NAİDE ABLA BİZİ GÖZETLİYOR!

Böyle klişe lafları sevmem aslında. Bildik sloganlarla okuyucu, ranting peşinde hiç değilim. Bu aralar çok moda, her şeyde her tartışmada bu sözler konunun içinde. Aslında bu yarışma ve yarışmaya adını veren sözler, varlığını ve başarısını yaşamın gerçeğinden alıyor.Etrafımızda gördüklerimizi utanmadan, sıkılmadan seyrediyoruz hepsi bu. Yoksa gözlemek ve gözlenmek eskiden beri var. Bu program, bu tiplerin yaratıcılığını öldürür, tembelliğe iter hepsi bu.

Ne yapıyor acaba Naide Abla şimdi? Çok sıkılıyordur eminim. Ben onun kadarını ne gördüm, ne de duydum. İşinin ehli, iş denebilirse tabi ki buna.

Bekarken fakülteden bir arkadaşım var. Dışarıda buluşmamıza eşi izin vermiyor.O nedenle en az haftada bir arkadaşımla evlerine gidiyoruz. Eşi de çok iyi biri.Misafirperver, neşeli, esprili bir arkadaş. Ev gezmesini sevmesem de gördüğüm ev sahipliği nedeniyle isyerek gidiyordum arkadaşıma.

Bir komşuları vardı.Naide Abla. Ben kendisini görmedim ama o beni ezberlemiş adeta. Nitekim arkadaşımın eşine de soruyormuş beni. Ne iş yapıyorum, bekar mıyım, kız bulsa evlenir miyim?

İşi gücü etrafı gözetlemek, dinlemek. Sonra da rapor haline getirip isteklilerine servis etmek.Arkadaşımın eşi çalıştığı için günlük ve hafta sonu olmak üzere alıyor raporunu.Daha doğrusu o anlatıyor.

Tabi öyle bir komşu olunca bazı şeylere katlanmak gerekiyor:

-O sakallı amca eşinin amcası mı?

-Sürekli gelen şişman kısa boylu bekar mı?

Naide Ablanın  gözleme ve dinleme faaliyetinden netleştiremediği bilgiler bunlar. Doğrudan soruyor.

Ben görmediğim için hep bir abartı payı bırakmıştım dinlediklerime.Fakat Naide Abla bu, beni bile ikna etti sonunda.

Arkadaşın eşi bir keresinde memleketine gitti. Arkadaş yalnız, eşi yokken bari çıkalım dışarıya, dedik. Benim tanıdığım iki kızla birlikte yemek yedik, okey oynadık ve makul bir saatte de kalktık. Güzergah gereği önce arkadaşı bıraktık evine iki apartman mesafedeki kavşakta, sonra da kızları lojmanına bıraktım ve kaldığım yere gittin. Hepsi bu olayın.

Aylar sonra bir gün arkadaşımın evinde, ağzımda bakla ıslanmadığı için kendimi anlatırken buldum:

- Sen memleketteyken biz kocanla iki kızla... 

-Saat yarımda, kavşakta ayrılmışsınız. Sen kızlarla aşağıya doğru devam etmişsin. Kızlardan biri iri gözlü zayıf, diğeri kıvırcık saçlı...

Arkadaşımla ben soran gözlerle bakakaldık birbirimize. Oysa olayın gizli kalmasında anlaşmıştık.Kim sızdırdı?

Meğer Naide Abla evinin iki apartman ötesindeki kavşakta, saat gecenin yarımında balkondan bizi görmüş.Arkadaşın eşine anlatmış.Fakat allah için ne gördüyse onu anlatmış.Abartıp bir yuvanın yıkılmasına sebep olmamış.

Yenge Hanım, biz de itiraf edince anladı ki tehlikeli bir durum yok. Sadece rica etti bana. Bir dahaki sefer okeye erkeklerden iki kişi bulmam için.



KONUŞMAK İÇİN DOĞANLAR

-Şimdi, sayın genel müdürümüz sınavı bir konuşmayla açacaklar!

İlk tepkim, burada da mı ? Kurtuluş yok mu, bu konuşmayı sevenlerden? Okulda, evde, televizyonda, sürekli konuşan birileri, ama sadece konuşan.İcraat yok. Ve tek taraflı. Sanki insanoğlu ikiye ayrılmış: konuşmaya gelenler ve onları dinlemeye gelenler.

Ben de severim konuşmayı da dinleyen olursa. Eş dost arasında. Bu anlattıklarım topluma hitap edenler. Doğduğumdan beri hep onları dinliyordum ve bıkmıştım. O nedenle tepkiliydim:

-Sınavda da konuşulur mu? Açılış dediğin fabrika falan, sınavın konuşmayla açıldığı nerede görülmüş? Nerde kurdela ve makas tutan mini etekli kızlar?

