BLOGCUYA NOTLAR YA DA KENDİMLE RÖPORTAJ


Bu röportajdan fazla bir şey beklemeyin:

Ben gerek blog gerek de yazma konusunda otorite değilim. Sadece benzerlerim arasında önden gitme adına kendisine bazı sorular sorulan birisiyim. Bu yazının konusu, yazmaya ya da blog açmaya-site yapmaya başlayamayanların ve başlamak üzere olanların sordukları sorulara verdiğim toplu bir yanıttır.

İşin teorik yanı ve otorite görüşleri ilgili kaynaklarda mevcuttur. Benimkisi sadece bir amatörün kendi macerasından ibarettir.

Amacınızı belirleyin:

Fakülte yıllarımızda bir Kadir Amcamız vardı. Bir arkadaşımızın Köy Enstitüsü Mezunu babasıydı. Yaşamla ilgili çok güzel tespitleri vardı:

-Memuriyet, iki duvar arasında sıkışmaktır. Ticaret yasak, siyaset yasak, gibi.  

Yazma ile ilgili tespiti ise beni uzun zaman etkilemiştir:

-Kitap yazayım dedim, konuştuğumuz beş-altı yüz kelimeyle bu işin yapılamayacağını anladım ve vazgeçtim.

Ben de uzun süre bu sözün etkisi altında kaldım ve aynı zamanda da merak ettim. Ben kaç kelimeyle konuşuyorum ve yazmak için yeterli mi?

Sonunda hiç ummadığım bir anda yazmaya başladım, kağıda değil ama kafama. Olay o kadar ani ve beklenmedik bir şekilde ortaya çıktı ki hem yaşadım hem de kelimeler kafamda sıralanmaya başladı. İlk fırsatta da kağıda döktüm. Hani Sait Faik’in “yazmasaydım çıldıracaktım” dediği gibi.

Evet, ilkyazımı yazmıştım ve ardından peş peşe gelmeye başladı yazılar. Yazıyordum ama nasıldı, benden yazar olur muydu? İlk yazım yayınlandı ancak tık yok. Bana göre hala en güzel yazım olmasına rağmen kimse bir şey demedi. Ya kimse okumadı ya da üzerinde konuşulacak bir yazı değildi. Yıllar sonra bir arkadaşım o yazıda geçen bir paragrafı ezbere okuyunca şaşırmıştım; insan yazarı mahrum eder mi bu şereften!

Sonunda edebiyat öğretmeni bir akrabamıza gösterdim yazılarımı. Bir süre sonra, ısrarlı sorularım üzerine:

-Yazılarını okudum. Cümleler bozuk, imla ise bir felaket. Gerçekten mahsur kaldın mı garajda on bir yaşında?

Ne demek lazım buna? Cümlenin ilk kısmı çok moral bozucuydu ancak sonu bana yetti.  Evet, cümlelerim bozuk olabilirdi, imla da felaket olabilirdi ancak ben yazıdan beklediğim amaca ulaşmıştım. On bir yaşında garajda mahsur kaldığımı anlatabilmiştim birisine. Benim için yeterliydi bu. Yazar hamuru vardı bende ve cümle bozukluklarımı ve imla yanlışlarımı düzeltebilirdim nasılsa.
O nedenle, yazıdan ve blogdan ne beklediğinizi iyi belirleyin.

Moralinizi bozmayın:

Evet, yazınızı yazdınız, belki birkaç arkadaşınız da beğendi ancak sizden yazar olur mu, otoriteler ne der?

Bir gün edebiyat camiasından biriyle tanıştım. Yazılarımı da okuyormuş. Yüzünde bir küçümseme ifadesiyle sordu:

-Yazdıklarını yayınlamayı düşünmüyorsun herhalde? Günlük şeyler onlar, edebi değeri yok!

Oysa “bugün bir yazı yazdım, insanlık bu yazı yazılmadan ne yaptı bunca yıl” duygusuyla yazıyordum ben onları.

Fakat bir gün işyeri adresime bir mail aldım. Ben bir personel yazmış sanırken baktım ki bir yazımı okuyup çok beğenen bir okuyucum (ki kendisi edebiyat camiasından) üşenmemiş bulmuş işteki mail adresimi ve övgülerini belirtmiş. Blogumda mail adresi koymamın nedeni o arkadaşımdır. Ya da bir başka gün işsizlikten bunalmış birisi, saat gecenin beşinde içini döken bir mail yazmış.

Ne mutlu bana, insanlara bir şeyler anlatabilmişim ve onlar da bana bir şey anlatmak istemişler. Yazıdan başka ne beklenebilir ki?

Yazmak yeni ve zevkli bir uğraştır:  

Yeni evlenmiş kız babasına:

-İçki içiyor!

-Her zaman içecek parayı bulmaz.

-Aldatıyor!

-Kürkçünün döneceği yer kürkçü dükkanıdır.

-Balık tutmaya başladı!

-Yandın, işte bundan korkulur!

Fıkra biraz abartılı da olsa doğrudur. Balık tutmak iflah olmaz bir tutkudur. Nedeni de işaret parmağınızdaki misinaya balık vurmasıdır. Tutmak gerekmez. Parmağında balığın vurmasını hisseden için tutku başlamıştır ve iflahı zordur.

İnsanı kırkında sonra heyecanlandıran, tutku yaratan çok az şey vardır. Bunlardan biri balık tutmak  diğeri de yazmaktır. Beyinden klavyeye ulaşan akım, insanda öyle bir rahatlama yaratır ve beyinden klavyeye giden yolda öyle yeni cümleler yeni kelimeler doğar ki, bu zevk insanı bağımlı yapar ve sürekli yazdırır.

