100.000 YUGOSLAV DİNARI


1990 Yılının sonlarıydı… Yaz başında, bitmesi gereken okulu bitirememiş, birkaç dersten uzatmıştım... Devlet, öğrenci kredisini, babam da harçlığımı temmuz ayı itibariyle kesmişlerdi. Artık en önemli gelir kaynaklarımdan mahrum kalmıştım… Hal böyle olunca iş bulup çalışmam kaçınılmazdı. Banka müfettişi olan abimin tavassutu ile bir bankada part-time iş bulmuş, birkaç aydır da çalışıyordum…

Eşrefpaşa’da, bir apartmanın giriş katında, iki oda bir salon, küçük bir evimiz vardı..  Ogün, Yıldırım ve Rafet ile beraber dört kişi bu evde yaşıyorduk.. Ancak davetli veya davetsiz yatılı konuklarımızla beraber hane nüfusu hep ama hep kabarıktı… 

Ablamların, düğün yapmak üzere ailecek Almanya’dan  İstanbul’a gelmeleri üzerine ben de birkaç gün izin alarak, hem yeğenimin düğününe iştirak etmek ve hem de sevgili ablacığımdan, öğrenci olmam hasebiyle  döviz cinsinden harçlık sızdırabilmek için İstanbul’a gittim. Düğün vesilesiyle Almanya’dan ve memleketimiz Antep’ten gelenler, hep beraber abimlerin evinde kalıyorduk.. Kalabalık olduğu için haliyle ev biraz dağınıktı.. Bir gün bu dağınıklığın arasında, yerde gözüme kırmızı bir banknot ilişti. Parayı yerden aldım ve incelemeye başladım. 100.000 Yugoslav Dinarıydı. 

Heyecan içinde bulduğum parayı ablama gösterdim.. Düşürmüş ya da kaybetmiş olabilirlerdi.. Ablamın yüzünde öyle bir ifade belirdi ki, para değil de, kullanılıp atılmış tuvalet kağıdı göstermiştim sanki…  Dudağını büküp, kaşını kaldırarak “ablası bir işe yaramaz o.. Yugoslav’dan geçerken lazım oldu, bozdurduk…  At gitsin” dedi..  Ama para o kadar gösterişliydi ki atmaya kıyamadım ve cüzdanımın bir köşesine koyuverdim... 

Düğün sonrası Alman Markı cinsinden dolgun bir harçlık elde ederek İzmir’e döndüm…  Evi paylaştığım asıl arkadaşlarım Ogün, Yıldırım ve Rafet memleketlerinden henüz dönmemişlerdi... 

Ancak evimizin demirbaş mukimlerinden, üniversiteyi kazanarak aramıza o yıl katılan çömez yeğenim Nihat, yersiz yurtsuz kaldıkça kapımızı aşındıran Erdem, parasız pulsuz, aç bitap kaldıkça aklına geldiğimiz Baba bizde kalıyorlardı. Evdekiler, özellikle de baba, İstanbul’dan İzmir’e dolu bir cüzdanla döneceğimi umduklarından, hararetle yolumu gözlemekteydiler.    

Öyle, yolumu gözlemekteydiler derken, kapıda hazır kıta beklemiyorlardı tabi..  Sabah eve geldiğimde, sindirim sisteminin ucundan salıverilen gaz, içilmiş sigara, terli erkek, toz ve çürük yumurtanın karışımından elde edilen ağır bir koku karşıladı beni…

Neden sonra ev halkı uyandı… Beraberce keyifli bir kahvaltı yaparken, mütemadiyen para hasreti yaşayan baba, cüzdanımın içindeki paraları görmek, dokunmak ve sevmek istedi..  Ama ben sadece belirli bir mesafeden, dokunmadan sevmesine izin verdim… Baba, yüz alman markının yanındaki kırmızı banknotu da merak etti..  Yüzbin Yugoslav dinarı olduğunu söyledim… Değersiz bir para olduğunu düşündüğümden dokunmasında da sakınca görmedim.

