CAİZ Mİ, SAĞLIKLI MI?


İmam ve medya profesörünün ortak özelliği nedir hiç düşündünüz mü? Eskiden küçük yerlerde en danışılan kişi imamdı. Örneğin köyde bir öğretmen bulunmasına karşın her konu imama sorulurdu. Yakın zamanda köylere birer tarım danışmanı gönderilmesine karşın eminim hala hocaya soruluyordur birçok şey:

-Hocam, öksürmek abdesti bozar mı?

-Toprak mevlidi şart mı?

Hoca da mümkün mertebe sorulara yanıt vermeye çalışır. Medyada görünen profesörler de aynıdır. Onlara da akla gelen her şey sorulur onlar da yanıt vermeye çalışır. O yüzden de her ikisine de “hoca” denir.

Fakat zamanla sorular ilginç konulara kayar. Daha doğrusu vatandaşın merak ettiği konular değişir. Akla hayale gelmedik sorular sorulmaya başlar. İmamın da profesörün de anlattıklarının içinde yabancı dilden kelimeler geçtiği için anlaşılamadığından soruların ardı arkası kesilmez.  Yumurta-tavuk hikayesi gibi; anlatılan anlaşılmadıkça sorular artar. Sorular yanıtlanırken anlaşılmaz kelimeler kullanıldığı için sorular artar vs.

Bunun aksi de olur. İmam da profesör de soruları yanıtlamakla yetinmez, sorulmayan sorulara da yanıt vermeye başlarlar ve kendi içtihatlarını oluştururlar.

İşte konunun en hassas yeri de burasıdır. Örneğin “5 vakit namaz kılmak lazım” diye herkesin bildiğini söyleyen, söylediği anlaşılan hocanın itibarı yerlerde sürünür. Ondan beklenen herkesin bilmediği yeni konularda duyulmadık ve anlaşılmadık şeyler söylemesidir. Sorular da ona göre sorulur:

-Hocam, cinsel ilişkiyle oruç bozulur mu?

-Hocam, yumurta kolesterol yapar mı?

-Hocam, farzın üzerine 3 rekat da sünnet kılsak, 3 saat tesbih çeksek, üzerine biraz da zikir günahlarımızda ne kadar indirim olur?

-Hocam, süt içmek ömrü kısaltır mı?

-Hocam, tam tövbe ederken cümlenin yüklem kısmını söyleyemeden ölürsek cehenneme mi gideriz?

-…caiz mi?

-…sağlıklı  mı?

-…günah mı?

-…yasak mı?


Futbolda iyi bir asist sizi gole götürebilir ancak sorulan sorular böyle abes hale gelirse verilen yanıtlar da abes olur. Böyle ilginç Sorular arttıkça ve verilen yanıtlar ona göre olunca, bu içtihatlarla ne ibadet yapılabilir ne de sağlıklı yaşanabilir artık.

Bunun için imamları ve medya profesörlerini eleştirebilirsiniz ancak düşünüyor musunuz bunda bizim sorularımızın da payı var mı diye?

EN GÜZEL UYUŞTURUCU REKLAMI


Ünlülere yönelik yapılan son operasyonda gözaltına alınanlardan bir bölümü savcılık sorgusunun ardından serbest bırakılmış. Serbest bırakılanlardan Çağatay Ulusoy’un ifadesinde “içici olduğunu” itiraf ettiği bildirilmiş.

Ben konunun uzmanı değilim, hukuki olarak da konuya vakıf değilim fakat bir baba olarak, ara ara yapılan bu “ünlülere dönük” uyuşturucu operasyonlarının amacını anlayabilmiş değilim. Daha doğrusu çıkarılan gürültünün sebebini anlayamıyorum.

1-Gençlerin televizyonda gördükleri ve kendilerine örnek aldıkları bilinen bir gerçek. Onların yedikleri içtikleri ve giydikleri çocuklarımız tarafından talep edildiği için biz de farkındayız bunun.

2-Bu örnek alınan kişiler, her akşam evde konuk edilmekten dolayı aileden biri haline geldiği için onların başına gelenlerin de çocuklar tarafından dikkatle izlenmesi gayet doğal.

