BİZİMKİLERİN SESSİZLİĞİ

En zor iş milletvekilliğidir. Partinin lideri veya bir milletvekili öyle bir şey yapar ki memlekette yer yerinden oynar. İşte tam o sırada mikrofonlar meclis avlusunda vekil peşinde koşar. Kimi kaçsa da kimi yakalanır. Ne desin? Başlar lafı eveleyip gevelemeye. Düşündüğünü söylese parti disiplini var, söylemese vicdanı var. Allah kimseyi bu duruma düşürmesin.

Türk Siyasetinde sözleriyle en çok iz bırakmış kişi olan Demirel’in de benzer durumlar için bir sözü vardı:

-Bana sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz!

Dikkat edin, “suç işlemedi” demiyor, “ben söylemem” diyor. Eh siyasetçi halkın aynası olduğuna göre, halk da tabi ki buna uygun davranıyor.

Avrupa ülkelerinde çok büyük bir terör olayı meydana geldiğinde halk galeyana gelir, büyük gösterilerle protesto edilir. En son Yunanistanda’da ırkçılık karşıtı bir şarkıcı öldürüldüğünde ülke ayağa kalktı hatırlarsanız. Ülkemizde veya geri kalmış ülkelerde böyle bir tavır gördünüz mü hiç? 

Olmaz, çünkü buralarda “bizimkiler” ve “ötekiler” vardır. Bizimkiler yaptıysa haklıdır, ötekiler ise daima haksız. Yok, “bizimkiler” çok haksız görünüyorsa da sessiz kalırsınız olur biter.

Siz hiç “bizim takım haksız yere galip geldi, hakem bizi tuttu” diyen taraftar gördünüz mü? Haksızlık bize yapıldıysa kötüdür ama başkasına yapılırsa iyidir.


Sonuç olarak, olaylara tarafsız bakılamadığı ve yapılan yanlışlıklara en azından bir kesim sessiz kaldığı için yeterli tepkiyi görmediğinden, terör de her türlü yanlışlık yapılmaya devam ediyor.

YOKSA İSLAMIN ŞARTI DÖRT MÜ?

Efendim, her “Müslümanım” diyene sormasak da Kelime-i şahadet getirdiğine inanıyoruz:Etrafımızda namaz kılan, oruç tutan ve hacca gideni görüyoruz da zekat vereni pek göremiyoruz.

Tamam, alan el veren eli görmeyecek, kabul. Alan ve veren dışında kalanlar ikisini de görmeyecek, bu da kabul. Fakat herkes zekat ibadetini yerine getiriyorsa o halde nedir bu etrafımızdaki sefalet?

Hayır, kamu kaynağı ile yapılanları kastetmiyorum. Onlar zaten biz istemesek de gözümüze sokuluyor. Benim gördüğüm, insanlar 9,25 TL fitre verecek yer bulamayarak, cebinde ağırlık yapan bozuk paraları sokaktaki dilencinin önündeki mendile atarak ve evde giymediği eski kıyafetlerini eve gelen temizlikçi kadına vererek zekatı verdiklerini sanıyorlar.

Tamam,  her şey kabul. Herkes zekatını veriyor da ben kötü niyetliyim, diyelim. Peki, ülkenin ve İslam ülkelerinin varlık ve gelirlerine bakıldığında, çoğu bu ülkelerde yaşayan insanlığın fakirliği ve sefaleti nasıl açıklanabilir o zaman? Herkes zekatını veriyorsa nasıl oluyor bu?

Ben şahsen zekat verilerek gelir dağılımının düzeleceğine inananlardan değilim. Açlık ve sefaletin tam olarak dini kurallarla yok edilebileceğine   de inanmıyorum. Bu yönetenlerin sorunudur ve bu sorunu dini kuralların üzerine atarak sorumluluktan kaçamazlar. Ancak öte yandan doğru dürüst zekat verilse bu kadar açlık ve sefalet olmayacağına da inanıyorum. Bu durumda ya zekat doğru adrese gitmiyor ya da kimse zekat vermiyor.


Yoksa İslam’ın şartı 4 de biz mi yanlış biliyoruz?

KENDİ KENDİNİZİN DOKTORU OLMAYIN!

Eskiden herkes politikacı ve spor yorumcusuydu. Şimdi de bunlara diyetisyen, şifalı bitkici ve organik ürüncüler eklendi. Geçen bir arkadaşım, “neler yediğini söyle, sana sağlıklı beslenip-beslenmediğini söyleyeyim” dedi. Ekrandan duyduğunu satan-satana anlayacağınız.

Üzerine “konvansiyonel tıp bitti mi?” başlıklı bir yazı da okuyunca durumun vahametini iyice anladım. Yazıya göre, alternatif tıp o kadar ilerlemiş ki konvansiyonel tıp artık eski önemini kaybetmiş.

Kısacası eskiden hasta olanlar doktor olmadığından hocaya, kırık-çıkıkçıya gider, sünnet ve diş çekme işlerine de berberler bakardı. Bugün ortalık doktordan geçilmezken insanlar şifayı televizyon ekranlarında arar oldu.

Ben yaptığı iş kendine fazla gelen, bildikleri de kafasına ağır gelen birisiyim. O nedenle sadece merakım olan konularla ilgilenir gerisini “bir bilen”e bırakırım. Yani uzmanına. Bilmediğim konularda,  güvendiğim uzmanların eline bırakırım kendimi ve onlar ne derse yaparım. Bunların dışında kim ne derse desin dinlemem, eşin-dostun kulaktan dolma söylediklerine de aldırış etmem.

Nedeni yaşadığım bir olay. Efendim, iki arkadaş, doğu illerinden birinde diş yaptırıyoruz. Hekim ölçü almak için bize birer parça hamur verdi ve belli bir süre bu hamuru ısırmamızı istedi. Bu zor bir işti. Hekim odadan çıktıktan sonra arkadaşım hamuru çıkardı. Ben ise zor da olsa verilen süre ısırdım hamuru.

Sonunda protezler geldi. Benimki hemen takılırken arkadaşınki üç defa gitti geldi. Ben o berbat hamuru bir sefer ısırmışken arkadaşım iki defa daha ısırmak zorunda kaldı.


Demem o ki, her işin uzmanına kulak verin. Dediklerini yapın. Ya da alternatif tıbba kulak verin hangi hamuru ne kadar ısıracağınıza kendiniz karar verin. 

ÖTEKİNİN ZAFERİ!

Tuncel Kurtiz’in istediği köye gömülme arzusunun yerine getirilemeyeceği haberi üzerine kimse, “memlekete bunca sene hizmet etmiş bir insan” veya “böylesine büyük bir sanatçı” diye başlayan cümleler kurmasın. Bir insan, neden istediği yere neden gömülemiyor, diye sorsun.

Hayır, Kurtiz’in cenazesini kabul etmeyen köye de tepki yağdırmasın. Zira Kurtiz yalnız değil bu ülkede. Sadece onun başına gelince duyuldu insanımızın ne kadar ayrıştığı, hepsi bu.

Zira daha önce de gömüldüğü mezarlıktan çıkarılan PKK’lı oldu bu ülkede ve yine Hristiyan olduğu için gömüldüğü yerden cenazesi çıkarılarak ülkesine gönderilen turist.

