaşında İnebolu’dan Ankara’ya kağnı ile silah götürürken ölen Şerife Bacılar var ise şimdi de elinde oklava önünde sofra o sıcak havada ateşin karşısında yufka açan Nurcan Bacılar var.

Onları her turistik tesiste, yol üstü lokanta ve kahvesinde ocağın başında görürsünüz. Başörtülü, uzun kollu gömlekli ve şalvarlı bir şekilde sıcak havada ateşin başında savaşa destek olurlar. Ya da bir Göcek koyunda, sandaldaki tüplü saçta gözleme yaparken görürsünüz gezi teknelerine yanaşmış bir halde. Ya da bir Yörük çadırında.

Şair, “sırtı lacivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin zaferi için” demiş kurtuluş savaşı için. Evet bacılar, sezon açıldı, savaşınız başladı. Gazanız mübarek olsun. Saç böreği ve ayranın zaferi yakındır!

DAHİ PAZARLAMACI




Her modelin bir rengi vardır. Bu deyim arabalar için söylenir. Her modelde bir çok renk olmasına rağmen bir modele en yakışan bir renk vardır ve en çok da bu renk satılır o modelden.

Her işin de bir erbabı bir yakışanı vardır. Tanrı onları bu işi yapsın diye yaratmıştır sanki. Bir işi bir çok kişi yapar belki ama kimse onlar gibi yapamaz. O nedenle o işi kimse yapmayı aklından bile geçirmezken onlar hem o işi yaparlar hem de çok iyi yaparlar.

İş pazarlamacılık. Ben de bir ara yapmaya çalıştım. Herkesin çok başarılı olacağımı düşündüğü bu işi yapamadım. Çok deneyeni vardır bu işin. Zaten işsizliğin en fazla olduğu zamanlarda bile bulunur pazarlamacılık. Şirketler satmak üzerine kurulu olduğuna göre kim istemez malının satılmasını. Bazı firmalar her bayiye en az bir mal satarız nasılsa diye bayi yaparlar.

İşi zaten zordu. Kitap satıyordu. Belki de en zorudur kitap satmak. Zaten okuyan, kitap merakı olan az. Bir de müşterinin adım başı kitapçılardan teker teker alabileceği kitabı sen toplu olarak satacaksın ki gerçekten çok zor.

Bizim pazarlamacı kitaba meraklı olsam da şartların en müsait olmadığı bir zamanda geldi. Bir seriyi beğenmiştim ancak hem nişanlıydım hem de askere gidiyordum. Döndüğümde bile zordu almam. Kendisine anlattım durumu.



-Ne zaman bitiyor askerlik?



-Sekiz ay sonra, kısa dönem gidiyorum.



Askerden borçlu döndüm. Üzerine de evlilik hazırlıkları. Her gün bir borca giriyorum. Mobilya, beyaz eşya v.s.



Tam bu sırada geldi bizim pazarlamacı Cesur.



-Nasıl geçti askerlik?



-İyi geçti.



-Verelim o seriyi.



Ben o sırada bir tablo yapmıştım. Aşağı doğru aylar, sağa doğru borçlar. Tabloyu gösterdim. O seriyi alacağım ama görüyorsun halimi, dedim. Israr etmedi, daha sonra görüşmek temennisiyle ayrıldık.



Ben kibarca başımdan savdım derken bir yıl sonra bir telefon Cesur’dan:



-Tablonuza göre borçlarınızın hafiflemiş olması lazım, verelim o seriyi.



Ertesi güne randevu verdim. Getirdi seriyi. Tebrik ettim, bu kadar sıkı fikri takip yaptığı için.

HAYATIN TADI


Aylık yemek listesine bakarak:

-Allahım bana perşembeye kadar ömür ver. Etli nohutu yemeden alma canımı!

Ya da kaldığı otelden telefonla bir arkadaşına:

-Akşam bir nohut yedim, günlüğüne iki yüz lira deseler de helal olsun!

Diyebilmek, abartı mı, belli bir şeye olan tutku mu, yaşamdan zevk almanın ta kendisi mi?

Eskiden bir arkadaşımın lafı:

-Beyaz şarabı, yapılışındaki zorlukları düşünerek içtim, değerini bilerek!

Yıllar sonra uzmanlarından öğrendim ki, beyaz şarabın yapılışında diğerlerinden daha fazla bir zorluk yokmuş. Ama arkadaşım öyle sanarak içmiş, zevk almış, olsun. 

Bir kaç yıl önce arkadaşlarla deve güreşine gidiyoruz. Germencik'e. Ben de gitmemişim epeydir, bu sefer hem oğlumu hem de işyerinden arkadaşları götürüyorum. Bir arkadaşın Amerika'dan yeni gelmiş kardeşi ise hayret etti:

-Amerika'da erkekler "dün akşam seks shopa gittik" diye övünür, siz deve güreşine gidiyorsunuz! 

İki arabaya doluştuk, kaynanama aldırdığım yağlık da denen çemberleri dağıttım. Herkes başına bağladı ya da omzuna attı gösterdiğim şekilde. Kapıdan biletlerimizi aldık, girdik içeriye. Ben alışkın olsam da arkadaşlar için herşey yeni. Develer, deveciler, urgancılar, saha kenarına dizilmiş römorklar içinde masalarını kurmuş seyirciler, masa bulamamışlar, köftecilerin oraya oturanlar, rakı içenler, bira içenler, meşrubat içenler, erkekler, kadınlar, çocuklar kısacası herkes. Muazzam bir kalabalık. 

