PATRONLARIN EN İYİSİ


Bir işveren, ürettiği bir malı çalışanlarına yarı fiyatına veriyor. Örneğin elli liralık malı yirmi beşe veriyor. Bunu duyan bir yakını uyarıyor:

-Böyle giderse sen zararlı çıkacaksın bu işten. Senin işçiler, yirmi beş liraya senden aldıkları malı elliye satarak haksız kazanç sağlayacaklar.

-Yok canım ne zararı? Ben o malı zaten elli kuruşa mal ediyorum. Keşke işçilerim benden daha çok mal alsalar da daha çok kazansalar!

ARABA, SİLECEK, ÇAMAŞIR, YAĞMUR, AVM


Bir tatil günü, hava kapalı, AVM’ye gitmek üzere olan bir aile; adam arabayı çalıştırmış, silecekten püskürttüğü suyla arabanın camlarını temizlemekte. Arabaya binmek üzere olan kayınvalide geriye dönerek, henüz evi terk etmemiş olan kızını megafondan uyarır:

-Kızım, yağmur çiseliyor, çamaşırları topla. Biz dönene kadar ıslanmasınlar!

Birkaç saat sonra AVM’nin garajında, kadın arabanın yanında, geriden gelen annesini beklemektedir. Adam yine arabayı çalıştırmış, silecek suyuyla camları silmekle meşguldür. Kadın:

-Bey, senin sileceklerin ayarı bozulmuş. Püskürttüğün su bana geldi. Çıkmadan da annemi ıslattın herhalde ki o da bana çamaşırları toplattı. Bunca zaman yağmur yağmadığına göre boşuna topladık çamaşırları.

BİZİM EV DE BÖYLE ZULÜM GÖRMEDİ!


Efendim, yeni bir televizyon aldım. HD yayın bulamayınca, verdiğimiz para boşa gitmesin diye bu sefer Tivibu’ya abone oldum. Bu defa da aboneliğim boşa gitmesin diye sadece HD kanalları seyrederken Brava kanalında bir konsere rastladım. Eh, rastlantım boşa gitmesin diye de sonuna kadar seyrettim.

Hani bir Atasözümüz var ya “Bayburt, Bayburt olalı böyle zulüm görmedi” diye, bizim ev de bu rastlantı sayesinde böyle zulüm görmemiş oldu. İşte o zulümden notlar:

-Abicim, orkestra şefi içeriye girince bütün sanatçılar ayağa kalktı. Fakat mahkemelerdeki gibi seyirci de ayağa kalktı mı tam olarak göremedik. Ayrıca mübaşir de.

-Adam, sadece yanındaki iki kemancıyla tokalaştı. Gerisiyle tokalaşmadı. Vakit kaybı olmasın, konser bir an önce başlasın diye mi? Öyleyse niye konser bitince de yine o iki kemancıyla tokalaştı. Bu yönetmen bence sanatçılar arasında ayrım yapıyor.

-Oldum olası korodakilerin şarkıyı elindeki yazılı metinden okumalarına gıcık olmuşumdur. Bir yazımda “ulan alt tarafı iki şarkı söyleyeceksin, onu ezberle be mübarek” demiştim. Aynı antipatim devam ediyor. İlave olarak, “diyelim ki çalan sanatçılar haklı, nota kaçırmamaları gerekir. Bak koskoca yönetmen bir saniye bile bakmadı notalara. Siz iki şarkı sözünü ezberleyememişsiniz, ayıp. Bu arada, yakın gözlükle elindekini okumaya çalışan abla, senin artık emeklilik vaktin gelmiş!  

-Korodakilerin önünde dört tane solist var. İkisi erkek, ikisi kadın. Daha önce de gördüm, bütün sanatçılar siyah-beyaz giyinirken o kadınlardan birisi başka renk elbise giyiyor. Nedir bu ayrıcalığın sebebi?

-Orkestranın Kunta Kinte’si üçgen çalan adam, yine aynı durumdaydı. Bütün konser boyunca sadece bir saniye görünebildi. Üçgen için yazılmış tek solo eser icra edilene kadar adamcağız bu bir saniyelik görüntülerle idare edecek anlaşılan.

-Bir de şu davulcuya taktım. Adam davula şöyle bir vuruyor sonra da telaşla hemen davulun üzerine basıp sesini kesmeye çalışıyor. Esas zulmü davul çekti bütün gece. Şöyle ağız tadıyla gümbür gümbür gümbürdeyemedi yazık. Orkestra davullarına da bizim davul-zurna ekibindeki davullar ve ramazan davulları gibi ifade özgürlüğü verilmeli!