Bir de gömüldüğü yerde rahat edemeyen var bu ülkede: Can Yücel ve onun gibi mezarları tahrip edilen diğerleri. Aynı kaygılarla Nazım Hikmet’in mezarı hala bir Anadolu köyündeki çınar ağacının dibine gömülemedi.

Bu ülkede, ister büyük sanatçı olsun, ister yazar ya da hiçbir meziyeti olmayan biri. Öldüğünde gömülecek bir metrelik toprak bulamıyorsa, sırf etnik kimliği, dini, inancı veya inançsızlığı yüzünden bu muameleyi görüyorsa, şapkamızı önümüze alıp düşünmemiz gerekiyor.

Yıllardır yaşanan olaylara medya ve sosyal medyanın bakış açısıyla bakacak olursak: bütün Türklerin ırkçı, bütün Kürtlerin bölücü, bütün Müslümanların insan kesici, bütün Alevilerin yakılası, bütün erkeklerin de cani olduğu, kısacası bizden başka herkesin “öteki” olduğu sonucunu çıkarabiliriz.

Evet, yıllardır pompalanan ve yapılan eylemlerle de desteklenen ayrıştırmacı çabalar nihayet sonuç vermiş ve sonunda istediği zaferi kazanmış durumda. Biz bu çabaların farkına varmadığımız ve buna izin verdiğimiz sürece de yeni zaferler kazanmaya devam edecek.


BURAYI AMERİKA MI SANDIN?

Aziz Nesin’in çok beğendiğim bir sözü vardır:

-Sosyalist ülkede yazar, kapitalist ülkede tüccar olmak gerekirken ben kapitalist bozuntusu bir ülkede yazar oldum!

Bu sözü aklıma getiren şimdi okuduğum bir haber:

-Tazminat şoku!

Ünlü bir kadın oyuncumuzun, yine ünlü bir doktor eşinden boşanma davası nihayet sonuçlanmış. Mahkeme, ünlü oyuncumuzun, bir milyon tazminat ve aylık 50.000 lira tazminat talebini reddetmekle kalmamış bir de üzerine eski eşine  50.000 lira tazminat ödemeye mahkum etmiş.

Televizyonda duymuştum: ABD’de bir doktorla evlenen kadının hayatı kurtuluyormuş. Boşanırken aldığı tazminat ve nafakanın yanı sıra diyelim doktor işinde ilerledi ve kazancı arttı, o artıştan da eski eşine “refah payı” ödemekle yükümlüymüş.

Şu işe bak, ABD’de doktorla evlenen kadın doktorun mevcut gelirine göre tazminat ve nafaka aldığı gibi doktorun gelecek gelirlerine de ipotek koyuyor, biz de ise kadıncağız tazminat ve nafaka alamadığı gibi üzerine bir de tazminat ödüyor.

Hayır, dosyanın içeriğini ve kararın gerekçelerini bilmiyorum ancak bu iş bana Aziz Nesin’in o sözünü hatırlattı. Yani, doğru yerde doğru zamanda bulunmak gerektiğini.

KONUŞAN BİR FOTOĞRAF!

Bu fotoğrafı ben çektim. Bafra Kuş Cennetinde öylesine çekmiştim. Fakat sonra dikkatli bakınca bende duymaya aşina olduğumuz bir cümleyi hatırlattı.

Dikkatli bakılırsa, kuşun biri bir yerden geliyor, diğeri de ona bağırıyor. Ne demiş olabilir? Tabi ki annemizden/eşimizden duymaya alışkın olduğumuz o meşhur sözü:


-Yerleri yeni sildim, çamurlu ayaklarınla basma!

SİZİNLE BAMBAŞKA ŞARTLARDA KARŞILAŞMAK İSTERDİM!

İçeriye girdim, onu görür görmez çarpıldım. Ayaklarım geri geri gitse de odanın yarısına kadar girdiğimden dönemedim geri. O ise gülümseyerek: “şuraya bırakabilirsiniz” dedi.

Çaresiz gösterdiği yere bıraktım elimdekini, yani içi idrar dolu kavanozu.

Ben tahlile gitmiş, ak saçlı, göbekli  orta yaşlı bir adam, o ise hayatının baharında bir çiçek.


-Sizinle bambaşka şartlarda karşılaşmak isterdim bağyan! 

PADİŞAH DA OLSAN…

Dün akşam, Muhteşem Yüzyıl Dizisinde, Selim ve Bayezit’in kaybolduğu haberini alan Sultan Süleyman’ın at üzerindeki koşturmasını ve telaşını görünce, geçen yıl halı sahada düşerek diz kapağını kaydıran oğlumun kaldırıldığı acil servise koşturmam aklıma geldi.


Demek padişah olsan kar etmiyor: babalık da aynı çocuk da, acı da aynı telaşta.

ÇEKİLME CEZAEVİNDEN Mİ BAŞLADI?

Bingöl M Tipi Cezaevinden 18 mahkum tünel kazarak firar etmiş. Devletin mahkumları cezaevinde tutamaması ve firar etmelerini önleyememesi kötü tabi ki.

Fakat olaya başka açıdan bakarsak, ülkemizde bir “Barış Süreci” yürütülüyor ve aralarında karakol basmış, asker şehit etmişlerin de bulunduğu PKK’lıların yurt dışına çıkmaları gerekiyor. Hatta çekilme durdu diye sesler yükselmeye başladı.

İşte tam bu sırada 18 PKK’lının firarı, insana “çekilme cezaevinden mi başladı?” sorusunu sorduruyor. Oysa bildiğimiz kadarıyla PKK’lılar geldikleri gibi gideceklerdi.

Bu ne demek oluyor şimdi?


Kandil’den ve İmralı’dan derhal açıklama bekliyoruz!

FLORYA’DA "TERİM" SESLERİ!

Fatih Terim, Galatasaray’la yollarını ayırmış. Bu vesileyle Cimbomdaki 3.Terim Dönemi de sona ermiş.

Terim, daha önceden Milli Takımın başına geçtiği için kendisi açısından bir sorun olmasa gerek. Hatta üzerindeki iş yükü azaldığı için iyi olduğu bile söylenebilir.

Kendisini ülkemize UEFA Kupasını kazandırdığı için takdir etmekle birlikte fazla sevmem. Özellikle kaybettiği maçlardan sonraki tavrını hiç beğenmem. Hatta “İmparator” lakabını fazla ciddiye aldığını düşünürüm.

Benim bu olay hakkında asıl söylemek istediğim Terim değil. Onun şahsında ülkemizde yaşanan bir kısırdöngüye itirazım var benim. Kabuk değiştirebilen, değişime açık bir toplum değiliz biz. Seçeneklerimiz sınırlı. Hele de futbol camiası için.

Sürekli bir kısırdöngü yaşanıyor ve bu durum bizim gibi çok fazla tekrar görmüş ileri yaştakilere fazla geliyor. Reçetemiz basit: takım yenildiyse teknik direktörü değiştir, olmadı başkan istifa etsin. Futbolcu eğlendiyse de takımdan kov.

