SEN KÖTÜSÜN!


Öncelikle şunu söyleyeyim ki; evet, hayatta her şey siyah beyaz değil. Başka renkler de var. Her şeye ak ve kara olarak bakılmasının, insanlara hak etmedikleri itham ve eleştirilerde bulunulmasının haksızlık olduğunun da farkındayım.

Ancak öyle bir çağda yaşıyoruz ki neredeyse bütün kavramların kelimelerin içi boşaldı, her şey sulandı. Örneğin “aşkım” kelimesi.  Geçen göbekli, pala bıyıklı bir adamın karşısındaki sakallıya dediğini duydum ki; artık bu kelimenin anlamını tamamen yitirdiği, cenaze töreninin yapılması gerektiğini anladım.

Evet, kelimeler anlamını yitirirken bir yandan da bazı kelimelerin tedavülden kalkmakta olduğunu görüyoruz. Hoşgörü, olayı yumuşatma, çarpışmadan kaçınma saiki ile en kötü en sert eleştiriyi gerektiren davranışlara bile tepkimiz kalmadı neredeyse. Bir de üzerine anlayışlı olmak, sertlikten kaçınmak kavramları eklenince tepkisiz toplum haline doğru gidiyoruz.

Örnek mi? Adam televizyonda birine iftira etmiş adam intihar etmiş veya adamı sapık ilan etmiş adamı öldürmüşler. Tepki, meslek örgütünden:

-Her meslekte olduğu gibi maalesef bizim aramızda da yanlış yapanlar çıkabiliyor!

Veya adam sarhoş geçmiş direksiyona hatalı sollama, beş ölü. Ya da çiğnemediği trafik kuralı kalmamış otuz kişi doldurmuş minibüse, on dört ölü:

-Trafik canavarı!

Yani Canavar Ahmet, Katil Hasan, Pezevenk Hüsnü, Tecavüzcü Coşkun yok. Trafik canavarı var, kader kurbanı var, maalesef hata yapanlar var.  

Efendim, burada bir hata nedeniyle insanları hak etmedikleri cezaya çarptırmaktan,  insanları dışlamaktan bahsetmiyoruz. Hani indirim yapıla yapıla artık malın gerçek fiyatı belli değil ya, insanlar da ne yaptıklarını bilsin istiyorum. Ayna tutalım, mazereti de biz bulmayalım. Hem biz hem de hatayı yapanlar yaptıklarıyla yüzleşsinler, farkına varsınlar ve mümkünse bir daha da yapmasınlar.

Yıllar önce birine “sen kötüsün” demiştim. Bir süre sonra davranışlarını değiştirdi, hatasını anladı ve bana dedi ki:

-“Sen kötüsün” dediğin için sana çok kızmıştım. Çok zoruma gitmişti. Düşününce sana hak verdim. Bir daha aynı hatayı yapmamaya karar verdim!

Görüyorsunuz ki etkili bir yöntem. Yoksa niye var “kötü “kelimesi? Sözlükte bulunsun diye mi  yoksa sadece hikaye ve romanlarda bilinmeyen hayal ürünü kahramanlar için kullanılsın diye mi? 

SALONUM KÜÇÜK


Bence yüzyılın hareketi, halkımızın genişleme çabası. Bir evi beğeniyoruz alıyoruz. Bir ay sonra içine sığamadığımızdan genişlemeye çalışıyoruz.

-Balkonu içeriye aldım, mutfağı genişlettim!

-Aradaki duvarı yıktım, odayı salona kattım genişledi, iyi oldu!

O nedenle sürekli evlerden beton delme  aleti, balyoz sesleri geliyor. Halkımız kabına sığamamış genişlemeye çalışıyor.

Belediyeler denizi doldurup şehri genişletmeye çalışıyor. Varoşlar da orman alanlarını, hazine arazilerini işgal edip mal varlıklarını genişletmeye çalışıyor.

Biz evlerimize, sokaklarımıza sığamadığımızdan genişlemeye çalışırken bazı ülkelere  gezegenimiz dar geldiğinden onlar da uzayda genişlemeye çalışıyor.

Yaşam dinamik olduğundan, insanın kabına sığmaması, genişlemeye çalışması belki de normal. Benim anlayamadığım ve karşı olduğum ise neyi neden yaptığını bilmeden genişlemeye çalışmak. 

Yapılan işin, gösterilen çabanın bir amacının bir anlamının ve bir mantığının olması. Bazıları için bu geçerli olsa da kalan insanların çabası bunları taklitten öteye gidemiyor.

O nedenle bütün mal varlığını satıp üzerine kredi çekerek büyük salonlu bir ev almaya çalışan ve bu güne kadar evinde bizden başka kimseyi görmediğim, sürekli evine gelen-giden olmamasından şikayet eden komşumu uyardım:

-Sen önce salonunda oturtacak birilerini bul. Eğer sığmazsanız ondan sonra geniş salonlu bir ev almaya çalış!

BİZİMTELE


Yetmişli yılların başı. Çamurlu sokaklar, naylon ayakkabı, çoğu da yalın ayak.Su mahalle çeşmesinden, elektrik ise tek tük varlıklı evlere girmiş, diğerlerinin de ihtiyaç sırasının başında. Beyaz eşya şimdiki anlamını bulmamış, sadece yatak çarşafını tarif ediyor.

Mahalleye yeni yeni Bulgaristan’dan göçmenler gelmeye başlıyor mahaledeki akrabalarının yanına. Duyduğum kadarıyla gelirken para getirmelerine izin verilmiyor. Onlar da bütün varlıklarını satıp bisiklet, motosiklet gibi ev eşyasına çevirip kamyona doldurup geliyorlar.

Her kamyon geldiğinde ilgiyle izliyoruz eşyaları. Hemen hemen hepsi yeni şeyler bizim için. O nedenle her gelen kamyonun peşinden koşuyoruz ve taşıma bitene kadar oradan ayrılmıyoruz. Kısa kot şortu da bu sayede gördüm ilk defa, gelen bir çocuğun üzerinde.

Gelen göçmenler, kısa sürede getirdiklerini satarak yeni bir yaşam kuruyorlar. Tabi öncelikle vatan, vatansever, çalışkan gibi bir soyadı sahibi oluyorlar. Arkasından yeni gelenlere hoş geldin ziyareti başlıyor. Erkekler ise çoktan kahvede halletmişler o işi. Ailecek ev gezmesi pek yoktu o sıralar, bayramlar ve yatılı ziyaretler dışında.