Biz geç kalınca güreş seyredecek yer de oturacak yer de kalmamış. Ne tribünde, ne traktör kasalarında ne de köftecilerin masalarında. Ben en azından köftecilerde yer bulur otururuz, diye düşünmüştüm. Herkes için herşey yeni fakat görebildiğimiz kadarıyla. Bir arkadaş da elini havada tutarak videosuna kaydetmeye çalışıyor, belki dönüşte televizyonda seyrederiz, diye.

Ben mahçup olduysam da arkadaşlar halinden memnundu. Güreş seyredemesek de insanlar da yeniydi onlar için, ilginçti. Hele bir adam vardı ki hepimize bir hayat dersi vermişti adeta.

Adamı ilk önce bir traktör kasasından indirilirken görmüştük. Tam traktör kasasında teşkilatını kurmuşken sahipleri gelmişti. O da yaktığı küçük mangalını, bir poşet içerisindeki tavuk kanatlarını ve pet şişe içindeki rakı-su karışımını alarak inmişti. Bu sefer de mangalın dumanı etrafı rahatsız edince oradan kovulmuştu. O ise hiç rahatsız değildi halinden. İtiraz etmeden uzaklaştı.

Biz saha kenarında dolaşmaya devam ettik. En mutlu insanlara köftecilerde rastladık. Körüklü çizme ayaklarında, yağlık başlarında, çöp şiş, rakı önlerinde. Bir yandan içiyorlar bir yandan da güreş seyrediyorlar.

Bir başka köşede ise bir yaşlı amca, zeybek oynuyor. Yeme-içme faslını bitirmiş, davul-zurna ekibini de yakalamış. Zeybek oynuyor, kendinden geçmiş bir halde. Gördüğümüz kadarıyla etrafında kimi kimsesi de yok. Kendisi için oynuyor zaten. Kimseye bir şey göstermek, ispatlamak değil derdi. Fotoğrafını çekeni yok o yüzden.

Biraz daha dolaşınca traktör kasasından kovulan adamı gördük. Bir sandalyenin üzerinde, elinde pet şişesi develere tezahürat yapıyor.

-At çengelini!

Sandalyenin yanında o küçük mangalı, sönmek üzere. Adam kanatlarını pişirmiş yemiş, içkisini içiyor, güreş seyredecek bir sandalye de bulmuş, amacını gerçekleştirmiş tek başına, daha ne istesin hayattan?

Biraz daha dolaştıktan sonra çıktık güreş alanından, gittik bir çöp şişciye, yedik-içtik, arabalarımıza binerek evimize döndük.   

Ertesi günü değerlendirme yaparken herkes o adamdan bahsediyordu. Tek başına, bir küçük mangalda pişmiş iki parça tavuk kanadını yemiş, pet şişedeki içkisini yudumlayarak bir sandalye üzerinde güreşini seyredederek mutluluğu yakalamış olan adamı. Traktör kasalarından atılmasına aldırmadan, tek başına, hayattan zevk alabilen adamdan. Başkalarının daha büyük mangalları, mangalda herşeyi pişirecek kadar parası, her türlü içkiyi barındıran barları, altın tabak, çatal bıçak takımları, hizmetçileri, arabaları, yatları ve de katları olmasına rağmen yakalayamadıkları mutluluğu o basit bir kaç şeyle yakalayabilmişti. Ya o tek başına zeybek oynayan yaşlı adam?

Evet, mutlu olmak, hayattan zevk almak için birbirini çiğneyen, habire para-pul, mal-mülk peşinde koşan insanoğlu, neden mutlu olamıyorum diyorsan git bir deve güreşine, mutluluğun nasıl yakalandığını gör.

YANLIŞ TEŞHİS


Yirmi beş yıl sonra yatılı okuldan bir arkadaşla buluşacağız. Arkadaşım bir başka şehirden geliyor ve ben onu tarif ettiği bir banka şubesinin önünde bekleyeceğim. Birbirimizi tanıyalım diye de kıyafetlerimizi, gözlük, bıyık ve saç rengi gibi bilgileri de verdik.

Randevuya gitmek üzere o taraf gittiğini öğrendiğim otobüse bindim. İnecek durağı da öğrendik mi tamamdır. Bunun için de yanımda oturandan rica ettim.

-Ben de o durakta ineceğim, dedi, yanımdaki sakallı takkeli adam, büyük bir memnuniyetle.

Anlattığım gibi oldu her şey ve ben tamamen masumum.

Sorun şurada ki; sorduğum banka bir cemaate ait olduğu söylenen bir banka, yanımdaki sakallı ve takkeli arkadaş da bu nedenle beni kendilerinden sanıyor. Yüzündeki memnuniyet ifadesi de bundan. Ben şimdiye kadar ne o bankanın içine girmişim ne de önünde randevulaşmışım. Sanıyorum arkadaşım da öyle. Sadece arkadaşımı arabayla bu şehre getirecek adamın bu bankada işi var, hepsi bu.

Yanımdaki sakallıya bankanın önünde bir arkadaşla randevum olduğunu söylesem de kıyafetim gayet memur kıyafeti olsa da anlaşılan o inanmak istediğine inanmış durumda. Ya benim nur yüzümden ya da arkadaşımın o bankanın önünde randevu vermiş olmasından olsa gerek cemaate yakın olduğumda ısrarlıydı. Yarım saatlik belediye otobüsü yolculuğuna ne konular sığdırdı şaşarsınız.

Benim ise kimsenin fikrini değiştirmeye ya da kimseyle tartışmaya niyetim olmadığından ve de bunca yıl sonra arkadaşla buluşmanın heyecanıyla yanıt vermedim, sadece dinledim.