Peki, yerine kim gelecek? Terim gider Denizli gelir. Aziz Yıldırım gider Ali Şen kadrolu yedek zaten. Bu kısırdöngü nedeniyle, futbolunu zevkle seyrettiğimiz ülkelelerdeki gibi 20 yıl aynı takımı çalıştıran teknik direktörlerimiz yok bizim. Doğal olarak büyük başarılarımız ve istikrarımız da. O nedenle her değişiklik bir umut olması gerekirken yaşamın tekrarlarından biri haline gelir ve bıktırır insanları.


Evet, Terim Galatarasay’la yollarını ayırmış. Hayırlı olsun. Umarım bu Galatasaray’da ve futbolumuzda yepyeni başlangıçlara vesile olur. Aksi takdirde alınan ilk yenilgiden sonra yine “Florya’da Terim sesleri” manşetleri atılır ve 4.Terim Dönemi başlar.

ÇALIKUŞU ON NUMARA BİR DİZİ OLMUŞ

Çalıkuşu Romanı, bende derin izler bırakmış bir kitaptır. Yönetmenler arasında Çağan Irmak’ı da görünce “dizi seyretmeme/yazmama” kararımı bir kenara bıraktım ve Çalıkuşu dizisini baştan sona izledim.

Bir defa, dizinin Yaprak Dökümü ve Aşkı Memnu gibi günümüze uyarlanmamış olması güzel. Cep telefonu ile konuşan bir Feride hiç de hoş olmazdı herhalde.

İkincisi, senaryoyu çok güçlü buldum. Annesini kaybetmiş bir çocuğun duyguları ve ölüm olayına bakışı çok güzel anlatılmış.

Üçüncüsü, dizilerde çok sık gördüğümüz belki de uzatmaktan kaynaklanan mantık hataları ve oyuncularda gereksiz abartıya rastlamadım. Kısacası gözümü tırmalayan bir sahne olmadı. (Evin kendi kızının üvey çocuk muamelesi görmesi biraz tırmaladı ama rahatsız etmedi)

Dördüncüsü ve sonuncusu, dizi akıcı ve sürükleyici. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım.

Sonuç olarak Çalıkuşu dizisinin ilk bölümü çok beğendim.İzleyicinin ilgisini çekmek, seyirciyi diziye bağlamak için bütün dizilerin ilk bölümlerinin  güzel olduğunu bilerek söyleyeyim ki, bu Çalıkuşu izlenir. Fakat hikaye bittiğinde dizi de bitmeli tadında bırakılmalı, derim.


Umarım diğer dizilerde olduğu gibi rating uğruna gereksiz uzatmalar, senaryoda saç baş yolduran mantık hataları ve abartılar olmaz ve Salı akşamlarımızın keyfi kaçmaz. 

ÇİFTİMİ KAYBETTİM, GÖREN VAR MI?

Evlilik kurumunun yanlış olduğunu düşünenlerden değilim. Daha geniş anlamda da kurumların değil onu oluşturan insanların yanlışları olduğu kanısındayım.

Etrafımızdaki evliliklerde yaşanan sorunlara derinliğine baktığımızda, hepsinde o kurumu oluşturan  insanların yanlışları ile karşılaşmaktayız. Kişilerin kendi hatalarını düşünmek yerine suçu evlilik kurumuna atmalarını kolaycılık ve sorumluluktan kaçma olarak görüyorum.

Esasen bizim toplumumuz hatta belki de insanlık, evlilik kurumuna göre dizayn edilmiş durumdadır. Diğer canlılarda da benzer bir durumla karşı karşıyayız. Galiba onun için deniyor “Allah insanı çift yaratmıştır” diye.

Sanılanın aksine evli insanın bekara göre daha özgür olduğunu düşünüyorum. Hele de kadınlar için. Yıllar önce bir arkadaşım evlilik kurumuna karşı olduğunu, kız arkadaşı ile evlenmeyeceklerini, birlikte yaşayacaklarını söylemişti. Ancak birkaç yıl dayanabildiler toplumsal baskıya. Şimdi boylarında çocukları var.

Buna rağmen birçok insan ya evlenmeyi başaramamakta ya da sürdürememektedir. Bir bayan şarkıcımız ise en son beşinci evliliğini yapmış durumdadır ve nasıl beceriyorsa evlendiği erkekler de hep ülkemizin en zengin en yakışıklı erkekleri.

Geçen gün İstanbul’da yaşayan güzelliği ile baş döndüren kız arkadaşım, güzel bir mesaj yazmış:

-20 Milyonluk bir şehirde doğum günümü yine yalnız kutlamayı başardım!

Bence de büyük başarı. 20 Milyonluk bir şehirde, 76 milyonluk bir ülkede ve hatta 5 milyarlık bir dünyada bunların yarısı kadar mevcut karşı cinsten bunca güzelliğine rağmen eşini bulamamak.

Evet, Allah insanı çift yaratmıştır. Ben de buna inanıyorum. Yani her insanın çifti, dünyada bir yerde yaşamaktadır. Ya algılarımızı açık tutarak ya da arayarak onu bulmak durumundayız.
Ya da olmadı verelim bir ilan:

-Çiftimi kaybettim, bulanların insaniyet namına…



ZEKİ AMA ÇALIŞMIYOR!

Günümüz ana-babalarının tek muhabbet konusu çocuklarıdır ve bütün sohbetler aynı cümleyle biter:

-Zeki ama çalışmıyor!

Öğretmenlerinden en fazla duydukları cümleler bu minvaldedir:

-Çok zeki ama çalışmıyor!

-Cin gibi maşallah ama…

-Bunca yıllık eğitimcilik hayatımda böylesini az gördüm!

Ben de bunca yıllık çalışma hayatımda ne zeki insanlar gördüm eğitimi olmadığı için aptalların emrinde çalışan ve ne yeteneksizler gördüm zeki insanlara hükmeden.

Bugün de okuduğum bir haber ilginçti:

-45 IQ ile 200 bin TL dolandırdı!

Dolandırıcılığı alışkanlık haline getiren bir kişi her yakalandığında polislere, “akli dengesinin yerinde olmadığını, IQ seviyesinin 45 olduğunu gösteren Devlet Hastanesi’nden alınan sağlık raporunu” gösteriyormuş ve ceza almaktan kurtarıyormuş.

Bu ülkede berber çıraklarının memleketin doktor mühendis gibi bütün okumuşlarını dolandırdığına tanık olduk yıllar önce. Şimdi de birilerinin dolandırmak için 45 IQ yettiğini öğreniyoruz. Yeter ki aldığı sağlık raporunu polislere göstermeyi veya mahkemeye sunmayı akıl edebilsin. Şimdi dolandırılanların ana-babası düşünsün “çocukları 45 IQ’luk biri tarafından nasıl dolandırıldı” diye.

Konunun uzmanı değilim ama zeka bence ancak çalışan veya yetenekliler arasındaki bir seçimde işe yarar. Yoksa durduk yerde bir işe yaramaz ve bir fark yaratmaz. Kısacası bir züğürt tesellisidir çocuğun  zeki olması.

O nedenle ana-babalar, sürekli olarak “çocuğum zeki” diye övünmek yerine çocuklarını çalıştırmaya ve yeteneklerini keşfetmeye çalışsınlar.


KAMYONCU KÖPRÜYÜ SALLADI!