Bence insan sadece kendisi için yazar. Kalanı teferruattır. Yazdıklarından okudukça zevk alıyorsa amacına ulaşmıştır. Kim ne derse desin. En azından benim için öyledir. İyi ki yazıyorum ve iyi ki yazdıklarımı okuyabiliyorum.

Blog mu site mi?

Evet, yazmaya başladınız ya da fotoğraf ve video yoluyla insanlara bir şeyler anlatmak onlarla bir şeyler paylaşmak istiyorsunuz. Öncelikle bunun için bir sürü olanak var. Yazı ve fotoğraflarınızı gönderebileceğiniz yayınlatabileceğiniz birçok site var. Orada okuyucu ya da otorite görüşlerini de görebilirsiniz.

Yok, ben kendim çalıp kendim söyleyeyim, tamamen bana ait bir şey olsun diyorsanız blog derim. Tabi ki blog konusunda bir önyargı bir küçümseme tavrı da var toplumda.

-Sitem var demiştin meğer blogmuş seninki!

Evet blog. Sonuçta sadece yazı ve resim paylaşacağıma, interaktif işlemler yapmayacağıma göre blog yeter de artar bile.

Bunu söyleyen ben değilim. Bilgisayar konusunda bir otorite olan ve kendisinden bana bir site yapmasını istediğim karşı masadaki arkadaşım.

Onun aldığı bir adrese bloglamaya başlayınca rahatladım; oh be dünya varmış, hayallerim gerçek oldu!

Yani her şey hazır. Basit bir işleyişi var ve sadece üretmek, teknik konularla uğraşmak istemeyenler için ideal. Hala ülkemizin en önemli beyinleri, filozofları olup paylaşacak çok şeyi olduğu halde “bir assolist çıkışı yapmak” için site kurdurmayı bekleyen iki kız arkadaşımın da kulağına küpe olsun bu sözlerim. Blog hepimize yeter, çıkın artık ortaya!

Uzmanlara kulak verin:

Blogunuzu hazırladınız ancak insanların bundan haberi yok. Bunun için de blog konusundaki uzman görüşlerine kulak verin. Blogunuzdan seçmeleri yayınlayabileceğiniz benim bildiğim kadarıyla www.hurriyet.com.tr adresinde Yazarkafe ve www.milliyet .com.tr adresinde Sizdensize ve milliyet blog var. Üye olup gönderdiğiniz yazıları ana sayfada yayınlatma ve bu sayede çok sayıda insana ulaşma olanağınız bile var.

İkinci olarak, bloğunuzdaki yazılarınızı facebook gibi paylaşım sitelerinde bağlantı vererek de çok sayıda insana ulaştırabilirsiniz.

Uzman görüşleri üzerine blogumda röportajlar yayınlamaya başladım. Hem benim için yeni ve zevkli bir iş oldu hem de uzmanların söylediği gibi okuyucu patlaması yaptım.

Sizin için hangisi önemli?

Bugüne kadar milliyette yüz bin, bloğum kırk yedi bin ve milliyet blogda ise dokuz bin beş yüz defa tıklanmış yazılarım. Ne kadar okunmuş bilemiyorum. Bekaret konusundaki yazım altı bin beş yüz defa tıklanırken nasıl rüşvet alınıyor konulu yazım 5 (evet, yazıyla beş) defa tıklanmış. Diyeceğim o ki, hedefiniz ne ise ipucu veriyor bu rakamlar size.

Hangisini istiyorsanız o yola girersiniz. Para kazanma konusuna gelince, evet var böyle bir olanak. Fakat hayalinizdeki rakama ulaşabilir misiniz onu bilemem. Zira ben de o seçeneği işaretlememe rağmen henüz adıma tahakkuk eden meblağ birkaç dolar civarında. Tahsili için birkaç yüz dolar olması gerekiyormuş. İşin açıkçası ben okunma istatistiği verilsin diye bu işe girdim, reklam koydum. Kaç defa reklamın gösterildiği ve tıklandığı oradan anlaşılıyordu. Sonradan blog kendisi vermeye başladı o rakamları.

Aziz Nesin’in meşhur bir lafı var; kapitalist ülkede tüccar, sosyalist ülkede yazar olmak gerekirken ben kapitalist bozması bir ülkede yazar oldum, diye. Ben bunu eskiden beri bildiğim için yazılarımı paylaşmak oldu önceliğim.

Fakat, blog açacak arkadaşlar zayıflama, kadın-erkek ilişkileri, ilginç yemek tarifleri (örneğin yumurta turşusu vs.)  gibi konularda bir şeyler paylaşarak reklam geliri elde edebilirler belki. Tabi ki sayfasını ziyaret edenler çıkarken hesabı ödemek için yayınlanan reklamları tıklarlarsa.

Ben ise hala Aziz Nesin’in dediğine inanıyorum. Bu ülkede yazıdan para kazanılmaz ve ben kazanmak da istemiyorum. Bunu da kitap yazan insanlar sınıfına girdiği halde memnun olmayıp para kazanamadığına üzülen arkadaşlarıma ithaf ediyorum.

Neden Güney Amerika ve Orta Afrika’da okunmuyorum?

