ÇOCUKLU KADININ KUSURUNA BAKILMAZ!

Geçen gün metroda, karşımızdaki koltukta iki küçük çocuğu ile seyahat eden kadına yanımdaki adam bağırdı:

-Çocuklarına sahip ol hanım!

Nedeni çocuklardan birinin tozlu (çamurlu değil) ayağı ile koltuğa basmasıydı. Kadıncağız, yolun kalan kısmında çocuklarına sahip olmaya çalışsa da başaramadı. Sadece, mahcup bir şekilde karşısındaki adamın tekrar bağırmaması için içinden dua etti.

Aynı durum, uzun otobüs yolculuklarında ve insanların topluca bulundukları yerlerde de yaşanır. Tepkiler bu kadar sert olmasa da yan gözle bakılır çocuklu kadınlara.

Büyükler için bile sıkıcı olan seyahat ortamlarında, çocuklardan uzun süre sessiz ve hareketsiz durmalarını beklemek ne kadar doğru bilemiyorum. Ağlamaktan başka derdini anlatma yolu bulunmayan bir çocuğun susmasını beklemek de.

Bir defasında, evimize yeni bebeğiyle misafir gelen ve verdiği rahatsızlık için sık sık özür dileyen yeğenime söylediğim bir cümleyi benzer sıkıntıları yaşayan bütün annelere söylüyorum:

-Çocuklu kadının kusuruna bakılmaz, siz işinize bakın ve anne olmanın tadını çıkarın!

DİNAZORLARIN NESLİNİN TÜKENDİĞİNİ BİLSEN NE OLUR?

Bu günlerde sosyal medyada dolaşan bir video var. Bir muhabir, elinde mikrofon, vatandaşlara “Kayseri’de yeni açılan hayvanat bahçesine dinazor getirilsin mi?” diye soruyor, yanıtlayan vatandaşlar da getirilmesini savunuyorlar.

Paylaşımın altında da halkımızın dinazorların neslinin tükendiğinde bihaber olmasına ilişkin bir sürü yorum ve  cehalet nidaları var. Yorumlardan olayın “Mısır’daki piramitlerin taşınması” versiyonunun da olduğunu da öğreniyoruz.

Eline mikrofon alarak vatandaşlara abuk sorular sorup aldığı komik cevaplarla izleyenleri eğlendirmenin ve “ne cahiller var” düşüncesi yaratmanın tam olarak amacını bilmiyorum ama anlaşılan alan memnun satan memnun. O nedenle bu işe karışmamak lazım.

Ben olaya başka açıdan bakıyorum: vatandaş, dinazorların neslinin tükendiğini bilse ne olur?
Bir defasında, kanser hastası meslektaşımıza yaptığımız hastane ziyareti sırasında, odada bulunan değişik mesleklerden 6 üniversite mezunundan hiç birimiz arkadaşın yatağını kaldırmayı becerememiş, ilkokul mezunu çalışan personelin birkaç saniye içinde yatağı kaldırmasını hayretle izlemiştik. Arkadaş da espriyi patlatmıştı:

-Altı üniversite diploması bir yatağı kaldırmaya yetmedi!

Yine ekonometri dersinde anlatılan “homoskedastisiti” ve “heteroskedastisiti”yi öğrenmem, bana  bizim eşeğe odun yükletmeye yetmemiş, rahmetli babam da isyan etmişti:

-Öğretemedik bir türlü!

Ya da bir gün, “Yunanistan’daki halkın etnik kökenini” rakamları ile ezbere sayabilen bir arkadaşımın annesinin telefonunu rehbere bakarak bulmasını hayretle izlemiştim.

Yıllar önce Fransız Kültür Merkezindeki hocamız, en büyük iltifatı cümlenin okunuşunu bana yazdıran yanımdaki arkadaşa yapıyordu. Biz ne yaparsak yapalım aynı iltifatı alamıyorduk. Bir gün yanımdaki arkadaşa ne iş yaptığını sordum, bir tur şirketinde şoförmüş. Şirket müşterilerle ilgilenmesi için kursa göndermiş.

O an beynimde şimşek çaktı ve neden o arkadaşın iltifat aldığını anladım. Fransız olan hocamız, öğrencilere aynı dersi anlatsa da aldığı cevapları ve başarıyı kişiye göre değerlendiriyordu. Yani şoför arkadaş müşterilerle konuşabilecek kadar öğrenmişse başarılıydı fakat kursa dil alanından üniversiteye girmek için gelen biri, o seviyeye ulaşmamışsa başarısızdı hocamızın gözünde.

Anladım ki bizim eğitim sistemimiz, herkese aynı dersi verse de verilen yanıtları ve başarıyı kişinin amacına göre değerlendirmiyordu. O nedenle dinazorların neslinin tükendiğini bilen ama evindeki musluğu değiştirmeyi bilmeyen bir okumuş neslimiz var bizim.