Hoş geldin ziyaretlerinden birinden dönen annem, gelenlerin evlerinde büyük bir radyo gördüğünü, gelenlerin radyonun içinde konuşan insanların göründüğünü söylediklerini ancak kendisinin görmediğini söyledi. Babam da “olur mu öyle şey” demişti hatırlıyorum.

O zamanlar radyo bile lükstü. Çok yaygın olmasa da yine de vardı evlerde ve çatıdaki antenleriyle yayın alabiliyordu radyolar. O nedenle bilinirdi hangi evde radyo var yoksul mahallemizde. Radyosu olmayan bir baba-oğulu, radyolu bir evin camının altında o zamanki adıyla ajans dinlemelerine tanıklık etmişliğim vardır. Yayın da tek kanal olduğundan özellikle yaz aylarında sokakta yürürken bir şarkıyı kesintisiz dinlemeniz mümkündü.

Bazı evlerde pikap vardı ki, tek şarkılık plakları çalardı. İstediğiniz bir şarkıyı dinlemek için ya radyo istek programından isteyecektiniz ya da bir pikap sahibi komşunuz, akrabanız, arkadaşınız olacak. Gençlerin ellerinde kendi tek ya da iki şarkılık plaklarıyla pikap partisine gitmeleri modaydı.

Bir gün, içinde konuşan adamın göründüğü söylenen büyük radyonun belediyenin altındaki sahanlıkta kurulduğunu gördük. Meraklı kalabalığın en önündeki yerimizi aldık.

Belediye, bir kamu hizmeti olarak göçmenlerden satın almış, başına da bir zabıta memuru görevlendirmişti büyük radyonun. O kadar önemliydi yani. Sonunda yayın başladı. Yıllardır radyodan isimlerini ezbere bildiğimiz Fenerbahçe ve Galatasaraylı futbolcular karşımızdaydı. İlk defa içinde insan olan radyo görmenin şaşkınlığı, maç heyecanı ve coşku had safhadaydı. Maç da güzeldi.

Demeye kalmadı, efsanemiz Cemil Turan, hem de Galatasaray’a golünü attı. Öyle bir coşku ki anlatılmaz. Ahali haykırış, ıslık, zıplama her şeyiyle golü kutluyor, Galatasaraylıları kızdırıyor. Çıkan gürültünün huyunu-suyunu bilmediği radyoyu bozmasından korkan zabıta, bağırıp çağırmayla radyonun bozulacağını, kendi başının da derde gireceğini kalabalığa anlatmaya çalıştıysa da başarılı olamadı. O da çare olarak radyoyu kapattı. Bu sefer biz çocuklar yalvar-yakar, büyükler küfürlü tehdit, sonunda sessiz olma sözüyle tekrar açtırdık içinde insan görünen radyoyu.

Fakat Cemil Turan rahat durmuyor ki biz ne yapalım. Ardından bir gol daha. Yine coşku, bağırıp-çağırma zabıta ne yapsın tekrar kapattı. Yalvarmalar, küfür tehdit açtırdık ama ardından bir gol, yine aynı sahneler. Sonunda güç bela bitirdik maçı..O gün tanıştık televizyonla, Cemil Turan’la.

ÇOCUKLARI TARTALIM!


Bahsettiğimiz çocuklar yeni doğmuş çocuklar değil. Onlar zaten tartılıyor. Yaş itibarıyla bizim çocuklar artık  okumaya veya çalışmaya başka ellere giden çocuklar olup sömestr tatili nedeniyle eve dönüşleri başlamış durumda.

Çocuklareve gelir-gelmez tartılsın. Daha sonra da giderken tartılsın bakalım bakım nasıl olmuş(!)

BELGESİZ KONUŞMAM!

Doğu görevleri güzel başlar. Her yer ilginç herkes yeni. Fakat bir süre sonra sıkıntı başlar. Gezilecek yerler gezilmiş, gözlemler yapılmış, bir sürü yeni insanlar tanınmış, yeni dostluklar oluşmuş ancak hala görev bitmemiş.

Bu arada birlikte gidilen arkadaşlar da uzun süren sohbetlerle tanınmış neredeyse konuşulacak konu kalmamış. Bu arada başka yerdeki görevli arkadaşlarla telefon irtibatı da devam etmekte.

Ben bir arkadaşımı asla unutmam mesela. Ne zaman dışarıda olsam (ki o zamanlar cep telefonu da yok), nerede olsam beni bulur, her gün sohbet ederiz, bana moral verir

Bu sefer ben değilim doğuda olan. Üç arkadaş uzun zamandır bir güneydoğu ilinde görevdeler. Gittikleri görev çoktan bitmiş, ardı arkası kesilmeyen ilave işlerle uğraşıyorlar. Ben de hemen hemen her gün arıyorum. Hem iş konusunda oluşan tereddütleri gideriyoruz hem de sohbet ediyoruz moral veriyoruz.

Arkadaşların gezecek yerleri de bitmiş, sohbet konuları da. Günlerden bir gün konu nasıl oraya geldiyse bir arkadaş benim askerde çavuş olamadığımı iddia etmiş. Bir başka arkadaş ise “asteğmen olabilecek biri neden çavuş olamasın” diye itiraz etmiş. Bütün gece tartışmışlar bir sonuca varamamışlar.

Sabah erkenden bir telefon aldım. Bir arkadaş:

-Siz askerliği ne olarak yaptınız?

-Kısa dönem er olarak. Neden sordun?

-Hulusi Bey sizin çavuş bile olamadığınızı iddia etti de onu tartıştık geç vakte kadar.

-Geç o zaman faksın başına!

Evet, önemli veya gizli bir belge göndereceksek faksın başına kendimiz geçerdik ki kimse görmesin. Kimse bana “çavuş bile olamadı” diyemezdi ve ben de asla belgesiz konuşmazdım. Hemen çantamda taşıdığım çavuş diplomamı faksladım arkadaşlara. Hem de altı imzalı diplomamı. Zira üniversite diplomamda iki imza varken çavuş diplomamda altı imza vardı.