Evet, dediğim gibi blogda çok güzel raporlar var. Ne zaman, nerede, hangi tarayıcıyla bloğa ulaşılmış, kaç sayfa okunmuş, kaç dakika kalınmış, hangi ülke hangi şehirden girilmiş hepsi detaylı olarak veriliyor. Hayır, bir tek girenlerin adı verilmiyor.

Bir dünya haritası var ve orada dünyanın neresinden bloğa girildiği gösteriliyor. Bolivya hariç güney Amerika, Güney Afrika Cumhuriyeti ve Gabon hariç Afrika’nın güneyi ile Hindistan ve Sri Lanka dışında bütün dünyadan bloğuma girilmiş. Kimi yanlışlıkla girmiş (ziyaret süreleri çok kısa) kimi de Google ‘dan bir şey ararken yanlışlıkla  girmiş olsa da bu beni çok heyecanlandırıyor.

Orhan Veli’nin şiirlerini havadan İstanbul’un üzerinden atarak okutma düşüncesi varmış. Ayrıca asla gerçekleşemeyeceğini düşündüğü bir de hayali; “yüzyıl sonra Sicilya sahilinde bir balıkçının kendisinden bir mısra mırıldanacağı”. Bu hayal çoktan geride kaldı. Neredeyse ben bile ulaştım sayılır o hayale.

Dostoyevski’de bile yok bu olanak:

Evet, yazınızı yazıyorsunuz. İki dakika içinde yayınlıyorsunuz. Beş dakika sonra da paylaşıyorsunuz ve yazınız okuyucuya ulaşıyor beğeni ve eleştiriler bile geliyor. Bu büyük bir şans; düşünün 

Dostoyevski’yi. İlk zamanlarını. Yazma şartlarını geçiyorum (muhtemelen hokka-mürekkep) yazıyor. Okuyucuya ulaşması, okuyucunun tepkisini alması. Eminim bazı yazarların ömrü bile yetmemiştir bunları görmeye.

O nedenle haydi eller klavyeye. Yazmak güzeldir, paylaşmak da!

Meraklısına:

Sicilyalı balıkçı


Yüz sene sonra bugünkü dünyadan
Bir tek insan kalmadığı gün,
Sicilya sahillerinde yasayan bir balıkçı
Bir yaz sabahı ağlarını atarken denize
Her zamankinden daha geniş gökyüzüne bakıp
Benden bir mısra mırıldanacak
Şarki halinde bu dünyadan Mehmet Ali isminde bir sairin
Gelip geçtiğini bilmeksizin...

Bu güzel düşüncenin
Olmayacağından eminim
Fakat nedense bu is
Benim pek tuhafıma gidiyor.



MEZUNLAR BULUŞMASI NE İŞE YARAR?


Mezunlar buluşması veya nostalji buluşmaları son yıllarda iyice sıklaştı. İster özlem deyin ister nereden nereye deyin değişik saiklerle buluşuyor insanlar. Ben de bu tür buluşmaların en sadık katılımcısıyım. Bu sayede epey şey öğrendim.

Örneğin eski işyerindeki personelle buluştuğumuzda:

-Efendim beni Kars’a göndermiştiniz, bana orada çok iyi baktılar, sağolun!

-Buna sevindim.

Ya da:

-Size çok kırgınım, benim için şöyle söylemişsiniz!

-Onu söyleyen ben değilim, sakın sana söyleyen içindekini dökmüş olmasın.

Otuz yıl sonra gördüğüm liseden bir arkadaş:

-Sana çok kırgınım, o skeç beni çok yaraladı!

-Kardeşim, o skeci yazan ve oynayan ben değildim Berkant’tı. Kaldı ki onun da bilerek yaptığını sanmam, çocuk aklı. Seni üzdüğünün hala farkında değildir.

Ben otuz yıllık bir yanlışı düzelttiğimi sanırken arkadaşım ikna olmamış olmalı ki akşam düzenlenen yemeğe katılmadı.

Beni en şaşırtan ise okulumuzun en güzel kızlarından Esra oldu:

-Bütün okul sana aşıktı!

-Yok canım, benim niye haberim yok!

Bilenler bilir asla belgesiz konuşmam. Hemen nostalji gecesine katılan alt sınıf veya üst sınıftan birkaç arkadaşı çağırıp sordum:

-Esra’yı tanıyor musun?

-Onu tanımayan var mı ki?

-Hepimiz ona aşıktık!

-Çok mektup yazdım ama verememiştim!

Evet, Esra otuz yıl sonra mezunlar buluşması sayesinde öğrenmişti okulda ne kadar beğenildiğini sevildiğini.

Bu olay üzerine beynimde bir şimşek çaktı. Madem ki mezunlar buluşması veya nostalji geceleri insanlara belli eksikliklerini görme, yanlış anlamaları giderme veya nereden nereye gelindiğini gösterebiliyor, o halde neden bir “nostaljik devletler buluşması” olmasın.

Hem herkes görür “neydi ne olduğunu” hem de “tarih kimi haklı çıkarmış” belli olur:

-Roma, demek bin iki yüz yıl sonra da olsa yıkıldın ha?

-Hey gidinin Makedonya’sı, bir zamanlar dünyanın yarısına sahiptin demek şimdi küçük bir yere sıkıştın kaldın!

-Osmanlı, sana hastasın dedim inanmadın, Almanya’nın aklına uyma dedim dinlemedin. Yıkılmışsın ama dua et yine de senden bir Türkiye Cumhuriyeti çıkmış!

-Almanya, ne diyeyim ben sana? Dua et bunca yanlışına rağmen hala ayaktasın ama değdi mi bu kadar fatura ödemene, soykırım yapmana?