Bunlar ayrılmaz üçlüdür; , açılış, kurdela ve mini etekli kızlar. O kadar ayrılmazlar ki İzmir'de restore edilerek ibadete açılan camiyi bile bu üçlü açmış. Diyanetten Sorumlu Devlet Bakanı, mini etekli kızın tuttuğu tepsideki makasla kesmiş kurdelayı. Tepsiyi tutan kızla yanındaki kızlar o kadar şuh ve dekolteliymiş ki, huşu içinde cuma namazı kılmak için açılışı bekleyen cemaatten kaç kişinin abdesti kazaya uğradı kimbilir.  

Evet, başlangıça dönecek olursak, çok gereksiz bulduğum sayın genel müdürün konuşmasını dinleyince bu kadar önyargılı olduğum için utandım. Sayın genel müdür, sınavın çok adil olacağını, hakedenin kazanacağını söyledi. Benim gibi en büyük torpili kendisi olan, kimi kimsesi olmayan adaylar için çok gerekli bir konuşmaydı bu. Sınavı bazı soruları yapamadığım için kazanamamış olsamda, hakkımın yendiğini düşünmediğim tek sınav oldu.Tabi ki kazandığım sınavlar dışında.

Ama her konuşma bu kadar gerekli değil. Hatta bu konuşmak için doğanlar, bazen dozu öyle kaçırıyorlar ki, herşeyi de hakediyorlar. Oturduğumuz yerde çok güzel ve özgün bir yer yapılmış.Gölet ve etrafında bir sürü sosyal tesis. Gerçekten harika bir şey. Onun açılış törenindeyiz. Bir akrabamızın meclis üyesi arkadaşı sayesinde ön sıralarda oturuyoruz. Birazdan da sevdiğimiz bir sanatçının konseri var. Arkamızda da binlerce insan.

Konuşmalar bitse de konser başlasa. Bu güzel eseri düşünen, gerçekleştiren ilçe belediye başkanı onbeş dakika konuştu. Konuşması bitince, yakında seçim olduğundan, o partinin büyükşehir belediye başkan adayı da bir konuşma yaptı. Konuşması bitince de getirilen bir koltuğa önümüze oturdu. O konuşurken bu sefer de bir bakanın geleceği anons edildi.

Her konuşmadan sonra konuşan, önümüze konan koltuklara oturuyor ve tabi yanındakiler de. Biz ikinci sıradan dördüncü sıraya kadar geriledik. O kadar yani.

Belki inanmayacaksınız ama konuşanın ardı arkası kesilmiyor. Bakanlar, diğer belediye başkanları, il başkanı. Konuş konuş bitmiyor.İşin ilginç tarafı ise eseri yapan onbeş dakika konuşmasına rağmen açılışa misafir gelenler yarım saatten aşağı konuşmuyor. En kızdığım da diğer ilçe belediye başkanları. Eser yapılırken bir kuruş katkın faydan yok, on kuruşluk konuşuyorsun. Yap sen de, konuş veya yapanın yanında haddini bil, sus bari.Ancak bu sanıyorum bir hastalık.Kalabalık buldular mı dayanamıyorlar.

Konuşmalar sürdükçe ve ilgisiz kişilerin gelişi devam ettikçe, topluluktan tepkiler gelmeye başladı. En tehlikeli tepki ise sürekli mızmızlandığı için "tamam şimdi başlayacak konser" dediğim oğlumdan geldi.

Önümüzde oturmakta olan ve sonradan efsane başkan diye anılan büyükşehir belediye başkan adayının ensesine doğru kuvvetlice sövdü. O kadar yerinde ve haklı olarak sövdü ki, büyük başkan geriye dönerek yanağını okşadı ve bir yandan da bana:

-Sıkıldı galiba çocuk, dedi.

Ben ise mahcubiyetimden:

-Alışkın olmadığından, kusura bakmayın.

Ama içimden de yerinde, zamanında, yeterli dozda, kim olduğuna bakmaksızın tepki göstererek toplumun hislerine tercüman olduğu için oğlumla gurur duydum.


BOYALARI AKMAK

Bir burun tutmak bu kadar önemli mi, demiştim. Evet önemliymiş. Çocuk, eğer kendisini kucaklayanda bir şevkat, içten bir ilgi hissetmezse tutmazmış burnunu.

Bunu söyleyen bir uzmandı, televizyonda.İspatı da gecikmedi. Bir kaç gün sonra televizyonda gördüm.Bir liderin kucağına ikiz bebekleri vermişler. Çocuklar bırakın burun tutmayı, bağırmaktan ağızları kocaman açılmış halde kendilerini liderin kucağından atmaya çalışıyorlardı. Bence de haklıydılar.İnsanın görünce kaçası geliyordu o liderden.Devamlı asık suratlı ve bağırarak konuşan biri.

Bir başka gün yine bir uzman, medyanın kimseyi överek halkın gözünde yükseltemediğini fakat kötüleyerek halkın gözünden düşürebildiğini anlatmıştı.