DAKSİL


-Ahmet Efendi, Daksil istiyorum!

-Efendim?

-Daksil!

-Emredersiniz??????

-Alo Ayşe Hanım, yanlış yazdım onu düzelteceğim. Ahmet Efendiden daksil istedim ama anlamadı galiba. Bir tane gönderir misiniz, acele!

Daksil gelmiş, bütün hatalarımı düzeltmişim. Kapı çalındı gelen Ahmet Efendi:

-Efendim, bütün taksiler dolu geçiyor. Yarım saattir el ediyorum hiç biri durmadı. İşyerinin arabasıyla gitseniz!

Allahtan bütün taksiler dolu geçmiş. Yoksa bir de taksi şoförüne anlat daksil istediğini(!). 

KONYAK İÇEBİLİR MİYİM DOKTOR?



Hamile bir kadın doktora:

-Konyak içebilir miyim doktor?

Türkiye’de erkeklerin bile fazla rağbet etmediği konyağı, hamile bir kadının içmek istemesine şaşırmış olan doktor:

-İlle de içmek istiyorsanız arada bir kadeh olabilir!

Akşam evde koca:

-Yahu sen ağzına içki koymazsın. Nereden çıktı bu konyak içmek?

-Kitapta “arada bir kadeh konyak içebilirsiniz” yazıyordu. Merak ettim ondan sordum.

-Kitap Fransızcadan çeviri olduğu için konyak denmiş. İngilizceden çevrilmiş “Bebek Bekliyorum” kitabı alsaydık, “viski içebilir miyim” diye mi soracaktın doktora?

HAYIRLI EVLAT


Ayakkabımı boyattığım kulağı az duyan yaşlı amca:

-Ayakkabın pek güzelmiş. Güle güle giy!

-Benim değil amca, oğlumun!

-Aferin oğluna, hayırlı evlatmış. Bak babasına ne güzel ayakkabı almış!

-Amca, ayakkabıyı ben oğluma almıştım. İki kere giydi sonra beğenmedi. Boşa gitmesin diye ben giyiyorum.

-Olsun yine de iyi evlatmış. Eskitmeden giymiş ayakkabıyı, “babam giyer belki” diye düşünmüş, hor kullanmamış!

SARI IŞIĞI YANMAYANLARDAN MISINIZ?


İlk defa bir meslektaşım söyledi bunu:

-Siz önce adamı göklere çıkarıyorsunuz, sonra da ipe çekiyorsunuz!

-Peki, ikisini de hak ediyorlar mı?

-Tabi ki hak ediyorlar ancak önceden uyarsanız ipe çekmeniz gerekmeyebilir.

Bu davranışın psikolojide bir adı anlamı var okumuştum bir yerde. Şimdi hem hatırlamıyorum. Tekrar okumak, araştırmak da istemiyorum. Peki, okumadan araştırmadan yazı yazılır mı? Yazdım gitti, ne yapalım?

Evet, insan ilişkilerinde de bir sarı ışık gerekli belki de. Nasıl bir trafik ışığı kırmızı veya yeşilin yanacağını önceden haber veriyor, insan ilişkilerinde de yanmalı sarı ışık. Ki karşıdaki anlasın ki kırmızı yanacak ya da yeşil. Futbol maçlarında var benzeri. Sarı kart; bir daha yaparsan kırmızı geliyor! Ancak bazı haller var ki direkt kırmızı. İkazı yok.

Trafikte sarı ışık insanları kırmızı ya da yeşile karşı uyarır ki zamanında önlem alınsın, hız ayarlansın. Buna da fren mesafesi deniyor sanırım. Yoksa aniden yanan kırmızı ışık sizi bir TIR’ın altına sokabilir. Peki, insan ilişkilerinde fren mesafesi gerekli mi? Hiç sanmıyorum. Bir özür bir tatlı söz çözer her şeyi. Yeter ki hızlı gittiğinin kuralları çiğnediğinin farkına varabilsin insan.

Bir gün kendisinden hiç ummadığım bir davranış gördüğüm, büyük hayal kırıklığı yaşadığım bir arkadaşıma:

-Bunca yıllık bir arkadaşlığımız dostluğumuz var. Değdi mi yaptığına? Oysa ben seni çok sevmiştim!

-Sevmeseydin!

Evet, bu kadar basit. Anladım ki bazı insanlar ilişkilerinde duygularına göre hareket ediyorlar bazıları mantık. Hani diplomaside her şey ölçülü, her şey hesaplı ya. Devlet Başkanı diğerini öperse bir manası var. İki defa öperse de, elini tokalaşırken sallarsa da, diğer elini omzuna dokunursa da, ellerini bağlarsa da. Sonra konuşmalardaki kelimeler falan her şeyin bir anlamı var. O nedenle her şey ölçülü, her şey bir mesaj içeriyor.

Diyeceğim o ki; sarı ışık diplomatlar için gerekli. İnsan ilişkilerinde de ölçüp biçenler için. İnsan ilişkilerinde duygularına göre hareket edenlere gerekmez sarı ışık! 

SAÇ TIRAŞI NE KADAR SÜRER?



Yıl 1988. Ankara’nın doğusuna bir geçtim. Tam geçtim; Diyarbakır’da buldum kendimi. İnsan uçakla gidince de tam olarak anlayamıyor değişimi. Otobüs yolculuğunun insanı gittiği yere alıştırma özelliği var. Yollar, bitki örtüsü, evler, kıyafetler ve insanlar.

Oysa uçak yolculuğu bir-bir buçuk saat sonra seni bambaşka bir dünyaya atıyor. İlk güneşin erken batışı dikkatimi çekmişti. Bir gün öncekinden bir saat önce batması tabi ki şaşırtıyor insanı. Hele Dağkapı’daki levhaları görünce ikna oldum evimden çok uzakta olduğumu. Mardin, Şanlıurfa, Elazığ, Batman’ı gösteren yön levhaları.

Evet, ilk defa gitmişim ve her şey yeni, her şey farklı. Aklımda kalan en önemli fark ise berberlerin saç kesme süreleri. Tavsiye üzerine gittim berberin saç tıraşı tam üç dakika sürdü. Bir dahaki bilemedin beş dakika. Bakıyorum tıraşın diğerlerinden hiçbir farkı yok. Oysa şimdiye kadar yarım saatten az sürenini görmemiştim. O nedenle nefret ederim berberde sıra beklemekten.