Konuyla ilgili haberlerde oyuncuların, “satıcı değil içiciyiz” dedikten sonra serbest kalmaları, çocukları “uyuşturucuyu içmek değil satmak zararlı” sonucuna götürmez mi? Ayrıca içenlerin de bir gece nezarette tutulmaları içeni caydırır mı o da tartışılır.
O zaman neye yaradı bunca kolluk kuvvetinin, eğitimcinin ve velinin çocukları uyuşturucudan uzak tutma çabaları?

Tabi ki yapılan operasyonlara ve yargının verdiği karara saygılıyım. Bu konuda bir şey demek haddimiz de değil. Ancak yapılan iş ve çıkarılan gürültünün toplumda yaratacağı algı ve etkilerin de göz ardı edilmemesi gerekir.

Unutmayalım ki uyuşturucu, öyle yolda giderken reklamını gördüğümüz, pazarda ve markette her zaman karşımıza çıkan bir şey değil. Dolayısıyla çocuklarımız seyrettiği filmler ve medyada yer alan gürültülü operasyonlar sayesinde haberdar oluyor böyle bir şeyin varlığından.

Sonuç olarak, ünlülere yönelik yapılan uyuşturucu operasyonlarının vatandaşa yansıyan şeklinden bir veli olarak rahatsızım. Olayın haberlere yansıma şekli ve sonucunun “uyuşturucu reklamı” haline gelme endişesini taşıyorum.

Kısacası, çıkardığınız gürültü ürküttüğünüz kurbağaya değsin!


HABERE ULAŞAMAYANLARDAN MISINIZ?


-Görüntü yoksa haber de yok!

Bu televizyonculuk kuralını ilk duyduğumda çok şaşırmıştım. Sonrasında dikkat ettim, gerçekten de bir haberle ilgili görüntü yoksa fotoğraflarla ve arşivle bir görüntü de uydurulamamışsa o habere yer verilmiyordu televizyonda.

“Olsun, televizyon tek haber kaynağımız değil ya, biz de gazeteden okuruz radyodan dinleriz haberi” diyorsanız bu sefer de medyanın az merkezinin izin vermesi gerekir bir haberi izlemeniz için.

Çağ ilerledikçe, teknolojinin sağladı olanaklar medyayı geliştirdiği ölçüde medya pahalı bir sektör haline geldi. Para da az elde toplandığından beklenildiği gibi “çok seslilik” sağlanamadı medyada. Bunun sonucu olarak da medyayı elinde bulunduran az kişinin istediği, duymamıza bilmemize izin verdiği haberleri izler olduk.  

Medyada sendikalı çalışan kalmaması bunun en açık göstergesi. Bir grev haberi veya memlekette olan bitenle ilgili aykırı görüşler duyulmaz oldu. Hemen hemen her kanalda, her radyoda ve her gazetede birbirinin aynı üç-beş haberi izler hale geldik.

Hakkını yemeyelim, gelişen teknoloji sayesinde artık gazete almamıza gerek kalmadı. Oturduğumuz yerden herhangi bir ücret ödemeden gazeteleri okuma olanağına kavuştuk. Tıpkı para ödemeden şarkı dinleyip film izlediğimiz gibi.

Yaşamda bedava bir şey olmadığını öğrenmemiz tabi uzun sürmedi. Gazeteler, satıştan uğradıkları kayıpları reklamdan edindikleri için bir habere bir tık, bir reklam yetmez oldu. Şimdi yeni trend, bir haberin okunabilmesi için foto galeri formatında on-onbeş tıkla ulaşılır hale gelmesi.

Hayır, bunlar sağ tarafta yer alan bildik foto galeri sayfaları değil. Onların başında zaten yazıyor  galeri olduğu. Bu bildiğiniz haber, tıklıyorsunuz galeri başlıyor. Merak ettiğiniz haber hangi fotoğrafta belli değil. Sabırla yüz kere tıklarsanız ulaşabiliyorsunuz habere.