Kendilerine istedikleri yerde döküm olanağı verilmeyen yüzlerce hafriyat kamyonu, önce TEM’i tıkadı ardından da hep birlikte köprüden karşıya geçti. Kamyonların ağırlığına dayanamayan köprü de sallandı.

Uzmanların ve yetkililerin yaptığı açıklamalara göre, kamyonların bu toplu geçişi sırasında deprem ve fırtına gibi olağanüstü bir olay gerçekleşse köprü çökebilirmiş. Ayrıca köprünün bir tarafına bu kadar yük binmesi de ciddi bir risk yaratmış. Görüntüler de olayın vahametini açıkta gösteriyordu zaten.

Peki, o sırada polis ne yapıyordu? İki kadının açtığı pankartı başbakan görmesin diye önlerine barikat kurmakla meşguldü herhalde.

Fakat bunun sorumlusu, ne kamyonculara uygun hafriyat dökme yeri göstermeyen yetkililer ne de onların toplu halde köprüden geçmelerine engel olmayan polistir.

Bu işin gerçek sorumlusu bana göre medyadır: sen sürekli olarak “ cimbom Telekom Arena’yı salladı”, “Hadise verdiği konserle Adana’yı salladı” diye manşet atarsan kamyoncu da “öyle olmaz böyle olur” diye köprüyü sallar.


Hem de mecaz değil, gerçek anlamda!

MİLLİ ÇAPKININ ARDINDAN

Bizim Milli Çapkın Süha Özgermi ile tanışmamız, 12 Eylül’ün hemen ardından, ergenlikten yeni çıktığımız, küçük bir kasabadan büyük şehre okumaya geldiğimiz bir sırada oldu.

O dönemde, 12 Eylül, yaşattığı şiddeti ve yaptığı eziyeti gazetelerde sunduğu bol miktardaki “kadın eti” ile unutturmaya çalışıyordu. 12 Eylülden önceki şiddetten, ölümlerden ve “kıtlıktan” bunalmış toplum da dört elle sarılmıştı kendisine sunulan kadın etine.

Öyle ki, o dönemde yayınlanan gazetelerden Tan Gazetesi 800 bin tiraja ulaşmış, ikincisi de yaklaşık 500 bin satıyordu. Kahvelerde bu gazeteler elden ele geziyor, yoğun talep nedeniyle bazı kahveler birden fazla Tan almak zorunda kalıyordu.

Bizden önceki neslin kahramanları cezaevlerinde, işkence hanelerde, darağaçlarında ve mahkemelerde hesap verirken, bize de Milli Çapkın, Gölge Adam ve “kulağını çekerim ha” diyen gazeteciler kahraman olarak sunulmuştu. Bugün okuduğum habere göre “milli çapkın” unvanını da “Gölge Adam” koymuş zaten.

Mili Çapkın, bizim nesle nasıl örnek oldu, onu takip eden oldu mu bilmiyorum. Zira yanındakilere bakmaktan ona bakamadık biz. O nedenle bizim nesli nasıl etkiledi tam olarak bilemiyorum. Kaybı ile de neler kaybettiğimizi de.

Yanlış anlaşılmasın, ölenin arkasından konuşuyor değilim. Zaten bu anlattıklarım tam olarak onun eseri değil. O, yaşadığı dönemin önemli figürlerinden biriydi sadece.

Evet, milli çapkın yok artık. Umarım ona bu unvanı verenler, onu hatırlarlar ve cenazesinde tabutuna bayrak koymayı da unutmazlar inşallah!


LAFIN GİTTİĞİ YER

Aynı iş yerinde çalışan çok güzel bir kadınla bahçıvan yolda karşılaşmışlar, birlikte iş yerine geliyorlar. İş yerinin kapısında bahçıvan:

-Görüşürüz, beklerim!

-Nereye, makamına mı? Hah hah ha!


Sahi, nereye?

BU JAPONLAR NE İŞ YAPIYOR ALLAH AŞKINA?

Bir Japon firması ile Türk ortağı tarafından Çankırı'da 516 milyon dolara yapılacak ve 2.000 kişinin çalışacağı lastik fabrikasının temeli 5 kişiyle atılmış.

Nedeni, Japonlar yaptıkları işi reklam etmeyi sevmiyorlarmış. Bu yüzden temel atma törenine hiçbir gazeteciyi, siyasetçiyi ve bürokratı davet etmemişler.

Ben bu Japonlara ülkelerinde 2011 yılında meydana gelen 9 şiddetindeki deprem ve yaşanan tsunami sonrasında da gıcık kapmıştım zaten. Neymiş, yardım almak gururlarına dokunuyormuş.

Kardeşim, fabrika yapıyorsun tören yapmıyorsun. Deprem oluyor, kameralar önünde yardım dağıtmıyorsun.

Allah bilir siz, “özürlüleri adam yerine koyduk” da demiyorsunuzdur.


Peki, ne iş yapıyorsunuz siz kardeşim?

FIKRA GİBİ PROTESTO!

Hükumetle toplu sözleşme imzalayan memur sendikasının İzmir İl başkanı, İzmir’de yapılan ulaşım zammına tepki göstermiş.

Bir sendika başkanının üyelerinin de etkileneceği ulaşım zammını protesto etmesi gayet güzel, haklı da.

Peki, seni kim protesto etsin kardeşim. Bence İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin 2.000 TL'ın üzerinde maaş alan personeli.

Zira sendika, hükumetin önerdiği yüzde 3+3 zammı kabul etmeyip taban aylığının 175 TL olarak belirlenmesini yeterli görünce, yaklaşık aylık 300 lira zam alacak olan bu görevliler de 123 TL net artışla yetinmek durumunda kaldılar.

Yani, sendika başkanı 1,85 TL’den 2 TL’ye çıkan ulaşım zammı ile yaklaşık aylık 10 TL zarara girerken, belediyenin üst düzey memurlarının zararı yaklaşık aylık ortalama 150 TL civarında.

Kısacası, belediyenin üst düzey memurları da sendikayı protesto etseler yeridir.

Peki, hem sendikanın kabul ettiği zamdan hem de yapılan ulaşım zammından zarara uğrayan bizler kimi protesto edelim?

İNSANLAŞMIŞ HAYVANLAR!

Yukarıdaki fotoğraf çok güzel değil mi? Hayallerimizdeki eve, kurmayı düşündüğümüz yuvamıza ne kadar da benziyor. Oysa o bir ev maketi değil kuş yuvası. Bu yuva bize güzel geldiği kadar kuşlara da güzel geliyor mu dersiniz. Aşağıdaki kapı, etrafındaki çitler ve güzel renkleri umurunda mı kuşların?

Onu beğenip yuva edinen kuş görmedim ama varsa önüne oturup caka satar mı komşularına? Bir çay içmeye çağırır mı oradan geçenleri? Ve en önemlisi de inşaata başlar mı hemen: kapısını, rengini değiştirmeyi, üzerine bir kat daha çıkmayı ve duvarlarını yıkıp genişletmeyi düşünür mü?

Tam bu düşünceler içindeyken gazetede bir haber okudum. ABD’de, borsa zengini ve çocuğu olmayan bir kadın, servetinin önemli bir kısmını köpeğine bırakmış.