Bu konu kafama takıldı. Dönüşte çocukluğumdan beri tıraş olduğu İsmail Abiye sormaya karar verdim. Hele onun tıraşı kırk beş dakika, bir saatten az sürmezdi. O nedenle her seferinde:

-Gece on gibi gel. Senin saçları keser dükkanı kapatırız, derdi.

Diyarbakır dönüşü gittim ona. Yine uzun sürdü. Sonunda dayanamadım:

-Abi, Diyarbakır’da üç dakikada kesiyorlar saçı hem de baya güzel kesiyorlar. Burada yarım saatten az sürmüyor. Neden?

-Vallahi bir saç normalde üç bilemedin beş dakikada kesilir. Ben de keserim. Fakat ondan sonra müşterinin verdiği para zoruna gider. O nedenle her berber tıraşı uzatır biraz.

Yıllar sonra bu defa bir mali müşavir arkadaşın yanındayım. Bir vatandaş bir şey istedi. Arkadaş:

-Bu iş uzun sürer, akşam üzeri gel!

Beş dakikalık işti oysa. Sordum. Arkadaşım:

-Evet, beş dakikalık iş. Fakat beş dakikada yapar eline verirsem işi, vereceği para zoruna gider. O nedenle  “akşam üzeri gel” diyorum.

Evet, tam yumurta-tavuk hikayesi. Esnaf mı vatandaşa dürüst davranmıyor, vatandaş mı esnafı dürüstlükten ayırıyor?

ARABADAN SES GELİYORSA


Çok sevdiğim bir fıkra; ikinci el bir arabanın alıcı ve satıcısı deneme sürüşü yapıyorlar. Direksiyondaki alıcı:

-Bu arabanın her yerinden ses geliyor, ses gelmeyen yeri yok mu?

-Var tabi ki; kornası!

Evet, bir arabadan gelmesi gereken sesler var gelmesi gerekmeyen hatta gelmesi tehlikeli sesler var. Bu sadece araba için de değil. Havaalanında uçağın motorunu dinleyen teknisyenler görürsünüz. Hatta doktorlar da insanın göğsünü veya sırtını dinlerler, bir arıza var mı anlamaya çalışırlar.

Adamın biri, arabasından gelen bir sesin kaynağı bulamıyor. Götürdüğü tamirci ve servis de sesin kaynağını bulamayınca içine sinmiyor ve çaresiz arabasını satıyor. Arabasını telim etmeden önce de arabadaki bütün şahsi eşyalarını bu arada iki poşet dolusu kaseti de topluyor.

Arabayı alıcıya götürürken bir bakıyor ki o ses kesilmiş. Sonunda sesin kaynağını buluyor ama bulmakta geç kalıyor. Çok sevdiği arabasıyla vedalaşmak zorunda kalıyor.

KIRMIZI IŞIKTA GEÇME İZNİ


-Artık hiçbir şey şaşırtmaz beni!

İlk duyduğumda çok hoşuma gitmişti bu söz. “Öyle şeyler yaşadım ki”, “olgunlaştım, erdim artık” anlamı var. Bir nevi ideale varma manası var bu sözde.

Fakat biraz detaylı düşününce boş laftan başka bir şey değil bu. Çünkü şaşırma insanın elinde olan bir şey değil. Refleks bir yerde. O nedenle insan bilemez neye şaşırıp-şaşırmayacağını.

Ancak tamamen katıldığım sözler de var:

-Teknolojiyi biz üretmediğimiz ve bizim ihtiyaçlarımız sonucu üretilmediği için kullanmayı bilmiyoruz.

Evet, hala katıldığım bir sözdür. Örneğimizden yola çıkarsak; araçları biz icat etmedik. Trafiğini düzenleyen trafik ışıkları da bizim ihtiyacımızdan doğmadı. Araçları da trafik ışıklarını da biz icat etmediğimizden ve bizim ihtiyaçlarımızdan doğmadığı için uymuyoruz.

Efendim, bir kavşaktayız. Normalde bir kavşakta araçların ve insanların nasıl davranması gerektiği kurallarla belirlenmiş. Trafik yoğun olduğu için ışık da konmuş. Bütün bunlara rağmen kurallara uyulmadığı ve trafikte keşmekeş yaşandığı için trafik polisi de var.

Bu şartlarda tanık olduğum manzara; araçlar kendilerine yeşil ışık yandığı için hızlı bir şekilde ilerliyorlar. Yaya kaldırımında ise yüzlerce sabırsız insan otuz beş saniyelik kırmızı ışık süresinin bitmesini bekliyor. Trafik polisi de yayaların sabırsızlığının farkında, araç trafiğinin kesilmemesi için kural ihlali yaptırmama derdinde.

Bir kadın polise yaklaştı. Bir eliyle polisi dürterken diğer elinin işaret parmağı havada (ilkokulda öğretmeninden söz isteme pozisyonunda) kibarca sordu:

-Memur Bey, geçebilir miyim?

Memur iki elini yana açarak:

-Kırmızı yanıyor, ben de buradayım. Ne diyeyim şimdi ben sana?

ASKERDE BULAŞIK YIKAYAN VAR MI?


Askerde, sıramız gelince biz de geçtik bulaşıkların başına. Askerliğini kısa sürede bitirip yaşamına, mesleğine devam etme kararını vermiş, çoğu yaşını-başını almış okumuş çocuklar olarak (hakim, savcı, öğretmen, müfettiş, mühendis, veteriner vs.) o kadar temiz o kadar itinalı yıkadık ki bulaşıkları; eminim askerlik tarihinin en temiz tabaklarında yedi yemeğini bizim bölük.

Nitekim bulaşıkları çok temiz ve itina ile yıkadığımızı gören yan bölükteki uzun dönem askerliğini yapanlar uyardı:

-Böyle giderse akşama kadar bitmez sizin bulaşık!

Bu fotoğrafımı gören bir arkadaşım ise iddia etti:

-Askerde, asla eline almadığı makineli tüfekle ya da asla binmediği tankla veya kullanmadığı topla fotoğraf çektiren çoktur ama senin gibi bulaşık yıkarken fotoğraf çektiren yoktur!