-Şöyle bir baktım, orkestrada herkes bir telaş içinde. Sanatçılar bir nota kaçırmamak, istenen sesi verme çabasında. Şef desen yazık, kan ter içinde kaldı. Düşünüyorum da biri bir şeyler besteliyor, milleti bir telaştır alıyor. O da bunları seyrederken uzaktan kıs kıs gülmüştür eminim.

-Orkestra şefi salonun mutlak hakimi; konser sonunda sanatçıları sırayla ayağa kaldırdığı gibi seyirciye dönüp kimi ne kadar alkışlayacaklarını bile tarif etti sanki. Şefin bu mutlak hakimiyetini görünce merak ettim, Hitler kıskançlıktan kaç orkestra şefini fırına attı acaba?  

Şaka bir yana, muhteşem bir konserdi. Çok sevdiğim ve cd’den dinlediğim Beethowen’in 9.senfonisini ilk defa konser salonunda olmasa da televizyonda seyretme olanağı buldum.

Ben yıllardır “Orhan Veli’den daha iyi bir şaire rastlarım” korkusuyla şiir okumuyorum. Sanıyorum bundan sonra da bazı kişilerin “bundan daha güzeli asla bestelenemez” dedikleri Beethowen’in 9. Senfonisinden başka eser dinlemeyeceğim.

Sonuç olarak, bütün zulümler böyle olsa keşke. Bravo sana Brava! 

DÜĞÜNDE GELİNE BABA DAYAĞI


-Kızım sen Abant’a okul gezisine gitmemiş miydin? Erdinç ne arıyor yanında?

-Ha ha ha, aman baba!

-Hani sen Erdinç’le yeni tanışmıştın. Lisede öpüşürken ki fotoğraf nereden çıktı?

-Aman bey, evlendiler artık!

-Okul kıyafetinle fuarda ne arıyorsun?

-Ne yapayım izin vermiyordun!

-Demek bunca sene babanı kandırdın ha. Şimdi de marifetmiş gibi bunu millete teşhir ediyorsun. Olmaz olsun senin gibi evlat. Al sana, al sana, şak şuk, tak tuk!

Efendim, bugünlerde düğünlerde slayt gösterisi modası başladı. Evlenen çiftin ilişkilerinin geçmişi gösteriliyor davetlilere. El ele romantik geziler vs. En son gittiğim bir düğünde, kız babasının slayt gösterisini izlerken ki yüzünü hiç beğenmedim. Eğer düğünlerdeki geçmişi anlatan slayt gösterileri kaldırılmazsa yukarıdaki olay henüz gerçekleşmese de eli kulağındandır. Benden uyarması! 

GENÇLERİ YORGUN BİR ÜLKE


-Araba kullanmak mı yorar insanı yoksa trafik mi?

-Bence trafik, daha doğrusu trafikte insanların her an ne çılgınlık yapacağı, hangi kuralı ihlal edeceğini tahmin çabasıdır insanı yoran. Yoksa gaza-debriyaja-frene basmanın, direksiyon çevirmenin bir yoruculuğu yoktur. Ama önündeki ve arkandaki arabanın ne yapacağını kestirme çabası, ona göre önlem alma çabası yorar insanı.

Bu nedenle şehir içi araç kullanmakla şehir dışında kullanmak arasında dağlar kadar fark vardır. Örneğin ben şehir dışında araba kullanmaktan müthiş zevk alırken şehir içinde bir yere gitmekten nefret ederim.

Şimdi, nereden çıktı bu derseniz anlatayım. Bu kış o kadar yorulmuşuz ki, eşimle çok sakin bulduğumuz Datça-Ovabükünde bir tatil yaptık. O kadar yorgunduk ki her tatilde yaptığımızı yapmadık ve bu sene “tatil arkadaşı” edinmedik. Kimseyle tanışacak, konuşacak, kaynaşacak halimiz olmadığından. Sadece ve sadece sessizlik- sakinlik istiyorduk çünkü.

Kaldığımız yerde ve çıktığımız tekne gezisinde tanıştığımız 25-30 yaş arası gençlerin de bu sakin ve sessiz yerde tatil yapması dikkatimizi çekti. Merak edip sorduk:

-Burası sizin gibi gençlere göre değil, eğlence yok, müzik yok!