Dediği durakta indik ve adam elimi tutarak beni karşıya geçirmeye çalıştı. Düşünün, refüjde ben ve sakallı bir adamla el ele. Trafik de yoğun, adam çekmeme rağmen elimi de bırakmıyor. Bir gören olsa anlat anlatabilirsen.

Bir yandan sakallı anlatmaya devam ediyordu, ben de dinlemeye. Yolun karşısına vardığımızda ayrılık vakti gelmişti artık. Benim bankayı sormamı şehre yabancı olmama yoran sakallı, telefonunu adresini verip benim telefonumu almaya çalışınca dayanamadım artık.

-Ben sizin sandığınız kişi değilim, bu bankaya sadece randevum olduğu için geldim, ben kamu görevlisiyim.

-Polissin yani?

Adam bunu derken kıpkırmızı kesilmişti ve sadece banka önünde işim olabileceğini ve ona hiçbir şey anlatmadığımı idrak etmişti nihayet.

Bu sefer ben de polis olmadığımı anlatmaya çalışmadım artık, yardımları için teşekkür ettim. Ayrıldık, o hala şaşkınlık içindeydi.


ETLE TIRNAK



Rivayet odur ki, ülkemize gelen yabancı heyetten biri sormuş:

-Yıllar önce babamın görevi nedeniyle Türkiye'ye geldiğimde de Demirel soyadlı biri vardı. Bu Demirel o Demirel'in nesi oluyor?

Yanıt:

-Kendisi oluyor!

Yıllarca aynı kişilerin siyasette kalmasını eleştiren güzel bir fıkradır bu. Evet, bir kısım liderler çocukluğumuzda girdiler hayatımıza ve daha yeni çıktılar ya da çıkmamak için çırpınıyorlar.

-Değişim şart!

Evet, şart. Ama ne tarafa doğru değişim. Örneğin sıkılmışsak aynı kişilerden tabi ki şart. Ama iyiye doğru. Ne yalan söyleyeyim ben şimdiden aramaya başladım eskileri.

Bir kampanya yürütülüyor. Aklımda kalan ne bir cümle var ne de güzel bir laf. Oysa, örneğin Demirel bir şey söylese, inanmasanız da yalan da olsa aklınızda kalır.Yüzünüzdeki gülümseme kazanç hanenizdedir.

Kısırlık sadece siyasi söylemlerde değil, köşe yazılarında, spor yorumunda, ülkenin belli konularında da aynı laflar. Hiç bir etkisi olmayan, klişe, öylesine söylenmiş. Sözün değeri olmayınca silah ne dediyse o kalıyor akılda.

-Etle tırnak gibiyiz, kız almışız, kız vermişiz, bölemezler!

Kız almasak da Ahlat Bastonu, Bitlis Tütünü veya Siirt Battaniyesi alsak bölebilirler mi? Ya da alıp verdiğimiz kızlar boşansa?

Yok mu bizi bir arada tutan, birleştiren başka şeyler? Oysa her gün birşeyler yaşanıyor.

-Kırk altı ruhu bana birşey anlatmıyor!

Bunu ""kırkaltı ruhunu" dilinden düşürmeyen birine söyledim. Tabi ki kırkaltıda yaşananları biliyorum, okudum. Fakat bilmekle görmek ve yaşamak aynı şeyler değil. Ben altmış ihtilalinden dört yıl sonra doğdum. Yirmiyedi mayısı bayram olarak kutladık lise ikiye kadar. O nedenle bana bir şey anlatmaz kırkaltı ruhu denmesi.

Çok partili hayat, demokrasiyi anlamak için bana başka söylemler gerek. Onun gibi, kız alıp vermek de artık birlikteliği anlatmaya yetmez. Kız almak deyimi bile söylendiği zamandaki gibi değil. Belki kadın dernekleri ve hareketleri bile karşı çıkar bu almak vermek deyimine. O nedenle başka söylemler bulmak lazım, yaşanmışlıkları anlatmak, aktarmak gerek.

Şimdi, yıllar önce kayınpederi kaybetmişiz. Evin önü kalabalık. Oradan geçmekte olan yaşlı bir adam sordu birine, öğrendi. Dosdoğru tabuta yöneldi:

-Kaldıralım bunu, günahtır!

Biraz dikkatli bakınca çıkardım yaşlı amcayı. Kayın pederimin tesadüfen yoldan geçerken tanıdığı, her yıl odunlarını böldürdüğü doğulu yaşlı amca. Kayınpederim çok severdi bu amcayı, bu yaşında çalışıyor, kimseden bir şey istemiyor, diye. İşini de çok iyi yaparmış. Çalışırken de ona çok iyi bakardı kayınpederim.

-Aman yemeğini unutmayalım. Çay yap amcaya!

Bildiğim kadarıyla cenaze ne kadar çabuk kaldırılırsa o kadar makbul. Özellikle doğuda, bu nedenle gece bile gömülür cenaze. Batıda ise namaz beklenir. Yaşlı amca o nedenle bir kaç defa daha teşebbüs etti cenazeyi götürmeye. İnançları çok güçlüydü ve kimseye de sormuyordu. Doğrudan eyleme geçiyordu. İtiraz etmesek tek başına götürecek cenazeyi camiye. Çünkü bekledikçe günahları artıyor ölen kişinin.

Doğulu Yaşlı Amca, bekledi bizimle birlikte. Öyle televizyondakiler gibi kara gözlükleri yoktu, sahte gözyaşları da, dedikodu edecek arkadaşları da, dedikodu etmeye niyeti de. Tek başına bekledi, tabutu üzüntülü bakışlarıyla süzdü:

-İyi adamdı!