Baba, bizlerden birkaç yaş büyük, çok çocuklu bir ailenin kısıtlı imkanlarını kontrolsüz kullanan, memleketten gönderilen parasını, edindiği varlıklı arkadaşlarının arasında bir çırpıda harcayıp sonra ocağımıza düşen, Sürekli ekonomik sorunlarla boğuşan ve kazı kazan satan seyyar piyangocu dahil tanıdığı herkese borcu olan, kızgın ve şaşkın hallerindeki davranışları daha sevimli olduğundan sürekli sinirlendirmeye, şaşırtmaya  ve küfür ettirmeye çalıştığımız, varlığında beraberce keyifli zaman geçirdiğimiz, yokluğunda ise pek aramadığımız bir arkadaşımızdır.  

Bir cumartesi günü gecenin yarısı… Yatağıma uzanmış dergi okuyordum..  Nihat, odadaki portatif masada, üniversiteye yeni başlamanın verdiği hevesle ders çalışıyordu.. Salondan ayrılıp, uyumak üzere odaya geçtiğim sırada baba, pür dikkat yaydığı gazeteyi okurken, Erdem de anlaşılmaz cümleleriyle babanı tahammül sınırlarını zorluyordu…  Eve, uyku öncesi derin bir sessizlik çökmüştü… Bu derin sessizliği, odaya büyük bir gürültü ve heyecanla giren baba bozdu. Az önce, salondaki masaya yayarak pür dikkat okuduğu gazete elindeydi. Soru eki kullanmaksızın tatlı bir Diyarbakır aksanı ile;

-Oğlum Eno… sendeki o kırmızı para Yugoslav Dinarı degil?..

Gazetenin ekonomi sayfasındaki, Merkez Bankasının, Diğer Döviz Kurları tablosunda yer alan Yugoslav Dinarının, Türk Lirası cinsinden karşılığını gösterdi. Kur rakamı ile bendeki kırmızı banknotun  içerdiği değeri çarptığımızda sonuç inanılmazdı… Evet inanılması güç rakam, neredeyse sıfır bir otomobil fiyatına denk geliyordu. Ben, “hayır bir yanlışlık olmalı baba, bu para bu kadar etmez…”  dedikçe baba daha da hırçınlaşıp, sesini yükseltiyor, gün yüzü görmemiş küfürleriyle ne kahpeliğim, ne sığırlığım kalıyordu…

Gürültümüze Nihat ve Erdem de katıldı. Baba, gazeteyi bir de onlara gösterdi… Kur rakamları onlar tarafından da doğrulanmıştı.

Ama ben henüz ikna olamamıştım…  Paraya ilişkin ablamın söyledikleri ve davranışları beynimde yankılanıyordu... Sonunda, bu yüksek tirajlı gazetenin İzmir temsilciliğini, telefonla aramaya karar verdik.. Evimizde telefon yoktu. Cep telefonu ise henüz hayal sınırlarımıza bile girmemişti.. Dört kafadar gece saat bir, birbuçuk sularında  Eşrefpaşa Postanesine giderek, gazetenin İzmir Temsilciliğini aradık.. Sorduğumuz soru karşısında “Hayır beyefendi kurların yazımında ve basımında bir yanlışlık yok, rakamlar doğru” şeklinde bir cevap bizi sevinçten havaya uçurmaya yetti.. Baba, beni omuzlarına alırken, aşağıdan yukarıya doğru “kurları ben gördüm paranın yarısı benim kahpe” diye bağırıyordu..  Nihat ve Erdem ise ortaya çıkacak parasal büyüklüğün, kıyısından köşesinden nasiplenmenin hayaliyle babanın sevincine aynı frekanstan desten veriyorlardı. Ben ise ablamın ekşittiği yüzü çoktan unutarak ya da unutmak isteyerek, varlıklı bir öğrenci olmanın hayaline kapılmıştım.