-Öylesine yorgunuz ki burası bize çok iyi geldi. Hatta uzattık bile tatili!

Yıllar önce sabahın erken bir saatinde, bir kahvehanede, beni almaya gelecek arkadaşımı bekliyordum. Biraz sonra elinde poğaça, börek ve simitlerle yakındaki bir fabrikada çalışanlar girmeye başladı içeriye. Dikkat ettim, hepsinin suratı asık, mutsuz ve daha sabahtan yorgundular. Düşünmüştüm ki daha sabahtan yorgun bu insanlar akşamı nasıl edecekler. Sabahtan yorgun ve bıkkın bu insanları gün içinde yaşayacakları zorluklar ne hale getirecekti kim bilir?

İşte, tatil yerindeki gençlerin yorgun halleri bana o işçileri anımsattı. Yaşamının yirmili yaşlarında yorgun oldukları için sakin bir tatile koşan bu insanlar kalan yıllarını nasıl geçirecekler? Ki bizim karşılaştıklarımız, eğitimli ve iyi bir işi olan gençlerdi. Daha bunun işsizi, okuyanı, okumaya çalışanını düşünürseniz gençliğin ne kadar yorgun ve yaşamdan bıkkın olduğunu anlamak zor değil.

Benim işim genel olarak seyahat zorluklarını saymazsak yorucu bir iş değil. Eşiminki ise aşırı yorucu bir iş. O halde bizi ve gençleri yorgunlukta buluşturan belki de yaptığımız işler değil. Yazımın başında anlattığım gibi nasıl araba sürmek değil trafikse insanı yoran, belki de yaptığımız iş değil bizi yoran yaşamın kendisi.

Her akşam dinlediğimiz anlamsız demeçler, gündem diye temcit pilavı gibi önümüze konan konular, izlenmeye zorlandığımız mantıksız dizi ve diğer televizyon programları, inandığını değil de söylemesi gerektiğini söyleyen yorumcular, spor adına bir sürü yeteneksizliklere tahammül etme zorunluluğu, bir türlü bitmeyen terör, parti kongreleri, şehirleşememiş bir toplum, bir arada yaşamayı öğrenememiş komşular, bitmek bilmez kaldırım ve yol inşaatları, onların tozu-toprağı, gürültüsü, trafik, apartmanda yapılan tadilatlar, kadın cinayetleri, töre cinayetleri vs.

Evet, “Fırat kenarında bir vatandaşın koyunu kaybolsa sorumlusu biziz” diyen yöneticilerimiz, bu ülkenin gençleri şimdiden yorgun, biz de yorgunuz, gençleri umutsuz, biz de öyle. Böyle giderse bu ülkenin yorgunluğunu gidermeye yüz Datça yetmeyecek, haberiniz olsun!

ÖYLE BİR YAZI YAZDIM Kİ


-Yazdıkların edebi değil. Yayınlamayı düşünmüyorsun herhalde!

-Suya sabuna dokunmayan şeyler yazıyorsun sen. Eh memursun, ondan herhalde!

-Site sanmıştım, meğer blogmuş seninki!

-Yazılarını zevkle okuyorum. En çok da şeyle ilgili yazını beğendim. Neydi yahu o? Şey yani şeyle ilgili olan yazın!

-Kusura bakma, blog okumuyorum. Klasiklerle ilgiliyim daha ziyade!

-Önüne gelen yazıyor kardeşim. Yazılacak ne kaldı ki millet klavyeye sarılıyor!

Evet, bütün eleştirilerinizi okudum. Söylenenleri ciddiye alıyorum ve aklımın bir köşesinde tutuyorum. Fakat buna rağmen “Bugün bir yazı yazdım. İnsanlık bu yazı yazılmadan ne yaptı bunca sene", diye düşünüyorum. Bir yandan da bir romana başladım. Yirmi sayfa geride kaldı. Gazamız mübarek ola!

DATÇA OVABÜKÜ: KEMİKLERİN BİLE DİNLENDİĞİ YER


Biz, bizde olanla övünen değil olanı olmayanın gözüne sokmama terbiyesi ile yetişmiş bir nesiliz. Sorulmazsa anlatmayız, ancak ihtiyacı olanı görünce de çekinmeden her şeyi paylaşan bir nesiliz.

