ÇIKARAN ADAM



-Ömrümde attığım gol beşi geçmez!

-Bütün fotoğraflarım, evde üçlü koltukta uzanmış ve elimde kumanda ile çekilmiştir!

-Günlük  yürüyüşümün yüzde sekseni evin içinde geçmektedir!

Beni ve yaşamımı bu üç cümleyle özetlemek mümkündür. Çocukluğum, evde bulabildiğim kitapları okuyarak geçti. İçine kapanık a-sosyal biri olduğumdan değil, kitapların cazibesine kapıldığımdan. 

Okul hayatım da öyle geçti. Çarşı izninde kütüphaneye giden, gözüne kestirdiği kitapları sıradan okuyan kaç kişi gördünüz hayatta? Kemalettin Tuğcu ve Milliyet Çocuk kitaplarının tamamı, hatta Hayat Ansiklopedisi okundu-bitirildi çarşı izinlerinde.

Sonrası da bu temel üzerine yürüdü.” Peki, memleketin her köşesinden yayınladığın fotoğraflar neyin nesi?” diyecek olursanız “mecburiyetten” derim. İş hayatında o kadar çok mecburiyetimiz oldu ki Türkiye’yi üç defa turladım sayılır ama mecburiyetten. Bu nedenle, bundan sonra mecburiyetler dışında, ne yürüdüm ne de koştum.

Dönüşlerimde ise evden çıkmak istemedi canım. O nedenle Hakkari’yi görsem de Kadifekale’yi görmedim, Sarp ve Habur sınır kapılarını görsem de Yamanlar’ı görmek nasip olmadı henüz.

Sonunda, mecburi gezilerim azalınca yaşamımda eksik kalanları tamamlamaya giriştim. İlk iş olarak da bir fotoğraf kursuna gittim. İzmir Amatör Fotoğrafçılar Derneği (İZAFOD) ve eğitimi veren Dernek Başkanı Gündüz AKAGÜNDÜZ hocayla da bu sayede tanıştım. Kurs bittikten sonra da katıldığım faaliyetler sırasında kah kendimi bir sergi açılışında bir belediye başkanını karşılarken kah bir açılış kurdelesinin ucundan tutmuş halde buldum. Dün de bir baktım ki Bozdağ’ın zirvesindeyim. Telesiyejle de olsa o atmosferi yaşamak bambaşka bir duygu.

Evde, üçlü koltukta uzanmış, elimde uzaktan kumandalı fotoğraflarım çok uzaklarda kaldı. “Bedensel hareketle beyinsel hareket arasında ters bir ilişki vardır; bedensel hareketi az olanın beyinsel faaliyeti çok olur” teorisinin de boş bir avuntu olduğu anlaşıldı. Afrika’nın en yüksek dağı Klimanjaro’ya çıkmış Nuray ÇALIŞKAN’ın veya yerinde duramayan Sevgili Arkadaşım Metin Taş’ın beyinsel aktivitesinin az olduğunu söylemek mümkün mü?

Evet, okuduğum kitap sayısını azaltmadan kütüphaneden çıktım, salonda üçlü koltukta elimde kumanda ile geçirdiğim zamanı azaltarak yaşamıma bambaşka heyecanlar kattım. Bu nedenle dernek başkanımız Gündüz AKAGÜNDÜZ’e “çıkaran adam” unvanını verdim; beni tembelliğimden, kütüphaneden ve evin salonundan çıkaran adam.

Dün sipariş ettiği çadırı aldım, yola hazırım. Kırkından sonra yaşam nereye götürürse artık…

ÖZNUR ŞENGÜNER'DEN:KAKAOLU ISLAK KURABİYE

Kurabiye yapmaya ve yemeye bayılıyorum.Bu da mutfağınızda bayatlamadan uzun süre saklayabileceğiniz kakaolu ıslak kurabiye...
Ben bu kurabiyeyi yaptıktan sonra üzerine çikolata sosu  gezdirip  hindistan cevizi ile süslüyordum ama doğum günü soframızda renkli bir kurabiye olmasını istediğim için şerbete batırdıktan sonra renkli pasta süsüyle süsledim ve tadı kadar görüntüsü de çok güzel oldu.
Sanki kurabiye değilde browni  tadında bir lezzet,çikolata soslusunuda tavsiye ediyorum mutlaka deneyin.....

MALZEMELER:

1 paket oda sıcaklığında yumuşamış margarin
1 çay bardağı sıvıyağ
2 yumurta
1 çay bardağı pudra şekeri
1 paket vanilya
2 paket kabartma tozu
3 çorba kaşığı kakao
Aldığı kadar un

ŞERBETİ İÇİN:

1,5 su bardağı su
1 su bardağı şeker

YAPILIŞI:

İlk olarak su ve şekeri kaynat,ocağı kapatıp şerbeti soğut.
Un ve kabartma tozu hariç tüm malzemeyi bir kaba koy üzerine yavaş yavaş unu ve kabartma tozunu eleyerek yoğur.
Hamur yine ele yapışmayan,çok sert olmayan,kulak memesi kıvamında bir hamur olmalı.
Hamurdan ceviz büyüklüğünde parça al yuvarla ve yine yağlı kağıt serili tepsiye diz.
Önceden ısıtılmış 175C fırında kurabiyeler çatlayıncaya kadar pişir.
Fırından çıkınca çukur bir kase içine koyduğunuz şerbete batır al ve hemen süslemek istediğiniz malzemeye batır.AFİYET OLSUN!!!

ÖZNUR ŞENGÜNER'DEN: TAHİNLİ ÇÖREK

Bu çörek de yine kızızmın doğum günü sofrasındaki diğer bir tarif.Özellikle fırından yeni çıktığında sıcak sıcak yemeye bayıldığım bir çörek.Bu çöreği bazen haşhaş ezmesiyle bazen dövülmüş cevizle bazende tahinli yapıyorum.Ne çok tatlı nede çok tuzlu olan çay saatleri için bence vazgeçilmez bir lezzet.

MALZEMELER:

2 su bardağı sıcağa yakın ılık süt
1 paket yaşmaya
1 su bardağı sıvı yağ
1 çay bardağı toz şeker
2 tatlı kaşığı tuz
Üzeri için yumurta sarısı
Aldığı kadar un

İÇ MALZEMELER:

1 kase tahin
(haşhaş ezmesi kullanırken biraz sıvıyağ gerekli inceltmek için)

YAPILIŞI:

İlk olarak sütü geniş bir kaba alıp mayayı içinde eritin.
Sıvı yağı,tuzu şekeride içine ilave edip karıştırın.Daha sonra yavaş yavaş unu eleyerek  iyice yoğurun.
Hamur ele yapışmayan yumuşak bir hamur olmalı.
Hamurun üzerini nemli bir bezle örtüp 1,5-2 saat mayalandırın.
Hamur mayalandığında hamuru üç eşit parçaya ayırın.Her parçayı elinizle 25 cm çapında  açın.
Açtığınız hamururların üzerine önce tahin sürüp seker serpin.En üstteki hamura tahin sürmeyin.
Üç katlı olan hamuru ortadan ikiye kesin her iki yarımdanda 2 cm kalınlığında parelel şeritler kesin.
Her şeriti ayrı ayrı burarak bükün.Yağlı kağıt serili tepsiye dizin.
Üzerilerine yumurta sarısı sürüp önceden ısıtılmış 180C fırında 20-25 dk pişirin.
AFİYET OLSUN!!!


http://oznurcalezzetler.blogspot.com/2012/01/tahinli-corek.html

ÖZNUR ŞENGÜNER'DEN: RENKLİ GÜL TATLISI

Geçen gün Ela'nın yaş gününde yediğim ve çok beğendiğim Önur ŞENGÜNER'in tatlı tarifi:


Bu tatlıyı uzun zamandır biliyordum ama bir türlü yapmaya fırsatım olmamıştı.Kızıma güzel bir 1 YAŞ DOĞUM GÜNÜ hazırlamak içi bloglarda gezinirken Muhteremle Afiyetle'de bu tarifi gördüm ve kesinlikle bu tatlıyı kızımın doğumgününde yapmalıyım diye düşündüm.Göze hoş gelen güzel bir tatlı beğenildide ve bende blogumdaki ilk tarif olarak bu tatlıyı seçtim.Aktardanda kırmızı gıda boyası aldım hamurun üçte birine ekledim.