Diyeceğim o ki, çağımız imaj çağı da olsa, özünde yoksa bir şey, nasıl gösterirseniz gösterin boyalar akar, gerçek ortaya çıkar. En iyisi makyaj. Güzel yerleri ortaya çıkaran, kusurları örten bir makyaj.

Bunları niye söylüyorum? Televizyonda bir özelleştirme ihalesi var. Katılımcıların biri de ülkemizin özel sektörün en büyüklerinden. İhale o kadar önemli ki şirketin valiahtı başkanlığında bir heyet temsil ediyor.

Baktım sürekli veliaht önünü ilikleyip ayağa kalkıyor. Merak ettim. Anladım ki ihale evraklarının on nüsha halinde bir zarfa   konulması gerekiyormuş. Diğer firmalar öyle yaptıklarından, bir defa ceket ilikleyerek kurtulmuşlar. En büyük özel sektör firmamız ise evrakları on zarfa koyup öyle verdiği için, zarfın üzeri her okunduğunda önünü ilikleyerek orada olduğunu belirtmek zorunda kalıyormuş veliaht.

Daha önce de şahit olmuştum,  koca koca firmaların varlıklarının temeli ihaleler olmasına rağmen zarfın üzerini yazmadığı için tekliflerinin geçersiz sayılarak ihale dışı kaldıklarını.

Gazetelerdeki ilanlarına bakarak cesaret edip başvuramadığınız, sadece iki dil bildiğiniz için kapısının önünden geçemediğiniz şirketlerin makyajları dökülüyordu bu sayede. O kadar dil bilen, eğitimli insan istihdam ettiğini iddia eden, veliahtları ufku açık insan nutukları attan şirketlerin bir ihale mevzuatı bilen elemanlarının olmadığı anlaşılıyordu.

On nüshayı bir zarfa koyamayan elemanları sayesinde on kere ceket ilikleyen veliahtlar ya da ihale zarfının üzerini yazmadığı için teklifi geçersiz sayılarak ihale dışı kalan firma sahipleri, saçınız döküldü, kel göründü!

PRENSİPLİ OLMAK

Bazı insanlar vardır kuralcı. Yani tabi ki herkesin kendine göre vardır prensipleri. Asla olmazları, tartışmaya açık olanları, esneyebilirliği de vardır prensiplerin. Öyle insanlar da vardır ki, sanırsınız sadece olmazları var. Çoğunlukla da öyledirler.

Konuşmasından, mimiklerinden anlarsınız ki konu karşınızdakinin ilk üç maddesi.Prensiplerinin yani.Hani var ya anayasamızın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen ilk üç maddesi.

Sırası gelmişken, ben çözümünü buldum, ilk üçü değiştirmenin. Aktarayım meraklısına, değiştirilmesini tasvip etmesem de, maksat sevap olsun. Anlatayım; Anayasamızın ilk üç maddesinin değiştirilemeyeceği, değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceği sanırım dokuzuncu maddede yazıyor. Önce dokuzuncu maddeyi kaldırırsanız, ilk üç maddeyi değiştirmeyi teklif edebilirsiniz. Yeterli çoğunluğu bulursanız, bu şekilde ilk üç maddeyi de değiştirebilirsiniz.Bu kadar kolay ve basit.Eveleyip gevelemeden harekete geçin, madem bu kadar istiyorsunuz.

Evet, anayasanın ilk üç maddesini bile değiştirebilirsiniz fakat prensipli insanların prensiplerini asla.

Çocuğun kreşinin bir müdürü var. Sert bakışlı, makyajsız, Cumhuriyetten başka gazete okumaz. Tartışmaz da doğrularını.Tebliğ eder. Müdür o olduğuna göre tebliğ ediyor, biz de yapıyoruz.Biz, çocuklar, veliler, kreş çalışanları.Bir gün ben de aldım ağzımın payını:

-Birlikte kahvaltı çok önemlidir, lütfen erken getirin çocuğunuzu!

Benim en merak ettiğim varlık insandır. Severim deşmeyi. Deşmek derken, karnını değil, özünü insanın.Duygularını, nedenlerini, en önemlisi de diğer insanlardan ayrılan yönlerini.

Sabah akşam çocuğu verirken alırken fırsat buldukça konuşuyoruz.Sonunda öğrendim ki, hocamızın da varmış prensiplerinden vazgeçmişliği. Onun da dayanamadığı, yanlış bulsa da kabul etmesi gereken gerçekler varmış.

Efendim, Hoca Hanımın bir oğlu varmış. Doğal olarak prensipli yetişmiş çocuk, daha doğrusu annesinin prensipleriyle. Doğal olarak da on yaşına kadar silahla, tabancayla oynamamış.Bir gün dayısı gelecekmiş, ne istediğini sormuş:

-Dayıcığım, bu yaşıma kadar hiç tabancam olmadı.Hiç bir silahla oynamama izin verilmedi.Şu hayatta tek isteğim var. Ne olur bana bir tabanca getir, annemi de ikna et bir kerecik oynayayım tabancayla.