İktisat alanında üniversite tedrisatından geçen ve fakat dünyadaki iktisadi gelişmelerden bihaber dört öğrenci, gecenin dingin sessizliğini yararak babadan apartmanının giriş katındaki evimize geldik…

Artık, oluşan bu yeni durumdan sonra bana gösterilen özel ilginin tadını çıkararak, değişken ve kararsız hayaller içerisinde bir hafta sonunu geride bıraktık.

Pazartesi sabahı bankaya gelir gelmez telefona sarıldım ve Merkez Bankasını aradım. Aldığım yanıt gazetede verilen kur rakamlarının biraz altındaydı.. Yani Cuma gününden bu yana para biraz daha değer kaybetmişti..  Ama olsun hala zengindim… Telefondaki yetkiliye, elimde yüz bin Yugoslav Dinarı olduğunu söylediğimde karşımdaki metalik ses “Elinizdeki o paradan dört sıfır atın ve kalan rakamı verdiğimiz kur rakamı ile çarpın efendim” dedi… Basit bir çıkartma ve çarpma işlemi sonucunda, elimde tuttuğum paranın Türk Lirası karşılığı ile sanırım ancak bir rulo tuvalet kağıdı satın alabiliyordu…  

İşte hayallerimi yıkan cümle o metalik sesin ikinci cümlesiydi. Servetimi bir anda kaybetmiştim…  Artık ben de elimdeki kırmızı banknota ablamın baktığı gözle bakmaya başlamıştım.

Durumu kabullenmem ve kendimi toparlamam uzun sürmedi.. Bir hafta sonu boyunca yaratılan, hayallerle dolu sanal zenginlik bir anda sona ermiş, yeniden gerçeklerle yüz yüze kalmıştım.   Bankadaki yarım günlük çalışmamı tamamlayıp eve geldiğimde, evdekiler güzel bir kahvaltı sofrası hazırlamış beni bekliyorlardı.   

Kahvaltı sırasında olan biteni anlattım… Erdem ve Nihat durumu kavrayıp çabucak kabullendiler fakat babayı zapdetmek mümkün değil…  

Ellerini iki yana açıp, geriye yaslanarak, zaten kilitli dişlerini daha da sıkıp iki dudağı arasında tükürükten sütun oluşturarak;
“Yav oğlum… Paradan bir sıfır atılır anlarım… E hadi iki sıfır atılır anlarım… Dört sıfır atılır mı yaw..? Allahtan reva mıdır bu şimdi!!” Dedi ve ekledi…”Zaten bi bok beceremezsin oğlum sen geri zekkaalı .. Sığır gibi adamsın…  Hayallerimin de içine sıçtın qahpe… Ver lan o parayı… Gidip kemeraltında kuyumcularda bozdururum…”

  - Parayı sana satayım baba!!.. Dediğimde

Üzerime bin küfürle beraber tekme ve yumruk yağdırdı… Küfür eşliğinde yediğim tekme ve yumruklardan kendimi korumaya çalışırken, amacıma ulaşmış, babayı sinirlendirmiştim. Babanın bu sinirine, kriz halinde gülerken gösterişli kırmızı banknotu önüne attım…

Baba, parayı aldı ve kahvaltıdan sonra söylenerek, sinirli sinirli Kemeraltı’nın yolunu tuttu..
Akşam eve geldiğinde, umudu ve hayalleri tükenmiş bir haldeydi…  “Al oğğlum paranı, tuvalette lazım olur!!” diyerek, avucunun içinde buruşturup, minik bir yumak yaptığı banknotu, bana doğru fırlattı.