MALZEMELER:

1 su bardağı sıvıyağ
1 su bardağı irmik
1 adet yumurta
Yarım su bardağı yoğurt
Yarım paket oda sıcaklığında yumuşamış margarin
1 çorba kaşığı sirke
1 paket vanilya yarım paket kabartma tozu
1 tutam tuz,çay kaşığının ucuyla gıda boyası
Aldığı kadar un(yaklaşık 3 su bardağı)
Üzeri için fındık.

ŞERBETİ İÇİN:

3 su bardağı su
2,5 su bardağı şeker
Çeyrek limon suyu

YAPILIŞI:

İlk olarak şerbet malzemelerini kaynatın ocağı kapatmaya yakın limonu sıkın ve ocağı kapatın.Hafif kıvamlı bir şerbet olmalı.
Kabartma tozu vanilya ve un hariç hamur malzemelerini yoğurun kabartma tozu vanilya ve unu yavaş yavaş eleyerek ilave edin.Hamur kulak memesi kıvamında ele yapışmayan bir hamur olacak.Hamurun  üçte birine başka bir kasede gıda boyasını ekleip iyice yoğurun.
Her iki hamuruda tezgahta merdane yardımıyla açın ve çay bardağıyla kesip daireler elde edin.Üç sade iki renkli hamuru herbirini birbirinin yarısını örtecek şekilde üstüste dizin ve rulo yapın.Ruloyu ortadan ikiye kesin ve yağlı kağıt serilmiş tepsiye dizin.Üzerlerine fındık koyun.
180C önceden biraz ısıtılmış fırında 20-25 dakika pişirin.fırından çıkar çıkmaz borcama dizin ve üzerine ılık şerbeti dökün.Tatlı sıcak şerbet ılık olmalı,arada bir ter çevirebilirsiniz üzerini kapatarak tatlının şerbetini çekmesini bekleyin.AFİYET OLSUN!!!


Detaylar ve ayrıntılı resimler:
http://oznurcalezzetler.blogspot.com/

444 NE İŞE YARAR?


Aslında bu numaralardan medet umanlardan değilim. İnsan kanlı-canlı karşısında görmek istiyor görevliyi. Sadece sesle değil, kelimelerin kifayetsiz kaldığı yerde mimikle anlatma ihtiyacı da duyuyor insan. Fakat kuralları biz koymadığımız için bir şekilde muhatap oluyoruz bu 444’le başlayan numaradaki görevlilerle.

Uzun bekleme ve kulağımızın zarını delen müzik ve anonslardan sonra başlangıç çok güzeldir:

-Sizlere daha iyi hizmet verebilmemiz için müşteri temsilcilerimizle yapacağınız görüşmeler kaydedilmektedir.

-Ben Arzu, size nasıl yardımcı olabilirim?

-Size hangi adınızla hitap etmemi istersiniz?

İşte kritik eşik denen yer burada başlar. Bu karşılanmanın ardından işinizin yokuşa sürülmesi ile her şeyin bir şekilden-gösteriden ibaret olduğunu kısa sürede anlamaya başlıyorsunuz. Ondan sonra harcadığınız zamana mı yanarsınız, sorununuzun hala çözülmemiş olmasına mı kızarsınız tercih sizin. Anlarsınız ki başlangıçta duyduğunuz cümlelerin gerçek anlamı başkadır:

-Bize daha az küfür edebilmeniz için yapacağınız konuşma kaydedilmektedir. Edeceğiniz küfürler nedeniyle hakkınızda yasal işlem yapılabileceğini aklınızdan çıkarmayın.

-Size hangi adınızla hitap etmemi istersiniz: enayi, saf, iyi niyetli?

-Ben Arzu, size yardım ettiğimi sanmanız için size nasıl yardımcı olabilirim?

Tabi ki görüşmenin en kışkırtıcı sorusu sonundadır:

-Başka yardımcı olmamı istediğiniz bir konu var mı?

-Hayır hanımefendi, o kadar yardımcı oldunuz ki Allah sizin yardımınızdan korusun!

Dün akşam ise bu numaraların yeni açılımlarına tanık oldum; galoş açılımı. Yeni aldığımız bir makine için aradılar:

-X Servisinden arıyoruz, size dün akşam gelen görevlimizle ilgili sorular soracağız.

-Buyrun.

-Galoş giydi mi?

-Efendim!

-Galoş giydi mi galoş?

-Giydi.

-Takım çantasının altına bez serdi mi?

-Serdi.

-Makine hakkında bilgi verdi mi?

-Verdi.

-Memnun kaldınız mı?

-Hanımefendi, makineyi  öğleyin birde getirmişler. Biz işte olduğumuzdan oğlum akşama kadar evde servis bekledi. Gece saat dokuz buçukta geldi servis.

-Yoğunluktandır, memnun kaldınız diye not alıyorum.

-Hay senin gibi servisin…

-Efendim? Bizi seçtiğiniz için teşekkür ederiz!

-Hay sizin galoşunuz da servisiniz de başınıza geçsin. Keşke görevliniz zamanın gelseydi de galoş giymeseydi. Biz ona terlik verirdik!

MILIĞI YIKKIN



Bugünlerde annemin sözlerine taktım kafayı; “aferim delisi” derdi, açıklamaya gerek yok herhalde. Bir nevi “like bağımlısı” denilebilir. “Delimsirek” vardı, delice-deli gibi davranan anlamına geliyor. En kafama takılanı ise “mılığı yıkkın”. Yanlış mı hatırlıyorum diye tekrar baktım sözlüğe. Deyim olarak yok ancak “mılık” kelimesi yüz, çehre demekmiş. O halde mılığı yıkkın, morali bozuk, mutsuz demek bir yerde.

Annemin çok sık kullandığı bir deyimdi bu:

-Ne oldu, mılığın yıkkın duruyor?

“Bir şey yok” demek kurtarmazdı seni. O emindi, “söylemek istemiyorum”uise asla kabul etmezdi. Yüzün ele vermişse seni, bir açıklama yapman zorunluydu; ister olanı anlat istersen de muadil bir şey uydur, sen bilirsin.

Annemin bu ilgisi sayesinde bütün kardeşlerim onu kaybettiğimizde aynı şeyi söylediler; “en çok beni seviyordu”. Hayır, annem evlatlarını ayırmazdı, sadece sevgisini-ilgisini tam olarak gösterebildiği için herkes en çok kendisinin sevildiğini sanırdı.

Annem, sürekli olarak sevdiklerinin mılığına baksa da toplumuzda genel olarak kimse kimsenin mılığına bakmıyor. Bakmak, sorumluluk almaktır bir yerde. Hatta ben sevdiklerimin yüzünü ressamın şövalyesindeki bir resime benzetirim. İnsan, bir ressam gibi sevdiğinin yüzünde istediği torna renkler oluşturabilmeli. Beğenmediği renkleri değiştirebilmeli. Sevdiğinin yüzünde istediği rengi elde edinceye kadar arayışını sürdürmeli. Bunun tek istisnası bizim Nuray Çalışkan’ın “erkeği dinamik kılan kadının memnuniyetsizliğidir” teorisi olsun. Bunun dışında Ressam, çocukları veya diğer sevdikleri için istediği rengi elde edinceye kadar çalışmalı ancak kadınlar için bu slogan kadar pay bırakmalıdır.

Yazımı kendimden bir örnekle bitireyim; yıllar önce bakıcıya bıraktığım oğlumun mılığını yıkkın görmüştüm. Israr edince bakıcı kadının oğlumu tokatladığını öğrenip hemen o gün almıştık bakıcıdan. Bizden tek fiske yememiş oğlumun mılığının yıkkın olması normaldi o nedenle.

Evet, herkes birbirinin mılığına bakmalı. İşte, evde, sokakta, mahallede vs. Mılığını yıkkın gördükleri için elinden geleni yapmalı;  bir ressamın,tablosunda  istediği rengi elde edinceye kadar gösterdiği  ısrar ve sabır ile…

BUYDUM!


Geçen gün memlekette kahvede rastladığım teyze oğlu:

-Ülen, geçen gün ölü buydum ölü buydum, dekgidi de!