Ben de merak ettim; bizden başka askerde bulaşık yıkayan var mı ya da fotoğraf çektiren?

PARDON


Çoğu ilk defa bir araya gelmiş bir topluluk yemekte. Masadaki erkeklerden biri:


-Tuvalet ne tarafta acaba?


Yakınındaki bir kadın:

-Ben yardımcı olayım.

-Teşekkür ederim ama üç yaşımdan beri kendim yapabiliyorum.

-Ben tuvaletin yerini gösterecektim.

-Pardon.

***

-Neden beyaz kızı öpüyorsun da zenciyi öpmüyorsun, ırkçı!

-Beyaz kız liseden arkadaşım, zenci de onun atletizm takımından arkadaşı, ilk defa gördüğüm kızı neden öpeyim ki?

-Pardon.

***

-Merhaba, ben Baybora.

-Memnun oldum, ben de Bay Fikret.

-Benim adım Baybora.

-Pardon.

***

-Eta Bey yok mu?

-Etabey Bey senin askerlik arkadaşın mı, nasıl hitap ediyorsun hocana? 

-Pardon, ben adını Eta sanmıştım hocam.

***

-Fortran ıv kitabını götürecek misin?

-O fortran ıv değil, fortran dört.

-Pardon, fortran bir, iki üçü göremeyince.

İŞİN UCUNDAN TUTMAK


Üniversitede okuyan bir kız. Evine dönüyor. Saçlarını arkaya doğru atıp evlerine doğru havalı bir şekilde giderken arkasında annesi iki büklüm valizini taşıyor.

Manzara bence korkunçtu ancak bir şey söylemedim. Aradan aylar geçti. O kızla tanıştım. İlk sözüm:

-Annene valizini taşıtman hiç de hoş değil!

-Ne zaman?

-Geçen kış, okul dönüşü.

-Abi, ben hiçbir zaman anneme valizimi taşıtmam. O gördüğün gün caddeden sokağa kadar ben taşıdım. Köşeden eve kadar annem çok ısrar etti yoruldum diye. Ama haklısın, kim görse aynı şeyleri düşünürdü.

Evet, her zaman gözümüzün gördüğü, önyargılarımızla beslediğimiz olaylar göründüğü gibi olmayabilir. Baştan kabul ediyorum. Fakat ne kadar empati yapmaya çalışsak da bazı insan manzaraları var ki, aksi ispatlanana kadar bizi rahatsız etmeye devam ediyor.

Örneğin bir koro, devlet korosu. Hepsi bildiğim kadarıyla kadro karşılığı sözleşmeli çalışıyorlar. Yani hem iş garantileri hem de normal bir memurdan fazla gelirleri var. Eğitimliler. Ayda bir verdikleri konserdeler. Erkekler smokinli, kadınlar tuvalet giymişler. Gayet şıklar. Fakat o ne? Her birinin elinde bir restoran menüsünün biraz büyüğüne benzer şeyler var. Şarkıları oraya bakıp söylüyorlar.

Yani, ayda bir defa on tane şarkı söyleyeceksin. Onu da ezberle be kardeşim!

Ya da televizyonda bir klasik görüntü. Birileri sorunlarını anlatmak için basın açıklaması yapıyorlar. Önlerinde kalabalık basın mensupları, arkalarında da destekleyen taraftarları. 

Değişmez manzara; açıklamayı yapan bir kağıttan bir şeyler okuyor. Yanında da biri megafonu tutuyor. Hopörleri de bir başkası. Eğer bir de yağmur yağıyorsa da bir başkası da şemsiye tutuyor.

Şimdiye kadar bu manzarada yüzlerce açıklama-eylem seyrettim televizyonda. Hiç biri de aklımda kalmadı. Genelde de bu manzara devamında polisle eylemci çatışmışsa yayınlanıyor. Belki de ondandır söylediklerinin aklımızda kalmaması.

Yine de her şeye rağmen şöyle gür sesli, yanında kağıdını megafonunu tutan birileri olmayan gümbür gümbür haykıran birilerini arıyor insanın gözleri. Ya da en azında söyleyeceğin şeyleri ezberle, dinleyenle göz teması kur, dinleyenin de aklında kalsın birkaç cümlen be kardeşim!

TERSİNE GİDEN HAYATLAR

İzmir’in yatak odası denir Karşıyaka’ya. Nedeni, sadece yatmaya gidilir Karşıyaka’ya. Ne üniversite vardır, ne büyük hastane ne de büyük işyeri. Diğer semttekilerin her gün Karşıyaka’ya gitmeleri için nedenleri yoktur. Bu nedenle sabah akşam tıkanır trafiği, hayat tek yönlü aktığı için. Sabahları Konak tarafına, akşamları da Karşıyaka tarafına doğru. 



Ben de herkesin uyumaya gittiği yere çalışmaya gidiyorum sabahları, otobüste az sayıda bulunan yaşlı ve hasta bakmaya giden kadınlarla birlikte. 


İşi kendim seçmedim. Hayat getirdi beni buraya. Bazen düşünürüm, hayat neden tersine akıyor diye. Hani otobanda ters yola giren lazın “bütün arabalar ters yöne girmiş, hepsi üzerime geliyor” demesi gibi. 

Yoksa bütün bunlar çocukken kuyruğuna teneke bağladığım kedinin vebali mi? 

Yoksa işe girerken içeriye sol ayağımla girmemden mi? 

Veya gece tırnak kesilmez kuralını ihlal ettiğimden mi, küçükken? 

Elimi ağzımı yıkamadan yatağa girmem mi, ilkokul çağlarımda? 

Çocukluğumda oyun oynarken başıma üç defa düşen kiremidin kabahati yok o zaman.

DÜNYA KÜÇÜKTÜR!

Yıllar önce görevli gittiğim bir şehirde, arkadaşlarımla yemek yedik, dönüşte bir arkadaşlarının minibüsü içinde bira içerek mehtabı seyrettik ve o şehrin tek kahve dağıtıcısı olan minibüs sahibinin şirket tarafından ödül olarak gönderildiği Paris anılarını dinledik. Hele bir disko anısı vardı ki; diskoda ne kadar kaldığını bilmiyorum ama anlatımı tam üç buçuk saat sürdü.Müzik, kızlar v.s.