Dayı tabancayı getirmiş ve benim bile hala aklımda duran çocuğun bu cümlelerini de söylemiş.

Hoca Hanım dedi ki:

-Bu dünyada tek başımıza yaşamıyoruz.Çocuklarımızı, toplumun geleneklerini, çocuğun dış dünyasını göz ardı ederek sadece kendi prensiplerimizle yetiştiremeyeceğimi o gün anladım. O günden sonra oğluma hiç bir konuda katı olmadım, onu dinlemeye başladım ve onu anlamaya çalıştım. 

GİR KOLUNA,GİR,GİR!

-Gir kocanın koluna, gir , gir!

Bu sözleri söyleyeni görmüyoruz. Televizyonda gördüğümüz bir adam, bir kadın ve de bir çocuk. Arkası dönük gidiyorlar. Haberden anladığımız kadarıyla adam karısını fena dövmüş, kadın hastanelik olmuş, hakkında dava açılmış, bu arada yaraları iyileşen kadın kocasını affetmiş, sığındığı devletin uğurlama töreniymiş bu:

-Gir kocanın koluna, gir, gir!

Toplum olarak bir hoşgörümüz vardır:

-Kocadır, döver de sever de!

Yıllar önce koca bile olmayan bir adam sevdiği kadının yüzüne kezzap atarak göstermişti sevgisini. Yıllarca kadının acılı şarkılarını dinledik, beğendik, rakı içtik şarkı eşliğinde. Sonra da adam hapisten çıktı, öldürdü kadını da sevgisinden, kurtulduk hep birlikte. Sonradan bir resmini gördüm gazetede; anıt-mezar yaptırmış, kadına sevgisini göstermek için. Allah sevgisinden korusun demek lazım bazılarının.

Ben erkeğin kadına uyguladığı şiddetin kaynağının yine kadınlar olduğuna inanıyorum. Erkeğe sevmeyi öğretemiyorlar, ayrıca sürekli gelinini kötüleyen kaynana ve görümceler var şiddetin bir yerinde. Hadi abarttık diyelim ama hiç olmazsa şiddet uygulayan oğluna, ağabeyine, kuzenine yeterli tepkiyi gösterse kadınlar, inanın önemli ölçüde azalır kadına uygulanan şiddet.

Bir başka yanlış ise hak görmektir, her şeyi kocaya. Yıllar önce sabah işe gidiyorum. Önde bir adam elinde bir kadın çantası, arkada bir kadın bağırıyor:

-Hırsız var, çantamı çaldı, yakalayın!

Tam iş saati, cadde kalabalık. Kadının feryadını duyan adamı yakalamaya çalışıyor fakat adam ne söylüyorsa vazgeçiyordu. Bir arkadaş, işyerinin güvenliğine talimat verdi, yakalayın, diye. Bizim güvenlik görevlileri adamın önüne geçtiler fakat adam geriye döndü ve tekrar koşmaya başladı. Güvenlikçilerden öğrendiğimiz kadarıyla adam kadının kocası olduğunu söylemiş. Ondanmış önüne geçenlerin yakalamaktan vazgeçmesi.

Olay açık ve netti. Adamın elinde kadının çantası, kadından zorla alınmış. Kocası olunca olabilir denilerek kimse kadının feryadına kulak asmıyordu. Sonunda bir baktım ki bir belediye temizlik görevlisi adama vurmaya başladı. Adam, temizlik görevlisinin elinden kurtulup tekrar kaçmaya başladı. Temizlik görevlisi de adam kendisine küfür ettiği için vurmuştu yoksa karısının çantasını zorla aldığı, belki de kadının temizliğe giderek kazandığı üç-beş kuruşu kumarda, içkide yemek istediği için değil. Ne de olsa hakkıydı kocanın, karısının parası ve karı-koca arasına da asla girilmezdi.

Bir de toplumumuzun bir uzlaştırma hastalığı vardır. Kim ne yaparsa yapsın illa ki barıştırılacak, uzlaştırılacak.

-Öpüşün de barışın!

Bunun en komik örneğini televizyonda gördüm. Eski karısı tarafından ihbar edildiği için hapse giren bir yöneticinin eski ve yeni karısına söylüyordu bir yaşlı teyze.

-Ne olur hatırım için!

Yolsuzluk yaptığı eski karısı tarafından (kendisine ödenen tazminatın devlet tarafından el konulması pahasına) ihbar edildiği için hapse düşmüş bir yöneticinin eski ve yeni eşlerinin barışması veya küsmesinin kime ne yararı vardı. En önemlisi de o yaşlı teyzeye ne oluyordu ki neden istiyordu iki kadını barıştırmayı? Tabi ki bu arada ona destek olan bir sürü kadına da.

Bir keresinde de trafik ışığında, ışık yanınca aniden en sağdaki arabası u dönüşü yapmaya çalışan arabaya çarpan en soldaki arabanın şoförüne de diyorlardı.