Cümlenin diğer kısmını anlasam da “buymak” kelimesi takıldı aklıma. Sonra hatırladım, üşümek demekti. Anlaşılan, yıllar geçtikçe “üşümek”, “buymak” a galip gelmişti.

Eskiden herkes konuşurken şivesini, vurgusunu ön plana çıkarırdı. Birkaç özenti dışında insanlar kendi olmaktan muyluydu. Örneğin “gelmiyor” demenin bir çok yolu vardı:

-Gelmeyu.

-Ge’meyero.

-Gelmeyipduru.

-Gelmiy.


Bütün bu kelimeler aynı şeyi anlatsa da farklı şekilde söyleniyor. Gayet güzel de anlaşılıyor. Fakat zaman geçtikçe gelişen teknoloji, televizyon, bilgisayar ve gazeteler farklılıklarımızı ortadan kaldırıp bizi tek tip insan haline getiriyor.

O nedenle aynı şeyleri seyrederek, aynı şeyleri konuşarak aynı şeylere kızar olduk. Bu bir ilerleme ya da bir olma değil sürü olmak bence. Yediğimiz-içtiğimiz şeyler bile tek tip haline geldi; her mevsimde her şey bulunur oldu ancak tatsız-tuzsuz olarak. Şimdi de herkes aynı şeyleri, aynı kelimelerle, aynı şiveyle, aynı şekilde konuşur oldu. Dilimiz çok fakirleşti, üç-beş kelimeyle derdimizi anlatır olduk. Belki de ondan sesimizi bir türlü duyuramamamız.

Farklılıklarımız budanıp tek tip insan haline geliyoruz.Nasıl yediğimiz içtiğimiz şeyler fabrika imalatı gibi aynı uzunlukta aynı renkte ve aynı tatsız hale geldiyse dilimizin de lezzeti kayboluyor. Bunun için farklı olduğumuzdan utanmayalım, birbirimizi farklılıklarımızla kabul edip farklılıklarımızla sevelim. Amacımız aynı olsun yeter; daha iyi, daha mutlu, daha yaşanabilir bir dünya için yaşasın farklılıklarımız!

O DA BENİ OKUDU!


Hayranlık, bir çocukluk-gençlik dönemime ait bir olgu sanki. Ben fazla yaşayamadım. O nedenle imrenirim birilerine veya bir şeye hayran olanlara. Bizim üniversite neslimizin hayran olduğu kişi ise oydu. Yazıları, konuşmaları, kitapları, yolsuzluğun-kanunsuzluğun üzerine cesurca gidişi onu kahraman yapmıştı bizim gözümüzde.

Okuduğumuz şehre bir panele katılmak üzere geleceğini öğrenince nasıl heyecanlandık anlatamam. Bir partinin düzenlediği gençlik panelinin üç konuşmacısından biriydi. Bütün arkadaşlar, okulu asarak güç bela bulabildiğimiz düğün salonunda almıştık yerlerimizi.

Panel, bir düğün salonunda yapılıyordu. Diğer konuşmacılar, ondan sonra dinleyen olmaz endişesiyle (ki haklıydılar) ondan önce konuştular. Bağıra-çağıra, içerikten yoksun, sıradan konuşmalardı. Hatta birinin konuşması tam anlamıyla gençleri gaza getirmeyi amaçlayan bir konuşma olsa da bizim için komik bir konuşmaydı. Hatırladığım kadarıyla, fakülte yıllarında partinin bir üniversite sorumlusuymuş konuşmacı. Herkes eline silah alınca o da İsmet Paşadan silah istemiş, yediği fırçayı anlatıyordu:

-Paşam, biz de genciz, bizim de kanımız kaynıyor, biz de silahlanalım, dedim ve o an gözlerinde İnönü’de “haydi ordular ileri” diyen paşayı gördüm!

Diğerlerinin ondan önce konuşması bence iyi olmuştu. İyi hitabetle kötü hitabetin farkını görmemize yaradı dinlediğimiz sıkıcı konuşmalar.

Evet, nihayet o başladı. Yani, hem iyi konuşmak hem de iyi yazmak aynı kişide pek bulunan bir özellik değildir. Onda ikisi de müthişti. Hele o esprileri, gülmekten yere yatırdı bizleri. Ben güldürmek için gülmek gerekmediğini de o an öğrendim. Biz gülmekten helak olmuşuz onun yüzünde bir mimik bile oynamamıştı.

Zaman su gibi geçti. Kahramanımız gözümüzde daha da büyüdü. Sorulara geçildi. Tahmin edileceği üzere bütün sorular ona soruldu. Ne yalan söyleyeyim, ben onun bir sürü kitabını okumuştum. O da benim bir cümlemi okusun diye ben de sordum, o da yanıtladı. Bir arkadaşımız ise işi daha ileriye götürdü ve onu sıkıştıran bir öğrenci olarak tarihe geçmek istedi:

-Salon sosyalistliği hakkında ne düşünüyorsunuz?

-O konuda bilgim yok ama kampus sosyalistleri hakkında çok şey biliyorum!

Kendisi için yapılan “Salon Sosyalisti” yakıştırmasını savuşturmuş, arkadaşımıza da golünü atmıştı. Onu sıkıştırarak kahraman olmayı düşünen ve o nedenle sorusunu herkese gösteren arkadaşımız ise eminim ilk hayat dersini almıştı.

Evet, aradan otuz yıl geçti. Öğrenci paramız yetmediği için düzenli okuyamadığımız gazetesini ve kitaplarını alacak bir gelire kavuştuk fakat bu sefer de okuyacak zamanı bulamadık. Kısa bir süre sonra da bir pazar sabahı, bir bombalı saldırı aldı götürdü onu.

Hani derler ya cinayetler “bundan kimin yararı var” sorusu ile çözülürmüş. Düşünüyorum da ondan sonra yaşadığımız her türlü yolsuzluk ve olumsuzluk, o yaşasaydı bu kadar kolay yapılabilir miydi?

AYIRIN GARİ!



Bir çocuk parkında, kum havuzunun etrafında toplanmış bir kalabalık. Kalabalığı görünce biz de merakla oraya gittik. Gördüğümüz şey hiç de alışık olduğumuz bir şey değil. Kum havuzunda iki kadın yerdeler. İkisinin de saçı birbirinin elinde. Başörtüleri kafalarından sıyrılmış, uzun etekleri de toplanmış tam dağınık vaziyetteler. Anladık ki kavga ediyorlar.

Tecrübelerimize göre bir yerden bağırtı, küfür ve de kadın çığlığı geliyorsa, bilin ki erkekler kavga ediyordur. Bazı kadın kavgalarında da bağırıp-çağırma duymuşluğum vardır ama bu kavga bir tuhaf. Anladığım kadarıyla çocuklarını eğlenmeye getirdikleri bu parkta muhtemelen de çocukları yüzünden kavgaya tutuşmuşlar. Fakat içgüdüsel başladıkları bu kavga hiç istemedikleri bir aşamaya gelmiş. Telini göstermemek için bunca çaba gösterdikleri saçları hem ortada hem de başka kadının elinde ve kum içinde, güneş yüzü göstermedikleri bacakları ise tamamen meydanda. Bütün bunlara rağmen, egoları kavgadan çekilen, karşıdakinin saçını bırakan kişi olmalarına engel. Durumlarından memnun olmasalar da ayrılmaya da niyetleri yok.

Aklıma bizim deve güreşleri geldi. Meydana çıkan iki deve, on dakika içinde güreşe başlamazlarsa, güreşmeye istekli davranmazlarsa veya güreşe başladıkları halde birbirini yenememişlerse ayrılırlar. Bunun için de görevli kimseler vardır. Hakem heyetinin kararı üzerine, cazgırın bağırmasıyla en az beşer kişi iki guruba ayrılmış bu görevliler, develerin bacaklarına doladıkları urganı çekerek develeri ayırıp güreşi bitirirler. Bu nedenle bu görevlilere urgancılar denir.Urgancılar sayesinde hem seyirci güreşten sıkılmamış olur hem de develer gururu kırılmadan ayrılmış olur.

Kadınların bu halini görünce içimden haykırmak geldi:

-Urgancılaaa, ayırın gari!