Bu sabah bir baktım ki haber galerilerinin sayısı artmış. Magazin haberleri ile başlayan galeriler spor ve diğer haberlere doğru yayılıyor. Kısa bir süre sonra tek tıkta haber okumak neredeyse olanaksız hale gelecek.

Düşünüyorum da, çağımızda teknolojik ilerlemeye karşın, gerçek bilgiye, gerçek habere ve farklı görüşlere erişimde yaşanan zorluklar, bazılarının ileri sürdüğü “orta çağa geri dönüyoruz” fikrini doğrular nitelikte.

Siz ne dersiniz?

SOĞAN KOKAN TİYATRO


Bu sabah kahvaltımıza televizyondaki “Pazar sohbeti” eşlik ediyor. Konuklardan biri, günümüzün en işini bilen, en başarılı yapımcılarından en tanınmışı. Konuşmasının bir yerinde dedi ki:

-Tiyatromuzun altında balıkçılar var. Oyunumuzun biletini gösterenlere bu balıkçılarda yüzde on beş indirim yapılacak. Böylece seyircimiz alt katta indirimli balığını yedikten sonra üst kata çıkarak oyunumuzu seyredebilecekler.

Bu durumda:

a) Bir zamanlar “Beyoğlu lahmacun kokuyor” diye feryat edenler, “Kebap kültürü” diye dudak bükenler, şimdi bu indirimli balığa eşlik eden soğanın kokusu eşliğinde tiyatro izlemeye ne diyecekler?

b) Bugünlerde bir hayli yaygınlaşan “şunu alırsan bu bedava veya indirimli” şeklindeki pazarlamanın sonu nereye varacak? “Oyunumuza bilet alan üç kişi oyuncumuzla yemek yiyecek “ kampanyasına kadar gider mi bu iş?

FACEBOOK’TA “YA SEV YA SİL” DÖNEMİ BAŞLADI!


-Bunu yapmayan beni silsin!

-Bunu paylaşan beni arkadaşlıktan çıkarsın!

-Bana şunu gönderenle işim olmaz benim!
Liste uzayıp gidiyor. İsteğe uyarak silen var mı bilmiyorum. Şahsen ben böyle hiçbir talebi yerine getirmedim. İstemiyorsan sen tıkla bir zahmet.

Ayrıca neden böyle bir talepte bulunuluyor onu da anlamıyorum. Zira, net arkadaşlığı iki tarafın “tık” rızası ile başlıyor ve tek tarafın “tık”ıyla bitebiliyor. Karşının rızası aranmıyor.

Buna rağmen nedense insanlar kendileri tıklamaktansa bunu karşıdan bekliyorlar. Benim bundan anladığım:

-Sen o kadar değersizsin ki senin için tıklamaya bile gerek yok.

-Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla misali, arkadaşların tümüne sopa gösterme durumu; sizin de akıbetiniz aynı olur!

Bu talepten benim anladığım bu ve asla tasvip ettiğim bir davranış değil. Fakat bazı arkadaşlarımın bu tür mesajından, “sana öyle kırgınım ki, içimden silmek geçiyor ama kıyamıyorum”  anlamı çıkardığım için onları ayrı tutuyorum.

Ben yukarıda da belirttiğim gibi iki tıkla başlayan arkadaşlığın tek tıkla, ama istemeyen tarafından bitirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Her ilişki sanal da olsa son bir tık’ı hak eder. Nitekim bugüne kadar bunu hep ben yaptım sanal alemde ve bu sayede 864 olan arkadaş sayımı 158’e düşürdüm.

Fakat ben bazı kişileri arkadaşlıktan çıkarsam da kimsenin beni silmesinden yana değilim. Zira ben arkadaşlarımın beni eklerken yaptıkları tık’ın değerini biliyorum. Yaptığım paylaşım, beğeni ve yorumlarımda dilimizi iyi kullanmaya, kimseye saygısızlık etmemeye, kimsenin değerlerine saldırmamaya dikkat ediyorum. Kendi inanmadığım ve onaylamadığım hiçbir şeyi de paylaşmıyorum.