Kısacası,  dinazorların neslinin tükendiğini bilmeyenlere gülmektense, bu bilginin bizim ne işimize yaradığını sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum naçizane.


KİTAP OKUYAN HÜNKAR!

Dikkatinizi çekti mi bilmem, Muhteşem Yüzyıl dizisinde Sultan Süleyman, odasına giren herkesi kitaptan başını kaldırarak karşılıyor. Hem de dalgın, okuduğu kitaptan feyz almış bir şekilde. Ardından da karşısındaki kişiye çok güzel ve anlamlı sözler söylüyor. Hatta belki de ekranların “şiir okuyan tek erkeği”  Süleyman.

Dizilerin çoğunu izlemediğim için bilmiyorum fakat gördüğüm kadarıyla Muhteşem Yüzyıl dizisinden başka (öğrenci dizileri de dahil olmak üzere) kahramanları   kitapla haşır neşir bir başka dizi yok. Örneğin İntikam Dizisinde yazar bile var fakat okuyanı hala göremedik.

Aklıma Muhteşem Yüzyıl Dizisinin ilk başladığı yıllar geldi. “Ömrü at sırtında, savaş meydanlarında geçmiş padişahımızı hep haremde gösteriyorsunuz” şeklinde gösterilen  tepkileri anımsadım.


İster misiniz şimdi de “hünkarımız vaktini at sırtında geçirdi, oturup kitap okumadı” diye tepkiler gelsin.

EXPO’YA İSTANBUL, OLİMPİYATLARA İZMİR ADAY OLMALI!


İzmir Expo yarışını kaybetmiş. Televizyonda yorumları seyrediyorum. Batı cephesinde değişen bir şey yok. Zira yorumlar bildik şekilde:

-Dubai para dağıttı, İzmir’in bir hatası yok!

Eminim olimpiyatları alan Tokyo da öyle yapmıştır. Kaderimize razı olacağız zira bizde asla hata yok:

-Expo Heyet başkanını sık sık değiştiren, en sonunda da ilin valisinde karar kılıp onu da değiştiren biz değiliz.

-Rakip parti nemalanmasın diye çalışmalara biz çelme takmadık.

-Dubai çölün ortasındaki vahayı da parayla yarattı.

-Tokyo da İstanbul’dan fazla metroyu parayla yaptı.

-İstanbul trafiğini de düşmanlarımız yarattı.

-Her yağmurdan sonra İstanbul ve İzmir’i sel basmıyor.


Liste uzayıp gider. Görüldüğü gibi bizde hiçbir hata yok. Nasıl kaybettiği maçın suçunu hakeme veya rakiplerimizin şike yapmasına bağlıyorsak kaybettiğimiz olimpiyatlar ve Expo için de aynı şeyi yapıyoruz.

Biraz önce bir yorumcu, İzmir’in iki defa kaybettiği Expo yarışına bir daha girmemesini söyledi. Ben de aynı fikirdeyim. İstanbul da iki defa kaybettiği olimpiyat yarışına bir daha girmemeli.


Ya ne yapmalı? Bence İstanbul Expo’ya, İzmir de olimpiyatlara aday olmalı. Madem kafaları değiştiremiyoruz bari şehirleri değiştirelim. Belki bir faydası olur!

DOĞALGAZDA BÜYÜK İNDİRİM!

-Libya kadar petrolü olan bir Kürt Devleti!

Ben bu sözü duyalı bir otuz yıl kadar oluyor. Fakat ilk zamanlar bıyık altından güldüğüm bu söz daima aklımda. O günden beri, PKK,  Irak harekâtı, Çekiç Güç, Barzani, Talabani gibi Kuzey Irak’a dair ne duysam bu söz aklıma gelir ve sorarım: acaba?

Efendim, bugün okuduğum habere göre, Türkiye ile Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi (IKBY) arasında imzalanacak enerji anlaşmasında son viraja girilmiş. Anlaşma taslağı doğalgaz, petrol arama üretim ve boru hatları temelleri üzerine kuruluymuş ve anlaşmanın mali boyutu da 100 milyar doların üzerindeymiş.

Haberin veriliş şekli, benim gibi “acaba” diyenlerin yüreğine su serpen cinsten: doğalgazda çok büyük indirim olabilir!

O zaman razı olalım bu işe ve “acaba” diyerek oyun bozanlık etmeyelim. Bir devletin komşu bir devletin özerk bir bölgesiyle (merkezi yönetimin karşı çıkmasına rağmen) anlaşma yapması caiz mi, mali boyutu bu kadar büyük bir anlaşmayla Bölgesel Kürt Yönetimi güçlenir bölgedeki diğer Kürtlerle birleşir bir devlet kurar mı, bunun sonucunda bizim de bir kısım toprağımız elden gider mi ve bunun sonunda bir savaş çıkar mı gibi sorular sormadan ucuz doğalgazımızla ısınalım isteniyor anlaşılan.