Ertesi yıl ülkenin bir başka uç şehrinde müdür ve eşiyle otururken, konu lafın uzatılmasına geldi. Ben “geçen yıl şu şehirde, şu işi yapan kişinin minibüsünde …” demeye kalmadan müdürün eşi atıldı.

-O bizim damattır, yeğenimin eşi, dedi.

O an beynimden kaynar sular döküldü. Az daha damatlarının Paris’teki disko anılarını ağzımdan kaçırıp bir aile faciasına neden olacaktım. Ama nereden bilebilirdim ki, ülkenin bir ucunda tanıştığım birinin ertesi yıl ülkenin bir başka ucunda eşinin teyzesiyle karşılaşacağımı…

****
Yol uzun, birazdan kola servisi bitecek, ışıklar sönecek, uyuyabilirsek uyuyacağız, sabah da vardığımız yerde işe başlayacağız.

Ve fakat uyumak ne mümkün. Önümdeki koltukta bir bayan bir erkek konuşuyorlar. Ben uyumaya çalıştığım için dinlememeye çalışıyorum fakat kadın makineli tüfek gibi konuşuyor duymamak mümkün değil.

Yolculuğun üçüncü saatinde önümdekilerin baldızımın işyerindeki bir şef ile bir daire başkanı olduğu anlaşıldı. Şef Hanım yol bitene kadar daire başkanına işyerinde neler olup-bittiğini sayıp-döktü. Dönüşte baldızıma işyerinde olanı-biteni anlatınca ağzı bir karış açık kaldı, bilmediği birçok şeyi benden öğrendi. Bir-kaç ay sonra da şef hanımın şube müdürü olduğunu öğrendim, yoldaki performansından sonra.

****
Yine şehrin birinde işyerinin lokalindeyiz. Başka bir şehirdeki arkadaşım gelmiş yemekteyiz. Arkadaş nihayet evlenmeye karar vermiş kırkında ve lüks bir otelde yapmayı planladığı düğününe çağıracağı yüz kişiyi çağırma gerekçeleri ile birlikte sıralıyor.

Bir ismi söylediğinde yan masadaki orta yaşlı bir kadınla daha genç bir erkek irkilerek bize baktılar. Ben de o kişiyi överek çağırması gerektiğini söyledim.

Ertesi günü işyerinden bir müdür, dün akşam şu kişiyle şurada şu masada yemekteymişsiniz deyince şaşırdım. Meğer akşam yan masadakiler bahsi geçen müstakbel düğün davetlisinin eşi ve oğluymuş. Allahtan iyi bilirmişiz davetliyi! 


****
Dünya küçüktür teorisinin en riskli gurubu arkadaşının arkadaşı olanlar. Yine şansım yaver gitti.
Fakülte yılları, bir arkadaşım arkadaşları ile oturuyor. O zamanlar telefon yazdıran bir arkadaş geldi.

-Bir türlü çıkmadı telefon, dedi.

Ben de o da bir şey mi bizim ora bile çıkmıyor, diyerek memleketimin adını söyledim.
Bunu duyan arkadaşın arkadaşı, kim oralı?, dedi.
Ben, dedim. İki sorgu sual, ilkokul birde aynı sınıfta okuduğum, sonra babasının tayini nedeniyle ayrıldığım Gökhan çıktı arkadaşın arkadaşı, 15 yıl sonra..

****
Dünya küçüktür hikayeleri çoğaldıkça insan yeni tanıştığı kişilerle ne konuşacağını şaşırıyor. Biraz eskiden tanıdığı biriyle karşılaşınca daha rahat konuşuyor. 

Yine bir şehirde eskiden tanıdığım emekli iki müdür ve eşleriyle misafirhanede oturuyoruz. Konu nereden geldiyse masonluk altı veya özentisi olduğunu duyduğum iki derneğe geldi. Ben de duyumlarım sonucu bu derneklerin mason özentisi olduğunu, gerçek amaçları konusunda şüphelerim olduğunu söyledim. Artık at kuyruğu saçlı olmuş emekli müdürlerden biri ve eşi şiddetle itiraz ettiler. Ben ısrar ettim laf uzadı. Diğer müdür konuya açıklık getirdi. Bu çiftin oğulları söz konusu derneğin en aktif üyelerindendi. 

O saatten sonra herkes fikirlerinden vazgeçemeyeceği için konuyu değiştirmeye karar verdik.

-Büyük şehirlerde genç emekliler ne yapacağını bilemiyor, salsa kursuna gidiyorlar örneğin, ne alaka, dedim.

Bunu duyan at kuyruklu saçlı emekli müdür ve eşi kıpkırmızı bir yüzle, ne var bunda, derken, diğer emekli çift gülmekten yerlere yattılar. Meğer oğulları mason özentisi dernekte aktif üye olan çift salsa kursuna gidiyorlarmış. Yine ne diyeceğimi bilemedim.

Sonradan şöyle anlaştık; bir konu açıldığında konuyla yakın ilgisi olan peşin açıklama yapacak.
At kuyruğu saçlı emekli müdür hemen atıldı mesela, fotoğraf kursuna gidiyorum, ona göre! Dedi.

**** 

Memleketin bir köşesinde soruşturmadayız. Kaymakamlık aracılığıyla bir konuda bilirkişi görevlendirdik. Bilirkişi konuşmaya başlamıştı ki sordum; Aydın-Germencik-Dampınar Köyünden misiniz?

O dahil odadakilerin hepsi sordular, nasıl Bildin?

Bizim köy Yörük köyüdür, etraf köyler de öyle. Yörük obaları ayrı ayrı her biri bir köye yerleştiği için her köyün şivesi farklıdır ve başka hiçbir yerde yoktur o şive.

Sadece köyden birinin ..... olduğunu biliyordum hepsi. 

****
En küçük olan da bizim kasaba. Kızı istetmişiz. Kendimiz tanıştık aslında. Fakat usuldendir. Kızın babası veya bir yakını kızı isteyen erkeğin ailesini araştırır-soruşturur. Bizim rahmetli kayın peder de eşimin dayısını yanına alarak bizim mahalle kahvesine geliyorlar. Eşimin Dayısı, adını bilmediği ama simaen tanıdığı babamı görünce babama soruyor beni nasıl biliyor? Diye.