İnsan her yeni şeyin olduğu gibi sanal alemin de acemisi olduğundan ilk zamanlar arkadaş sayısını artırmak, daha çok insanla iletişimde bulunmak için herkesi ekliyor. Fakat zamanla bunun birçok sakıncası ortaya çıkınca da tedbir almaya mecbur kalıyor. Tam yemek vakti ceset fotoğrafı görmek, hasta çocuk fotoğrafları ile insanları yardıma çağırmak, kara propaganda içeren paylaşımlar, porno vs. insanı bunaltıyor ve değişik gerekçelerle arkadaş sayısını azaltma ihtiyacı doğuyor. Bunun dışında bazı prensipler (iş, aile vb.) gerekçelerle de bazı arkadaşlarını silmek zorunda kalıyor insan.

Hani bir şarkı var ya “ben seni unutmak için sevmedim” diye. O hesap, sanal alemde de hiç kimse silmek ve silinmek için arkadaş olmuyor. Ama eğer ilişki silinme aşamasına gelmişse de her şeyi devletten beklemek gibi silmeyi karşıdan beklememek gerekir.

“Arkadaşlarımdan çıkar” seçeneğine bir tık yeterli. Şeriattaki boşanmadan bile daha kolay yani!

SÜLÜMAN’IN EN BÜYÜK ÜÇ HATASI


Tarihin çok sevdiğim bir tanımı vardır, “tarih, bir tiyatro sahnesidir, tarihçiler de ışıkçı. Nereyi göstermek isterlerse oraya ışık tutarlar”. O nedenledir ki herkesin arkasında asılı duran Atatürk fotoğrafı farklıdır. Ya da herkese göre farklı bir Atatürk, Abdülhamit vs. vardır.

Oysa televizyonda seyrettiğimiz sadece bir dizidir. İsimler gerçek olsa da gösterilen tarih değildir. Öyle bir iddiası da yoktur. Ticari kaygı duyulan, bu nedenle savaş sahneleri için figürasyon masrafı dikkate alınan, kadınların kıyafetlerinde gerçek yerine rating kaygısı gözetilmesi zorunlu ticari bir faaliyet.

O nedenle bu dizi için kıyamet koparılmasına gerek yoktur. Tamam, halkımız tarih okumayı sevmez, okullarımızda iyi bir tarih eğitimi yoktur, kabul ediyorum. Ancak bütün bunların kabahatini bir diziye yüklemek ne kadar adil bir davranıştır, onu bilmiyorum.

Benim açımdan bu dizi, okuduğum tarih kitaplarında kafamda canlandırmakta güçlük çektiğim kılık-kıyafet ve bazı diğer hususlarda yararını gördüğüm için izlediğim, beğendiğim ve hoşça vakit geçirdiğim bir dizidir.

Kanuni Sultan Sülayman’a dair bir biyografi ve o döneme ilişkin detaylı bilgim olmadığından, dizide gösterilenler için bir şey diyemeyeceğim. Okuduğum ve çok beğendiğim “Sokullu “ biyografisi nedeniyle o dönem geldiğinde söyleyeceklerim olabilir. Fakat şimdilik sadece dizideki “Sülüman” için söyleyeceklerim var.

Bu çerçevede, dizinin dün akşam seyrettiğim bölümünde Sülüman’in tespit ettiğim üç büyük hatası:

-Katıldığı iftar sofrasında had safhada karbonhidrat içeren yiyecekler gördüm. Yeni okuduğum diyet kitaplarına göre karbonhidrat insanı kısa sürede acıktırdığı için oruç tutan birinin iftarda bu yiyeceklerden uzak durması lazım.

-Yine dün akşam, iftardan hemen sonra yatağa girdi. Oysa iyi bir uyku için yemekten hemen sonra yatmak sakıncalı. Bir süre takı veya devlet işleri ile uğraştıktan sonra yatağa girmesi, ya da yatmadan sıcak bir bitki çayı içmesi uyuyabilmesi için daha uygun olurdu.