Bu haber duyulunca ne oldu acaba? Bankacılar kulübesinin önünde sıraya mı girdi? Yoksa kredi kartlarını koyacak yer mi bulamadı? Veya kendisine on tane kulübe mi satın aldı? Ya da bir ton kemik aldı gerisini sokak köpeklerine mi bağışladı? Karşı cins köpekler bir başka mı bakmaya başladı kendisine?

Ne yaptı bilemem ama belki de şu an bankada onca parası dururken sokakta bulduğu bir kemiği yemekle meşguldür. Tıpkı yukarıdaki yuvayı beğenmeyip bir ağaç dalında pinekleyen serçe gibi.

Nereden çıktı bu diyecek olursanız, insanlıktan nasibini almamış insanlara hep hayvan deriz ya ben de düşündüm insanlaşmış hayvan nasıl bir şey olur diye.


Onlar kendi aralarında buna ne diyorlar bilmem ama görüyorsunuz ki hayvanlar için berbat bir şey olur insanlaşmak.

SEKİZ OLUR DOKUZ OLUR, DANA BÜYÜR ÖKÜZ OLUR!




Güne iyi başlamadım bu sabah. Okuduğum bir haber canımı sıktı:

-İspanyollar 8 Aslan ile dalga geçti!

UEFA Şampiyonlar Ligi'nde Real Madrid'in Galatasaray'ı 6-1 yenmesinin yankıları İspanya'da geniş yer bulmuş. İspanyol ekibine yakınlığı ile bilinen gazetelerden ''AS'', maç değerlendirmesinde Galatasaraylı oyuncuların kötü performansına dikkat çekmiş ve karşılaşma için yaptığı yıldız tablosunda, Galatasaray'da forma giyen 8 oyuncuya yıldız dahi vermemiş.

Ne diyelim, futbol bu. Ancak bizim böyle durumlar için söylenmiş sözlerimiz vardır. Şimdilik İspanyollara onları söylemekle yetinelim:

-Top yuvarlaktır!

-Altta kaldın diye üzülme, üste çıktın diye sevinme!

Ama en güzel sözümüz bir türkümüzdür:

“Sekiz olur dokuz olur
Dana büyür öküz olur
Kenger otu sakız olur
Sen adam olmadın”

Rövanşta görüşürüz. Ona da var bir sözümüz:

-Son gülen iyi güler!

Son sözüm de Galatasaray’a: geçmiş olsun.

MERAKLISINA:
http://www.izlesene.com/video/cubuklu-yasar-dokuz-olur-sekiz-olur/5590207



YA BENİMSİN YA KARA TOPRAĞIN!

Gün geçmiyor ki sevgilisi/kocası tarafından ayrılmak istediği veya ayrıldığı için bir kadın öldürülmesin. Ve öldürme yöntemleri daha da vahşileşmesin. İşin ilginç yanı çoğunda da öldüren erkek sonra kendini de öldürüyor.

Haksızlık yapmak istemem. Onlara bunu yaptıran duygu ve düşünceler nedir bilmiyorum. Aynı duygular beni de sarsa ne yaparım, onu  da bilmiyorum. Ancak bunun da böyle gitmemesi, birilerinin bir şey yapması/söylemesi gerektiğini biliyorum. Söyleyeceklerimin de bu kapsamda değerlendirilmesini dilerim.

Efendim, öpüşmek ve sevişmek iki taraflı bir eylemi ifade ederken, sevmek, aşık olmak ve hatta tecavüz etmek tek taraflı bir eylemi ifade eder. İdeali, sevenin veya aşık olanın duygularının karşılığını bulması ve duyguların/eylemin iki taraflı hale gelmesidir.

Tek taraflı duygu ve eylemlerin iki taraflı olmasının en kestirme yolu da belgesellerde izlediğimiz hayvanların da yaptığı gibi karşı cinse kur yapmak, onda aynı duyguları uyandırmaya çalışmak, hiç olmazsa da ikna etmektir.

Ben bu duygu ve eylemleri iki taraflı yaşayan birinin, tek taraflı duygu ve eylemlerden zevk alacağını ve hoşlanacağını sanmıyorum. Ayrıca insan canlı bir varlık olduğuna göre yaşanan duyguların ve eylemlerin de değişebileceğini ve bir gün bitebileceğini düşünüyorum.

O halde nedir bunca cana kıyılmasının sebebi? Yetiştirilme tarzında mı, olayı algılamada mı bir yanlışlık var? Hoşlanılan, sevilen her karşı cinsin buna olumlu yanıt vereceği düşünülemeyeceği gibi yaşanan birlikteliklerin de sonsuza dek, her şart altında devam edeceğini düşünmek de yanlış değil mi?

Karşı cinsi elde etmek, ikna etmek için gösterilen çabaların ilişkilerin sürdürülmesi için de gösterilmesi gerekmez mi? Yoksa kadın ve erkeğin birbirini kazanılmış ve asla kaybedilmemesi gereken bir varlık olarak mı görüyor?

Karşı cinse onun onurunu kırmadan hayır demeyi becerememek veya medenice ayrılmayı başaramamaktır belki de?

Ya da toplumun “ya benimsin ya kara toprağın” diye şartlandırılması mı bütün bu cinayetlerin sebebi?


BESLEMEYİ DÜŞÜNMÜYORSUN HERHALDE

Geçenlere kedilere olan düşkünlüğü ile bildiğimiz bir arkadaşın profilinde çok güzel bir çita fotoğrafı görünce telaşa kapıldım ve hemen aradım:

-Çita güzel hayvan da beslemeyi düşünmüyorsun umarım!

-Güzel değil mi ama? Evim küçük olduğu için onu besleyemem ama vahşi kedi beslemeyi düşünüyorum!

Eyvah, nereye varacak bu hayvan sevgisi böyle? Geçenlerde “Kanada’da bir petshoptan kaçan pitonun iki çocuğu boğduğu” haberini okumuştuk.

Birkaç yıl önce de bir doblonun arkasında görülen aslan polis ekiplerince yakalanmış ve hayvanat bahçesine teslim edilmişti. Sahibi de isyan ediyordu:

-Sevdiğimiz hayvanı besleyemeyecek miyiz bu ülkede?

Arada yurda sokulmak isterken gümrükte yakalanan timsah yavrularının yakalanmayanlarından birine bir parkta rastlamak en büyük korkumdur. Gümrüklerimizin kevgire dönmüşlüğünü göz önüne alırsak olmayacak şey de değil yani.

Evet, sevgi güzel bir duygu. Hayvan sevgisi de, doğa sevgisi de en az insan sevgisi kadar önemli ve her insanda bulunmalı. Ancak sevgiyi gösterirken aşırıya kaçmamak, sevgiyi hayvanlara eziyet haline getirmemek, onları bir eşya haline getirip doğal ortamlarından ve ana-babalarından ayırmamak ve de bilinci de göz ardı etmemek lazım.


AYDIN LİSESİ MEZUNLARINDAN ÇOK GÜZEL HAREKETLER


2005 Yılında kurulan Aydın Lisesi Mezunları Derneği(ALMED),  Aydın Lisesinde okuyan maddi yönden durumları zayıf olan birçok öğrenciye elde ettiği kıt gelirler çerçevesinde burslar vermek, lisenin belli sorunları karşısında kamu ve özel kurumlar nezdinde girişimlerde bulunmak okul idaresi ile koordineli çözümler üretmenin yanı sıra kısa bir süre önce Lisenin geçmiş yıllardaki emektar öğretmeni Sayın Fatma Nihal KARAKAYIN Hanımefendinin, örnek bir davranış sergileyerek derneğe bağışladığı binayı restore ederek bir kültür evi haline getirmek için kolları sıvamış.