KAPATIN ŞU GAVUR İCADINI!


-Kapatın şu gavur icadını!

Bunu söyleyen köyün imamı. Ablamın öğretmenlik yaptığı köyde, akşam yemeğinden sonra eniştemle köyün kahvesine gitmişiz. Haberler bittikten sonra söylüyor imam efendi:

-Kapatın şu gavur icadını!

Bunu söylerken, sanıyorum amacı kahvedekileri televizyonun ahlaksızlığından korumak. Özellikle de Müjde Ar’dan. O zamanlar “Müjde Ar’ın Kişisel Göğüs Sergisi” mahiyetindeki Fuar kolonyası reklamı çok meşhurdu ve toplumu bundan korumak gerekiyordu. Yoksa ilginin kendisinden televizyona kayması kaygısı değildi nedeni.

Bizim kuşak, muasır medeniyet hedefi ile büyümüştü. Biz “gavur icadı” denilerek toplumumuzun gerilemesine neden olan her şeye karşıydık. Çünkü bu nedenle matbaa daha geç gelmiş, teknolojide, bilimde ve güzel sanatlarda çok geri kalmıştık. Ondan dolayı bütün yeniliklere, bütün icatlarlara sahip çıkılması gerekiyordu.

Eniştemden dinlediğime göre, sonunda köyün gençleri de isyan etmiş, televizyonu kapatmayacaklarını, seyretmeyecekse evine gitmesi gerektiğini söylemişler imama.

Evet, aradan tam otuzbeş yıl geçti. O yıldan beri gavur icadının karşısında önce gavurun dizilerini filmlerini, şimdi de kendi dizilerimizi, filmlerimizi seyrediyoruz. Seyrede seyrede komşuluk da kalmadı evde muhabbet de. Gavur icadında gördüğümüz şeylerin hepsi birer ihtiyaç halini aldı, ulaşamadıklarımız, elde edemediklerimiz için mutsuz durumdayız. Hep gavur icadı müzik dinlemekten kendi müziğimizi unuttuk.

Yetmedi, gavur icadı bilgisayarlarda yine onun icadı programları kullanıyoruz. Bu programlar sayesinde iletişimimiz artsa da kendi dilimizi unuttuk. Ne idüğü belirsiz bir dilde konuşuyor-yazıyoruz. Sosyal medya sayesinde dünyanın öbür ucundaki insanlarla sanal arkadaş olabilirken en yakınımızdakinden uzaklaşır olduk.

Gavur icadı gizli kameralar yüzünden kongre yapmadan lider seçer olduk. Yine bu kameralar yaptı vekil listelerimizi bile.

Gavur icadı telefonlar sayesinde bir eliyle mesaj yazan, diğer eliyle de çorba içen bir nesil yetişti. Namaz uygulamaları nedeniyle ezanın tarihe karışması da an meselesi.

Gavur icadı tohumlar yüzünden kendi domatesimizi, karpuzumuzu yiyemez olduk.

Gavurun icadı Heronlar aldık, kendi vatandaşlarımızı bombaladık. Dümen gavurun elinde olduğundan, ilk bombayı kim attı, kim yanlış bilgi verdi, o bile belli değil.

Gavurun icadı deterjanlar, hayatımızı kolaylaştırsa da çevremiz kirlendi.

Gavur icadı kimyasal gübreler yüzünden doğal hiçbir şey yiyemez olduk, kuşlar ve diğer canlıların yaşayabileceği alanlar kalmadı.

Bütün bunları düşündüğümde, belki de yaşın ilerlemesinden ötürü gavur icadı kelimesine eskisi kadar soğuk değilim. Gavur icadı bir çok şey yaşamımızı kolaylaştırsa da, bu icatların yararı ve zararı konusunda eskisi kadar emin değilim. İşin ilginç tarafı kendimiz üretemez, konuşamaz ve yazamaz olduğumuzdan tamamen gavura bağlı bir toplum haline geldik. Gavur üfürse yıkılacak haldeyiz. O nedenle kafam karışık; bir gün ben de dersem “kapatın şu gavur icadını” lafını, şaşırmayın”.

BEKAR KALAN GENÇ KALIR


Toplanmamızın nedeni hayırlı bir işti. Ki çok severim, sevaptır. Akşam yemeğinde şehrin üst düzey bürokratlarından bir beyle, şehre görevli gelmiş bir kadın tanıştırılacakmış. Biz de masada kalabalık yapacağız ki etraf anlamayacak.

Akşam oldu. Masada yerlerimizi aldık. Sadece müdür yardımcısı ile ben otuzlu yaşlarda, diğerleri elli yaş üzeriydi. Tanışma faslından sonra yemeklerimizi söyledik. Masa donatıldı. Damat adayı da gelin adayı da birbirine pek uygundu. Gelin adayı evlenip boşanmıştı ama damat adayının nasıl bunca yıl evlenememiş olmasına şaşırmamak elde değildi. Yakışıklı, bakımlı, iş, makam, mevkii hepsi vardı. Baktık ki ilk izlenim birbirlerini de beğendiler. Derin bir oh çektik ki çok önemliydi ilk izlenim.

Normal bir yemek havası ile kamufle edilmiş akşamımızda muhabbet de kamufle edilmişti doğal olarak. Çiftimiz daha sonra baş başa kalacaklardı birbirlerini beğenirlerse. Laf nasıl geldiyse geldi, damat ile ne için masada olduğundan habersiz il müdürü, sağlıklı yaşam muhabbetine başladılar. 

-Efendim sarımsak kaç diş demiştiniz?

-Melisayı ben de duydum.

-Kantaron için evet öyle diyorlar.

-Ben de size şu tarifi vereyim kolesterol için.

-Kağıdınız var mıydı?

Muhabbet öyle bir aşamaya geldi ki, masa ikiye bölündü. Damat adayı ile o il müdürünün sağlıklı yaşam muhabbeti ile gelin adayı, ben ve yardımcı arkadaşın ilişkiler, aşk ve evlilik muhabbeti.

Sağlıklı yaşamcıların birbirlerine tarif yazabilecekleri not kağıtları tükendi. Bizlerden aldıkları kağıtlar da bitince baktım, garsondan istedikleri peçetelere yazmaya başladılar birbirlerine tavsiyelerini.

Bizim konuyu aşk ve evliliğe getirerek damat adayını konuya çekme çabalarımız boşa çıkınca gelin hanımın gülerek dokundurmaları başladı:

-Bula bula bana bunu mu buldun?

-Ne yapalım abla elimde bu vardı.

Sonunda gecenin geç bir vakti kalktık. Hayırlı işi başaramamış ama sağlıklı yaşam konusunda donanmış olarak. Damat adayının nasıl bu kadar genç ve sağlıklı kalabildiğinin sırrını da öğrenmiş olduk, içimizde bir şüpheyle.

-Genç ve sağlıklı bir yaşamın sırrı, kadınların olmadığı bir yaşam mı yoksa evlenmemiş olmak mı?


HALİT ÇETİN'DEN:KARİZMAYI ÇİZDİRMEMEK(!)

Bıçkın delikanlı yolda yürürken karşıdan üç tane kız geldiğini görür onlara hava ata ata yoldan karşıdan karşıya geçmeye çalışırken, yoldan çok hızlı bir şekilde gelen araba kendisine çarpar. Tabi delikanlı bi yanda, ayakkabıları bi yanda, ceketi bi yanda...

Hemen etraftakiler telaşa kapılıp delikanlının başına toplanırlar. Delikanlının başına toplananlar arasında hava attığı üç kız da vardır. Bunu gören delikanlı yavaşça ayağa kalkar, etrafa dağılan eşyalarını toparlar ve kendisine çarpan adama bakar ve şöyle der:

- Kardeş, al bu benim kartım. Git arabanı tamir ettir, masrafları adresime gönder..!

NÖBETÇİ AVM


Meşhur hikaye:

-Sana biri eşek derse aldırma, iki kişi derse aldırma, üç kişi derse aldırma fakat kırk kişi sana eşek derse git kendine bir semer al!

Akşamdan beri bütün kanallarda, gazetelerde ve internet sitelerinde aynı laf:

-Aniden bastıran kar yaşamı felç etti!