Ne diyelim? Büyüklerimiz her şeyin iyisini bilir. Bize düşen dua etmek:

-Sayende ucuz ucuz ısınıyoruz, sağ olasın Barzani. Allah ne muradın varsa versin!


BLOG OKUYARAK ZAMAN KAYBETMEK!

Bir yazıya yapılan yorum aynen şöyleydi:

-Neymiş, blog okuyarak zaman kaybedilmemeliymiş!

Blog yazan biri olarak benim yazıma yapılmasa da bu yorum beni çok etkiledi. Aslında, yazı kötü bir yazı değildi. Ancak okuyanda böyle bir his uyanmış anlaşılan.

Tabi ki yazan biri olarak, yazılarımızın hepsinin beğenilmesini, değer verilmesini beklemiyoruz ancak okuyucuda böyle bir intiba uyanması ve bu intibanın açıkca beyan edilmesi düşündürdü beni.

Yazarken de bu cümle hep aklımın bir köşesinde oldu. Bendeki sorumluluk duygusunu pekiştirdi.
Evet, yazan insan okuyucuda bu hissi uyandırmamalı, okuyucuya ve zamanını aldığı insanlara saygılı olmalı.

Fakat düşünüyorum da, blog yazarları olarak hepimiz amatörüz. İçimizden geleni, tarihe not edilmesi gerektiğini düşündüğümüzü ve bir refleks olarak yaşananlar hakkındaki fikirlerimizi/tepkilerimizi yazıyoruz.

Sayın Okuyucu, amatör olduğumuz ve acemiliğimiz nedeniyle hatalarımız olabilir. İstediğiniz tadı her zaman verememiş de olabiliriz. Ancak şunu bil ki, biz, “kendi fikrini değil söylemesi gerekeni söyleyen veya söylemeye memur edilmiş köşe yazarları” değiliz hiç olmazsa. Doğru veya yanlış, içimizden geleni söylüyoruz. Bunu yaparken de sizin zamanınızı boş yere almak niyetinde de değiliz. Toplumu belli bir düşünceye sevk eden toplum mühendislerinin emrinde değiliz ve hiçbir partinin/örgütün emrinde ise hiç değiliz.


Bizim adımız Hıdır, elimizden gelen de budur!

İZMİR’İ SEL ALDI!

Bu sabah İzmir’i sel aldı neredeyse. Yarına manşetler pardon bahaneler hazır:

-Bir aylık yağmur bir saatte yağdı!

-Sel aldı!

-Afet!

-Kanallar tıkalı!

Kısacası, yönetenlerin beceriksizliğine kılıf buldukları klasik “biz elimizden geleni yaptık ne yapalım çok yağdı” bahaneleri.

Yağmur sadece bizde yağmadığına ve biz bu filmi her sene gördüğümüze göre katlanacağız demektir. Doğa karşısında insanoğlu çaresiz kalıyor düşüncesi herkesi sarmış durumda.


Oysa yıllar önce 1.200 yaşındaki bir köprüden TIR geçtiğine tanık olmuştum. O köprüyü yapanlar tabi üzerinden TIR geçecek bir köprü yapmak zorunda değillerdi. Geçmese kimse bir şey diyemezdi. Ama köprüden geçecek en ağır yükün bir kağnı olduğu bir zamanda üzerinden TIR geçecek bir köprü yapmaktır marifet. Yoksa beceriksizliğini her seferinde çeşitli bahanelerle örtmek değil.

JALE YİNE YAKALANDI!

Hafta sonu İstanbul'daydım. Uludağ Üniversitesi İ.İ.B.F.  Mezunları yemeğine katıldım. Sevgili Arkadaşlarım Nuray Çalışkan ve Dilek Tekay'ın organizasyonu ve Göksel Ünsan'ın ev sahipliğinde çok güzel bir hafta sonu geçirdim.

Cumartesi akşamı Maltepe A'da 216 Restaurantta bizi güzel bir sürpriz bekliyordu. Epeydir ekranlarda göremediğimiz Jale sahnedeydi. Üç saat boyunca hiç ara vermeden çok güzel bir performans sergiledi. Bizim gurubun yanı sıra Öğretmenler Günü kutlamasına gelen çok sayıda öğretmene de güzel bir gece yaşattı.

Programından sonra yanımıza gelerek sohbetimize katıldı. Mor isminde yeni bir albüm çıkardığını da orada öğrendik. Mütevazi kişiliği ve güze sohbeti ile bizleri bir kere daha büyüledi. Daha sonra fotoğraf çektirme isteğimiz de kırmadı sağ olsun.


Diyeceksiniz ki "yakalanma" bunun neresinde? Jale yeni bir albüm çıkarmış ve canlı dinlemek isteyenler için de Cumartesi akşamları  Maltepe A'da 216'da sahneye çıkıyormuş. Jale kiminle yakalanmış ne yapacaksın birader?