-Ayrıca, uyku tutmayan ve balkona çıkan Sülüman, çıplak ayakla taşa zemine bastı. Oysa yaz kış çıplak ayakla taş zemine basmak hastalıklara davetiye çıkarmak demektir. Belki de Sülüman’ın ileride söylemesi olası “olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” cümlesinin de sebebidir çıplak ayakla taşa basması.

Benden söylemesi…

KREŞ KOMPLOSU


Bu ülkenin ayıbıdır, kadınların çalışma hayatına katıldıkları bunca sene sonra bile çalışan annelerin çocuklarının bakım sorununun çözülmemiş olması. Bunca şeyi başarmış Türkiye, hala fiziki şartları çocuğa göre yapılmış kreşlere, profesyonel çalışan personele ve karşılaşılan sorunlara anlayışla bakan idarecilere sahip olmayı başaramamıştır. 

Bin bir zorlukla okuyabilmiş, iş bulabilmiş, evlenebilmiş ve çocuk sahibi olabilmiş ana-babalar, yaşamın en büyük zorluğunu anne işe başladıktan sonra, çocuğun bakım sorunu ortaya çıkınca yaşarlar. Daha geçenlerde sırf çocuğunu annesine-kayınvalidesine baktırmak zorunda olduğu için tayin isteyen personele rastladım.

Neyse ki konumuz bu değil, bu sorunu çözmeye çalışırken bir arkadaşımızın karşılaştığı komik bir hikaye.

Efendim, arkadaşın iki çocuğu var. İki çocuk demek yukarıdaki sorunları iki kat yaşamak demek. Ayrıca soruna anne-kayınvalide yardımının da kesilmesi demek. Zira zaten bir çocuğa bakmakta zorlanan aile büyükleri, çocuk sayısı ikiye çıkınca isteseler de yardım etme kapasitelerini yitirirler. Zorlanırsa bu sefer hastalanarak bir de onlara bakma sorununun ortaya çıkmasına neden olurlar.

Evet, arkadaşımız iki çocuğunu da mecburen kreşe veriyor. İki kardeş her gün servisle gidiyorlar ve birbirine göz kulak oluyorlar. Fakat bir süre sonra çocuklar kreşten şikayet etmeye başlıyorlar. Yemekten, yattıkları yerden, öğretmenlerinden (Burcu Ablaları hariç), kısacası her şeyden şikayet etmeye başlıyorlar ve her sabah gitmemek için sızlanıyorlar.

Veli için kreşte gerçekte neler olup-bittiğini anlamak zordur. İlk baştaki göz boyamalar bir süre sonra anlamını yitirir ve gerçekler ortaya çıkmaya başlar. Bazılarında kurulan kamera sistemleri de yaramaz. Bu nedenle geriye kalır çocuğun ve diğer velilerin beyanı.

Bu olayda, çocukların beyanı yanında orada stajyer olarak çalışan Burcu Hanımın da aynı yönde beyanları olunca ister istemez inanmak zorunda kaldı arkadaşlar. Bu sırada Stajyer Burcu’nun “ben de memnun değilim orada çalışmaktan, benim stajım bitiyor, sizin iki çocuk için kreşe verdiğiniz ücrete ben gelir evinizde bakarım çocuklarınıza” şeklindeki teklifi de çok cazip geliyor onlara. Çocuklar da bu habere çok seviniyorlar. Arkadaşlar da aynı paraya evlerinden çıkmadan çocukları bakılacağı için hemen kabul ettiler bu cazip teklifi.

Sonunda, birkaç gün içinde kreş sahibinin aksi yöndeki ısrarına rağmen çocuklar kreşten alınır, Burcu da görevinden istifa eder ve evde çocuklara bakmaya başlar. Herkes memnundur halinden.

Aradan bir süre geçer. Kadın akşam eve geldiğinde, sabahtan çocuklar için buzdolabına koyduğu yemeklerin aynen durduğunu, küçüğün altının uzun süredir değiştirilmemiş olduğunu görür. Evi aradığında ise telefonu sürekli meşgul çalmaktadır. Ev darmadağın haldedir. En önemlisi, çocuklar hayal ettiği kadar mutlu değildir Burcu Ablası ile olmaktan.