Ve anlatmaya başladı;

-Yaw Kemeraltında kaç quyumcuya gittim, düviz bozmuyurlarmış… Bazıları da bozarız dedi, fakat elimdekinin Yugoslavya Dinarı olduğunu söyleyince, sadece Alman Markı ve Amerikan Doları ile ilgilendiklerini söylediler…  Çok gezdim yaw.. Çok dolaştım…  

-Eee baba!!  Dedim merakla ve anlatmaya devam etti…

-En sonunda bir quyumcuya daha girdim ve

Düviz bozduracaktım… dedim

Adam,

“Buyrun oturun beyfendi..” dedi.. Oturdum.. “Ne alırsınız çay, kahve..?” dedi..

Orta şeker bir kahve alayım.. dedim.. Adam kahveleri ocağa söyledi sonra başka müşterisi vardı onunla ilgilendi..  Dükkandaki müşteri gittikten sonra bana döndü “Elinizdeki döviz ne kadar beyfendi …” diye sordu,
 ben de,
 100.000 dedim…

Adam bunu duyunca çırağına “oğlum git ocağa sor bakalım kahvelerimiz nerede kaldı …” dedi…    Sonra bana döndü  “ mark mı, dolar mı..?” diye sordu.

-Yugoslav Dinarı… 100.000 Yugoslav Dinarı… dedim…  

Adamın birden yüzü düştü, kızardı… kaçları çatıldı.. Sonra çırağına döndü “Oğlum git şu iki orta şeker kahveyi iptal et..” dedi.. Ardından Bana döndü “Hadi kardeşim işimiz var, gücümüz var… Döviz almıyoruz.. Yugoslav Dinarı hiç almıyoruz..” dedi..

 “Parayı alın, bir harçlık verin bari abi yaw ..” dediysem de,

 “hadi kardeşim meşgul etme dükkanı lütfen… Yugoslav Dinarı almıyoruz …” dedi gavat.

Baba bunları anlatırken buruşturup üzerime attığı para öylece yerde kalmıştı. Tuvalette kullanmadık ama daha sonraki günlerde çoktan çöpü boylamıştı…

Yıllık enflasyonun yüzde sekizyüzleri  bulduğu bu ülke parasından, ileriki yıllarda tamı tamına dokuz sıfır daha atılacaktı…

O yıllarda yıkılan bir ülke ekonomisi, bizim babanın hayallerini de yerle bir etmişti…

Temmuz 2011, 
ENVER ŞAHİN

EN SONUNDA


Son otuz yılında en az elli milyar doları soyuldu bu ülkenin. Sadece kaynakları soyulmadı, değerleri de yerle bir edildi.  Doğru yanlış, yanlış da doğru haline geldi. “Ülkeye hizmet asla cezasız kalmaz” sözü bu dönemde söylendi.

Bütün kurallara, kurumlara rağmen nasıl olabildi bu? Kuralları kişiler aracılığıyla bertaraf ederek. En eski devlet geleneği olmaktan kazanılan kurallar, devleti kendi kendine gider hale getirmiş. O nedenle belli görevlere kimi getirseniz fark etmedi. Sistem kendi kendini yönetti. Gelen görevliler de baktılar “sistem yürüyor, onlar da kamu kaynaklarını yürütmenin yollarını aradılar”.

En akıllıca yaptıkları da, çalıştıkları kuruma değil, kendilerini bu göreve getirenlere hizmet etmek oldu. Onlar iyi biliyorlardı ki, o kişiler olmasa bu koltukları rüyalarında bile göremezlerdi. O nedenle kendilerini bu koltuklara oturtanlara hizmet ettiler. Onlar ne isterse yaptılar.

O nedenle sadece kamu kaynaklarını yürütmekle kalmadılar aynı zamanda istenen kişileri işe almak, istenenleri tayin etmek gibi ne söylenirse yaptılar. Neredeyse yaptıkları doğru iş sayılır hale geldi. O da günde iki sefer doğruyu gösteren durmuş bir saatten fazla değil.