-Bir şey yok, barışın!

Adam, adeta çılgınlık yaparak canını tehlikeye atan, ışıkta u dönüşü yapan sürücüye de hoşgörü gösterecekti. Ki insanlar yanlışlarını yapmaya devam etsin. Televizyondaki polisin sesi de ondan zaten, barıştırma uzlaştırma hastalığından. Barıştıralım ve uzlaştıralım ki insanlar yanlışlarına devam etsinler.

Evet, devletin talimatıyla kocasının koluna giren kadın şimdi komada. Yediği dayağın şiddetinden ölümle pençeleşiyor.
-Evet devletim sıra sende. Tak kelepçeni o adama, gir koluna, çekinme, gir, gir!

HAYATININ ROLÜ

Düşündüm de, oyuncular ne kadar şanslı. Bir çok rolü oynuyorlar.Eğer isterlerse ve iyi konsantre olabilirlerse hayatı bir çok gözden görme şansları var.

Sürekli fabrikatör rolü oynayan rahmetli Hulusi Kentmen'in bir defasında setten eve gidecek parasının kalmadığını okumuştum bir yerde.Bir günde iki rol, ne güzel, ne hareketli, ne zevkli bir yaşam.

Bir başka oyuncunun ise mafya rolünü gerçek hayatta da oynamaya kalkıştığını seyretmiştim televizyonda. Her filmde tecavüz eden gerçek hayatta da tekrarladı mı bilmem ama uyuşturucu kaçakçısı oynayıp gerçek hayatta uyuşturucu taşırken yakalandığı için hapiste olan sanatçımız var.Hayat rol değil çünkü. Baba ve delikanlı rollerini gerçek kişiliğine yama yapanlara da rastlıyoruz.

Gerçek hayatta ise hiç bir rolü oynayamadan doğumdan ölüme aynı rolde olan insanlar var. Genelde hayattaki en zor rolü oynamak zorunda olanlar. Ev kadınları, çiftçiler, inşaat işçileri ve madenciler. Çok kısa süreli roller dışında (gelin, damat, asker) hep aynı zor rolü oynuyorlar.Belki de rollerinin taliplisi olmadığından ya da zorunluluklarından.

Tek kelimelerden oluşan özgeçmişimde ellidokuz kelime yazsa da oynayamadığım roller de var yaşamda. Bir çay ocağının askıcısı olarak işhanına çay servisi yapmak örneğin.Askıcının gözüyle bakmak hayata. Ya da insanlar hangi gözle bakıyor sana. Bir defasında askıyla çay getirirken resmim bile var ama hala alamadım arkadaştan.

Bütün bunlara rağmen tesadüf eseri ya da istemeden oynadığım roller de oldu.Yıllar önce arkadaşımın kız arkadaşı rica etti. Arkadaşını sinemaya götürebilir miydim?

Daha sonra derinlemesine anlatmak lazım belki ama ilişkilerde bir "öteki kız" sendromu vardır. Bu bildiğimiz öteki kadın değildir. Eskiden kızlar guruplar halinde gezerdi, ikili, üçlü. Sonuçta biri tercih edilir.Tercih edilmeyen daha doğrusu kimsenin tercih etmediği için boşta olan kız, seçilen arkadaşlarına hayatı zehir eder. Kurtuluş o kıza da birini bulmaktır.

Benden istenen de öyle bir şey. Kısa süreli, bir sinema gidimi. Arkadaşımın kız arkadaşının kız arkadaşını ben sinemaya götürmezsem onlar götürmek zorunda kalacaklar.

Kız beni işyerinde bekleyecekti, iş çıkışı gidilecekti sinemaya. Akşam vakti gittim işyerine. Girişte sorduğum kişi patronuymuş.

-Bu akşam erken çıkabilir miyim, sinemaya gideceğiz arkadaşla.

-Çık ama dikkat et kızım. Bunlara güven olmaz, iyi tanı bunları, iyi tanı!

Arkadaşıma iyilik olsun diye sinemaya götürmeye razı olduğum kızın patronu tarafından kızların gazozuna ilaç koyan, tuzağa düşüren Nuri Alço durumuna düşürülmüştüm.

Bir başka zaman uzun bir görev dönüşü evden işe gitmeye hazırlanıyorum. Alt kattaki ev sahibim biriyle konuşuyor.

-Üst katımızda oturuyor, yeni geldi görevden, dışarıdaydı epeydir.

Sonra kapım çalındı:

-Adınız...?

-Evet.

-Araba aldınız mı yakında?

-Evet, göreve gitmeden.

-Kimden?

-.....

-Biz dolandırıcılık masasından geliyoruz, hakkınızda şikayet var araba satışı ile ilgili, bizimle geleceksiniz emniyete kadar.

-İşyerine uğramam lazım, elimdeki evrak çantamı bırakmam lazım.