Ağzından duyduğumuz tek cümle buydu. Bekleyen akrabalar ve kayınpederin kahve arkadaşları için de merak konusuydu bu amca. Evde, kahvede, pazarda birlikte gören olmamıştı.

Vakit yaklaştı. Bir doğal önderin cümlesiyle program tamamen değişti:

-Ula bi Şeref Abemizi götüremecez mi?

Kim itiraz edebilir ki? Yani bazı şeyleri herkes ister de söylemek herkesin harcı değildir. Bir arkadaşı söyledi, iyi oldu. Arabayla gitmesi planlanan cenaze eller üzerinde gitti camiye, mesafe uzak olsa da. Sonra gelip aldık, camiye götürdük arabaları.

Cenazenin eller üzerinde gitmesi şöyle; herkes iki taraftan tabutun önünden tutuyor, her gelenle birlikte arkaya düşüyor ve sıradan çıkıyor. Sonra tekrar önden sıraya giriyor. Bu durum artık kanıksanmış, yazılı olmayan bir kural, iç güdüsel olarak uygulanıyor. Doğulu yaşlı amca dışında. Amca nereli, oranın adeti gelenekleri ne bilmiyoruz. Zira amca tabutu önden tuttu, geriye doğru gitmiyor, tabutu bırakmıyor. Kalabalık alışkanlıklarının bozulmasından şaşkın, daha doğrusu bu yeni durum karşısında ne yapacağını bilemiyor.

-Amca, biraz da biz tutalım!

-Ben bırakmam, siz öbür taraftan tutun!

Alışkanlıklar tamam da amcanın yaşı gereği o kadar yolu tabut taşıyarak gitmesinden endişeye düştük. O ise kararlı, tabutu bırakmıyor.

Sonuçta bir şekilde camiye vardık. Amca, mezarlığa da geldi, sonraki dini vecibelerin yerine getirilmesinde de hep vardı. Herkesin de aklında kaldı, kayınpederimin cenazesindeki davranışları. Beni de çok düşündürmüştür. Nedir bu iki kişi arasındaki iletişim, sevgi, saygı. Bir odun kesme işi, verilen yemek, içilen çay açıklar mı bunu?

Yıllar sonra bir filmde de izledim, en azından olduğunu da biliyoruz; halkı birbirine düşüren, iç savaş çıkartan kışkırtıcıları.

Evet, bir iç savaş çıkarmaya uğraşan, bir Sabra Şatilla Katliamı yaptırmaya çalışan kışkırtıcı beyler ve onların patronları; Bosna'da komşuları birbirine kırdırmayı başarmış olabilirsiniz. Fakat burada işiniz zor. Bu kız alıp vermeyle açıklanacak bir şey değil. İnsanlar bir şekilde farklılıklarıyla yaşamayı, birbirini sevmeyi başarmışlar. Bunca gelen cenazeler ve kışkırtmalara rağmen. İşiniz zor!

LÜTFEN BANA ÇAY ISMARLAMAYIN!





-Nişanlıma ertesi akşam Karaköy İskelesinde randevu vermiştim. Randevu saatinde ben Erzurum'daydım!

Bunu söyleyen, mesleğimizin duayyenlerinden biriydi. Eğitim seminerinde bize meslekte program yapmamayı öğretiyordu. Zamanla biz de öğrendik. Yaptığımız bütün planlar, bir faks ya da bir sarı zarfla darmadağın oluyordu çünkü.

Dil kursu, ehliyet kursu, diş tedavisi gibi bir kaç ay gerektiren işlerimiz de hep yarım kalma tehlikesi atlatmıştır. Bir şekilde atlatabildik tehlikeleri, bir kısmı da kaldı artık.

Görevin uzun süreceğini, bunun bir fırsat olduğunu düşündüğümden Edirne'de yazıldım ehliyet kursuna. Bir kaç hafta gitmiştim ki bu sefer Balıkesir'e gitmem gerekti acilen. Dönüşte de sanıyorunm hafta sonu gurubuna alarak çözdüler devamsızlık problemimi.

Toplam iki aylık kursu iki gurupla gördüm. Bu nedenle zaten yabancı olduğum bu şehirde arkadaş hele hele kurs arkadaşı edinme niyetinde değildim. Nitekim öyle de oldu. Bir kaç merhabalaşma hepsi bu. Fakat direksiyon hocam hala aklımdadır ve unutulmazlarım arasındandır.

Şimdi, şartlar bu. Bir amaç var ve bir an önce bir sarı zarf, bir faks gelmeden ehliyet problemini halletmek niyetindeyim. Arkadaş da istemiyorum, sorun da, sıkıntı da. Fakat sorun ve sıkıntının hiç haberli geldiğini görmediğim için umulmadık bir zamanda geldi. Asla sıkıntı yaratmak niyetim olmadığı halde.

-Bundan iki tane mi alıyoruz?

Kursta, teneffüste çay içmişiz. Oturduğum koltuğun yanındaki sehpadan boşları alıyor çaycı. Aynı sehpada olunca çay boşları sorması doğal, uzattığım parayı alırken.

Diğer çay boşunun sahibiyle gözgöze geldik. Alma, bir tane al desem kabalık olacak, al dersem de sanki çay ısmarlayarak arkadaş edinmeye çalışıyor görüntüsü oluşacak. Teneffüslerde tek başına oturan bir ben vardım çünkü. Hem şehirde yabancı olduğumdan hem de bu guruba kursun ortasında katıldığımdan.

-Evet, iki tane al!