****
Bir sahil kasabasında çadırda tatil yapıyorum. Günlerdir yaptığım menemen, yumurta vs. türü yemeklerden bıkmışım, şehre ineyim kendime bir ziyafet çekeyim, dedim. Uzun aramalardan sonra ara sokakta sulu yemek bulunan bir lokanta buldum ve kalabalık olduğundan bir yer bulup oturdum. Aklım yemekte olduğundan pek etrafıma bakmadım. Ancak karşımda oturan adımla seslendi.Kafamı kaldırdığımda bir baktım ki fakülteden bir arkadaş, masada karşımda oturuyor beş yıl sonra.

**** 

Memleketime binbeşyüz, çalıştığım yere bin ikiyüz, fakülte okuduğum şehre de yaklaşın bin kilometre mesafede bir şehirdeyim. Fakülteden bir arkadaşı buldum. Şehrin ana caddesinde bir mağaza önünde onu bekliyorum.

Bir baktım, mühendislik fakültesinden evlendiklerini duyduğum iki arkadaş bebek arabasını iterek geliyorlar. Hemen seslendim, sarıldık. Tam bu sırada randevuyu veren arkadaş da geldi. Onlar aynı şehirde olduklarını bilmiyorlarmış. Onlar konuşurken bu sefer bir polis memuru adımı söyleyerek sırtıma dokunuyor. Dönünce bir de ne göreyim. Mahalleden çocukluk arkadaşım. Polis olmuş tayini bu şehre çıkmış. 

Şu dünyanın işine bakın. Bir büyük şehirde varlığından haberdar olmadığım iki arkadaş, bir mahalle arkadaşı ve de ziyaret ettiğim arkadaş. Aynı anda aynı caddede. Bu kadar mı küçük bu dünya! 

**** 

Gerçek bir dünya küçüktür hikayesi bir arkadaşımın. Arkadaş Gürbulak sınır kapısında görevli. İran tarafını merak ediyor.İzin alarak o tarafa geçiyor. İki adım atmadan bir gurup asker arkadaşı derdest arabaya atıp karakola götürüyorlar.

Arkadaş şaşkınlık içerisinde komutanın odasına götürüyorlar. Komutan sarılıp-öpüyor arkadaşı.
Meğer fakültede yabancı öğrenci kontenjanından okuyan İran’lı sınıf arkadaşı sınır kapısında askerliğini yapıyormuş. Bizim arkadaşı görünce bir şaka yapmak istemiş.

DUYGULAR SÖMÜRÜLMEK İÇİN VARDIR!



Her lüksün bir bedeli var. Kadın çalışıyorsa erkek bilecek ki akşam yemeğini sekizden önce yiyemeyecek. Ya da gelirinin bir kısmı ile ev işleri için belli aralıklarla kadın alınacak. Başka türlüsü mümkün değildir ve aksi takdirde kadın çok zor durumda kalır, ezilir.

Toplumsal iş bölümü için de gereklidir bu. Sonuçta insan daha rahat yaşamak için çalışır. Daha rahat ve daha temiz bir evde yaşamak için de gereklidir eve yardımcı kadın almak.

Evlendikten bir süre sonra eşim de anladı ki tek başına yürütebileceği ya da en azından istediği gibi yürütülecek bir iş değil bu. Biz de kadın almaya karar verdik ve eş dost yardımıyla bulduk bir kadın. Kadın çok güzel çalıştı. Tertemiz yaptı her yeri. Giderken de sordu:

-Hangi sıklıkta geleceğim?

-Biz sizi ararız.

-Benim günlerim dolu, öyle her aradığınızda gelemem. Haftada bir ya da on beş günde, bileyim ki ben de programımı yapayım.

-Düşünelim, ararız sizi.

Nitekim düşündük ve aradık da. Fakat kadın gelmedi. Boş günleri de dolmuş. Anlaşılan işini iyi yapan boş kalmıyor.

Bir süre sonra eşim yine zorlanınca tekrar bulduk birini. Haftanın bir gününü de hemen tahsis ettirdik. Kadın güzel çalışıyor her şey yolunda. Fakat kadının geldiği günlerde eşim bir süre kendine gelemiyor. Kadının acıklı hikayesi çok üzüyordu onu. Esasen, evlere temizliğe gitmek öyle çok tercih edilecek, severek yapılacak bir iş değil. O nedenle mecbur olmadan yapılacak bir iş değil zaten. Dokunsan vardır her birinin bir acıklı hikayesi ya da mecburiyeti.

Efendim, eşim dinledikçe açtı kesenin ağzını. Kesenin ağzını açtıkça da dinledi. Artık çocuğa ne alırsak bir tane de kadının çocuğuna, eşime ne alırsak kadına da alıyoruz neredeyse. Kocası öldüğü için bana alınan tek alınıyor sadece. Kadın, her hafta hem içini dökmüş hem de parasını ve hediyelerini almış olarak dönüyor evine; tren setleri, markalı çocuk giysileri ve eşimin giysilerinden birazı.

Akşam o evine mutlu dönerken biz evde onun hikayeleriyle yediğimiz yemek boğazımızda bir akşam geçiriyoruz.

Bir gün evimizi boyatmaya karar verdik. Hemen imdadımıza yetişti kadın. Kardeşi bir kamu kurumunda çalışıyordu. Maaşı yetmiyordu. Mesai dışında da evleri boyamaya gidiyordu. Bir Hafta sonu bizim evi de boyayabilir miydi? Tabi ki neden olmasın? Yalnız hafta sonu bitmesi için bir arkadaşını da getirecekti yanında ve yüz elli liraya uygun fiyata boyayacaktı evimizi. Biz evimizi ilk defa boyattığımızdan fiyatları bilmiyorduk ancak araştırmadık da. Tanıdıktı sonuçta.

Bir cumartesi sabahı geldiler ve boyamaya başladılar. Bizim kadının kardeşi, düz yerleri boyarken yanındaki adam zor yerleri boyuyordu. Adam normal boyacı kıyafetindeydi, kardeşin tulumu ise çok temiz ve yeniydi.

Adet olduğu üzere boyacılar iş başında, evin erkeği olarak ben de ayak işlerine bakıyorum. Yemek tedariki (pide, pizza), çay-kahve ikramı. Derken ikinci gün kadının kardeşinin bir işi çıktı. Bir süreliğine bir yere gitti. Öbür adam:

-Hem işten anlamıyor hem de ustalık taslıyor!