Tam güzel bir tatilden dönmüşüz ki gazetelerdeki bir haber yüreğimizi burktu. Ülkemizin ünlü işadamlarından biri, bilmem kaç milyona aldığı yazlığında dinlenebilmek için yanındaki gürültücü işletmelerle savaş halindeymiş. Önce bahçesine kurduğu ses sistemiyle karşı saldırıya geçmiş, yetmeyince de yine kurduğu ışık sistemiyle yandaki işletmeleri susturmaya çalışıyormuş. Yetkilileri harekete geçiremeyince kendi olanaklarıyla mücadele etmeye çalışıyor anlaşılan.

Düşünebiliyor musunuz, milyonlarınız size yatakta bir dalga sesi duyurmaya yetmiyor. Şehir hayatınızdaki gürültü patırtıdan kaçmışsınız o peşinizden gelmiş yakanızı bırakmıyor.

Baktım olacak gibi değil, bu arkadaş ve benim gibi tatilde sessizlik, sakinlik arayanlara bir tavsiyede bulunayım istedim. Evet, bu tavsiyemiz tatilde sakinlik, sessizlik arayanlar için. Bunu baştan söyleyeyim.

Datça’da uzun zamandır yaşayan, kendisi de İstanbul’un gürültüsünden, patırtısından ve kalabalığından kaçmış arkadaşıma ne aradığımı söyledim ve nerede bulabileceğimi sordum. Ovabükü’nde Kasapoğlu Motel’i önerdi.

Şansımdan ilk arayışımda yer bulabildiğim için diğer otel ve pansiyonları aramadım. O nedenle diğerleri hakkında tabelaları dışında bir bilgim yok. Fakat konumuz sessizlik ve sakinlik olduğuna göre kaldığımız yedi gün boyunca Ovabükü’nün tamamında, araba kornası, televizyon sesi, müzik yayını duymadığımız için sessizlik ve sakinlik açısından tavsiyemiz tüm Ovabükü için de geçerlidir.

Onsekiz yaşındaki oğlumuzu bizimle tatile gelmeye ikna edemeyince eşimle birlikte sabah saatlerinde İzmir’den Datça’ya hareket ettik. Yol boyunca önümüzdeki arabalardan etrafa şişe atılması, trafikteki kural dışılık da bize eşlik etti. Gökova’daki mola yerinde, arabamı park ettiğim yerden çıkmamı engelleyecek şekilde kapatan Jolly Tur’un 33701 plakalı otobüsü sayesinde tatil moduna girmemiz mümkün olamadı.

Sonunda, Datça’ya girmeden Knidos yazan yola saptık. Mesudiye levhasının yan yatması nedeniyle bir süre gitsek de yanlışlığımızın farkına vararak doğru yolu bulduk. Mesudiye Köyünü geçtikten sonra güzel hazırlanmış bilgi levhaları sayesinde elimizle koymuş gibi bulduk Kasapoğlu Moteli.


İki gün arka bina zemin katta, beş gün de ön tarafta deniz manzaralı odada kaldık. Odalarda istediğimiz her şey (sıcak su, temiz yatak ve klima) vardı istemediğimiz hiç bir şey de (televizyon, müzik seti, buzdolabı, çalışma masası vs.) yoktu. Ancak her yerde kablosuz internet bağlantısı vardı.


İlk izlenimim buranın tam bir çocuk cenneti olduğuydu. Binebilecekleri salıncak kaykay ve rahatça koşturabilecekleri bir alan vardı. Ana-babaları korkutacak trafik de olmadığından onlar rahatça oturup yemeklerini yerken çocukları kendi aralarında oynuyorlardı. Motelin müşterilerinin büyük bir bölümü de genç küçük çocukları olan ailelerden oluşuyordu zaten.

Kasapoğlu’nun yemekleri için ayrıntılı bilgi kendi sitesinde verildiği için burada değinmeyeceğim ancak şunu biliyorum ki Kasapoğlu’nun yemeklerinden oluşan bir takım kurmak asla mümkün olamazdı. Zira yemeklerin büyük bir bölümü benden on üzerinden on aldığı için tamamı on numaradan oluşan bir takım mümkün mü?