Çocukları biraz sıkıştırınca gerçek ortaya çıkar; her şey Burcu’nun bir komplosudur. Kreşte az paraya bir sürü iş yapmaktan bıkan Burcu, çocuklara yazdığı senaryoyu oynatarak onların kreşten ayrılmalarını sağlamış, yine senaryo uyarınca kendisi de bakıcı olarak atanmıştır. Evde sıcacık bir ortamda, çocuklar televizyonda çizgi film seyrederken kendisi de evin telefonundan akşama kadar sevgilisi ile konuşarak hoşça vakit geçirmektedir.  

Çocukların itirafı üzerine arkadaş bin bir rica ile çocukları tekrar eski kreşe yazdırabilmiş, biz de on sekizini bile doldurmamış bir kızın bu komploculukla başladığı yaşamının nasıl devam edeceğini merak etmiştik.

Ne diyelim? Allah cümlemizi komploculardan korusun!

ÇOCUĞUNUZ BİR KAPLANA YEM OLURSA?


Bu tüyler ürpertici haberi bir gazetede okudum. Bir baba, sirke götürdüğü oğluna hayvanları daha yakından gösterebilmek için gösteri bitiminde sirkin hayvanların kapatıldığı bölümüne gizlice sokuyor. Fakat kafesinin kapısı açık unutulan bir kaplan çocuğu parçalıyor ve çığlıklara yetişen görevliler ancak babayı kurtarabiliyor.

Anlaşılan bu Polonyalı baba da benim gibi her eğitimli olanın karnı tok sırtı pek sanıyormuş. Meğer sirkte hayvanlar, ödül olarak verilen yiyecekler sayesinde yapıyorlarmış gösterilerini. Bu nedenle aç tutuluyor ve ölmeyecek kadar yiyecek veriliyormuş hayvanlar.

Geçenlerde internette pek cılız kalan bir çağrı vardı; “sirk hayvanlarına yapılan eziyete destek olmamak için gösterilerine gitmeyelim” şeklinde. Havuzda gösteri yapan yunus balıkları ve katil balinalar için de benzer kampanyalar duymuştum.

Aslında bütün bunlar insanoğlunun para kazanmak uğruna hayvanlara yaptığı eziyetin bir parçası ama az bilinen bir parçası. Bir filmde görmüştüm, bir zamanlar görünüşü değişik insanlar da para uğruna kafeslere konulup sergileniyormuş bir zamanlar.

Sokaklarda ayılara gösteri yaptırılan yıllar bile çok geride değil. Bunun için çocukluğumuza kadar gitmek yeterli.

Mademki insanoğluna para yaptırıyor bu eziyeti. O halde yetkililerin harekete geçmesini beklemeden bu gösterilere gitmeyerek de hayvanlara yapılan eziyeti önlemiş oluruz.

Benim “dünyada en gereksiz varlık insandır” şeklindeki düşüncemin kaynağı,  İmelda Markos’un bin ayakkabı sahibi olmasıdır. Düşünün, bir kişinin sadece ayakkabı arzusunun tatmini için bin ayakkabı üretilecek kadar hayvan öldürülüyor. Daha bunun çantası var, cüzdanı var, kemeri var.

Hadi o bir diktatör karısı, peki geçen gün 56 ayakkabısının olduğunu beyan eden öğretmen komşumuza ne demeli? Ve hatta evimizin her yanında, komşuda, işyerinde ve vitrinlerde gördüğümüz çeşit çeşit ayakkabılara, çantalara ne demeli?

Anlaşılan kadınların bu ayakkabı-çanta tutkusu, bazı hayvanların yaşamaları önündeki en büyük engel.

Daha önce bir yazımda kasap vitrinindeki hayvanların orasına maydanoz sokulmasına karşı çıkmış ve bu iş bana kalmamalı demiştim. Fakat görüyorum ki bizdeki hayvanseverlik hala bir kedi ve köpekle fotoğraf çektirmeden öte gidemiyor.