Biz hep hikayelerle büyüdüğümüz için tabi ki inanıyoruz karın aniden bastırdığına. Bu nedenle de sormuyoruz trafikte neden kaldığımızı, neden kaza yaptığımızı, yolların neden tuzlanmadığını vs.

-Aniden bastırmış kar, yetkililer ne yapsın?

Herkes aynı fikirde olmalı ki kimse sormuyor tıkanan trafiği, kaza yapan araçları ve bu nedenle ölenleri, yaralananları. Bu nedenle de hiçbir kanalda açıklama yapan bir yetkiliye de rastlamadık.
Kitaplar ise başka bir şey söylüyor:

-Normandiya çıkarması, meteoroloji biliminin zaferidir!

1944 Yılında Müttefik Kuvvetleri Normandiya’ya çıkarma yapmak için bütün hazırlıkları tamamlamasına karşın çıkarmanın yapılacağı günü meteoroloji belirlemişti. Zira çıkarmanın baskın şeklinde olması için sisin yoğun olacağı bir günde yapılması gerekiyordu ve meteoroloji o günü iyi tespit edebildiği için çıkarma başarıya ulaşmıştı.

Aradan yıllar geçmiş. Atmış sekiz yıl önce çıkarma yapılacak sisli bir havayı tahmin edebilen meteoroloji bilimi, şimdilerde hangi saatte yağmur yağacağını, karın şiddetini, rüzgarı vs. büyük ölçüde tahmin edebiliyor. İsteyen www.dmi.gov.tr internet adresine girerek detaylı bilgi alabiliyor. 
Yetkili makamların sitede yazılanlardan daha fazlasını öğrenebilecekleri de muhakkak. Hatta o sitede yayınlanan uyarılar her türlü önlemi almalarına yeter de artar bile. Fakat biz aynı şeyleri yaşamaya, aynı lafları duymaya devam ediyoruz.

Evet, yaş ilerledi, yaşam kendini tekrar ediyor; kar aniden yağıyor, deprem aniden oluyor, kurbanlıklar aniden kaçıyor, trafik kazalarını canavar yapıyor vs. Bu senenin diğerlerinden tek farkı her sene arabaların kayarak kaza yaptığı Ankara’daki o yokuştan televizyonların canlı yayın yapmamış olması.

Birileri bilimle teknikle yaşamı ileriye götürürken biz hikayelerle aynı şeyleri yaşayıp duruyoruz. Benimse aklıma takılan bir soru var muhabir kızımıza sormam gereken:

-Madem kar aniden bastırdı, bu nedenle yetkililer önlem alamadı ve insanlar ondan dolayı mağdur oluyor. Peki, sen bu sözleri söylerken giydiğin kaşkol, bere, kaban, çizme ve eldivenleri nereden buldun aniden bastıran karda? Nöbetçi AVM’den mi? 

ÖYLESİNE BİR HİKAYE


Bir adam eşeğin üzerinde, köyden yaylaya doğru gidiyor. Aniden karşısına eniştesi çıkıyor. Babasını çok erken kaybettiği için kendisinden bir hayli büyük olan ablasının kocasını büyük bellemiş, o nedenle yanında sigara içmiyor.

Evet, enişte aniden karşısına çıkınca sigarasını hemen eşeğin semerine asılı sepete atıyor ki ziyan olmasın sigarası. Enişte geçtikten sonra da içmeye devam etsin. Fakat enişte lafı uzatıyor ve bir süre sonra da herkes yoluna devam ediyor.

Enişteden ayrıldıktan sonra eşek huysuzlanmaya başlıyor. Zapt etmeye çalışsa da eşek yerinde duramıyor; hem daha da hızlanıyor hem de anırmaya devam ediyor. Sonunda alevler kendine de ulaşınca anlıyor ki attığı sigara sepeti tutuşturmuş, zavallı eşek ondan huysuzlanıyormuş. Yanan sepeti yere atıp söndürüyor. Hem eşek hem de adam kurtuluyor.

Bu hikayeden:

-Ne çevreci adammış, sigarayı yere atıp orman yangınına sebebiyet vermemiş,

-İnsanlar arası saçma kuralların cezasını hayvanlar çekiyor,

-Araba kullanırken olduğu gibi eşek üzerinde de arkayı kontrol etmek şart; eşeğin kulağına ayna takmak sorunu çözebilir,

-Görüldüğü gibi sigara eşeklere de zararlıdır,

Gibi çıkarımlarda bulunmaya gerek yok. Bu sabah babam aklıma geldi ve de bu hikayesi. Aktarayım dedim, öylesine…

BU SOĞUKTA İÇ ISITAN BİR HİKAYE


Dışarısı soğuk, Türkiye donuyor. Soğuk deyince aklıma bot, bot deyince Tarsus, Tarsus deyince Oğuz ve Oğuz deyince de öğrencilik günlerim aklıma gelir.

Efendim, öğrencilik yıllarımızda koloni halinde gezen Tarsuslular dikkatimizi çekerdi. Aynı evde kaldığımız Oğuz da bu gurubun içindeydi ve zamanının çoğunu da onların kaldığı yerde geçirirdi.
Bir gün ben de gittim kaldıkları yere. Burası bir fabrikaydı. Patronun fabrika bahçesinde işçiler için yaptırdığı lojmanlarda öğrenciler kalıyordu. Kaldıkları yer prefabrik, dört kişilik, yerler halı kaplı ve kaloriferli bir yerdi.

Kalan öğrenciler, yemeklerini de fabrikadan yiyorlardı. Anlatıldığına göre, patron, Tarsusluydu ve  işçiler tarafından kullanılmayan lojmanları hemşerisi öğrencilere tahsis etmişti. İşçilere çıkardığı yemekten öğrenciler de yararlanıyordu ve bütün bunlar için hiçbir ücret ödemiyorlardı. Patronun zaman zaman elinde rakı ve değişik mezelerle öğrencilere yaptığı ziyaretler de dillere destandı.

Ev arkadaşımız Oğuz, yemeği orada yiyor, eve sadece yatmaya geliyordu. İstese orada kalabilirdi ancak o, hakkını daha muhtaç bir hemşerisine devretmişti.

Oğuz, bir akşam elinde bir çift botla eve geldi. Tarsuslu patron, işçilerine giyim alırken öğrencileri de unutmamıştı. Fakat aldığı botun birisi ne işçilerin ne de öğrencilerin hiçbirinin ayağına uymamış. Oğuz da almış eve getirmişti. Evde de herkes denedi, sadece benim ayağıma uyunca da botlar benim oldu. Öğrencilik hayatımın kalanında ve hatta sonrasında, ayağım  sıcak sıcak gezdim o botlar sayesinde.

Aslında, kim bilir belki de alabilirdik öyle bir bot. Fakat bence bot değil yapılan hareketti içimizi ısıtan. Boşuna dememişler “bir elin verdiğini öbür el görmeyecek” diye. Bence de yardımın en makbulü gizli yapılanıdır. Şimdilerde, ekranlarda sosyal sorumluluk projesi diyerek göstere göstere yardım eden, yardım ederken de insanları teşhir eden, hem insanları hem de insanlığı yerlerde sürükleyenlere duyurulur.

HALİT ÇETİN'DEN : İNADIM İNAT!

‎"Birgün üç arkadaş birbirlerine ne kadar inatçı olduklarını ispatlamaya çalışıyorlar ve herkes en çok inat ettiği anısını anlatıyormuş. 

Birinci inatçı anlatmaya başlamış:

"Bir gün evi telefonla aradım, hanım alo demedi, ben de cevap vermedim, telefon sabaha kadar açık kaldı"demiş.

İkinci inatçı "o da bir şey mi?; "ben bir gün eve geldim, kapıyı çaldım, hanım kimsin demedi, ben de kim olduğumu söylemedim, sabaha kadar kapının önünde yattım"..!

Üçüncü inatçı; " o da bir şey mi" demiş? biz evlendiğimizde karım bana dokunmadı diye bende ona dokunmadım ve hala daha da dokunmuyorum"...

Bunun üzerine diğer iki inatçı birden; "olur mu yahu?" demiş, "sizin iki tane çocuğunuz var?!" 

Üçüncü inatçı; "inat ettim onları da sormadım"..!!!