EKRANDA HASAT ZAMANI

Gelenek önümüzdeki seçimlerde de bozulmayacak anlaşılan. Geçen seçimlerde ekranda boy gösteren kim varsa seçimlerde aday olmuş bir kısmı da seçilmişti. Bir nevi iki seçim arasında ekranda boy gösterenler ödülünü almıştı.

Yoksa bugüne kadar “ekran ünlüsü” olduğu için seçilen birinin, seçildiği görevde bir efsane yarattığına tanık olmadık. Sadece, partilerine biraz oy kendilerine de iyi bir gelecek sağlamak dışında aklımızda kalan bir başarıları yok.

Evet, seçimler yaklaşıyor. Seçimde kasetler kadar ünlüler de başrol oynayacak anlaşılan.Ekranda bir şekilde boy göstermiş yorumcular, akademisyenler, deprem profesörleri, gazeteciler, şarkıcılar ve hatta bir tartışma programında azıcık görünenler bile adaylığa soyunacak.

Hayır, tabi ki her vatandaş gibi ünlü olanların da aday olma hakları var. Buna itirazım yok. İtiraz ettiğim, partiler sadece ekranda ahkam kesenleri değil, Müge Anlı ve Saba Tümer gibi programcıları, jüri üyelerini hatta yarışmacıları ve de dizilerde oynayanları da oynadıkları karakterlerle aday göstersinler.(örneğin Kanuni Sultan Süleyman isimli bir ilçe belediye başkanımız neden olmasın)

Kısacası, madem ekranda görünenler seçimlerde bu ünlerini hasada çevirecek, o zaman hasat adil dağıtılsın diyorum.


BAĞRINDA BİR HANÇERLE

Ahmet Altan’ın kıskançlıkla ilgili çok beğendiğim bir sözü vardır: “hançeri saplayan çıkarsın istersin” diye. Gerçekten olayı çok güzel anlatan bir sözdür bu.

Ben de bu sözü ileriye götürdüm:


-Hiç kimse bağrında bir hançerle birine tam olarak sarılamaz!

ÜLKEYİ BÖLELİM GİTSİN!

Siyaset bir türlü bel üzerine çıkamadı. Önce yurtlar ayrıldı sonra bir evde kızlı erkekli durulması sakıncalı bulundu şimdi de aynı okulda okumalarının sakıncalı olduğu anlaşıldı. En kısa zamanda düzeltilecek inşallah.

Anladığım kadarıyla, yönetenlerimiz için kız ve erkekler sadece çocuk yapmak için ömürleri boyunca dört defa bir araya gelecekler. Bunun dışında okulda, evde ve yurtta bir arada olunması sakıncalı.

Bu çerçevede düşünüldüğüne, bu problemin kesin çözümü ülkenin ikiye bölünmesi; bir tarafa erkekler, diğerine kadınlar.

Bir başka konu “andımız” meselesi. Ülke, okumak isteyenler ve istemeyenler olarak bölünmüş durumda. Onun da çözümü, isteyenler bir tarafa istemeyenler öbür tarafa.

Diğer konumuz başörtüsü; başını örtmek isteyenler ve istemeyenler. Onları da ayıralım. Bir tarafa birini değer tarafa da ötekileri yerleştirelim.

Aynı şeyleri tartışıp durmaktansa her anlaşmazlık konusu için ülkeyi bölelim. Herkesi istediği tarafa koyalım. Ki kavga çıkmasın, ülke aynı konuları tartışarak yerinde saymasın.


Sonuçta fotoğraftaki gibi bölünmüş bir ülkemiz olsun ve başkaları tarafından yenmesi de kolay olsun. Bu sayede ülkemizi yemek isteyenler bizi yutmakta zorlanmasınlar. 

ÇİÇEĞİN ÜZERİNDE SİGARA SÖNDÜRMEK!

Bu fotoğrafı ben çektim. Her gün oturduğum çay ocağının yanında, belediye tarafından dikilmiş çiçeklerden birinin üzerinde sigara söndürülmüş.

Hayır, çiçeğin yanındaki masada kül tablası var. Olmadı yere atar üzerini çiğnersin. Ya da ne bileyim çiçeğin dibindeki  toprakta söndürürsün sigaranı.  Yaprağın üzerinde söndürsen bile kabulümüz de nedir bu taze açmış çiçeğin üzerinde sigara söndürmenin gerekçesi?
Güzelliklere düşmanlık mı? Yapılan hizmete tepki mi? İzmariti yer atmayacak kadar çevrecilik mi? Nedir?

Ülkemizi idare edenler, o çiçeği dikenler, bilim adamlarımız, eğitimcilerimiz, toplum bilimcilerimiz, psikologlarımız ve ana-babalarımız ilgilenirler mi acaba bu konuyla?