Sevgili Hayvanseverler, nasıl yazımızın başında bir kaplana oğlunu yem eden babanın sirke para ödeyerek hayvanlara yapılan eziyette küçücük bir payı varsa, sirkte ve havuzda izlediğimiz hayvanlara yapılan eziyette de zorunlu ihtiyaç dışında tükettiğimiz ayakkabı ve çantalarla da yapılan hayvan katliamında payımız vardır. 

Haberiniz olsun!



ABSÜRT BİR İSTEK


Resim dersinde herkes aynı manzarayı çizince öğretmenimiz Gülçin Hanım isyan etmişti:

-Manzara demek, iki dağ arasından geçen bir ırmak ve yanındaki çimler üzerinde iki ağaç demek değildir. Baksanıza etrafınıza!

Vallahi suç bizim değildi. Muhtemelen bir ders kitabında veya okulda asılı bir resim bizi etkilemiş ve manzara diye bu hoşumuza giden resmi çizmiştik. Yani suç bizde değil, yaptığı güzel bir resim veya çektiği güzel bir fotoğrafla kendi manzara anlayışını bize dikte ettiren, bizi etrafımızdaki manzarayı  göremez hale getiren sanatçılardaydı.

Zaten sanat öyle bir şey değil mi? Hiç haberdar olmadığımız bir güzelliği bizde ihtiyaç haline getirmek.

Örneğin hangimiz o eski Türk filmlerinde, denize nazır bir çam ağacının etrafında sevgilimizi kovalamayı hayal etmedik? Ben ömrüm boyunca o filmin çekildiği yeri, denize nazır çam ağacını göremesem de birkaç yıl önce bir benzerini Aydın-Bozdoğan’daki Kemer Barajında gördüm. Su biraz daha lacivert olsa aynıydı manzara.

Dün akşam da Arkadaşım Varol Çini yukarıdaki fotoğrafı paylaşınca altına şu yorumu yazdım:

-Ben böyle çok tablo gördüm ama yelkenli eksik kaldı hep!

Kimin kalmadı ki? Eminim herkesin aklında bir “güneşin batışı manzarası” vardır ama aynı zamanda önünden yelkenli geçeni çok az insana nasip olmuştur.

Diyorum ki bir sahil kasabasının belediye başkanı tedarik etse böyle bir şey. Sonra da anons ederek vatandaşı güneş batarken sahile davet etse:

-Sevgili Vatandaşlarım, bu akşam güneş batarken yelkenli dolaştırılacaktır. Herkesi bu manzarayı seyretmeye davet ediyoruz!

Vatandaş da şarabını, sevgilisini, fotoğraf makinesini, çoluğunu-çocuğunu veya  olmadı sadece kendini alıp gitse ve bu manzarayı seyretse, az bir şey mi?

Yıllar önce Çeşme’de iki aile bir yazlık kiralamıştık. Tam denize karşı rakımızı içerken dolunay çıkmış, ta denizden yazlığın önündeki site havuzuna kadar vurmuştu. Muhteşem bir manzaraydı. Ben de hemen telefona sarılmıştım:

-Alo, ben 21/a numaradan arıyorum, site yöneticisi ile mi görüşüyorum? Beyefendi, manzara muhteşem ama bir şey eksik. Diyorum ki site yönetimi olarak denizde bir yelkenli dolaştırsanız ,hani kartpostallardaki gibi?

Baktım, eşim, arkadaşım ve onun eşi hatta kızları şaşkınlıkla bana bakarken bir yandan da beni susturmaya çalışıyorlar:

-Dur, böyle şey istenir mi hiç!

Neyse, onları işlettiğim anlaşıldı da rahatladılar. Ama onlara absürt gelen istek bana göre normaldi. Neden hep eksik kalsın ki manzaramız? Neden bir mehtapta veya güneş batarken geçen yelkenliler hep kartpostallarda olsun? Neden bizi yönetenlerden daha iyiyi, daha güzeli istemeyelim?