Bir süre parasız yatılı öğrencisi olduğum Aydın Lisesi Mezunlarının bu faaliyetleri beni de gururlandırdı.

Bu nedenle Sınıf Arkadaşım Hakan Genç’in Aydın Lisesi Mezunlarına yaptığı çağrıyı aynen iletiyorum:

“Takip ettiğim kadarıyla ve dernek yönetimindeki görüştüğüm arkadaşlar bu binayı restore ederek bir kültür evi haline getirmeyi düşünüyor. Bu noktada bu amacın gerçekleşmesi belli bir maddiyatı ve külfeti gerektiriyor. İşte bizler Liseliler olarak taşın altına elimizi koyalım. Derneğimizin bu faaliyetinin ve diğer faaliyetlerinin etkin bir şekilde gerçekleşmesine gönülden, yürekten katkı verelim.

Şu an itibarıyla sayfamızın üye sayısına baktım 756 kişi mevcut. Bu mevcutla , bizlerin vereceği destekle Yönetim Kurulundaki arkadaşlarımız her şeyi başarabilecek kudrette ve kabiliyette olacaktır.

Haydi gelin hep birlikte derneğimize sahip çıkalım. Üye olalım ya da destek verelim. Bu dernek ALMED hepimizin. Bizlerin katkılarıyla ileriye gidecek ve hayat bulacaktır.

Evet, burada birbirimizi görüyoruz, selamlaşıyoruz, eski arkadaşlarımızı buluyoruz. Bunlar çok güzel olaylar. İşte bu fırsatı imkanı bu sayfa ALMED sunuyor. Bu gücümüzü eyleme dönüştürelim. Daha çok yoksul, fakir öğrenciye derneğimiz burs versin. Bağışlanan binayı Aydın Lisemize, bizlere yakışır, örnek bir şekilde hizmete sunsun. Aydın'da liselinin adını her yere altın harflerle yazdırsın. Aydın'da bulunan diğer sivil toplum örgütlerine örnek olsun.

Kısacası çorbada sizlerin de bir tuzu olsun. Tuzunuzla kaynayacak pişecek çorba hepimize, herkese büyük bir haz, mutluluk verecek, bu çorbadan içenler dualarını bizden esirgemeyecektir.” 

ALMED Facebook  sayfası:
https://www.facebook.com/groups/2005almed/permalink/225838014238541/

SARIGÜL’ÜN KASETİ Mİ VAR?

Benim “Seçimler yaklaşıyor, kasetler hazır mı?” yazımın daha mürekkebi kurumadan ilk kaset vizyona girmeden iması geldi. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, katıldığı bir televizyon programında Sarıgül’ün CHP’ye katılması ile ilgili olarak “Önce şişirler, baktılar gitmiyor Baykal'a yaptıkları gibi yapıp indirirler” demiş.

Ben Ankara’da yaşamadığım için Gökçek’i sadece ekranlardan tanıyorum. Tanıdığım kadarıyla, Gökçek Türk Siyasetine dobralığı getirmiştir. Her kelimesini ölçüp biçen siyasilerin tersine ağzına geleni söyleyen, lafının nereye gideceğini düşünmeyen biri olarak tanıyorum kendisini. O nedenle de bir şey söylediyse, bir bildiği vardır diyorum.

Ancak kendisinden ricam, lafını yarım bırakmasın, arkasını da getirsin. Sarıgül’ün indirilecek kıvamda bir kaseti varsa açıkça söylesin, adamcağız da (İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayının Trakya’da ve Doğuda ne işi var, nereye aday olacağını mı şaşırdı bilmiyorum ama) şehir şehir dolaşmasın.


Kamuoyu da boş yere meşgul edilmesin!

DOĞRUNUN YANLIŞA İHTİYACI YOKTUR!

Bazen kendimi “Facebook Polisi” gibi hissediyorum: “bu tür paylaşımları yanlış buluyorum” demeye çekiniyorum. Fakat mademki bir aradayız ve mademki yaptığımız paylaşımlarla birbirimizin vaktini alıyoruz o halde demeye hakkım var diye düşünüyorum.

Ayrıca mademki Erman Toroğlu’nun, “iyi hakem gördüğü her pozisyona düdük çalabilen hakemdir, çaldığı düdükten korkmayan,  düdük çaldığı oyuncunun büyük takım küçük takımdan olduğuna bakmayan, çaldığı düdüğün arkasında durabilen hakemdir” sözünü şiar edinmişiz o halde düdük çalmaya devam edeceğiz.

Hatay’daki gösteriler sırasında kaybettiğimiz Ahmet Atakan’ın ölümü ile ilgili olayı kınayan birçok paylaşım yapıldı. Bunların en fazla paylaşılanı, “özel tim mensubu olduğunu ve Ahmet’i vurduğunu” söyleyen birinin sözleri idi.

Tabi ki bu sözler büyük bir infial yarattı ve bu kişinin polis olup olmadığının açıklanması yönünde de birçok paylaşım yapıldı. Sonunda bu sözleri paylaşan kişinin bir “ergen” olduğu ve dikkat çekmek için yaptığı anlaşıldı.

Bir gencin ölümü hepimizi üzüntüye boğan bir durumdur ve şiddetle kınanması, faillerinin ortaya çıkarılması gereken bir durumdur. Bu duygusal ortamda insanların gördüğü paylaşımları sakin bir şekilde analiz etmesi, doğruluğu araştırması tabi ki zordur.

İşte benim dikkat çekmek istediğim husus da bu. Bir insan dikkat çekmek isterse yapacağı şey bellidir: ya Taksim’de soyunur ya da herkesin tepkisini çekecek bir şeyler söyler. Sonra da oturur yarattığı eserin “keyfini” çıkarır. “Anıtkabiri yıkacağız”,”Atatürk’ü sevmek zorunda mıyım?” gibi açıklamaları bu kapsamda görüyorum.

Bunun dışında haklı davasını savunmak adına başörtüsü takıp ilginç şeyler söyleyerek karşı olduğu görüşleri zor durumda bırakmaya çalışan mizansen videolar da var.

Ben bu mizansen videolara ve toplumu kışkırtıcı paylaşımlara tepki göstermek adına onların paylaşılmasına ve daha çok insana ulaşmasına katkıda bulunulmasına karşıyım.

Gerçek ortaya çıktığında, bu paylaşımların yanında doğruyu söyleyen ve gösteren diğer paylaşımların değeri düşmektedir.

Bir olaya tepki gösterilmesi, gösteriler yapılması doğrudur ve bir haktır. Gösterilere orantısız güçle müdahale edilmesi ve nihayet gösterilerde yirmili yaşlardaki gençlerimizin ölmesi de yanlıştır.

Doğruyu söylemek ve savunmak, yanlışa tepki göstermek haklı bir davranıştır. Bir şeyi savunmak için haklı olmak yeterlidir. Haklı olmak da güçlü olmak demektir. O nedenle doğruyu savunurken yanlıştan yardım istemeye de gerek yoktur.