Bir yerlerde gizli kalmış, bu şekilde dışa vurulmuş güzelliklere karşı düşmanlığı ve nefreti bir sorun olarak görüp çözmek için çaba harcarlar mı acaba?

KAÇ ŞEKER?

Çalıkuşu Dizisinde güzel bir ayrıntı var: Feride’yi seven erkekler onun ıhlamuru kaç şekerle içtiğini birbirine soruyor. Eskiden aşklar böyle yaşanıyormuş anlaşılan.

Şimdi ise en sık duyduğum ve duymaktan nefret ettiğim sözdür: amaaaaaan, sen buna mı taktın kafayı? Başka işin gücün yok mu senin?

Hani eskiden yarışmalarda “ödül vermeye değer eser bulunamamıştır” diye bir söz vardı ya, ben de onun gibi etrafımdakilerin kabulleneceği “kafaya takmaya değer bir şey” henüz bulabilmiş değilim.

Dizideki bu “kaç şeker” sözünü duyunca o nedenle çok memnun oldum. Demek benim gibi ayrıntıya takılanlar varmış eskiden de olsa.

Oysa ben hala aynı yerdeyim: en yakınındakinin çayı kaç şeker içtiğini bilmeyeceksin de neyi bileceksin?

Geçen dikkat ettim, her gün çay içtiğim yerlerde çayı kaç şeker içtiğimi kimse bilmezken sadece bir kişi biliyor. O da ayda bir gittiğim Germencik İstasyon Mahallesi girişindeki kahveyi işleten çocukluk arkadaşım Şaban. Allah ondan razı olsun!


NEJAT UYGUR’UN MEZARINA YANGIN SÖNDÜRÜCÜ!

Nejat Uygur’u kaybettik. Allah rahmet eylesin. Nur içinde yatsın. Bu vesileyle kendisinin televizyonda anlattığı ve çok güldüğüm bir vasiyetini aktarmak istiyorum.

Nejat Uygur, öldüğünde mezarına yangın söndürücü konulmasını vasiyet etmiş. Spiker sordu:

-Neden mezarınıza yangın söndürücü konulmasını vasiyet ettiniz?

-Cennete gidecek değilim ya!


Ne dersiniz, bazı insanlar ölürken bile güldürüyor değil mi?

PKK'YA AF MI YOKSA ESİR DEĞİŞİMİ Mİ?

PKK ile görüşmeleri yürüten MİT’in eski müsteşar yardımcısı Cevat Öneş, yaptığı açıklamada,
"öncelikle dördüncü yargı paketi devreye sokulacak ve toplumun beklediği tahliyelere yanıt verilecek. ..Bu çerçevede sadece PKK’ya affı düşünmeyelim, Ergenekon ve Balyoz gibi siyasi davalar da bu sürece dahil edilecek" demiş.

Şimdi, PKK ile görüşmeleri yürüttüğü için konuya vakıf olduğunu düşündüğümüz Eski MİT Müsteşar Yardımcısının PKK'ya af konusunda görüş beyan etmesini anlarım. Fakat bu açıklamasına Ergenekon ve Balyoz sanıklarına da af getirileceğini sıkıştırmasını anlayamadım.

Birincisi, PKK'lılarla Balyoz ve Ergenekon Sanıkları neden aynı kefeye konuluyor? Biri bağımsız devlet kurmak için mücadele ediyor diğerleri darbeyle suçlanıyor.

İkincisi, taraflardan biri henüz silahını bırakmamış diğeri emekli veya tutuklu olarak bırakalı çok olmuş.

Tek ortak özellikleri zamanında birbirleriyle savaşmış olmaları. Herhalde devlet bunların dışında bir yerde ve birbiriyle kavga eden iki evladını kulaklarından tutarak kafalarını tokuşturmuş, şimdi de affetmeyi düşünüyor.

Ya da söylemeye dilim varmıyor ama eski subaylar bir şekilde içeriye tıkılmış şimdi de PKK'ya af getirerek bir nevi esir değişimi yapılacak.

Allah'ım sen aklıma mukayyet ol!


YOKSA BARZANİ DİYARBAKIR'DAN ADAY MI?

Önce AKP Kongresinde bir konuşma yaptığında ve "Türkiye seninle gurur duyuyor" tezahüratı yapıldığında şüphelenmiştim. Hatta "Türkiye neden Barzani'yle gurur duysun" başlıklı bir yazı bile yazmıştım.

Bugün elli araçlık bir konvoyla Diyarbakır'a gelmesi, yanında 37 yıldır gurbette yaşayan Şivan Perver'i getirmesi ve İbrahim Tatlıses'le düet yaptırması, Başbakan'ın bugün ilk defa Diyarbakır Büyükşehir Belediyesini ziyaret etmesi, karşılamada Leyla Zana, Ahmet Türk ve Belediye Başkanı Osman Baydemir başta olmak üzere vali ve bakanların bulunması bana komşu bir ülkenin özerk yönetim başkanı için bana fazla göründü. Ayrıca BDP'lilerin geziyi "seçim yatırımı" olarak görmeleri de enteresan.