-Avusturya-Macaristan’ın çocuğu hastaymış ondan gelememiş diyorlar doğru mu?

-Venedik, Ceneviz, Urartu, Frigya ve daha birçoğunu göremiyorum, gelmemişler, hayırdır? 

BULUTLARIN ÜZERİNDEN BAKABİLMEK


Sanıyorum herkes ister; ölümünden sonra neler olmuş, kim ne yapmış bilmek. Fakat ölenler görebiliyor mu, görüyorlarsa da ne diyorlar bilemiyoruz. Kimimiz de asla ölenlerin göremeyeceğinden emin gibi davranıyoruz. Bazı tesadüfler sonucu insan ölmeden ölümden sonrasını görüyor veya dinleyebiliyor.

Bir otobüs kazasından yara almadan kurtulan ve bulabildiği bir başka araçla güç bela evine dönen bir arkadaşım, adı ölenler arasında radyodan yayınlandığı için memleketine vardığında salasını dinlemiş. Evlerinin önünde toplanan kalabalıktan öğrenmiş öldüğünü.

Bir başka arkadaşım ise sadece ölümünden sonrasını dinleyebildi benden, öğrencilik yıllarımızda.
Evet, yine eski bir zaman. Yine yoklar zamanı. Cep telefonu, internet ve de otomatik telefon yok. 

Okulda ara yıl sınavları bitmiş, ikinci dönem başlangıcında toplanmak üzere dağılmışız. İkinci dönem başlamış, herkes dönmüş ama ev arkadaşım hala ortada yok.

Ulaşım olanakları, iletişim şartları gereği birkaç günlük gecikmeler normal. Hatta kaç güne kadar gecikme normal o bile belli değil. Ta ki radyodan o haberi duyana kadar:

-… yolunda  meydana gelen trafik kazasında bir kamyonla otobüs çarpıştı. Kazada …hayatını kaybetti.

Şimdi, geciken arkadaşın babası kamyon şoförüydü ve arkadaşımız tatillerde babasıyla sefere çıkıyordu.  Kazanın olduğu yer de memleketine çok yakın bir yerdi. O nedenle içime bir kurt düştü. 

Ya ölen oysa?

Sabahı zor ettim. Baktım hala gelen-giden yok ki gelse sabah gelirdi çaresiz kahveye gittim.  İnsanın içi sıkıldığı zaman paylaşmak istiyor. Fakat ölüm gibi sıkıntılar yayılma eğilimi gösterdiğinden dinleyene de sıkıntı basıyor. O da paylaşmak istiyor ve böylece kısa zamanda sıkıntı yayılıyor ve panik halini alıyor.

Biz böyle birbirimize sıkıntı vere vere kendimizi şehrin büyük postanesinde bulduk. Ev telefonlarını yazdırdık. Bu sefer de ne diyeceğimizin telaşına düştük.

-Amca, oğlun öldü mü, diye sorulabilir mi?

Ya o değilse ve yeni yola çıkmışsa bu sefer onlar da telaşa kapılmaz mıydı?

Sonunda telefon çıktı ancak ses gelmiyor. Bu sefer aradaki görevliler yardımcı olmayı teklif ettiler. 

Ben sordum:

-Ahmet ne zaman gelecek okula?

Bir süre sonra aradaki görevli:

-Pazar günü yola çıkıyormuş!

Oh, demek ölmemiş demek o değil.

Hikaye kısaca böyle. Fakat olayla ilgili aklımda kalan bir şey var. Bir de yazarken farkına vardığım şey. Önce şimdi fark ettiğim şeyi söyleyeyim. Arkadaşın ölümü duyulunca çok farklı tavırlarla karşılaştım. Ama farklı derken ileriki yaşlardaki gibi farklı değil. Örneğin, “nefret edeni yoktu” cümlesini kurmak abes. Zira o yaşta zaten insan daha kötülüğü öğrenmemiş, meslekte yaşamda ilerleme hırsı yok. Kime ne yapsın da nefret edilsin ki?

Aklımda kalan genelde arkadaşların içten, iyimser ve çok kısa tepkileri:

-Yok canım!

-O değildir!

-Emin misin?

En ilginç ve en beklenmedik tepki ise arkadaşımın bir türlü yıldızının barışmadığı kız arkadaşının ev arkadaşının tepkisi oldu:

-Olamaz, tanrım biri bana bunun rüya olduğunu söylesin. Olamaz, olamaz! 

GİR ABİ GİR ALLAH AŞKINA!






Televizyonda bir tartışma programı. Sanıyorum müzik üzerine ve konuyla ilgili bir sürü insan da orada. Besteci, şarkıcı, yönetmen, yapımcı vs. Ben çok dikkatli seyretmiyordum ancak sakallı, aşırı kilolu ve gür sesli birinin bağırmasıyla dikkatimi oraya verdim: 

-Gir abi, gir şu CD’yi, gir Allah aşkına! 

-Giremeyiz, burası tartışma programı. 

-Gir bak, hem insanlar şarkı dinlesin, hem de patlayalım gitsin! 

Hani bir hikaye var ya; sahildeki deniz yıldızlarını bir adam teker teker denize atıyor. Yanındaki de itiraz ediyor: 

-Binlercesi var, birkaç tane atmışsın ne fark eder? 

Atan adam bir tane daha denize atıyor ve ekliyor: 

-Onun için fark etti! 