-Tabi tabi, zaten bir yanlışlık var galiba, şikayetçinin verdiği isimler yanlış çıktı hep. Öğleden sonra ikide uğrarsanız şubeye, ifadenizi almamız gerek.

Denilen saatte gittim, verdim ifademi. Adam birine araba satmış. Arabayı vermiş parayı alamamış, hatırladığı isim de bana benziyormuş.Polis de aynı adı taşıyan herkesi toplamış, belki buluruz dolandırıcıyı, diye. Benim o sırada araba almam kötü bir tesadüfse de ev sahibim kurtarmış beni. Yoksa derdest şubeye.

O sayede gördüm şubeyi, yakalanmış bir sürü dolandırıcıyla birlikte aynı havayı soludum.Kapıdaki şubeyi sorduğum polis bile bir başka baktı bana.

İfadeden sonra bana çok kibar davranan, çay kahve söyleyen polisler, şikayetçi hakkında iftira davası açabileceğimi, fakat çok gabiran bir tip olduğunu söylediler. Sonuçta ben de aynı fikirde olmakla birlikte bir konuda görüş ayrılığına düştük:

-Allahından bulsun mu, Allah zaten cezasını vermiş, şikayete gerek yok mu?

Dolandırıcılıktan sonra oynamak zorunda kaldığım rol ise çocuk kaçıran amca rolü. Bir cenaze nedeniyle çok kalabalık olan aile bireyleri olarak toplanmışız. Sanıyorum lokma dökülecek.Ailenin kadınları iş başında. Bir yerden kazan getirilmesi işi de bana düştü. Giderken de yeni tanıştığım teyze torunlarına seslendim:

-Çocuklar siz de gelin, gezmiş olursunuz.

Kazanları aldık, çocuklar da arkada geriye dönüyoruz. Arabayla geri geri gitmektense biraz ileriden dolaşmayı tercih ettim. Beni o gün ilk defa gören, sürekli kaçırılmaya karşı tembihli on yaşlarındaki ağabey, yolu değiştirdiğimi görünce kızkardeşine sarılarak haykırdı:

-Amca, bizi kaçırıyorsan eğer, pişman ederim seni!

YÜRÜYEMEYEN TAVUKLAR

Geçen akşam NTV'de Oscar Adayı bir belgesel izliyorum. Çevre üzerine. Bir yerinde ilginç bir şey söyledi. Tavukların çabuk kilo tutmaları için hareketsiz sadece yem yediklerini duymuştum fakat artık yedikleri yemden vücutları kemiklerinden daha çok geliştiğinden artık ayakları vücutlarını taşıyamıyormuş.

Yediğimiz, tavuk dediğimiz canlılar yürüyemeyen yepyeni bir canlı türü haline gelmişler adeta.İnsanlığa ucuz gıda sağlamanın sonucuymuş bu yürüyemeyen tavuklar.

Belgeselde tavuk, sığır ve bunlar için gerekli mısır üretimi anlatıldı uzun uzun.Hiç biri doğal değil, sadece ve sadece ucuz ve fazla üretim için herşeyin mübah olduğu, üreten büyük firmaların herşeye hakim oldukları bir üretim. O kadar öyle ki ürettiğinden tohum elde eden üreticiler firmaların tuttuğu dedektiflere yakalanıyorlarmış.Tohum alma hakları bile yokmuş üreticinin.Ki bu gerçekler de büyük firmalardan korkmayan az sayıdaki üreticilerin anlattıkları gerçekler.

Peki insan ne halde? Bir vesileyle öğrendim ki çok yakınımda bir ağaca çıkıp meyve toplamamış çocuklar varmış. Ya da henüz bir şeftaliyi ısırmamış. Annesinin soyup getirdiği şeftaliyi yermiş çocuk.

Geçen bir olay anlattılar. Misafirliğe gidilen bir evde, doğal olarak misafir çocuk arkadaşının odasına gitmiş.Uzun süre odadan ses gelmeyince merak edip bakmışlar.İki çocuk dizüstü bilgisayarlarından chat yapıyorlarmış. Karşılıklı konuşmak daha zor geliyormuş.

Bu bir "nerede eski günler" serzenişi değil ya da ""bizim zamanımızda" asla değil.Bir yerde okudum.Son yüzyıldaki bilgi birikimi, insanlığın yüzyıl öncesine kadar biriktirdiklerinden daha fazlaymış. Bu insanoğlunun dönüşümü, mutasyona uğraması bence.

Konuşmuyor, yazışıyoruz. İltifat etmiyor, beğeniyoruz. Yaptığımız yorumlar ise asla anlaşılamıyor. Konuşulan dil, dil değil.Yazılan ise hiç değil.Vücutlarımız da dönüşüme uğradı. Klimasız vücut ısımızı ayarlayamıyoruz artık.