Sonunda kibarlığım ağır bastı ve çayı ısmarladım. Adam da biraz şaşkın itiraz etmeye çalıştıysa da çaycının bizimle uğraşacak zamanı yoktu. Adam, teşekkür ederek yanındaki arkadaşlarla sohbetine devam etti.

Hepsi, iki kursiyerden biri diğerinin çay parasını ödemiş, ikisi de erkek yani kötüye yoracak bir şey yok. Ne var bunda?

Evet, ne var bunda?

Sonraki teneffüslerde, salondaki koltuklarda herkes gelişigüzel oturduğundan o adamla yanyana ve aynı sehpada çay boşlarını bir araya getiremedik. Gelmedi daha doğrusu ve benim açımdan da gelmesi gerekmiyordu. Fakat diğer adam için öyle değildi. Bir iki günde benim biriyle muhabbet kurmak için çay ısmarlamadığım da anlaşılınca adamda illa ki bana iade yapma çabasını gördüm.

Boşuna dememişler "veren el alan elden üstündür", diye. Adam çabalıyor fakat ya bir araya gelemiyoruz ya da çaycı gelmiyor o anda ya da sehpa denk gelmiyor. Ki adam da çaktırmadan aynı şekilde iade edebilsin çay borcunu.

Çaycıya "iki tane al" derken hiç düşünememiştim böyle olacağını. Adamı sıkıntıya sokacağımı. Küçük dediğimiz şeylerin bir başkası için büyük problem olabileceğini veya iyilik olsun diye yaptığınız bir şeyin karşıyı sıkıntıya sokabileceğini de. 

Artık kursun sonuna doğru bir teneffüste adamın yanına oturabildim. Adamın nasıl bir istekle çaycıya iki çay söylediği, ödemeyi yaptıktan sonraki rahatlığı hala gözümün önündedir.

Bir defasında Kuşadası'nda iki yaşlı turist kadın kendilerine yardımcı olmaya çalışan bir arkadaşa şiddetle karşı koydular:

-Lütfen bize yardımcı olmayın!

O zaman çok yadırgamıştım bu tavırlarını. Bizde olsa kibarlık olsun diye asla yardım talebi geri çevrilmez. Çay ikramı da. Bu olaydan sonra galiba bize de lazım böyle bir şey:

-Lütfen bana çay ısmarlamayın! 

SARHOŞ BEGONYA


Yine bir atasözü: Aslan yattığı yerden belli olur. Aslanı bilmem ama öğrenci için öyle değil. Nedeni zorunlu sebepler. Bir kere bu eşyalar bizi yansıtmıyor. Kimi yansıttığı bile belli değil. Mezun olanlar kalanlara bıraktığından kimin aldığı, kimin zevki olduğu da belli değil. Uğraşsak öğreniriz belki de öyle bir derdimiz de yok zaten.

Evimizde sınırlı sayıda değişiklik yapabiliriz. Ona da arkadaşlar izin verirse, görüş birliği sağlanabilirse. Nedeni hem değişiklik yapacak kaynak yok çünkü daha acil ihtiyaçlar var hem de öğrenci evi bir geçiciliği temsil ediyor, herhangi bir değişiklik o nedenle garipseniyor.

Evdeki arkadaşlardan biriyle konuşurken onun da çiçekleri çok sevdiğini öğrendim. Zorla da olsa eve bir çiçek almaya karar verdik. Ortak paramızla bir saksı begonya aldık, küçük ve ucuz bir şey.

Eve gelince arkadaşlardan tepki alacağımızı bildiğimizden gizlice camın önüne koyduk. Ev sahibinin olduğu süsünü verecektik. Fakat kısa sürede bizim ortak çiçek aldığımız evde ve arkadaş camiasında duyuldu.

Buradaki sorun çiçek değildi. Garip olan, saçı sakalı birbirine karışmış, sürekli kahvede oyun oynayan evi ayda bir süpürülen insanların evinde çiçek bulunmasıydı. Tabi ki hemen tepkiler geldi, alaya alınmalar falan.

Arkadaşların hakkını yemeyeyim. Çiçek düşmanı değildiler, o nedenle doğrudan çiçeğe karşı bir hücum olmadı. Fakat söylemlerinden çiçek alınmasından hoşlanmadıklarını, çiçeğin yaşamaması için ellerinden geleni yapacaklarını beyan etmişlerdi. Ana kaygı ise öğrenci camiasında çiçek yetiştiren öğrenci olmak istememeleriydi. Belki de küçük begonya güzelliği sayesinde çöpe atılmaktan kurtulmuştu.

Bundan sonraki günlerde begonyamıza biraz su döksek de arkadaşların sayesinde kötü alışkanlıklar edindi. Dibine günde beş on kere çay bardağının kalan son çepelli kısmı, rakı, bira, şarap, sıcak su, soğuk su; evde sıvı namına ne varsa ve o anda ne dökülecekse begonyaya döküldü.

Bütün bu suikast girişimlerine rağmen begonyamız büyüdü, güzelleşti. O kadar güzel oldu ki solgun renklerin arasında bir yıldız gibi doğdu. Fakat zavallı begonyamız ev sahibine kira borcumuza karşı rehin kaldığı için akıbetini öğrenemedik. Ne kadar büyüdü, ne kadar yaşadı bilemiyoruz. Ama begonyayı her görüşümde, bana yaşama dair öğrettikleri aklıma gelir.

Begonya bana, her koşulda yaşama tutunmayı, yaşamın en gri anlarında yaşamın rengini, umudu ve ev sahibine rehin kalmasıyla da vefasızlığı öğretti.