Evet, tartışma programında CD’sini dinletmek isteyen ünsüz şarkıcının da istediği tam olarak buydu; biri onu denize atsın ve her şey bambaşka olsun onun için. 

İşin açıkçası ben de kızmıştım o gece programı yönetene: 

-Giriversen ne olacak, bak adamın hayatı değişecekmiş! 

Aradan uzun bir zaman geçti. Bir yerel kanalda yayınlanan kliplerde tanıdık bir yüze rastladım. Biraz dikkatli bakınca klipteki şarkıcının o tartışma programındaki şarkıcı olduğunu gördüm. 

Anlaşılan geçen sürede o şarkıcı kasetini –CD’sini çıkarmış, klipini çekmiş fakat bundan bizim haberimiz dahi olmamış. Biraz şarkıyı da dinleyince anladım ki o gece tartışma programında o CD’yi girseler de bir şey değişmeyecekmiş. 

Hayır, ülkemizde bir yere gelmek için belli desteklerin olmadığını iddia ediyor değilim. Bir yere gelmek, bir şey olabilmek için mason, sabetayist, cemaatten olmak ya da hemşeri, meshep, milliyet desteği gerektiği bu ülkenin bir gerçeğidir. Bu konuda sayısız örnek vardır. 

Demek istediğim, nasıl bir arabanın çalışması için bir kıvılcım, biraz ivme gerekliyse insana da gereklidir biraz arkadan itmek, biraz da kıvılcım. 

Fakat o kişide belli bir yetenek ve ışık yoksa ve insanlarda da ona karşı bir beğeni yoksa ne kadar destek olursa olsun ve ne kadar parlatılırsa parlatılsın sonuç hüsrandır. 

Ne diyelim, hareketiniz için kıvılcımınız bol, ivmeniz de yeterli olsun!

ÜÇÜNCÜNÜN DUYGULARI


Haksızlık her zaman haksızlıktır ve sadece kendi başımıza gelince değil, başkalarının başına gelince de karşı çıkmak gerekir.

Bugüne kadar hep birinci anlatılır, ikincinin durumuna acınır, üzüntü duyulur. Fakat üçüncüysen altta kalanın canı çıksın misali adını anan bile olmaz.

Efendim, bana göre dünyada en büyük haksızlığa uğramış insan aya kadar gidip rokette kalan Michael Collins’tir.

Malum, Satürn-5 roketiyle uzaya gönderilen Apollo 11 aracı, üç günlük yolculuktan sonra, 20 Temmuz 1969’da, Ay Modülü Kartal’ı Ay’a indirmişti. Araç personelinden Michael Collins, Ay yörüngesinde kalırken, Armstrong ve Buzz Aldrin Ay’a ayak basan ilk insanlar olmuşlardı.

Yani, sen o kadar uğraş her türlü riski al ta aya kadar git, diğer ikisi aya ayak bassınlar nasıl bir yer olduğunu görsünler, söyledikleri cümle hala bütün beyinlerde yer etsin, bütün bulmacalarda-bilgi yarışmalarında onların adı sorulsun senin adını bile anan olmasın.

Ben hikayeyi bildiğim için rokette kalan kimdi diye araştırayım dedim inanın zor buldum adını. Yani haksızlığın da bu kadarı olur.

Böyle olacağını bilseydi ve onlar aya inmişken roketi dünyaya sürüp onları orada bıraksaydı daha mı iyi olacaktı yani?


ÜMİT USTADAN İDEAL ERKEK TARİFİ

Arkadaşım Ümit AŞÇI ÇİNİ'ye göre:

Başına buyruk gibi görünen ama her seferinde kendisinin sözüne gelen, 

Dışarıya dönük ama evcimen, 


Temizliğine dikkat eden ama kirli sakallı,maçoluğa meyilli ama ani romantizm ataklarıyla şaşkına çeviren, 

Kültürden yııkılsa da mesela vanilayayı bilemeyip karısına soran ve onu vanilyayı bildiği için yücelten,


Aldığı tekneye iltifat etmiyorsa akıllıca bir maneyrayla karısının kabul günlerini teknede yapma fikrini ortaya atan ve böylece başka kadınlara hava atmasını sağlayarak tekneye ısınmasını sağlayan, 

Çiğdem yemesinden karısının hoşlanmadığını anlayabilen ve bunun yerine birlikte çıtlatabilecekleri ortak başka bir şey bulan, 

Karısına şişmanladığını söylemek yerine birlikte sabah yürüyüşleri için zorlayan ama bunun için şık bir eşofman takımı ve havalı bir spor ayakkabı masrafını göze alabilen,

Erkek ideal erkektir. 

NASIL BİR GELECEK BEKLİYOR BİZİ?


Yine bilmediğim, uzmanı olmadığım bir konu ancak seçimde oy kullanacak kırk altı milyondan biri olarak söz söylemeye hakkımın olduğu bir konu.

Daha önce de söylemiştim; 1999 seçimlerinde İstanbul’da, 2002 seçimlerinde Bitlis’te ve 2007 seçimlerinde de Diyarbakır’daydım.  Hiçbir parti beni oy kullanacağım İzmir’e götürecek kadar cazip gelmemişti.

Genel nedenler dışında kişisel olarak da bilinçli bir tercihti bu. Zira çalıştığım kurum özelleşecekti ve ben de mağdur olacaktım. Partilerin ise ideolojileri gereği karşı olanları dışında hiç biri özelleştirmeye karşı değildi. Ben de, kendi elimle kendimi yakmak istemediğimden oy kullanmamıştım.