Kargo, internet, evlere servis o kadar arttı ki evden çıkmamız gerekmiyor. Herşey ayağımıza geliyor, tanıdıkları da nette görüyoruz. Bir de sanal el öpme çıksa bayramlar da aradan çıksa.

Ulaşım araçlarının gelişmesi, herşeyin ayağımıza gelmesi nedeniyle yürümeyi unuttuk.Hastalıklarımız arttı doğal olarak. Oysa bütün hastalıklara çözüm olarak yürümemizi öneriyor doktorlar.

Bu gidişle ayaklarımız gövdemizi taşıyamayacak, biz de yürüyemeyen tavuklara döneceğiz yakında. Mutasyona uğrayıp düşünen hayvan özelliğimiz de kaybolur yakında.

Belki de yürüyemeyen, düşünemeyen insanı yönetmek daha kolaydır, kimbilir?

EV ALMAK KOLAY MI?

Yıllar önce Habur Sınır Kapısında bir gümrük memuru:


-Adımız çıkmış dokuza, inmez sekize, Demişti.

Belli meslek gurubuna, belli yerde doğanlara ya da ne bileyim genel olarak insanlara önyargılı olunmasına karşıyım.

İnsan tecrübeleriyle hareket ediyor olsa da birinin hatasını bir başkasının ödemesi haksızlık bence. O nedenle ben bir insanla tanıştığımda ya da yeni olan bir yerde içgüdüsel olarak tecrübelerim yönlendiriyor olsa da mümkün mertebe sıfırdan başlamaya çalışırım. Tabi izin veren olursa.

Bir memur için en önemli aşamalardan biri olan ikinci anahtara sıra gelmişti. Aslında gelmemişti de bankalar on yıl, yirmi yıl gibi uzun vadeli kredi vermeye başlayınca sıra geldiği kanaatine varmıştık.

Öncelikle evler bu kanaatte değildi. Eşimin çizdiği bir kilometrekarelik alanda istediğimiz gibi ev yoktu. İstediğimiz derken standartlarımız yüksekti. Her yönden uygun olmalıydı ev. Bir kere alınıyordu ve on yıl o eve çalışacaktık.

Aylar süren arama çalışmalarımız bir sonuç vermiyordu. En umutsuz anımızda en umutsuz bir cümle imdadımıza yetişti.

-Emlakçi Bey, aslında şu alt sokaktaki ev gibi olacak ki alacaksın.

-Yenge o apartmanda biri satmayı düşünüyordu, bir sorayım.

Evet, sonunda olmayacak olan oldu ve emlakçının konuştuğu ev sahibi evini satmaya razı oldu. Ev alt sokağımızdaydı ve inşaatı sırasında eşim her oradan geçişimizde iç geçiriyordu, o eve bakarak:

-Keşke şu apartmandan biz de ev alsak.

Artık bu fikrimizden mi, ev aramaktan yorulduğumuzdan mı, evin içini görmemiz, kaparo verip sözleşme imzalamamız on beş dakika sürdü. Gerçekten gezdiğimiz neredeyse yüzlerce evin en iyisiydi. Satılık tabelası asılmadan anlaştığımız için fiyatı da uygundu. Evin sahibi de çok medeni, makul bir insandı. Kredi işlemlerini bekleyecekti, acelesi yoktu.

Krediyi alacağımız bankanın müdür yardımcısı arkadaşımdı, müdürünü de tanıyordum. Hemen işlemlere başladık. Evin ekspertizini de arkadaşım yapacaktı. Oh ne ala, değil mi?

Hiç de öyle değil. Arkadaşım evi görmek istedi. Evde oturan kiracı asistan kız memleketine gitmişti. Ancak arkadaşım üst kattaki bir evi görse de olabileceğini söyledi. Tek daireli beş katlı bir apartmandı. Üst katta oturan müstakbel komşumuza rica ettim. Yabancı iki erkek olsak da evini gezmemize izin verdi, sağ olsun. Arkadaşım işinde titizdi. Evin bütün detaylarını not aldı. Kolay mı arkadaşından kredi almak.

Sonunda işlemleri tamamladık. Ev sahibine de müjdeyi verdik, ertesi gün alıyorduk krediyi.

O gece pey uyuyamadık heyecandan. Sabah bir telefon:

-Banka bütün kredileri durdurdu, bölge müdürü verirsen hakkında soruşturma açarım, dedi.

Sonuçta arkadaşım, yalan söyleyecek değil. Emlakçı da doğruladı. Bir kaç satışı kredilerin durması nedeniyle bozulmuştu.

Kredileri durdurmayan bankalar vardı ve bir tanesinin müdürü de arkadaşımın arkadaşıydı. Bütün evraklarımızı diğer bankadan alıp bu bankaya verdik. Bu arada ben göreve gittiğimden ekspertiz işlemleri eşime kalmıştı.

Eşim, banka görevlisini de alarak eve bakmaya gidiyor. Bize evini gezdiren komşumuz evde yok. Kiracı kız okulda. Diğer katta oturan sonradan komşu olacağımız kadına rica ediyor, evinizi gösterebilir misiniz, diye.