HALİT ÇETİN'DEN: RENGİN ÖNEMİ

Vakti zamanında bir fransız generali bir ingiliz generaline “neden hep kırmızı giyiyorsunuz? bu yüzden düşman için çok kolay hedef olmuyor musunuz?” diye sormuş.
İngiliz generali, “böylece kan izi belli olmuyor ve diğer askerlerin de morali bozulmuyor” diye cevap vermiş.
O gün bugündür fransız askerleri kahverengi pantolon giymeye başlamış..!

BU KADINLAR BAKILMAK İSTEMEZ!


Doğu illerinden birinde güzel bir sofradayız. Konu çok eşlilik. Öğreniyoruz ki personelin çoğu iki-üç eşli ve hiçbiri de resmi nikahlı değil. Müdürün anlattığına göre yöre milletvekilleri de bu halde. Hatta birisi, müdüre işyerinde çalışan eşine izin vermemesini tembih ediyormuş. Zira kadıncağız izin alır-almaz soluğu meclis lojmanlarında alıyormuş ve kumasının saçını başını yoluyormuş.

Sohbet ilerledikçe yanımda oturan personelimiz iç geçirdi:

-Bende alacağım ikinciyi ancak karımın ağabeylerinden korkuyorum!

-Nasıl bakacaksın peki ikinciye?

-Beyim bunlar bakılmak istemez, at önüne tandır ekmeğini, akşama kadar sadece onu yer, seni bekler!

Anlaşılan fizibilite tamam. Muhtemelen ikinci adayı da bulunmuş. İş kalmış eşinin feminist ağabeylerinin yumuşamasına. Muhtemelen onlar da çok eşlidir ve belki bir gün halden de anlarlar.

Aradan yirmi beş yıl geçti. Geçenlerde baktım, bir kadın gazeteci bir vekil sofrasında. Aynı zamanda ağa olan vekilimizin köyünde bir yer sofrasındalar. Gazeteci kızımız soruyor vekilimiz anlatıyor: insan hakları, Kürt sorunu ve demokrasi. Fakat fotoğrafta gazeteci dışında bir tane bile kadın yok. Servisi bile erkekler yapıyor.

Aradan bunca zaman geçmiş değişen bir şey yok; çocuk gelinler, töre cinayetleri, nikahsız belki de kimlik numarasız kadınlar.

Nasıl düzelir derseniz; kadın haklarının feminist ağabeylere bırakılmadığı, kadın gazetecilerin, “ bu sofrada neden kadın yok” sorusunu sorduğu ve demokrasi-insan hakları nutukları atan kadın vekillerimizin önce yanında oturan çok eşli arkadaşlarına bir şey söylediği zaman.

HALİT ÇETİN'DEN: EŞEK DEYİP GEÇMEYİN!

Her ne kadar insanoğlu türlü akılsızlıkları eşşeklikle nitelendirse de en güzel gözlere sahip bu sevimli hayvan, yerine göre çoğu insandan daha akıllıdır...

"Eşek, iyi bir yol mühendisidir: yokuşları en fazla yüzde yedi eğimle ve kısa mesafelerde virajlar alarak çıkar." dediklerinde... ben de inanmamış ve nivelman yaptırmıştım (topoğrafik aletle ölçüm). Sonuç şaşırtıcıydı: %7.

Hani bu konuda çoğumuzun bildiği meşhur bir kayseri fıkrası vardır:

1950'li yıllarda Amerikalı mühendisler gelmiş Türkiye'ye. Bir kısım imar çalışmalarına rehberlik ediyorlarmış. O zamanlarda yol güzergâhını belirleyecek alet yok, eleman yok.

Nafıa mühendisleri eşeği yokuşa sürüyorlar, arkasından, elemanlar şeritmetre çekiyor ve eşeğin ayak izlerine kazık çakıp istikamet belirliyorlarmış . Bunu gören amerikalı bir mühendis, pratiği kavrayamamış ve sormuş:

- Ne yapıyorlar böyle?

- Rampada yolun güzergâhını belirliyorlar.

- Anlayamadım?

- Eşek rampayı en uygun yoldan çıkar, biz de eşeğin izinde kazık çakıp rampada yol güzergâhı belirliyoruz;

deyince Amerikalı katılarak gülmeye başlamış. Yatışınca da sormuş:

- Peki, eşek bulamayınca ne yapıyorsunuz?

Kayserili bozgun... cevap vermiş:

- Amerika'dan mühendis getirtiyoruz.

HALİT ÇETİN'DEN:YAHUDİ'YE TİCARET ÖĞRETMEK

Roma'da dünyaca ünlü San Pietro Kilisesi'nde büyük bir pazar ayini. Görkemli bir dinsel tören. Papa bile katılıyor. Koskoca meydan mahşer yeri gibi. Kilisenin içi de dışı da tıklım tıklım. Bu arada kilise kapısında iki adam özellikle dikkati çekiyor. İkisinin de boynunda kocaman birer levha asılı. Birinde;

"Ben koyu bir hıristiyanım, lütfen bana yardım ediniz" 

yazılı. ötekinde ise sadece;

"Ben koyu bir yahudiyim"

yazıyor. Tabii ki kiliseden çıkanlar hıristiyan olduğunu ifade eden adama yanaşıyorlar ve ellerini ceplerine atıp cömertçe bir şeyler veriyorlar. Yahudi olduğunu ifade eden adamda ise siftah yok. Bu arada kiliseden çıkan iyi niyetli biri "yahudiyim" yazısı taşıyana sokuluyor.

"Bana bak kardeş" diyor, "..dürüstlük iyi bir şey, ama binlerce hıristiyan kiliseden çıkarken, senin yahudi olduğunu böyle aleni olarak ifade etmen kanımca hiç de akıllıca bir hareket değil. Bak kimse sana para da vermiyor zaten. Bence çıkar o yazıyı boynundan sen de şu hıristiyan gibi" deyince;

Boynunda "yahudiyim" yazılı adam, "hıristiyanım" yazılı olana dönüp sesleniyor:

- heey! Salamon! herife bak be! gelmiş de bize ticaret öğretiyor..!!

ÇARDAK KAHVE YIKILDI HAYALLERİM DE!



Fotoğraf: Necip UYANIK
Kim ne derse desin bizim zamanımızda çocuk olmak daha kolaydı. Zira birçok şeyden yoksun olsak da “ders çalış” diyenimiz yoktu. En azından benim için herhangi bir tereddüt yoktu; hedef belliydi, gidip-gitmemek bana kalmıştı.

Yaşantımda “yok ve zor” olanı biliyordum ve bunlar bir başka yerdeydi. Onlara ulaşmam için ise yaşadığım yerden gitmem, etrafımda gördüğümden farklı bir şey yapmam gerekiyordu.

Okumak mı çalışmak mı sorusu abesti. Zira yaz aylarında çalışarak ne yapmamak gerektiğini öğrenmiştik, kırk derece sıcakta, tozun toprağın içinde çalışmak. Geriye tek seçenek kalıyordu, Çardak Kahve müdavimleri gibi okuyup kravatlı-ceketli bir memur olmak.

Efendim, kasabamızda bir kahvehane hiyerarşisi vardı. Gençler Kahvesi, Orta Yaşlılar kahvesi ve de Yaşlıların gittiği Fevzi’nin kahvesi. Sırası gelen herhangi bir ikaza gerek kalmadan kahvesini değiştiriyordu. Yani oğlu kahveye gitmeye başlayan orta yaşlı kahvesine geçiyor, daha sonra da Fevzi’nin kahvesine, oradan da mezara.

Bunun tek istisnası Çardak Kahve idi. Orası yaşa değil başa bakıyordu. Zira İlçemizin protokol kahvesiydi. Kaymakam, savcı, hakim, karakol komutanı, öğretmenler vs. ne kadar kravatlı, ne kadar gölgede çalışan varsa Çardak Kahveye giderdi. Bunun tek istisnası bu kişilerle samimiyet kurabilmiş eşraftı. Çardak Kahve o nedenle bir nevi bizim rol-modellerimizin göründüğü yerdi. Hepimiz okuyup bir gün Çardak Kahveye gitmeyi hayal ederdik.