HER POZİSYONA DÜDÜK ÇALABİLMEK

-Yeni devlet memuru keskin bıçak gibidir, sağa sola sürte sürte körelir.

Bu söz Aziz Nesin’in bir hikayesinden alıntıdır. Devlet Memurunun zamanla reflekslerinin azalmasını, görevini ilk zamanki heyecanla yapmamasını ifade eder.

-Madde üç boyutludur. Hayat da öyle. İlk zaman maddenin ilk boyutunu görürüz çocukluğumuzda. Daha sonra her şeyin gördüğümüz gibi olmadığını anlar, ilk gördüğümüz her şeyin tam tersinin doğru olduğunu ispatlamaya çalışırız. Olgunluk devremizde ise gerçeğe daha yaklaşırız. Üçüncü boyutu da görmeye çalışırız. İlk doğrularımızın çoğu üçüncü boyut sınavını geçer, geçemeyenlerin yerini ikinci boyuttaki doğrularımız alır.

Yukarıdaki iki görüşü bir arada değerlendirdiğimizde; refleksini kaybetmekle bir nevi olgunluk diyebileceğimiz üçüncü boyutu görmek arasındaki farkı iyi görmek gerekir. Çünkü refleksini kaybedenlerin de iddiasıdır üçüncü boyutu görmek, olgunlaşmak. Bazen ısrar edilir:

-Yeni memur değilsin artık, olaylara geniş bak.

-Hala dikine gidiyorsun, olgunlaş artık.

İnsan, yaptığından şüpheye düşüyor ya da onaylanmak-takdir edilmek arzusu tatmin edilemiyor. Acaba sorusu burada ortaya çıkıyor.

-Hata mı yapıyorum?

Böyle durumlarda ise Erman Toroğlu imdadıma yetişiyor. Hani derler ya ekranda topluma hitap edenlerin sorumluluğu var, diye. Evet, ben bir futbol özürlüsü olmama rağmen, Erman Toroğlu’ dan dinlediğim bazı sözler yaşamıma yön veriyor.

En beğendiğim sözü, kendisini kabzımal diye küçümseyenlere verdiği cevaptır:

-Evet ben kabzımalım, hıyardan iyi anlarım.

Fakat konumuz bu sözü değil, düdük çalmakla ilgili sözü:

-İyi hakem, gördüğü pozisyona düdük çalabilen hakemdir.

Hakem, gördüğü pozisyona çekinmeden, korkmadan düdük çalabilmelidir. Büyük takım, küçük takım demeden, “akşam televizyon yorumcuları ne der” diye korkmadan, “şu kulübün başkanı güçlüdür” önyargısı olmadan. Ama gördüğü pozisyona, göremediğinin de sorumluluğunu alabilmelidir dürüstçe.

Oysa öyle mi futbol sahası dışındaki yaşam? Elinde düdük olanlar korkmadan çalabiliyorlar mı? Hak edene korkmadan gösterebiliyorlar mı sarı kartı? Çıkartabiliyorlar mı kırmızı kartı, yüzleri kızarmadan?

-Herkes eşittir, bazıları daha eşittir, sözü nereden kaynaklanıyor?

-Sen benim kim olduğumu biliyor musun, sözü hangi durumda çıkıyor ağızdan?

Ya da bir trafik polisinin haklı sitemi:



-Durdurduğumuz arabadan kimin çıkacağı belli olmuyor.

Bu sadece elinde yetki olanların adil davranması ile ilgili de değil. İnsanın zamanla karşılaştığı haksızlıklara verdiği tepkiler de öyle. Genç insanla olgun insanın tepkisi aynı mı?

-Şimdi bununla mı uğraşalım?

-Şahit yazarlar kaçın!

Evet, yaşam gördüğü pozisyona düdük çalmakla, bir nevi reflekslerini korumakla yaşamın üçüncü boyutunu görmek arasında ince bir çizgide devam ediyor. Hangisi hangi ağırlıkta, hangisinden hangi dozda olacağını deneyimlerimiz, korkularımız, kişiliğimiz ve tercihlerimiz belirliyor.

BENCE EN OKUNASI KİTAP: a.g.e.





Yatılı okulda orta okuldayken bir abi kitap verdi okumam için. Başladım okumaya, fakat sık sık kesiliyor okumam.* İşareti ve sayfanın altında:

*Bkz……..sayfa:15

**Bkz. a.g.e. sayfa:35

***Bkz. a.g.e. sayfa:47

Bir aşağı bir yukarı yoruldum okurken. Kitap da sıkıcı zaten. Aklıma bir cinlik geldi. Gittim kitabı veren abiye.

-Abi bu kitap hep a.g.e. denen kitaptan alıntı yapmış, sen en iyisi a.g.e. denen kitabı ver ben onu okuyayım.

Abi gülmeye başladı. Meğer a.g.e. adı geçen eser demekmiş, bir önce alıntı yapılan kitabın adını tekrar tekrar yazmamak için böyle bir kısaltma kullanılıyormuş.

Sonraları her okuduğum inceleme araştırma kitabında bir referans kitap olduğunu, belli kitapların bir çok kitaba kaynaklık ettiğini gördüm ve mümkün mertebe o kitapları da okumaya çalıştım. Yasaların anası anayasa ise belli konuların da anayasası niteliğindedir bu a.g.e. kitaplar. Örneğin din konularında iyi bir tefsir kitabı gibi.

Benim önerim, önce a.g.e. kitapları okuyun, sonra diğerlerini. Bu şekilde konuyu anlamak daha kolay ve okumak daha zevkli.