Kısacası, doğrunun yanlışa ihtiyacı yoktur!


SURİYE’DEN GELEN VAHŞET GÖRÜNTÜLERİNİN GERÇEK AMACI

Tarihte birçok medeniyet tarafından inşa edilen piramitler hala ayaktadır, bir tanesi hariç: Moğolların insan kafasından oluşturdukları piramit.

Korku, Moğol Savaş taktiklerinin en bilineni ve en çok kullanılanıdır. İnşa ettikleri insan kafası piramidinin amacı da budur: korku yaratmak. Nitekim yarattıkları bu korku nedeniyle birçok yeri savaşmadan ele geçirdikleri, yolu üzerindeki birçok şehrin yöneticilerinin şehir halkının öldürülmemesi şartıyla savaşmadan şehirlerini teslim ettiklerini yazmaktadır tarih kitapları.

Bugün dünyanın insan yapısı en büyük eserlerinden biri olan Çin Seddini yaptıran da yine korkudur.

Bugün gazetelerde en çok okunan tıklanan haberlerin cinayet ve tecavüz haberleri olması da yine korkunun eseridir.

Savaşlarda insanların öldürüldüğü, tecavüze uğradıkları ve birçok katliamın/vahşetin yaşandığı bilinmektedir. Fakat son yıllarda, özellikle iç savaşlarda yaşanan vahşetin, yapanlar tarafından detaylı bir şekilde görüntülenerek medyaya dağıtıldığına tanık olmaktayız.

Irak, Libya ve şimdi de Suriye’den boğaz kesme, çatıdan atma, kalbini söküp yeme gibi vahşet görüntüleri basına servis edilmekte, basın da bunu bütün dünyaya yaymaktadır. Daha sonra bu görüntüler, sosyal medyada vahşeti kınamak adına paylaşılmaktadır.

Bu görüntülerin vahşeti yapanlar tarafından çekilmesi ve servis edilmesi, kendilerine taraftar sağlamak için olmasa gerek. Zira bu görüntüler asla kendilerine taraftar sağlamaz. Olsa olsa korku yaratır.

Ben şahsen sosyal medyada paylaştığım şeylere çok dikkat ederim. Paylaşılan her şeyin amacının ne olduğunu anlamaya çalışırım. Zira yaptığım bir tıklamanın, kimsenin hele onaylamadığım bir davaya dolaylı da olsa hizmet etmesini istemem.

Sonuç olarak savaş kötüdür. Bunu insanlığa anlatmak, yaşanan vahşete karşı çıkmak insanlık ödevidir. Ancak bunu yaparken, vahşeti yapanların hazırladığı görüntülerle değil, kendi duygularımızla ve kendi kelimelerimizle yapmaktan yanayım.


BULAMADIK İVANA GİBİSİNİ

Magazin basınına hayranım. Toplumun sigortası bence. Herkes küçümsese de beğenmese de topluma iyi haberler veren, duymak isteneni söyleyen bir tek onlardır. Okuduğumuz gördüğümüz bütün kötü, olumsuz haberlerin hemen yanındadırlar ve bozulan moralimizi hemen düzeltirler, bize pozitif bir enerji verirler.

Bugün de Suriye’den, ülkemizden gelen kötü haberlerin yanı başında gördüm yine onların bir haberini. Güzel bir kadın ve söyledikleri kadından da güzel. Pek de alışkın olmadığımız cümleler hem de:

"Eğer kadın isterse, ben kendim ayarlarım"

Henüz boşanmadığı kocasını aynı mekanda başka kadınlarla eğlenirken gören Modacı İvana Sert, "Sizin olduğunuz mekanda başka bir bayan ile eğlenmesi ile ilgili neler söyleyeceksiniz?" sorusuna "Eğer bayan isterse, ben kendim ayarlarım" diyerek herkesi şok eden bir yanıt vermiş.

Biz yıllardır doğudaki bazı kadınların “kocasını kendi elleriyle evlendirdi” haberlerini duymuştuk ancak bu kadar güzel ve modern bir kadının böyle bir şey söyleyebileceğini düşünmemiştik. Magazin basını bize böyle bir şeyin olabileceğini gösterdi.

Kocasını kendi elleriyle evlendiren hatta kız istemeye giden kadınların genelde “kocama ben yetmiyorum” bahaneleri vardı. Magazin basını bize İvana gibi genç ve güzel bir kadının da böyle düşünebileceğini gösterdi. Geriye kalıyor İvana gibi bir kadın bulmak!


KAN DONDURAN CİNAYETE KİMSE İNANAMIYOR(MUŞ)!

- Kan donduran cinayete kimse inanamıyor!

İzmir’in Aliağa ilçesinde iki kızı tarafından önce elektro şok cihazıyla bayıltıldıktan sonra bıçaklanarak öldürülen kadınla ilgili haberin başlığı bu.

Toplumun ve medyanın ikiyüzlülüğü beni iğrendiriyor. Sanki bu ülkede her şey yolundaymış da bu cinayet nerden çıkmışmış. Ben haberi okuyunca hiç şaşırmadım nedense. Zira her şey haberin içinde var zaten:

-Boşanılan üç koca ve “habersiz eve gelme denilen bir erkek arkadaş.(Kısacası, bir baba ve üç de üvey baba)

-Gecenin üçüne kadar birahanede garsonluk yapan bir anne.(Birlikte akşam yemeği yenilemeyen  bir aile)

-Vasıfsız kadınlara birahanede garsonluk dışında iş bulunamayan bir düzen. (Bu annenin başka işler bulduğu halde birahanede gönüllü olarak sarhoş kahrı çekmeyi tercih ettiğini hiç sanmam)

-Üniversiteyi kazandığı halde kaydını dondurmak zorunda kalan bir kız.(Muğla’da kalacak yer bulamadığı için kaydını donduran birçok öğrenciye rastladım. Muhtemelen bu nedenle veya ekonomik nedenlerle dondurmuştur kız kaydını)

-Dedenin ifadesine göre kadın satıcılığı yapan ve büyük kızını da satmaya çalışan bir baba.

Hayır, her zor durumda kalan cinayet işlesin dediğim yok. Hangi nedenle olursa olsun bir cana hele de bir annenin canına kıyılmasını tabi ki onaylamıyorum.

İtirazım, bunca zorluk ve anormallik yaşanan bir hayatta, işlenen bir cinayete şaşırılmış olması.

Bu ülkede böyle hayatlar yaşayan, zorluklar çeken milyonlar var. Biraz etrafımıza dikkatli bakarsak bu insanları görebiliriz ve belki bu insanlar için devlet başta olmak üzere elimizden bir şey gelir. Olayları böyle sahte gözyaşlarıyla, ikiyüzlülükle karşıladığımız sürece daha çok cinayetler işlenir ve biz de şaşırmaya devam ederiz.


YARGITAY YERİNE TÜRK DİL KURUMU

Gazetelerden öğrendiğimize göre, Gezi olayları sırasında tutuklanan iki şüphelinin aylık tutukluluk incelemesi sırasında hâkim cebinden çıkardığı flash diskteki kararı mahkeme tutanağına geçirmiş.