Binlerce insan alınacak kişilerin belli olduğu sınavlarda figüranlık yaptılar farkında olmadan. Binlerce genç evlenmek için bunlardan adalet umdu, iş umdu. Binlerce yetişmiş beyin takdir edilmeyi bekledi. Binlerce dürüst iş sahibi adil bir ihale bekledi. Herkesin hayallerini yıktılar, umutlarını yok ettiler kısacası.

Evet, bütün bunlar olurken siz ne yaptınız derseniz, elimiz “elinden geleni” yapmaya çalışırken ağzımız “suskun kaldı”. Hem “ele” engel olmamak hem de “etik” kaygılarla. Ağzımızın da konuşacağı günler de gelir bir gün nasılsa.

O günler gelmeden aklıma gelen bir hikayeyi kısaca anlatayım. Bu dönemde önemli bir görev üstlenen, döneme uygun olarak kendini bu göreve getirenlere hizmeti şiar haline getirmiş biri. Görevinin son demlerinde oğlu eğitim fakültelerinin beden eğitim bölümüne girmek için yetenek sınavlarına girmiş fakat kaybetmiş.

Oğlunun bu sınav için nasıl hazırlandığını, sınavda yapılan haksızlıkları, oğlunun yıkılan hayallerini uzun uzun anlattıktan sonra derin bir iç çekerek o cümleyi söyledi:

- Ben de çok haksızlık yaptım. Nice işçi ve memur alım sınavlarında, unvan yükseltme sınavlarında ne denirse yaptım. Ancak oğlumun başına gelince anlayabildim bunun nasıl bir şey olduğunu.

HEPİMİZ İMELDA’YIZ


Hiç duydunuz mu bir erkekten:

-Ayakkabına pençe olayım, çiğne beni, ez beni!

Diye bir şiir? Ya da:

-Bu ayakkabı sizi çok seksi yapmış, sözünü?

Fakat bir kadın doktordan teşhisten önce şu cümleyi duymanız olasıdır:

-Çantanız çok güzelmiş, nereden aldınız?

Bunlardan anlıyoruz ki kadının ayakkabısı erkeğin umurunda değil. Çantası ise olsa olsa kapkaççıların ilgi alanına girer. O da içindekiler nedeniyle.

Evet, ayakkabı ve çanta tutkusu kadınlar arası bir konu. Erkekler bunun farkında bile değil. Ben işyerinde kurumun hesaplarını kontrol ettiğimden, eve iş götürmemek için evde hesapları kontrol etmiyorum. Etsem de farkında olamam bizim evdeki ayakkabı ve çanta ne durumda. Bildiğim, portmantoda ayakkabılarıma yer bulamadığım, elimi attığım her yerden ayakkabı ve çanta çıktığı. 

Geçen yıl, kart harcamaları nedeniyle dert yanan bir kızın verdiği rakamı duyunca az daha küçük dilimi yutacaktım. Kızın tamı tamına elli altı çift ayakkabısı varmış. Bizim evdeki kesin sayı bilinmemekle birlikte bunu anlattığım her kadın benzer bir sayı telaffuz etti.

Geçen gün fakülteden bir kız arkadaşımın o gününü sadece evdeki ayakkabılarını yerleştirmeye ayırdığını öğrenince sordum kadınların bu ayakkabı tutkusunu.

-Her kadın bir İmelda Marcos’tur aslında, dedi. Olanak bulsa her kadın onun gibi ikin iki yüz ayakkabı sayısına ulaşırmış.

Diktatör kocası Ferdinand Marcos’un yürüttüğü kamu kaynaklarını ayakkabılara yatıran, müsrifliği ile iktidarlarının sonunu getiren bir kadının yirmi beş yıl sonra bile anılması gerçekten kadınların en azından ayakkabı kolleksiyonu ve tutkusu nedeniyle İmelda’yı hala unutamadıklarını gösteriyor. İster misiniz yakında bir gösteri tertiplensin ve sloganlar atılsın:

-Hepimiz İmelda’yız hepimiz Marcosuz!