Yaklaşık dört ay sonra seçim var ve muhtemelen ben de bu sefer İzmir’deyim ve beni evden yüz metre ilerideki seçim sandığına götürecek bir parti var mı onu araştırıyorum.

Hayır, özelleştirme değil mesele. Özelleşen çoktan özelleşmiş, mağdur olan çoktan olmuş. Yargılamayı tarih yapacak artık.

Mesele, gelecek seçimin en tartışmalı konusu sosyal yardımların miktarı. Aile sigortası, kömür yardımı, beyaz eşya yardımı vs. Yetmiş üç milyon vatandaşın on iki milyonunu doğrudan ilgilendirdiğine göre partilerin de bu konuda vaatte bulunmaları belki de doğal.

Oysa, insanların iş bulmaları, kimseye muhtaç olmayacak bir gelirlerinin bulunması ve kalan çok az sayıda muhtaç kişiye sosyal yardımda bulunulması gerekirken; nüfusun büyük bir kesiminin işsiz ve sosyal yardıma muhtaç olması gerçekten ürkütücü.

Evet, bana göre seçim demek gelecek demek, gelecek demek de umut demek. Peki, en büyük vaadi sosyal yardım miktarı ve en büyük tartışması da “Van Gölü mü, Van Denizi mi” olan bir seçimle nasıl bir gelecek bekliyor bizi?

KİMİN TUŞ OLACAĞI BELLİ OLMAZ!


İnsan bilmediği konularda konuşmamalı, yazmamalı.

Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmamak lazım.

Bu görüşlere aynen katılıyorum. Yıllarca da savundum. Peki, insanın çok iyi bilmediği bir konuda bildiği kadarıyla çıkarımda bulunma hakkı var mı? Bilimsel iddiada bir yazı veya konuşma değilse?

Ne olursa olsun, kim ne derse desin seyrettiğim bir güreşle ilgili çıkarımımı yazıyorum. Sürç-ü lisan edersem şimdiden affola.

Efendim, yıllar önce güreş seyrediyorum televizyonda. Yağlı güreş değil, minder güreşi bir uluslararası müsabaka. Güreşçinin biri sanıyorum faul yaptı ve ceza aldı. Cezayı görünce isyan ettim:

-Penaltı bile bundan daha insaflı bir ceza!

Evet, ceza alan güreşçi yüzükoyun mindere uzandı öyle duruyor. Diğer güreşçi üstte oyun yapıyor. İsyan edilmeyecek gibi değil, futboldaki penaltı cezasında hiç olmazsa kaleci var. Basketboldaki ceza atışı hem zor hem de ribaunt hakkı var cezayı yiyenin.

Biraz seyredince yanıldığımı hemen anladım. Cezayı yiyen güreşçi, mindere iyice yapıştı. Diğeri öyle yaptı böyle yaptı bir türlü kündeyi atamadı. Anlaşılan hiçbir şey göründüğü gibi değil.

Biraz sonra üstteki tam alttaki güreşçiyi belinden kavradı tam kündeyi atıyordu ki alttaki nasıl yaptıysa aniden dönüp üsttekini tuş etti.

İşe bakın; ben bu nasıl ceza diye isyan ederken, alttaki güreşçi hiçbir şey yapamıyor derken üstteki güreşçinin işinin daha zor olduğunu anladım. Hele alttakinin ani bir dönüşte üsttekini tuş etmesi tam bir şok oldu benim gibi bir güreş cahili için.

Diyeceğim o ki; hiçbir şey göründüğü gibi değil. Her oyunun kendi kuralları şartları var. En önemlisi ise gözünüzün gördüğüne aldanıp yanlış güreşçiye oynamayın. Kimin kimi tuş edeceği oyun bitene kadar belli olmaz!

O ANI YAŞAMAK


Tembellik yaratıcılığı yetenekleri artırır mı yoksa züğürt tesellisi mi bu? Ya da nasıl oluyor da tembel oluyor insan; genetik mi, bencillik mi? Ne olursa olsun, evet tembel birisiyim ben. Araba kullanırken vites değiştirmeye bile üşenirim:

-İleride kırmızı yanıyor, nasılsa duracağım ne gerek var üçe almaya?

Ya da:

-Ne gerek var arabayı yıkatmaya, nasılsa sokağa bırakıyoruz kirlenmeyecek mi?

Ancak tembelliğin yetenekleri artırdığı, insanı yaratıcı yaptığı da bir gerçektir. Ben hiç ışık yakmadan, yerde yatan ağabeyimin üzerine basmadan odamızın kapısını açar, salondaki muhtemelen köyden gelen ve yerde yatmakta olan bir akrabamı da çiğnemeden dış kapıdan çıkarak avludaki tuvalette yine ışığı yakmadan ihtiyacımı görebilirim. Sonra da aynı yoldan aynı şekilde geri dönebilirdim.

Işık yakmada gösterdiğim tembellik, gece görüş yeteneğimi artırmıştır.

Evet, bu sabah da öyle oldu; bindim otobüse, oturdum. Paltomun düğmelerini çözmeden. Nasılsa inince düğmelemeyecek miyim?  

Oysa yanıma oturan kız benimle aynı fikirde değildi. Oturdu, bir güzel mantosunu çıkardı, katladı kucağına koydu. Sonra elindeki poşetten bir kağıda sarılı gevreğini çıkardı. Kağıdı bir güzel yaydı kucağına.(Ne koktu şu gevrek de sabah sabah) Sonra ayranını bir güzel salladı ve pipeti soktu üzerinden. Başladı yemeğe; bir gevrekten ısırdı üzerine bir yudum ayran.