Bir hakimin teknolojiden yararlanması, flash diskten kopyalama yapmasında yadırganacak bir şey yok. Hepimiz zaman zaman işimizde benzer şeyleri yapıyoruz. Bu olayda benim yadırgadığım husus, hakimin kararını önceden vermiş ve hazırlamış olarak duruşmaya gelmesidir.

Bu olay bana mecliste iktidar partisi milletvekillerinin oylama yapılacağı sırada elleri havada kulisten genel kurul salonuna girmelerini hatırlattı: “nasılsa evet diyeceğiz, görevimiz el kaldırmak, genel kurulda ne konuşulmuş, kararda ne yazıyor önemli değil” düşüncesi.
Vekillerin bu tutumu nedeniyle bazı oylamalarda yanlış oy kullanmaları gibi kazalar da yaşandı zaman zaman.

Oysa meclisteki görüşmelerin de, düzenlenen toplantıların da ve mahkemede yapılan duruşmanın da bir amacı var: konunun görüşülmesi, tartışılması, herhangi bir yanlışlığın ve değişik fikirlerin ortaya konması.

Bu usullerin formalite haline gelmesi kurumları ve kuralları işlevsiz hale getirir. Nitekim bu ülkede imla yanlışlığı ve cümle düşüklüğü nedeniyle cumhurbaşkanınca veto edilen kanunlar oldu. Düşünebiliyor musunuz, milyonları ilgilendiren bir yasa çıkıyor ve yasanın geçtiği bütün aşamalarda yasadaki imla hatası ve cümle düşüklüğü bile fark edilemiyor. Neden? Yasanın çıkarken geçtiği bütün aşamalarda yeterli inceleme, görüşme ve tartışma yapılmadığı için.

Hakimin önceden verdiği bir kararı flash diskten tutanağa geçirmesi bana bunu hatırlattı. İster misiniz mahkeme kararları da imla hatası ve cümle düşüklüğü nedeniyle bir bir Yargıtay’dan dönmeye başlasın ve hatta sonunda Yargıtay’ın yeri Türk Dil Kurumu alsın.


NE GÜZEL BİR FOTOĞRAF BU!

Bir magazin sayfasında rastladım bu fotoğrafa. Fotoğraftakiler, Mehmet Ali Erbil’in oğlu ile kardeşi. Amca, yeğenini okuldan almış, birlikte hamburger yemişler. Üzerine de dondurma.

Fotoğraf, amca yeğeninin ayakkabısını bağlarken çekilmiş. Yeğen ise amcasının sırtına dirseğini dayamış, dondurmasını yalarken o anın tadını çıkarıyor.

Hep lüzumsuz kişilerin lüzumsuz anlarının, daha çok da çıplak kadın teni fotoğraflarını görmeye alıştığımız magazin sayfasında böyle güzel bir fotoğraf görmek beni şaşırttı açıkçası. Aynı zamanda da düşündürdü:


-Hızla akıp giden yaşamın harala gürelesi arasında o kadar az ki böyle anlar. Arada mola verip sevdiklerimizle hayatın tadını çıkarmaya bakalım en iyisi. Yaşam bir şekilde akıyor nasılsa.

MERAKLISINA:

DİZİ, MAÇ, YEMEK TARİFİ VE İLLUMİNATİ

Şunu baştan söyleyeyim, yazıyorum ve doğal olarak okunmayı çok önemsiyorum. Yazmak beni rahatlatsa da insanlığa bir şeyler bırakmanın zevkini yaşasam da okuyan olmadıktan sonra yazmanın bir anlamı olmadığını biliyorum. Yıllar önce bir TRT Yetkilisinin sözleri hala kulağımdadır: rating tabi ki önemlidir, seyreden olmadıktan sonra kaliteli yayın yapmanın ne anlamı vardır?

Evet, okunmak önemlidir benim için. Zaman zaman günde 2,5 milyon tıklanan bir sitenin ana sayfasında yayınlanan yazılarımın tıklanma sayısına bakarak “nerde bu okuyucu” dediğim çok olmuştur. Bazı yazılarımdaki beklenmedik tık sayısı okuyucunun orada olduğunu hatırlatmaktadır bizlere. Ve tabi ki milliyet blogda yayınlanan diğer yazıların aldığı tık sayısı da.

Bunca zaman sonra anladım ki, blogları okuyan insanlar var. Mesele, bu insanlara ulaşabilmek ve onların ilgisini çekebilecek yazılar yazmak, uygun başlıklar koyabilmek ve mümkünse de dikkat çekici fotoğraflar bulabilmek.

Artık iyice belli olmuştur ki okuyucu, dizi, magazin, yemek tarifi ve İlluminati konularına ilgi göstermektedir. Çok okunmak istiyorsanız yapacağınız iş bellidir. Fakat burada beni tutan okuyucuya olan saygımdır. Onlar istiyor diye ve sadece tıklanmak için yazmak bana ters gelmektedir. Eğer okuyucunun zamanını alıyorsak ona yeni bir şey söylemek zorundayız. İlginç şeyler söylemek ve  duymadıkları/bilmedikleri şeyi söylemek zorundayız.

Bu hafta başlayan dizi sezonu nedeniyle geçen yıl takip ettiğim dizileri seyretmeye çalıştım. Fakat o kadar değişiklik olmuş ki bunları anlamak, diziyi sonuna kadar izlemek ve bu konuda bir şeyler yazmak zor geldi bana. Zaten bu konuda dizileri çok iyi takip eden ve çok güzel yazılar yazan arkadaşlar var. O nedenle dizi seyretmeyi ve bu konuda yazı yazmayı bıraktım. Çok ilgimi çeken bir şey olursa ne ala. Yoksa dizi sektörü ve okuyucu bu konuda  benden bir şey beklemesin, başının çaresine baksın.

Futbola zaten bir mesafem vardır epeydir. Bu kadar gürültüyü, yorumu ve yazıyı hak edecek heyecan verici bir futbol oynanmadığı kanaatindeyim Türkiye’de. Oğlumun üniversiteyi kazanıp başka bir şehirde okuyacak olmasını bahane ederek Digitürk üyeliğimi iptal ettirdiğim için maç hususunda bir yazı yazmam da mümkün değil artık.

Masonlar ve Sabetayistler hakkında çok kitap okumuş olsam da illuminati konusunda da yazacak bir şeyim yok. O nedenle o konuyu da pas geçiyorum.

Magazin basınının espri yeteneğine hayran olduğum için zaman zaman belki o konuda yazabilirim diye düşünüyorum.

Yemeği ise sadece yemesini sevdiğim için yemek tarifi üzerine yazmam da söz konusu değil.  

Geriye kalan insan ilişkileri, aşk ve cinsellik konularını da mahrem bulduğumdan yazmayı düşünmüyorum.
Evet, bir yazarın kendini sınırlaması hoş bir şey olmasa da kendini tanımasının, bilgili ve yetenekli olduğu konuları tespit etmesinin yararlı olacağı kanısındayım.

Sonuç olarak, bunca tecrübeden sonra ne yazacağım ve ne kadar okunacağım aşağı yukarı bellidir. Hayallerim yüksek olsa da bu konuda olsun ayaklarım yere basıyor. Ne yapalım, ratingimiz küçük olsun, bizim olsun.


Herkese yazı dolu, bol okunmalı bir yıl diliyorum.