Ha, bu arada, yıllardan beri Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası romanında geçen çayırın bugün nerede olduğunu merak ediyorum. Bilen varsa bir zahmet iletsin bana. Bihruz Bey gibi arabamla piyasa yapmak istiyorum da.

TARİH YAZAN 444’LÜ HATLAR


Şöyle soralım, 1950’li yılları en iyi anlatan, o devirde çekilmiş bir film mi, o devride yazılmış bir roman mı yoksa Demokrat Partili ve CHP’li bir politikacının söylevi mi? Herhalde bir sıralama yapılsa ilk sırayı film alır, ikinci roman, üçüncü ise yoktur bence. Zira politikacı söylevleri gerçeği değil gösterilmek istenen gerçeği, temenniyi söyler.

Buradan hareketle, bugünü ileride anlamak-öğrenmek isteyenlere üç tavsiyem olacak:

Birincisi, Çubuklu Yaşar’ın şarkıları: Günümüzde reklam verenlerin başında gelen bankalar ve cep telefonları aleyhine yazılı ve görsel medyada gerçeğe dair bir şey okumanız-duymanız mümkün değildir. Örneğin kredi kartları hakkında bildiğim tek gerçek Çubuklu Yaşar’ın şarkılarındadır.

Ulan Kazım, lan Kazım,
Gart senin nene lazım?
Yandı mı şimdi ağzın,
Ah Kazım!
***
Cartlayalım da carlayalım
Nakit değil gartlayalım
Eve haciz gelince de
Halı kilimi toplayalım.

Veya bugünlerde bazı arabaların tüplü olduğunu, yunus polis ekiplerinin bulunduğunu ve günümüzde yabancı kadınların revaçta olduğunu yine bu şarkılardan öğrenebilecektir yeni nesil.

İkincisi, benim yazılarım: Kendi yazım diye söylemiyorum ama benim yazılarımda günümüzde yaşanan her şeye dair biz iz bulmak mümkündür. Bugüne dair ne varsa yazmaya, bir kenara not almaya devam ediyorum. Bu o kadar öyle ki kendisi de bir yazı erbabı arkadaşım bile isyan etti sonunda:

-Bunlar da yazılır mı kardeşim, ne var ne yok yazıyorsun!

Demem o ki ileride bugünleri öğrenmek ve anlamak isteyenler için de en önemli kaynak olacak benim yazılarım.

Bence bugünü anlatan kaynakların üçüncüsü ve en önemlisi 444’lü hatlarda kaydedilen görüşmeler: Sonuçta Çubuklu Yaşar da ben de faniyiz ve hem gözlemlerimiz hem de yazdıklarımız-söylediklerimiz sınırlı. Oysa 444’lü hatlar gerek yaşamın her alanına dair görüşmeleri kaydetmeleri hem de teknik kapasiteleri ve arayan insan sayısı bakımından tarihin yazıldığı en önemli yerlerdir.

İleride insanlar bugünü anlamak istediklerinde ne göz boyayan reklamlar ne gerçeği tersine çevirmekte mahir politikacı söylevleri ne de daima yönetenin ve güçlünün borazanı olanların yazdıkları onlara bilgi verecek.

Onlar ancak 444’lü hatlarda kaydedilen görüşmeleri dinlediklerinde öğrenecekler gerçek yaşamı. Bir bankanın çalışma sistemini benim bir görüşmemi dinleyerek öğrenebilirler örneğin. Ya da vatandaşın aboneliğini iptal için neler çektiğini, nasıl kandırıldığını görebilirler. Vatandaşın içinden geçenleri, muhatabı personele “siz üzerinize alınmayın” diye başlayan ve “…im” diye biten cümlelerinden anlayabilirler.

Evet, siz bakmayın ucuzlamış “tarih yazdı”, “tarihi konuşma”, “tarihe not düştü” laflarına. Gerçek tarih şu an 444’lü bir telefonun ucundakiler tarafından yazılıyor:

-Size hangi adınızla hitap etmemi istersiniz?
-…
-Size yardımcı olabileceğim başka bir konu var mı?
-…
-Ben de sizin…