MALI ALINIZ:43



Bu yazıyı yazmaya başladığım an, benim yaşlı olduğumu kabullendiğim andır. Çünkü yine başlayacağım, bizim zamanımızda, diye. Mecburum, yoksa anlatmak zor.

Evet, bizim zamanımızda telgraf diye bir şey vardı. Belki hala var ama eskiden çok yaygındı. Düğün salonlarına sıkışıp kalmamıştı şimdiki gibi. Hatta PTT’nin T’sinden biriydi.

Sistem şöyle çalışıyor; siz bir metin yazıp veriyorsunuz, görevli bu metni gideceği yere teleks ve telefonla iletiyor. Tabi ki sizin bıraktığınız metni okuyabildiği, anlayabildiği kadar. İletilmesini istediğiniz metindeki kelime ve işaretleme sayısına göre ücret alındığından, mümkün mertebe az kelime ve işaretlerle derdinizi anlatmak zorundasınız.

Fakültede sınavlar sonrası herkes evine, memleketine dağılır. Sınav sonuçları ise okuldaki panoya asılır. Sınav sonuçlarını ancak okuduğunuz yerde ailesiyle oturan bir arkadaşınızın panodan öğrenip size telgraf çekmesiyle öğrenebilirsiniz.

Memlekette annemin bakımında iken bir telgraf aldım:

-Parayı verdim, malı alınız:43

Yani, para dersinden geçtin, mali analiz dersinden 43 aldın, diyordu telgrafında Sevgili Adnan BAŞTOPÇU.

GARANTİLİ SORUN ÇÖZMEK= GÜNDEMİ DEĞİŞTİRMEK


Toplum mühendisliğinden haberim yok o zamanlar. Olsa da uzmanlık alanım değil. Benimki naçizane o anlık oluşan probleme bir çözüm çabası.

İstediği bir şey için ağlayan çocuğu başka bir konuda güldürün. Çok gördüm oğlumu gözünde yaş gülerken. Gülmekten değil gözyaşları, bir önceki ağlamasından. Hem ağlamasını keser hem de siz almaktan kurtulursunuz istediği şeyi.

Bunu çocuğun doktorundan öğrendim. Doktor ilk girişte çocuğa tuttuğu takımı soruyor. Ona göre takımın renginde iki balon veriyor. Sonradan anlaşılıyor ki balonlar iş olsun diye verilmemiş. Çocuk ağlıyor, aşı vurulmuş ya da başka bir nedenle. Doktor bakıyor elindeki balonlar sarı-lacivert, hemen soruyor:

-Ne ağlıyorsun cimbomlu gibi?

Ağlama hemen kesiliyor.

***

-Oğlumun boğazında hırıltı var.

-Sigaraya başladı mı çocuk?

-Efendim?

-Sigaraya diyorum, başladı mı çocuk?

-Yok doktor bey olur mu.

-O zaman yanında içmeyin.

Ana-baba kıpkırmızı.

***

Arabayı yeni almışız. Trafik fobisi var biraz, çocukken araba çarptığından mı yoksa bir keresinde de bir arabayla kafa kafaya gelip son anda kurtulduğumdan mı veya birkaç kazayı sıyrıksız atlatmamdan mı bilmiyorum.

Arabayı aldım ama kullanamıyorum. Sürekli kurs alıyorum. O kadar aldım ki arabayı alalı dörtbin kilometre olmuş ben hala kurstayım.

Bu nedenle araba evin önünde yatıyor, biz otobüsle işe gidip-geliyoruz.

-Gül gibi araba evin önünde duruyor, biz otobüslerde sürünüyoruz.

Gül gibi derken hurdaya yakın, on yıllık bir araba. Ama gerek ilk arabamız olduğundan gerekse de baba parası olmayıp alın teri olduğundan eşime öyle geliyor. Arabanın borcunu ödüyoruz ama sefasını süremiyoruz.

Yağmurlu bir kış günü. Kış dediğime bakmayın, İzmir kışı. Hava erken kararmış, trafik yoğun otobüsler kalabalık. Ben erken gelmiş çocuğu da almışım. Eşim gelince kavga kaçınılmaz:

-Gül gibi araba evin önünde..

Hemen bir çare düşündüm. Benim yakama “Geçmiş olsun”, çocuğun sırtına “araba kullanamadığı için babama kızma”, “Babama kızma, ben büyüyene kadar sabret” yazılı notlar iliştirdim toplu iğneyle.

Zil çaldı, kapıyı açtım. Tahmin ettiğim gibi eşim sırılsıklam ıslanmış, elindeki şemsiye de işe yaramamış. İlk iş çocuğun sırtındaki nota ilişti gözü. Çocuk kucağımdaydı sırtı annesine dönüktü.

“Babama kızma, ben büyüyene kadar sabret”

“Araba kullanamadığı için babama kızma”

Bana döndü soran gözlerle, yakamdaki notu gördü, “Geçmiş olsun”.

Hemen gülmeye başladı. Gündemi değiştirmeyi başarmıştım. Fakat bir başka gün yapmaya çalıştığım gündemi değiştirme, bir kazayla sonuçlandı.

***

Bir takım gelenek ve görenek vardır ki, kaynağı bilinmemekle birlikte olmazsa olmaz veya iyi veya kötü başlangıçların temelidir

Bunlardan biri robdöşambr. Galiba oda elbisesi demek. Bizde herkesin eski Türk filmlerinde Hulusi KENTMEN’ın sırtında görmüşlüğü vardır. Biraz da Bizimkiler dizisinde Sabri Beyin. Ben şahsen bunlardan başka kimsenin sırtında görmedim robdöşambrı gerçek hayatta. Fakat damat adaylarının olmazsa olmazıdır robdöşambr. Ben bir inşaat ustasının nişanının bozulduğunu bilirim kız tarafı robdöşambr almadığı için. Ya da kaynana minderi ve namazlığı alınmadığı için.