Acaba diyorum Barzani, Diyarbakır'dan büyükşehir belediye başkanlığına adaylığını mı koyacak?

Saçma mı? Yıllar önce Irak'ı bir Kürt Cumhurbaşkanı yönetecek dense kaç kişi inanırdı?

Bildiğim kadarıyla kendisi bizim kırmızı pasaportumuzu taşıyor. Halkla ve Türkiye'yi yönetenlerle iyi ilişkiler kurabildiği de bugün açıkça görüldü. O halde neden olmasın?

Kuzey Irak ne mi olacak? Orayı yönetecek bir Barzani nasılsa bulunur.


YEDİ YIL DAHA TERİM EZİYETİ!

Futbol Federasyonu, Fatih Terim’le 5+2 yıllık sözleşme imzalamış. Keşke ülkemiz ve futbolumuz için “hayırlı olsun” diyebilsek. Daha baştan, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir şey için neden “hayırlı olsun” diyelim ki?

Bir defa sözleşmenin süresi sakat ve gerçekçi değil. Ülkemizde bir teknik direktörün bırakın beş yılı iki yıl bir takımın başında kalması mümkün mü? Bence sözleşme süresi 2+5 olsaydı daha gerçekçi olurdu. Ancak 2 Yılı atlatabilen bir teknik direktöre 5 yıl daha opsiyon tanınabilir çünkü.

Ben bir vatandaş olarak, 5+2 yıllık bir sözleşmeyle milli takımın başına bir teknik direktör getirilmesinden yanayım. Ayrıca yepyeni bir anlayışla ve yepyeni futbolcularla oluşturulacak bir milli takımın başarılı olacağı kanaatindeyim. Bu da ancak yeni ve mümkünse yabancı bir teknik direktörle mümkün olabilir. Yoksa defalarca milli takımın başına getirilmiş Terim’le değil.

Hayır, Terim’in Galatasaray’a defalarca şampiyonluk kazandırmış ve ülkemize UEFA Kupasını getirmiş olduğunu unutmuş değilim. Ancak artık ne dünya futbolu 13 yıl öncesinin dünya futbolu ne de Terim 2000 yılının Terim’i.

Ben Terim’in basını göz ardı ederek, eleştirilerden etkilenmeden, yepyeni bir milli takım oluşturabileceğini ve yepyeni bir futbol anlayışıyla milli takımımızı başarıdan başarıya koşturacağını sanmıyorum.  Kısacası son yıllarda Galatasaray’la uluslararası arenada ne yaptıysa onu yapabileceği kanısındayım.

Evet, federasyon Terim’le yedi yıllık sözleşme imzalamış. Bu keşke ülkemize yedi yıllık bir umut olabilseydi. Ancak korkarım yedi yıl daha Terim eziyeti  çekeceğiz.

Umarım yanılan ben olurum da kazanan ülkemiz olur.


YAĞMUR’UN EVİNİ KİM TEMİZLİYOR?

İntikam Dizisinde bir Yağmur karakteri var. Güzel bir kadın. Zengin de aynı zamanda. Çok güzel de bir evde oturuyor. Bir işte çalışmıyor. Bütün mesaisini babasının intikamını almaya harcıyor.

Dizinin içeriğine ve oyuncuların performansına bir şey demiyorum şimdilik. Benim aklıma başka bir husus takıldı. Bu Yağmur koskoca bahçesi olan büyük bir evde yaşıyor. Şimdiye kadar evde bir çalışana (aşçı, hizmetçi, bahçıvan vs.) rastlamadım. Asılı çamaşır da görmedik.

Hatta o evde yemek piştiğine bile şahit olmadık. Yağmur evi sadece intikam işleriyle ilgili görüşmeler ve bazı erkeklerle öpüşmek için kullanıyor.


Bu ev nasıl temizleniyor, bahçeye kim bakıyor, senaristler konuya açıklık getirilirlerse memnun olurum. Yoksa bu merakım yüzünden diziye konsantre olamıyorum. Eminim diğer izleyiciler için de  öyledir.

İNTİHARA KARŞI KURBAN!

Bugün okuduğum bir habere göre, Kocaeli Emniyet Müdürlüğü’nde son günlerde artan polis intiharları ve yaşanan kazalar nedeniyle 30 tane kurban kesilmiş.

Benim bildiğim, kul elinden geleni yapacak gerisi Allah’a bırakılacak. Hatta o nedenle denir “seni Allah’a havale ediyorum” diye. Anlaşılan, emniyet, polis intiharlarını ve kazaları önlemek için her şeyi yapmış gerisini Allah’a bırakmış.