Hani derler ya “kadın sevildikçe güzelleşir” diye, gevrek de adeta ısırıldıkça kokusu yayıldı etrafa. Kız, karşısında ve tepesindeki bir sürü insana aldırmadan yaptı kahvaltısını. Bana, “Amca, bir parça alır mısın” bile demeden. (Abi denilen günleri özlemle anıyorum bu arada)

Şimdi, bu sabaha aynı anda, aynı otobüste, aynı koltukta, aynı sürede bir kızla yolculuk yaptık. Otobüs yolculuğu, benim için ev ve iş arasında geçen lüzumsuz bir zamanken o kız için sabah keyfi idi.

O kız çoktan açlık güdüsünü bastırmış belki de çoktan çiftleşme güdüsünü harekete geçirmişken ben hala doğrunun peşindeyim burnumda o gevreğin kokusu. 

Ne dersiniz? Hayatı yaşamak mı sorgulamak mı gerekli. 

HALKIMIZ NE DEDİ?


Seçim oluyor, vatandaş oyunu atıyor, işi bitiyor. Daha doğrusu bitmiyor, dinliyor; ne dediğini bile. Ben de oy verirken bir şey demediğim ve diyeni de duymadığım halde mesaj aldığında ısrarlı bazıları:

-Halkımız, bize tek başına iktidar görevi verdi. Yükümüz ağır sorumluluğumuzun bilincindeyiz!

-Halkımız, tek başına iktidar vermedi. İktidarı paylaşın dedi. Halkımızın bu uyarısını dikkate alacağız!

-Halkımız, bize ana muhalefet görevi verdi!

-Halkımız, bize yavru muhalefet görevi verdi!

-Halkımız, bizi uyardı!

Bunca zamandır seçim sonucu izlerim, yorumları dinlerim. Vatandaş olarak ne mesaj verdiğimi öğrenmeye çalışırım. Sadece bir tanesi hariç. Bir seçim gecesi umduğu oyu alamayan çok iddialı, hala televizyonda iddialı laflar eden genel başkanın demecini:

-Bu halk uğruna politika yapılacak bir halk değildir. Bu nedenle bırakıyorum politikayı!

Düşündüm ki; ne mesaj verdik de bu kadar kızdı bu adam,  politikayı bile bırakıyor. Biz çok terbiyeli bir halkız. Yanlışlıkla ağzımızdan  “hastir” lafı çıkmış olabilir mi acaba o seçimde? 

TEKNOLOJİK ÖZÜRLÜ


Hayır, teknolojiyi kullanamayan anlamındaki “teknoloji özürlüsü” değil bu. Bu,  teknolojiye sahip olmuş ancak nasıl ve neden kullanacağını bilmeyenler için benim uydurduğum bir deyim.

Nasıl mı? Bakın etrafınıza, teknolojiyi insanın huzuru mutluluğu için değil, kendi ilkel bencilliği, cehaleti için kullanan çok insan görürsünüz.

Yıllar önce otobüsteki yerimi bir başkasına satan, bana da “fark etmez abi” diyen pişkin otobüs şoförüne söylemiştim:

-Otobüsler neredeyse havada gidecek ancak siz hala aynı koltuğu birkaç kişiye satmayı beceriyorsunuz!

Evet, ithal ettiğimiz otobüsü üretenler yolcu rahatını memnuniyetini artırmak için sürekli yenilikler peşinde koşarken, bizim otobüs işletmecileri o otobüste yolcuyu ayakta götürerek eziyet etme peşindeler.

Yazın hafta sonlarını sevmem. Şöyle bir balkon keyfi yapamazsın. Her hafta sonu etrafta yapılan kına gecesi veya sokak düğününün sesi evinizde sohbet etmenize bile engel olur.

Bu ses sistemlerini icat edenler, düzenlenecek toplantı veya sanat etkinliklerinin daha çok insana kolayca duyurmayı amaç edinmişlerdir. Oysa bizde ses sonuna kadar açılır. Amaç, orada toplananlara müziği ulaştırmak değil, sesin ulaşacağı her yere duyurmaktır evlendiğini ya da sünnet olduğunu.

Şikayet etseniz, “ ayıptır komşuya yapılır mı?”

Peki, küçük kasaba ve köylerde birilerine duyurmak için oluşturulan düğün, sünnet ve asker uğurlaması konvoylarının büyük şehirlerde gürültü kirliliği yaratmaktan öte bir anlamı kaldı mı artık?

Hadi diyelim ki bu düğün-dernek, her zaman olmaz. Biraz hoşgörü gösterelim. Peki, evde son ses sinema seyreden komşuya ne diyelim?

Efendim, bir yaz günü. Hava sıcak, millet balkonda. Uzaktan gelen düğün, sünnet gürültüleri, korna sesleri tamam. Tamam değil de alıştık diyelim. Peki, karşı komşumdan gelen son ses film gürültüsüne ne demeli. Bir şey diyemedik tabi ki. Demeye kalksak da duyulmazdı zaten. Ne kapı zili sesi, ne telefon, ne de bağırmak hiç biri işe yaramazdı o sese. Çaresiz çektik. Sadece film bittikten sonra balkonda sigara içen komşuma seslendim:

-Komşum, bir dahaki sefer Türkçe dublajlı film alsan iyi olur. Bu İngilizce olduğu için filmden bir şey anlamadık!