Uzak bir memleketten evlenmekte olan arkadaşımın yuvasını ben kurtardım yerinde bir müdahale ile.

-Arzu, sen kaynana minderi ve namazlığını hazırladın mı?

-O da ne?

-Burada adettir, gelin kaynanasına minder ve namazlık getirmezse ona büyük saygısızlık etmiş olur.

-Hahahahahaha!

Bu kahkahalar bizi dikkatle dinlemekte olan müstakbel kaynana, arkadaşımın annesine aitti. Sonradan çok dua etti bana. Ömrü boyunca gelinin getireceği namazlıkta namaz kılacağı hayalini kurmuş, sayemde hayallerine kavuşmuştu.

Neyse gelelim robdöşambra. Kafaya takmıştım. Neden alınmıştı ve neden kullanılmıyordu. Kullanayım bari de israf olmasın.

Eşim gelmeden aradım, en son sandığın içinde buldum. Bulmak için de tabi ki evin altını üstüne getirdim.

Giydim robdöşambrı, eşime kapıyı böyle açayım sürpriz olsun, dedim. Zil çaldı, en Hulusi Kentmen vaziyetimde açtım kapıyı. Fakat o ne?

-Dersini yapamiyer, bakar mısın bir.

Gelen ev sahibinin gelini ve oğlu. Ev sahibinin torununun eşimin işten gelme saatinde dersini yardımsız yapamayacağının anlaşılması kötü bir tesadüftü. Ev sahibinin gelini ve torunu ilk defa robdöşambrlı birini görüyorlardı sanırım, beni de. Doğruydu da. Artık bu saatten sonra robdöşambrı çıkarmak ya da “vallahi ilk defa giyiyorum” diye açıklama yapmak anlamsızdı.

Çocuğun ödevini yaptım o kılıkta. Onlar gittikten sonra aceleyle çıkardım ve eşim o kılıkta göremedi beni. Olayın büyüsü kalmamıştı çünkü, ben gündemi değiştireyim derken gündem beni değiştirmişti.

İYİ Kİ BAŞARAMADIM


Uygar toplumlarda herkes her işi yapmak zorunda değildir. Toplumsal işbölümü çerçevesinde herkes bildiği işi yapar, bilemediği işlerini de bilenler yapar. Böylelikle paranın dolaşım hızı da artar.

Ülkemizde ise herkes her işi yapmak zorunda olduğundan ve de herkes her işi bildiğinden asla belli konularda derinlik sağlanamaz, uluslararası alanda işini yapan olağanüstü başarı sağlamış meslek erbabı çıkmaz.

Yaşamımın başında her işi yapmamaya, her şeyi bilmemeye kararlıydım. Bildiğim işte, yaptığım işin en iyisi olacaktım.

Tesisatçıya kızıp tesisatçı, elektrikçiye kızıp elektrikçi ve tamirciye kızıp tamirci olmuştum kısa sürede. Bu meslek erbaplarının kaprisi yüzünden yapmak istediğim işi, bilmek istediğim şeyi öğrenme olanağı elimden alınmıştı çünkü.

Lavabosundan su fışkıran, elektrik tesisatı bozulduğundan karanlıkta kalan ya da bilgisayarı çalışmayan biri Nobel alacak bir çalışmayı nasıl yapabilir ki? Hele hele tamirci bulamadığı için evinde mahsur kalmış ya da dağ başında bir bilim adamı.

Az elektrikçi, az tesisatçı ve az tamirci olduysam da asla başaramadığım işler de oldu. Üniversite öğrencisiyken gittiğim tarlanın sahibi, yaptığım işi beğenmedi ve ertesi gün gelmememi istedi. İddialı olmasam da başarısızlığımın yüzüme söylenmesi hiç de hoş bir şey değildi. İşe de ihtiyacım vardı oysa.

Pamuk toplarken de ilk gün kırkbir, ikinci gün onaltı kilo toplayınca, böyle gidersem ileride aç kalacağımı söyledi etrafımdakiler. Ortalama seksen kilo toplamak gerekiyordu.Ben tertemiz topluyordum pamuğu. Oysa para kozalağın temizliğine değil toplanan pamuğun kilosuna ödeniyordu.

Bahçede  topladığımız odunları eşeğe yükleyemeyince babam isyan etti:

-Öğretemedik bir türlü!

Evet öğrenememiştim. Fakültede öğrendiğim talep elastikiyetinin ise babama bir yararı yoktu o anda.

En hayırlı başarısızlığım ise esnaflık denememde oldu. Beşinci defa alacağımızı almaya gittiğim borçlu, camın önünde beklerken alacağımın beş katı tahsilat yaptığı halde bana boş kasayı göstererek para yok dedi. Ben de "şimdi bu kadar para tahsil ettin, neden yalan söylüyorsun" deyince pişkin borçlu:

-Senden esnaf olmaz, ben yok diyorsam yoktur, dedi.

Ben de bu söz üzerine memur olmaya karar verdim. Çok da memnunum halimden ve asla esnaf olmayı düşünmüyorum.

En güzel başarısızlığım ise, kasabadaki muhasebecinin tecrübesiz olduğum gerekçesiyle beni işe almaması oldu. Yüz elli lira maaşla çalışmaya razı olduğum halde işe alınmayınca çaresizlikten girdiğim sınavı kazanarak iki bin lira maaşlı bir işe girdim çünkü.