Bir başka emniyet müdürlüğünde ise “polis intiharlarının” önlenebilmesi için “öfke kontrolü” eğitimi verilmeye başlanmış.


Bakalım kim haklı çıkacak: her işi Allah’a havale eden mi yoksa yaşanan sorunlar için bilimsel bir çözüm arayanlar mı?

İSTANBUL’LUYA BÜYÜK MÜJDE!

Gazetede İstanbul’luya büyük sürpriz haberini okuyunca aklıma “müjde” kelmesi geldi. Müjde ne olabilir diye düşündüm aklıma ulaşım geldi. Ulaşım deyince de yeni bir metro hattı veya ulaşımı kısaltacak bir yatırım geldi.

Her şey aklıma geldi de ulaşımda büyük zaman harcayan İstanbulluya ulaşımda geçirdikleri zamanı etkin değerlendirebilecekleri “ulaşım araçlarında ücretsiz internet hizmeti” gelmedi.

Evet, Sevgili İstanbullular, ulaşımda geçireceğiniz zamanda bir değişiklik olmayacak ama otobüslerde geçireceğiniz zamanı internete girerek daha zevkli geçirebileceksiniz. Hatta cep telefonunuzun şarjı bitmişse şarj da edebileceksiniz. Gözünüz aydın.


Ulaşımda geçireceğimiz zamanı kısaltacak müjde ne zaman derseniz, şimdilik siz internette oyalanın o da olacak en kısa zamanda inşallah.

KARŞILIKSIZ AŞK VE KOMŞUNUN TABAĞI

Bizim çok güzel geleneklerimiz vardır. Evinde güzel bir şey yapan, bir tabak da komşusuna götürür. Güzeldir komşudan gelen güzel yemekler.

Ancak bunun da kendine göre kuralları vardır: komşunun tabağı asla boş iade edilmez. Diyelim etmek durumu hasıl oldu o zaman hiç olmazsa tabağı temiz vermek ve teşekkür etmek gerekir.


Bilmem anlatabildim mi?

APARTA DÜŞEN KADIN!

Bu ülkede en büyük korkum, bir sabah kendimi asla olmak istemediğim bir yerde bulmaktır. Hem de hiç bir şey yapmadığım halde ve haksız yere.

Efendim, iki gün öncesine kadar, yalnız yaşayan insanlar ve barınma sorunu çekenler için sığınacak ve rahat edilecek yerler olan apart evler, hiç umulmadık bir zamanda kendilerini hak etmedikleri bir tartışmanın içinde buldular. Hem de haksız bir biçimde.

İki gün önce başlayan gereksiz bir tartışma, yerini bu sabah okuduğumuz “Apartta oturan 5 kadına fuhuş baskını” haberi ile yepyeni bir boyut kazandı.

Haberi okuyunca beynimden vurulmuşa döndüm: bu kadar kolay mı kelimelerin bir anda anlamını yitirmesi ve bu kadar kolay mı insanları toptan zan altında bırakmak?

Tamam, apart evler yalnız yaşayanlara barınma olanağı verdiği gibi bazı yanlış işlere mekan olmuş olabilir ancak nedir bu kelimeleri yok etmedeki bu acelecilik?

Ne düşünecek oğlunu-kızını güç şartlarda bir apart eve yerleştirmiş ana-babalar? Bir apart eve komşu olanlar?

Evet, ülkemizi yönetenler, bu ülkede yaşayan bütün vatandaşların canı, malı-mülkü ve namusu size emanettir. Tez elden sebep olduğunuz bu durumu düzeltin. Devletin olanakları ile yanlış yapan kim varsa üzerine gidin ancak masum insanları da koruyun.


Dizilerde ve filmlerde “aparta düşen kadın” karakterleri ortaya çıkmadan da bu sorunu halledin. Daha fazla geç kamadan.

SEN NASILSA HALLEDERSİN!

Her şey “sen nasılsın” sorusuyla başlar. Belki de öylesine sorulmuş olan bu soru, karşınızdakinin “kapınıza bir kamyon çöpü boşaltması” ile sona erer. Sonra da “oh be rahatladım, iyi ki varsın” der ve gider. Şansınız varsa “sen nasılsın bu arada” der ancak cevabınızı dinleyecek hali de vakti de yoktur. Zira varsa bile bir derdiniz, siz halledersiniz nasılsa.

Evet, bu dünyada insanlar ikiye ayrılır: sorunu olanlar ve sorunlarını kendi çözdüğü için sorunu olmadığı zannedilenler.

Birinci gurupta olanlar için, dertli olan sadece kendileridir. En büyük dert onların derdidir ve herkes kendisine yardım etmek zorundadır. Bir ailede, eşiyle çocuklarıyla olan problemlerini çözmede veya bir türlü bitmek bilmez ekonomik problemlerini halletmede bütün ailenin seferber olduğu kardeşler bu statüdedir.