Arada on üzerinden onbir alan taze fasulye, şakşuka, börülce ve közlenmiş patlıcan salatası olsa da yıllarca aklımdan çıkmayacak olan kendi imalatları ekmekleri ve karpuzlarıdır. Bu arada Perşembe ve Pazar günleri yapılan ve dışarıdan da birçok müşterinin tercih ettiği pideyi de unutmamak lazım. Bafra’da, Aydın’da, Karacasu, Bozdoğan ve Yenipazar’da pide yemiş biri olarak Kasapoğlu’nun pidesinin mutlaka tadına bakılması gerektiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Tatilde pide tavsiye edilmesi tuhaf karşılanabilir ancak yedikten sonra bana hak verileceğinden hiç kuşkum yok.

Necati
Murat
Tolga
Mustafa Bey ve oğlu Utku
Tabi ki bu güzel yemeklerin güleryüzlü, hızlı ve çalışkan personel tarafından sunulmasının da etkisi büyüktür. 

Yukarıda dediğim gibi Ovabükü’nün hiçbir yerinde gürültülü müzik yayını, korna çalan arabalar, kaldırımda size çarpan yayalar yok. Plajda her pansiyona ait şezlonglar var ancak asla üst üste değil insanlar. Gittiğiniz zaman herkese yer var. Deniz biraz derin ve taşlık olsa da temiz ve güzel. Kumlu ve sığ deniz arayanlar için Hayıtbükü çok yakın ama kalabalık. Şezlonglar üstüste ve yer bulmak da  zor.

Yedi gün boyunca sadece doğanın sesini (dalga sesi, kuş sesi, ağustos böceği ve çekirge sesleri) dinleyerek bir güzel dinlendik. Akşamları OvaBükü’nde kısa yürüyüşler yaptık. Bir gün Hayıtbükü’ne, bir gün Eski Datça ve Datça merkezine gittik. Bir başka gün de Hayıtbükünden kalkan İlayda 2 teknesi ile Knidos, Domuz İni ve Akvaryum gibi koyları gezdik. Kaptanımız, motelimizden tekneye kadar arabasıyla götürme inceliği gösterdi sağ olsun.

Tekne gezisi derken o birçok sahil yöresinde gördüğümüz türden bir gezi değildi bu. Yani insanların üst üste oturduğu, akşama kadar Ankara oyun havaları çalınan-oynanan bir gezi olmadı bizimkisi. Ovabükü ve Hayıtbükü’nün sessizliğine uygun olarak dalga sesi, biraz da motor gürültüsünün eşlik ettiği tatlı bir esintinin yüzümüze vurduğu bir gezi oldu.

Dönüşte, Berke Cafede nefis bir ayran içtik. Ardından da güzel bir çay. Cafenin köşesindeki taş masası gerçekten çok güzeldi. Hem gölgesi hem de manzarası eşsizdi. Bir süre dinlendikten sonra yürüyerek Ovabükü’ne dönmeye başladık. İşte bütün tatilimiz sırasında canımızı sıkan olay da o sırada oldu. Yol kenarındaki güzel bir begonvilin önünde fotoğraf çekilmek isterken Veziroğlu Pansiyon tabelası yazan binanın balkonundan bir adam bağırmaya başladı:

-Çekilmeyin kardeşim, anlatamıyorum bunu insanlara!

Gerçekten de anlayamamıştık; insanların yol kenarındaki begonvilin önünde fotoğraf çekilmesinin ne sakıncası vardı? Siz siz olun canınızı sıkmak istemiyorsanız Hayıtbükü çıkışındaki Veziroğlu Pansiyonun önünde fotoğraf çekilmeye kalkmayın. Önünde fotoğraf çekilecek begonvil her yerde var.

Evet sevgili kardeşim, Çeşme’de milletin gürültüsüyle-patırtısıyla uğraşma. Gel Ovabükü’ne kemiklerin bile dinlensin. Bir yandan da ağzın lezzetli yemekler görsün. Deniz kenarında buzlu badem yiyerek bira içmek de cabası.

Ha, dönüşte badem ve kekik balı almayı da unutma!

ÇOMÜŞA


Eğer bir toplulukta, en önde ve daha rahat bir yerde oturan bir kişi varsa o’dur çomüşa. Hele önünde bir sehpa, üzerinde de bir pet şişe, iğne oyasından bir örtü varsa kaçınılmaz bir kesinlikte  çomüşa’dır orada oturan.

Zaten toplum ikiye ayrılır; çomüşa’lar ve diğerleri. Fakat sadece bir koltuk, bir sehpa ve üzerinde pet şişeyle asla çomüşa olunamaz. Çomüşa bir arabaya binerken kapıyı açan, diğer eliyle de arabanın kapısının üzerine elini koyar ki çomüşa kafasını vurmasın. Yani bir çomüşa kafasını bir yere vurmaz, vursa bile acımazken diğerleri vurdukları için şişen kafalarını çiğnenmiş ekmek koyarak tedavi etmek durumundadırlar.