-Neden boyacı değil mi o?

-Ne boyacısı abi, adam devlet dairesinde çalışıyor. Ablası temizliğe gittiği evlerden boya işi alıyor ben yapıyorum. Yirmi lira yevmiyeye yapılacak iş değil ya ne yapalım iş yok.

Evet, olay gayet açık ve net.  Kabullenilmesi zor, anlatılması acıklı olsa da gerçek bu. Kadının kardeşi boyacı falan değil. Bizden aldığı yüz elli liranın kırk lirasıyla yevmiye ile usta tutmuş. Usta boyuyor adam kazanıyor. Ablasının acıklı hikayeleri sayesinde. Biraz araştırınca öğrendik ki elli liraya evi boyatmak mümkünmüş.

Ben zaten kadının acıklı hikayeleri ile eşimi ağlatmasına kızıyordum. Bu olay bardağı taşırdı. Enayi yerine konulmak, aldatılmak ve sömürülmek çok zoruma gitti. Hemen kadınla ilişiğimiz kestik ama bir şey söylemedik. Zaten söylemeye kalksam ağzımdan iyi bir şey çıkmayacaktı. O nedenle susmayı tercih ettim.

Aradan kaç yıl geçti bilmiyorum. Bir akşam evde yalnız olduğum bir sırada zil çaldı. Baktım o kadın. Başka eve taşındığımız halde aramış bulmuş bizi.

-Ne olur tekrar geleyim temizliğe, çok zor durumdayım!

Başka bir kadın bulduğumuzu söyleyerek göndermeye çalıştım. O hala telefon numarasını eşime vermem konusunda ısrarcıydı. İleteceğimi söyleyerek kapattım kapıyı. Anlaşılan duygusu sömürülecek insan kalmamıştı ve ikinci tura çıkılmıştı. 

SAYISAL OYNAMA HAKKI



-Bana da bir tam kolon sayısal oynar mısın?

-Ne sayısalı beyim, senin sayısal kapıda!

Kapıda denilen, yeni aldığım cipe benzeyen ama bir yerli arabadan ucuz bir araba. Bunu bana söyleyen, arabamı çok beğenmiş beni de çok zengin sanıyor. O nedenle diyor ki:

-Senin böyle araban var, sayısalı biz oynayalım da bizim de böyle arabamız olsun.

Bir başka gün ise uzun bir yolculuktan sonra otobüsümüz garaja giriyor. Bir saat sonra tekrar geriye dönecek olan şoför muavine:

-Aman sayısal oynamayı unutmayalım. Çıkar da kurtuluruz belki bu hayattan!

Bizim için yolun bitmesi, kavuşma hiç olmazsa dinlenme demekti. Şoför ve muavin için ise bir saat sonra tekrar geriye gideceklerine göre bir duraktı sadece. Firmanın seçtiği yerlerde yenilen yemekler, otobüs koltuğunda birkaç saatlik uyumalarla geçen bir hayat.

Bunları düşününce utandım cebimdeki sayısal kuponundan. Benden çok daha ihtiyacı olanlar vardı. Onların hakkını yemeye hakkım yoktu.

Şimdi aradan yıllar geçti. Tabi ki oynamayı bırakmadım. Sadece geçen zamanda hep benden daha çok ihtiyacı olanlar düşüncesiyle oynadım sayısalı.

Evet, bugün büyük bir devir var süper lotoda. Küçük de olsa bir evim, geleceği garantiye alınamamış bir oğlum, gerçekleşmemiş bir sürü hayalim var. Geçen sürede arabam da eskidi. Ne dersiniz sayısal oynamaya hakkım var mı artık?

SEÇME HAKKI


Geçen küçük bir kasaba pazarına gittim. Her şeyi seçebildik. O kadar ki yanımdaki, alacağı küçük balıkları bile tek tek seçti tezgahtan. Büyükşehirlerde ise asla seçmek mümkün değildir. Madem pazardan taze almak istiyorsun, o zaman bir miktar karışmışa razı olacaksın. İşine gelirse.

Eğer “büyük bir markete gider ellerimle seçerim” derseniz, o zaman da iki-üç katı fiyat ödersiniz ki aynı hesaba gelir. Burada seçme hakkının açıkça ihlali söz konusudur.

Bazı hallerde ise seçme hakkı kutsal sayılmaz. Zeytincide zeytin,  turşucu turşucuda turşu seçmek ile fırın veya bakkalda ekmek seçme hakkı. Tuvaletten çıkanların kaçta kaçı elini yıkıyor bilmem ama ekmeği, turşuyu veya zeytini parmaklarını kabın içine sokarak seçme hakkının kullanılması, başkalarının sağlıklı beslenme hakkının açıkça ihlali anlamına gelir.

Bunlar bilenen şeyler. Benim içinden çıkamadığım konu ise oduncudaki odun seçme hakkı. Tamam, tek tek seçmek zaman kaybına yol açabilir ama arada tek tük alacağın odunu seçme hakkın yok mu?

Efendim, öğrenciyiz ve üç arkadaş yıllık odun ihtiyacımızı karşılamak üzere bir oduncudayız. Fiyatta anlaştık ve oduncu çuvallara doldurmaya başladı odunları. Biz de tek tük seçtiğimiz odunları çuvala atıyoruz. Bir arkadaşımız bir odunu almaya yeltenince oduncu şiddetle itiraz etti:

-Bırak onu!

-Neden, hakkım yok mu alacağım odunu seçmeye?

-O odunu alırsan dizdiğim odunlar yıkılır ben de senin kafanı kırarım!

Oduncu, odun yığınının önüne en düzgün odunlardan bir duvar örmüş ve gelen odunları duvarın arkasına atıyor ki depoda tertip düzen olsun, kömürlerle karışmasın odunlar.

Arkadaşımız da bu güzel odunlardan örülmüş duvarın en altında bulunan silindir gibi bir odunu beğenmiş, onu almaya çalışıyor.

Ne dersiniz, müşterinin odun yığının önüne örülen duvarın en altındaki odunu seçme hakkı var mı? Oduncunun bin bir emekle ördüğü duvarın yıkılması pahasına?