İkinci guruptakiler için ise hayatın karşısına çıkardığı problemler bir şekilde çözülmek zorundadır. Çözüme katkıda bulunamayacak eş, dost ve arkadaşlar bu sorunlardan haberdar edilerek onlar üzülmemelidir. Fakat bu da onlar için her şeyin yolunda olduğu, problemleri olmadığı algısı yaratır.

Sonuçta herkesin kendine göre derdi, çözülmesi gereken problemleri vardır. Farklılık, olayların algılanışında, sorunun çözümünde ortaya çıkar. Bunu anlamanın yolu da biraz empatiden geçer.


KOŞUN KAVGA ÇIKTI!

Sokakta bir kavga varsa bütün başların oraya çevrilmesi normaldir. Bir maçta veya bir programda kavga çıkması da ratingi artırır doğal olarak. Hatta bazı programlarda sırf bunun için kavga çıkarıldığı, ünlüler arasındaki kavgaların da sebebinin bu olduğuna dair komplo teorileri vardır.

Bir de siyasiler arasındaki kavgalar vardır ki bunların amacı değilse de kavgadan medet umanların beklentileri farklıdır. İktidarla muhalefet arasındaki kavga normaldir ve bir siyasi sonuç yaratmaz. Parti içi veya iki muhalif parti arasındaki kavga da öyle.

Fakat iktidardaki bir partinin lideri ve iki numarası arasında bir kavga varsa bu tabi ki heyecan yaratır. Hele de o partinin anketlerde görünen oy oranı iktidarının devam edeceğini gösteriyorsa.

Kısacası, iktidarın, sadece kendi içindeki kavgalarla kendini iktidardan düşürmesi seçeneği kalmışsa normaldir bu kavganın heyecan yaratması. O nedenle sık sık gündeme gelir “cemaat-iktidar kavgası”, “başbakanla cumhurbaşkanı arasındaki görüş ayrılıkları” veya “başbakanla yardımcısı arasındaki kriz”.

Tarihte ender olarak aksi görülmekle birlikte ben bu krizden bir iktidar değişikliği veya parti içi bir  bölünme çıkacağı kanısında değilim. İktidarı değiştirmek isteyenler kendileri bir şeyler yapmak zorunda .

Hem neydi bu kavganın nedeni? Öğrenci evi meselesi. Yani türbandan sonra ortaya çıkan “gündem değiştirme” meselesi. Kavga da onun devamı hepsi bu.


Yani, Mesele ne kadar küçükse sonuçları da o kadar küçük olur.

NE KIZMIŞ BUNLAR!

Önce erkeklerle aynı evde yaşadıkları ortaya çıktı.

Ertesi gün bir Sağlık Bakanlığı Yetkilisine göre, yasadışı kürtaj yaptırmaya çalıştıkları anlaşıldı.

Bugün de bir vekil, bu kızlarımızı fuhuşa sürükleyenler olduğunu söylemiş.

Erkeklerle aşna fişne yapan, bunu yaparken korunmasını bilemeyip işi kürtaja vardıran kızlar şimdi de fuhuş bataklığına saplanmak üzereymiş.

Son birkaç yılını, oğlunu bir üniversiteye sokma çabası ile geçirmiş bir baba olarak soruyorum:

-Bu kızlar bunca işin arasında nasıl kazandılar o üniversiteleri yahu?

-Yoksa sizinki kazanmadığından mı çamur atıyorsunuz ve aynı durumda olanların oylarını mı almaya çalışıyorsunuz?

En önemlisi de, ağzınızdan çıkanı kulağınız duyuyor mu?


Neden rahatsız ediyor bu okumuş kızlar sizi?

HİNDİSTAN MARS’A BİZ ÖĞRENCİ EVİNE!

Türban meselesi kapanınca derin bir oh çekmiş, artık enerjimizi teknoloji üretmeye ve başka ülkelere yetişmeye harcamamız gerektiğini söylemiştim.

Daha yazının mürekkebi kurumadan Hindistan’ın Mars’a uzay aracı gönderdiği haberi geldi. Ben de bunun üzerine bizim Tübitak’tan veya ODTÜ’den bir misilleme beklerken başka yerden bir haber geldi: Öğrenci evleri meselesi.

Akşamdan beri düşünüyorum bu konuda yapılabilecek yasal düzenlemenin nasıl olabileceğini fakat içinden çıkamıyorum. İnanın Mars’a uzay aracı göndermek daha kolay olmalı.


Elliye merdiven dayamış ömrümde şu sonuca vardım: “eller aya biz yaya” sözünün bile demode olduğu, ellerin Ay’ı bırakıp Mars’a yöneldiği yerde biz türbandan öğrenci evlerine ancak geçebildik. İnşallah yurtlarını ayırdığımız, aynı evde kalmalarına izin vermediğimiz gençler bütün enerjilerini tamamen uzaya verecekler ve biz o gün herkesi geçip Jüpiter’e varacağız.