Çomüşa olmak için koltuk, sehpa tedarik etseniz bile kapıya kafayı vurduktan sonra asla bir çomüşa olamazsınız. Esasen ben boy itibarıyla kafayı vuran biri asla olamadım. O nedenle çomüşa olmak için bindiğim arabanın kapısını açan olsa da elini yukarıya tutanım olmadı. Ta ki bu yaz tatilinde Datça-Hayıtbükü Berke Cafeye gidene kadar.

Efendim, bu yaz tatile gittiğim Datça-Hayıtbükünde bir çay içmeye oturduğum Berke Cafede bir ağacın dalında sarılı sofra bezi dikkatimi çekti. Garsona sordum.

-Abi oraya oturan herkes kafasını vuruyordu. Ben oraya sünger koydum ve sofra beziyle de bağladım ki kafayı vuran olsa bile acımasın hiç olmazsa!

Anladım ki Berke Cafe için her müşterisi “Çok Mühim Şahsiyet”ti, yani çomüşa. O nedenle kafayı vurmaması, vursa da acımaması gerekiyordu. Bunun için de her türlü tedbir alınmıştı. Ağaca sarılı sofra bezi dekoratörler nezdinde ilkel bulunabilirdi ancak kendini çomüşa mertebesine ulaşmış hisseden müşteriler için asla!
  

BİR YOLÜSTÜ SERİNLEME DURAĞI


Datça’dan, tatilden dönüyoruz. Maalesef ki hem dönüşümüz mevsim normallerinin üzerinde seyreden sıcak bir güne, hem de otel çıkışımız güneşin tepede olduğu bir zamana denk gelmiş. Arabanın kliması da bizi serin tutmaya yetmiyor. Kızgın güneş, bize tatilde yapamadığını yapma peşinde.

Marmaris’ten sonra biraz nefes alabilmek, bir çay içebilmek ve de temiz bir tuvalet bulabilmek için uygun bir yer aramaya başladım. Gördüklerimin hiçbirini gözüm tutmadı. Tutanları da zamanında fark edemeyince Gökova’ya yakın Gökçe Köyüne kadar geldik. Havuzbaşı Aile Çay Bahçesi levhasını görünce de hemen durdum.

Arabadan iner inmez ben tuvalete, eşim de çay bahçesine yöneldik. Tuvalette cep telefonum çalmaya başladı. Eşim:

-Arabadan terliklerimizi getir.

-Ne yapacaksın terliği?

-Getir sen!

Ah şu kadınlar; yarım saatlik molada terlik giysen ne olur,  ayakkabı giysen ne olur? Hışımla bagajdan iki terlik alarak (sinirimden iki ayrı terliğin sağ ayaklarını almışım) eşimin yanına gittim. 

Bir de ne göreyim, eşim ayakkabıları elinde, bahçenin her yanına yayılmış suyun içinde serinliyor. Hemen ben de terliklerimi giydim, eşimin de terliğinin solunu götürdüm. Tabi ki bu anı ölümsüzleştirmek için fotoğraf makinemi de.

Efendim, Gökçe Köyü Havuzbaşı Aile Çay Bahçesinin Çalışanı Orhan, bizi öyle sıcaktan bunalmış görünce artezyeni açmış. Bahçede sadece ikimiz olmasına karşın bizi serinletmeyi kafasına koymuş.

Havuzdan taşan su kısa sürede kanallara doldu. Bir yandan da bahçenin her yanında yaklaşık on santimetrelik bir su birikintisi oluşturdu. Orada geçen yarım saatte, ayaklarımız buz gibi suyun içinde çayımızı içerek hayatın tadını çıkardık, tepemizdeki kızgın güneşe inat. Bu sırada içtiğimiz ikişer çay ve birer su da dahil bütün bu hizmet için 5 tl yazı ile beş tele ödedik.









Her zaman söylerim, teknoloji asla doğaya galip gelemez. Bir artezyen suyunun verdiği serinliği hiçbir klima veremez. Ve tabi ki insanlara bunu yaşatmak da bir empati yeteneği, bir hizmet aşkı gerektirir. O nedenle “sağ olasın Orhan, sağ olasın Gökçe Köyü Havuzbaşı Aile Çay Bahçesi”.