Peki, at üzerinde gezen sünnet çocuğunu takip eden konvoyda hararet yapan araçlar sorununu kim çözecek memleketin?

ERKEK YALAN SÖYLEYEMEZ

Bir gösteride duydum ilk bu sözü. Dayanağı şuydu; kadınlar küçük yaştan beri daha çok kısıtlandıklarından, kısıtlamaları aşmak için erkeğe göre daha çok yalan söylemek zorunda kalıyor. Bu nedenle yalan söylemekte daha tecrübelidirler. Oysa erkeğin kısıtlanması daha az olduğu için yalan söyleyemezler, söyleseler de hemen yakalanırlar. 



Başlangıçta bana da inandırıcı gelmedi. Ancak aşağıdaki hikayeyi dinleyince kesin emin oldum. Erkek olduğum, işime geldiği için değil, gerçekten öyle olduğu için. 

Birkaç aile toplanacak bir evde. Ev sahibi erkeğin de o akşam bir arkadaşının milli olmasına arabasıyla yardım etmesi gerekiyor. Eve gelecek bir arkadaşına rica ediyor. Eşime bir iş toplantısında olacağımı, biraz gecikeceğimi söyleyiver. Cep telefonu yok o zamanlar galiba kendi de arıyor evini, haber veriyor gecikeceğini. 

Kadının tam davet günü uzayan toplantı nedeniyle canı sıkılıyor, sık sık soruyor eşinin arkadaşına: 

-Ne toplantısıymış bu? 

-İş, fazla gecikmeyecekmiş, öyle söyledi. 

-Allah Allah. 

Birkaç saat sonra koca giriyor içeriye. Bir eliyle zafer işareti yaparken diğer elinde renkli bir poşet ve içinde gazete kağıdına sarılı bir parça peynir. 

Efendim olay şu. Koca, milli olacak arkadaşı ve iki kız buluşuyor. Arabayı koca kullanıyor ve hedef şehir dışındaki ormanlık alan. Milli olunmadan önce havaya girilmesi için şehrin çıkışındaki bakkaldan bir şişe şarap ve bir parça peynir alınıyor. Şaraplar içiliyor peynirin bir kısmı da yeniyor. 

Sonra milli olacak arkadaş kızla ormana giriyor. Diğer kızla koca arabada onları bekliyor. Sonra da kızlarla arkadaşını bırakıp evine dönüyor. Peynir ziyan olmasın diye de eve getiriyor. 

Allahtan arkadaşları hemen peynir poşetini yok ediyorlar da yakalanmıyor koca. Yoksa renkli poşet içinde gazete kağıdına sarılı bir parça peynirle iş toplantısından geldiğine karısını nasıl inandıracak. 

Siz söyleyin Allah aşkına; erkek yalan söyleyebilir mi?

MUHTEŞEM KORKULAR(!)


-Sülüman gitme!

-Gitmem lazım Hürrem’im!

-Sen gidersen, ben ne olacak?

-Gitmezsem de, “padişahımızı zevk-ü sefada gösteriyorsunuz” diye kanalın önünde tekrar gösteriler başlar. Biliyorsun RTÜK’ten uyarı yedik.  En iyisi ben iki elçi kabul edip geleyim.

Evet, dizide son cümle söylenmediyse de söylenmesi yakındır.

***

Dizide Macar Kralını da gördükten sonra iyice emin oldum artık. “Kemikli et yerken kahkaha atan bütün erkekler kötüdür”. Eski filmlerde de öyle değil miydi? Erol Taş, Kazım Kartal, Tecavüzcü Coşun vs. hepsi kemik sıyırırken kahkaha atmazlar mıydı?

O nedenle yakındır bir haber:

-Yurt çapında eş zamanlı yapılan bir operasyonla bütün kötü erkekler yakalandı!

Yan yana dizilmiş bir sürü saçlı sakallı adam. Eller kelepçeli, başlar öne eğilmiş. Masanın üzerinde de suç delili kemikler; tavuk butları, pirzolalar ve iliği çekilmemiş dana kemikleri…

***

Dizideki Sülüman’ın “Binbir Gecedeki Onur’da” bile olmayan romantizmi ve Hürrem düşkünlüğü de korkutuyor beni. İster misiniz birkaç bölüm sonra Sülüman bebek arabası itiyor olsun Gülhane Parkında. Kolunda Hürrem. Ya da Hürrem’le Piyer Loti’de çay içerken bir yandan da elini tutuyor olsun.

***

Dizinin beni en korkutan yanı ise gerçekçiliği, güncelliği. Her an Sülüman’ın cebi çalacak ve Fransuva yardım isteyecekmiş gibi geliyor. Ya da bir magazin programı duyurusu:

-Hatice Sultan, Baş Odabaşı İbrahim’le sarayın bahçesinde görüntülendi. Az sonra!

Düşünmek bile istemiyorum ama en kötüsü de herhalde dizi yaz tatiline girmeden başımıza gelecek. Sülüman’dan umudu kesen Mahidevran Sultan’ın bir evlenme programında, Hürrem’in saraydan kovduğu Ayşe Hafsa Sultan’ın da bir başka evlenme programında kısmet arıyor olmaları.

-Ben sarayda yaşıyordum. Oğlumun Hürrem’den bir oğlu olunca beni sarayda istemedi, dışarıda kaldım. Emekli maaşın, sikortan varsa evlenebilirim!

Ayşe Hafsa Sultan kimi seçecek, Gelecek sezonda!