Sonunda bütün gayretimizle okuduk fakat memleketimizde çalışamadık. Az sayıda arkadaşım ise okuyup memlekete tayin olarak Çardak Kahveye gitmeyi başardılar. Ben de zaman zaman arkadaşlarımı ziyaret etmeye gittim Çardak Kahveye. Emekli olup arkadaşlarım sayesinde müşterisi olmayı hayal ederek.

Memlekete her gidişimde, emeklilik hayallerimin bir sembolü olarak bakardım yol kenarındaki Çardak Kahveye. Geçenlerde öğrendim ki Çardak Kahve yıkılmış. Belediye bir kavşak düzenlemesi nedeniyle yıkmış kahveyi.

Uzun süredir Çardak Kahvenin protokol kahvesi olma özelliği kalmamıştı, kabul. Öğretmenevi gibi başka yerler açılmış, çocukluğumuza göre ilçemize birçok okul ve devlet dairesi açılması nedeniyle birden fazla protokol kahvesi oluşmuştu. Ancak yine de içim burkuldu kahvenin yıkıldığını duyunca. Çocukluk hayallerimden biri daha çöpe gittiği için herhalde.

HALİT ÇETİN'DEN: FADİME'NİN KEDİSİ


Temel, Fadime’nin kedisinden nefret etmektedir. Birgün kararını verir ve Fadime evde yokken kediyi yakalayıp, arabasına koyar. 1-2 kilometre kadar ileride, bir köprünün yanına bırakıp evine döner. 

Kapıyı açıp eve döndüğünde bir de bakar ki, kedi evin başköşesinde mırıl mırıl uyuyor. Ertesi gün, Fadime’nin evden çıkmasını bekleyip, kediyi yine arabaya atar. Bu kez 5-6 kilometre ötedeki bir kasabada bırakır. Eve döner, kapıyı açar, bakarki kedi yine baş köşeye kurulmuş ve Temel’e kötü kötü bakıyor … 

Ertesi gün işi iyice inada bindirir, kediyi yakaladığı gibi 20-25 kilometre uzaklara direksiyon sallar, bulduğu her tali yola girer, kedi yönünü kaybetsin diye de çeşitli şaşırtmaca yollara girer, daireler çizer. Sonunda yaptığı işten iyice emin olunca, arabayı durdurur ve kediyi bırakır. Arabasına atlayıp, evinin yolunu tutar... 

Saatler sonra Temel, Fadime’ye telefon açar; 

– Uy Fadime, kedi evdemidur?! 

– Evet niye soriysun da? 

– O hayvan oğli hayvani hemen telefona ver da. Kayboldum; yolu bi tarif etsin bağa..!!!

SİZİNLE YOLCULUK BİR ZEVKTİ


Söz mü teknoloji mi daha güçlüdür derseniz sözü tercih ederim. Teknoloji birçok şeyi başarabilir, savaşları kazanmanıza neden olabilir, düşmanınızı yenmenizi sağlayabilir ancak sözün zihinlerde yarattığı etkiyi yaratamaz. Hiçbir silah bir cümle kadar yaralayamaz insanı. Ya da açılan yara bir şekilde kapansa da dil yarası asla kapanmaz.

Filmlerde de öyledir. İstediğiniz teknolojiyi kullanın, istediğiniz efekti yapın bir cümle kadar akılda kalmaz hiçbiri. Örnek mi; Titanik filmi. Film her şeyiyle muhteşem. Kullanılan teknoloji, müzik ve oyuncular harika. Fakat benim aklımda kalan, gemi batarken güvertede çalmaya devam eden müzisyenler. Herkesin telaşla bir şeyler yapmaya çalıştığı, can derdine düştüğü bir zamanda en iyi yaptıkları şeyi yaptılar ve çalmaya devam ettiler.

Hem ayakaltında dolaşmadılar hem de son ana kadar bildikleri şeyi yaparak panik içindeki yolculara biraz moral verdiler ve paniği dindirmeye çalıştılar. Son anda da şefleri o unutulmaz sözü söyledi:

-Beyler sizinle çalmak bir zevkti!

Bir meçhule belki de ölüme giden, son ana kadar kibarlığı elden bırakmayan, teşekkür etmesini bilen bir şefin son sözleri.

Şimdi nereden çıktı bu sabah sabah derseniz, sözü aklıma getiren otobüste karşımda oturan bir ana-kızdı. Kibar bir anne ve kucağında sevimli mi sevimli bir kız çocuğu. Gülümsemesiyle yolda geçen yarım saatimin iyi geçmesine neden olan, güne güzel başlamama neden olan ana-kıza ben de söylemek istedim:

-Sizinle yolculuk bir zevkti!

HALİT ÇETİN'DEN: HIRSIZIN MERAKI

Hırsız elinde tavukla suçüstü yakalanır. Mahkemeye çıkar.
Hakim: elinde tavukla, kümesten çıkarken yakalanmışsın. diyeceğin var mı?
Hırsız: var...avukat istiyorum.
Hakim: oğlum...sen kümese girmedin mi?
Hırsız: girdim.
Hakim: tavuk çalmadın mı?
Hırsız: çaldım.
Hakim: kümesten çıkarken de yakalanmadın mı?
Hırsız: yakalandım.
Hakim: eeee. avukat gelip neyini savunacak senin?
Hırsız: ben de onu merak ediyorum..!

“HAYIR” DEMESİNİ BİLMEK


Bir kitapta okumuştum; “hayır” demesini bilmeyenin “evet”inin bir önemi yoktur”.

Laf güzel de hem uygulaması zordur hem de çocuğuna bunu anlatmak veöğretmek. Fakat öyle bir olay oldu ki hem benim gibi hayır diyemeyene söyletti hem de oğluma öğretti. Şimdi arada o olaya atıfta bulunuyorum:

-Oğlum bak ben nasıl “hayır” dedim sen de aklına yatmayan şeylere arkadaş hatırına “evet” deme!

Evet, zordur “hayır” diyebilmek. Bir defa sevimsizdir;” evet” diyerek insanları mutlu edebilirsin ancak “hayır” demek hem seni hem de karşındakini mutsuz eder. Hem “evet”in yaratacağı hazdan mahrum kalacaksın hem de üzerine “hayır”ın yaratacağı mutsuzluğu yükleneceksin.

Her şeye “evet” demek kesin ve basit bir çözüm gibi görünse de öyle “evet”ler vardır ki insanı daha sonra çok mutsuz eder hatta karşındakini de. Birine borç vermek o an her iki tarafı mutlu etse de borç ödenmeyip vereni mağdur ettiğinde mutsuzluk yaratır. Borç istenirken gösterilen dostluğun sahte olduğunun anlaşılmasının yarattığı mutsuzluk da cabası. Sonuçta hem paranızı hem de dostunuzu kaybediyorsunuz. Bu konuda çok tecrübeli olmasına karşın hala “hayır” diyemeyen arkadaşımın ızdırabına tanık olurum sık sık:

-Geri vermeyeceğini biliyorum ama ne yapalım yine de verdik parayı mecburen!

“Hayır” demenin güçlüğünden beslenen kalabalık bir insan gurubu vardır ve sizi bir gün mutlaka “hayır” deme zorunluluğu ile karşı karşıya bırakacaktır. O nedenle “hayır” demeyi ne kadar çabuk öğrenirseniz o kadar az mutsuz olursunuz. Çocuğunuza ne kadar çabuk öğretebilirseniz o kadar daha az mutsuz bir hayat sürer.

Gelelim hikayemize. Üç-beş aile evin çatısında mangal yapıyoruz. Yemek, içmek ve dans. Gerçekten harika bir gün oldu. Gündüz başladık gece yarısı olmasına rağmen devam etti eğlencemiz. Ta ki o olaya kadar. Tam eğlence tavan yapmışken ve herkes neşe içinde gülüp eğlenirken biri elinde bir tüfekle göründü. Türk eğlencesinin olmazsa olmazı havaya sıkmak için. Ardından bunu gören bir başkası  da evden tabancasını almaya koştu.