DİYETİSYEN NE İŞE YARAR?


Yazının başlığını gören arkadaş-eş-dost ve akrabanın, “nihayet”, “sonunda” dediklerini duyar gibiyim. Beni görenin aklına diyetisyen gelmesi normal olsa da ben henüz bir diyetisyenle yan yana, yüz yüze gelmiş değilim. Beden kitle endeksim 32 olsa da henüz bir diyetisyene ihtiyacım olduğunu düşünmüyorum.

Nedeni, benim yaşımdaki ortalama bir Türk Erkeğinin benim gibi beyaz saçlı ve göbekli  olması gerektiğine olan inancımdır. Ayrıca göbeğimin, yıllar önce bir personel hakkında sık sık söylediğim “önce göbeği giriyor odaya” sözümün bedeli olarak tanrının bana verdiği bir ceza olduğunu düşünüyorum. Çünkü artık benim de önce göbeğim giriyor odaya sonra da bedenim.

Benim diyetisyen mesleğine bakışım ve onları takdir edişim başka sebeplerden. Öncelikle, Diyetisyen denince ilk aklıma gelen kibrit kutusudur. Kibrit tarihe karışsa da, artık üretilip satılmasa da kutusu bir ölçü birimi olarak varlığını sürdürüyor:

-Kahvaltıda bir kibrit kutusu büyüklüğünde beyaz peynir…

Eski bir Tekel mensubu olarak kibrit kelimesini yaşattıkları için minnettarım bu meslek gurubuna.

İkinci ve en önemlisi ise diyetisyenlerin danışanlarına söylettikleri bir sözdür:

-Ben beslenmesini bilmiyormuşum!

Yıllardır ”insanların hatasını arayan değilse de insanlara hatalarını, yanlışlarını göstermeye çalışan” bir mesleğin erbabıyım. Fakat bunca sene hiç kimseyi hatalı olduğuna ikna edebilmiş-anlatabilmiş değilim. İnsanlara ne kadar kanun-tüzük-yönetmeliklere göre hatalarını-yanlışlarını göstersek de, hatalarından dolayı gerek disiplin cezası gerekse de mahkemelerce ceza verilmiş olsa da insanlara hatalı olduklarını söyletmek zordur. O hala cezaevi avlusunda söylenir:

-Haksızlığa uğradım, ben bir şey yapmadım!

Bizim onca evraka, delile, tanığa rağmen söyletemediğimiz cümleyi diyetisyenler kolayca söyletir. Hem de beslenme gibi bir insanın doğduğundan itibaren yaptığı ve en tecrübeli olduğu, en iyi bildiği bir konuda söyletebiliyorlar ve dediklerini de yaptırabiliyorlar:

-Ben hatalıymışım, beslenmeyi bilmiyor muşum!

Bir meslek gurubu, yok olmaya yüz tutmuş kibriti (ölçü birimi olarak da olsa) yaşatıyorsa ve insanlara hatalı olduklarını kabul ettirip söyletebiliyorsa bu toplum için çok gerekli ve saygın bir meslek gurubudur. Kilo vermekmiş, sağlıklı beslenmekmiş, onlar o kadar da önemli değil; olsa da olur olmasa da! 

DERDİN NE SENİN?


-Kaptanımız uçuş süremizi 45 dakika, uçuş yüksekliğimizi 9500 metre olarak bildirmektedir. Şimdi koltuklarınızı dik, cep telefonlarınızı kapalı duruma getirmenizi rica ederiz!

-Hostes Hanım, telefonumu uçuş modunda kullanabilir miyim?

-Tabi ki ancak kalkış ve inişte kapalı tutmanız şartıyla!

Şimdi, kalkış on en az on dakika, iniş de bir o kadar. Kaldı sana yirmi beş dakika. Onun da iki dakikası telefonu açıp kapamakla geçer. Kaldı, yirmi üç dakika. Eh, numarayı buldun, çaldı, karşıdaki açtı veya senin telefon önce kapalı sinyali verdi karşıya sonra denedi açtın.Geçti mi bir beş dakika daha. Kaldı mı sana onsekiz dakika.

Hemşehrim, şu dünyada onsekiz dakika bekleyemeyecek hangi meselen var senin? Kaldı ki havadasın, inme şansın da yok. Nedir bu uçuş modunda telefonunu açık tutma sevdan? Derdin ne senin?