Şimdi, dört-beş aileyiz. Çoluk-çocuk bir aradayız. Silaha davrananlar da alkollü. Her şeyden önemlisi ne güzel yemiş-içmiş-eğlenmişiz. Ne gereği var o kadar insanı strese sokmaya. Zaten tüfeği tabancayı gören kadınların neşesi yerini endişeye bıraktı. Çocuklar ise korkudan donakaldılar. Fakat kimse laf anlatamadı kocasına-babasına. İtirazları sonuç vermedi. Ne yapayım artık tutamadım kendimi:

-Eğer onları kaldırmazsanız biz kalkıyoruz ve bir daha da asla bir araya gelmeyiz!

-Abi sen de ayıp ettin şimdi, ne var sıksak havaya birkaç el!

-Burası mahalle arası başınız belaya girer. Daha da önemlisi çoluk-çocuğun tadı kaçtı. Eğer silah varsa biz yokuz!

Komşularım çok bozulsalar da yerine koydular tabancayı tüfeği. Bir daha da böyle bir ortam olmadı ancak her seferinde oğluma hatırlatırım bu olayı.

 “Hayır” demek sizi mutlu etmez ancak yaşamda daha az mutsuz olmanızı sağlar. Her şeye “evet” demek ise asla bir çözüm değildir ve sizi mutsuz edecek olaylara neden olabilir. O nedenle tekrarlayalım o düşünürün sözünü:

-Hayır” demesini bilmeyenin “evet”inin bir önemi yoktur”.

ZALİM BİR KADIN


Çok şanslı bir adam; boy-pos yerinde, yakışıklı bir adam. Eğitim desen en iyisinden. Bunun sonucu iyi bir kariyer. Üzerine de aileden gelen yüklü bir mal varlığı. Eh, bu kadar varlığın hakkını da vermek gerek. Vermiş de; her gece bar-pavyon-gazino. Çapkınlık desen had safhada. Hatta rivayet odur ki lüks bir otelin bir odasını yıllarca garsoniyer olarak kiralamış. O kadar yani.

Adam bu haldeyken evde çoluk-çocuk ne alemde derseniz, tam bir sefalet içindeler. Duyduğum bir fotoğraf yetti her şeyi anlamama; çocukları, komşuların dışarıya bıraktıkları süt şişelerinin dibinde kalanları bir bardağa toplayarak içiyorlarmış. Başka söze gerek var mı?

Diyeceksiniz ki madem öyle, kadının zalimliği nerede? İşte buradan sonra başlıyor zulüm. Efendim, adamın emekliliği, aileden kalan son varlığın da satılması aynı zamana rastlamış. Sonuç olarak kadının kocasından güç bela kurtarabildiği baba yadigarı evde emekli maaşı ile geçiniyorlar.

Fakat ne olduysa oluyor, bunca şeye katlanan kadın kocasını kapının önüne koyuyor. Adamcağız ne yapsın, bir zamanlar yanında çalışmış bir elemanın yardımıyla işyerinin misafirhanesine sığınıyor. Emekli aylığının bir kısmını nafaka olarak eşine ödüyor ve kalanı ile ancak geçinebiliyor. Bir zamanların şahini, kolu kanadı kırık bir serçe gibi sokağa atılmış durumda. Bu şartlarda ne yeniden evlenebilir, ne yeni bir ev kurabilir ne de çalışıp kaybettiklerini yeniden elde edebilir.

Kısa bir süre sonra kendisine destek olan elemanın emekli olmasıyla misafirhaneden çıkarılıyor ve kendini sadece bir yatak ve lavabonun bulunduğu odada atılmış durumda buluyor. Öğle yemeğini personelin yardımıyla işyerinde yese de akşamları sıcak bir çorbaya muhtaç.

İşin kötüsü, emekli olalı çok olduğu için çalıştığı dönemden çok az tanıyanı kalmış. Çalıştığı dönemdeki mirası da evdekinden farklı değil. Herkes illallah demiş çalıştığı dönemde. Yeni tanıştıkları ise kısa sürede bıkıyordu onun nankörlüğünden. Zira yaşadıklarından zerre kadar ders almış değildi. Önüne gelene fırça atıyor, ekmek yediği yere tükürüyordu.

Bu ne kadar sürdü bilmiyorum. Ben sefaletin on yılına tanıklık ettim. Ömrünün sonunu sefalet ve yalnızlık içinde geçiren bu adam, her gün bir ibret vesikası olarak dolaştı durdu gözümüzün önünde.

Başkalarını bilmem ama ben o gün bu gündür korkarım kadının zulmünden ve ne zaman ne yapacağının belli olmamasından.

ANLAYIŞLI KADIN


Uzak bir yerde görevdeyim. Komşu ilde görevli bir arkadaşım geldi hafta sonu. Uzun zamandır gurbetteyiz ikimiz de. Bir araya gelip kaynatmayı düşünüyoruz. Arkadaşa kalacak yer ayarlama telaşına düşünce bulunduğum yerdekilerin de haberi oldu misafirimden doğal olarak.

-İyi bir yer var mı yemek yenecek?

Bunu duyan bir yetkili ısrarcı oldu, eşini de alarak arkadaşımla beni götürdü iyi bir yere. Kabul etmemek kabalık olurdu. Arkadaşıma da anlattım mecburiyetimizi, sağ olsun anlayışla karşıladı. Güzel bir akşam oldu, yedik-içtik-eğlendik.

Ayrılırken ev sahibimiz, ertesi gün ailecek piknik programı olduğunu, piknikten erken ayrılıp bizi gezmeye götüreceğini söyledi. Ben de bu akşam bizi çok güzel ağırladığını, çok eğlendiğimizi belirtip teşekkür ettim ve ekledim:

-Arkadaşla birbirimizi uzun zamandır görmüyoruz. Ben ağırlarım arkadaşı, gezdiririm siz programınızı bozmayın lütfen!

Ertesi gün geç kalktık. Kahvaltımızı ettik. Daha konulara tam giremeden bir telefon yetkiliden:

-Piknik bitti geliyoruz. Neredesiniz?

-Biz de yani kahvaltı ettik lütfen siz programınıza bakın!

-Hiç olur mu sizi yalnız bırakmak gurbet ellerde!

Yani, ne demek ne yapmak lazım böyle bir durumda bilemiyorum. Arkadaşımla zaten bıkmışız resmi sohbetlerden. O nedenle hafta sonu bir araya gelmişiz. Hadi akşam nezaketsizlik etmeyelim diye daveti kabul ettik. Eğer tekrar yakalanırsak yetkilinin bizi ne zaman azat edeceği belli değil. İki laf edemeden ayrılmamız bile olası arkadaşımla.

Ne yapalım da kurtulalım bu ısrarcı davetten diye düşünürken önce ayaklarımız bizi şehrin öte tarafına götürdü. Neden şehrin öbür tarafı derseniz şehir dediğimiz zaten küçük bir kasaba. İki tane yabancının gidebileceği yerler sınırlı. Herhangi bir eve sığınamayacağımıza göre yetkilinin birkaç yere bakınca bizi yakalaması an meselesi.

Şehir dışındaki trafik kontrol noktasına kadar giderken bu arada ben de cep telefonumu kapatmayı akıl ettim. Orada bir yerde birkaç saat bekledik. Tehlikenin geçtiğine emin olduktan sonra yavaş yavaş geriye döndük. Gelirken gözümüze kestirdiğimiz içkili lokantaya doğru yollandık. Bu arada hava karardığından sokak lambalarının altından değil de yolun karanlık kısmından yürümeyi de ihmal etmedik. Lokantanın bahçesinde de loş bir masaya oturduk. Biraz sonra konuşmalarımıza kulak kabartan yan masadaki bir müşterinin; “siz şurada mı çalışıyorsunuz, sizin müdür birkaç yere sordu sizi” deyince kaçmakta o kadar da haksız olmadığımızı anladık.

Yakalanmadan gecenin geç vaktine kadar yedik içtik muhabbet ettik. Arkadaşımın geldiğine değmişti. Ertesi sabah arkadaşım tekrar döndü görev yerine. Bizim yetkili de sitem etti telefonumun şarjının bitmesine. Ancak bu arada sarf ettiği bir cümle takıldı aklıma:

-Bizim Hanım “ısrar etme bu kadar, belki de yalnız kalmak istiyorlardır” dedi ama ben “olur mu öyle şey” dedim!

Evet, kim demiş “kadınlar anlayışsız” diye?