Bir komşu ben ve arkadaşıma yani iki yabancı erkeğe evini gezdirirken, diğer komşu eşim ve banka eksperine evini gezdirmeyi kabul etmiyor. Kapıyı da açmadığı için de eşimin megafondan yalvarması da işe yaramıyor. Sonunda kiracı kızı okuldan bin bir rica çağırıyor da ekspertiz tamamlanıyor.

Uzun ev arama, kredi aşamalarını geçtikten sonra nihayet bankadan haber geliyor:

-Krediniz onaylandı.

Ev sahibine müjdeyi veriyorum. Anlayışı için teşekkür ettikten sonra kredi dışında vereceğimiz kısmı da teslim ediyorum kendisine. Emlakçı bu işlerin erbabı. Dediği tarihte hep birlikte tapu dairesindeyiz. Bankadakiler de işin erbabı. Evraklarımız her şeyimiz tamam, birazdan ev bizim olacak.

İşte kötü haber o anda geldi. Bir belgemiz eksikti daha doğrusu eskiydi. Yenisi lazımdı. Yenisine de vakit vardı.

Krediyi aldığımız bankanın adı emlak bankasıydı. Adı üzerinde ev kredisi veren bir banka. Reklamlarında da belirtiyordu. Fakat bizim eski olan belgemiz, krediyi veren bankanın ev kredisi veren bir banka olduğunu belirten genel kurul kararının bu seneye ait olanıydı. Tapu dairesi kabul etmiyordu, belge geçen yıla aitti.

Bankaya sordum, kabul etmeyebilir, dediler. Genel kurul ne zaman, diye sordum, birkaç ayı alır, dediler.

Büyük bir hayal kırıklığı içinde eve döndük. Durumu özetleyecek olursak; aylarca ev aramış sonuçta bulmuştuk. Komşumuzun anlayışı ile gezdirdiğimiz ev için arkadaşımın müdür yardımcısı olduğu bankadan kredi alacağımız gün krediler durdurulmuştu. Diğer bankadan kredi almak için yalvardığımız komşu evi göstermemiş güç bela kiracının evi göstermesiyle kredi alabilmiştik. Bu sırada da evini sattığı halde işlemleri tamamlamamızı bekleyen sabırlı ev sahibi ve komisyon için bekleyen sabırlı emlakçı. Durumu merak edip arayan-soran eş dost ve akrabaya laf anlatmamızı saymıyorum bile.

Bu moral bozukluğu içinde yine bir görev nedeniyle dışarıdayım. Bankanın eski olan faaliyet belgesi ile her yılın ilk aylarında kredi verememesi gerekiyordu ve buna da benim aklım yatmamıştı. Gittiğim yerdeki bir tapu müdürüne sormaya karar verdim.

Sekreterlerin bir abartıları her zaman vardır. İyi ki de vardır. Ben asla işyerim dışında kim olduğumu, ne iş yaptığımı söylemem. Küçük adımla gezerim sadece, diğerlerini işyerimde bırakırım mesai bitimi.

Sekreter Hanım, ilk abartısını yapıyor ve tapu dairesinin bölge müdürünü arıyor. İkinci olarak da unvanımı söylüyor gayet abartılı bir şekilde. Ben öncelikle o kurumda çalışmadığımı, daha sonra da özel işim için aradığımı söyledim. Kibar bir adam, sabırla dinledi beni. Aklıma yatmayanı da söyledim.

-O belgenin yeni yılın mayıs ayına kadar geçerli olduğunu bizim odacılar bile bilir, dedi bölge müdürü. Ekledi, emin misiniz, başka bir eksiğiniz olmasın?

Sağ olsun, bizim tapu dairesinin bağlı olduğu bölge müdürünün adını telefonunu verdi, kendisinin de arayacağını söyledi. Bizim oranın bölge müdürüne ulaşmam zaman aldı. Ulaştığımda, konuya vakıf olduğunu, diğer bölge müdürü tarafından bilgilendirildiğini gördüm. Bana tapu müdürünün telefonunu verdi ve bir yanlışlık olduğunu, işimin halledileceğini söyledi. Aradığım tapu müdürünün sözleri kulağımdadır hala:

-Beyefendiciğim büyük bir hata yapmışız, yeni genelgeden haberim yoktu benim, belgeniz geçerliymiş, yarın sabah sekizde bekliyorum.

On beş gün önce alamadığımız tapuyu hiçbir yeni belge götürmeden müdür beyin çayını içerken kısa sürede alabilmiştik. Anlaşılan, özellikle zorluk çıkarılmıştı, bazı beklentiler yerine gelmediği için ve ben bunu yanlarına bırakmayacaktım. Şu işler bitsin, görecekti o müdür gününü.

Tapumuzu aldık, ev sahibine parasını ödedik, sabrı için de teşekkür ettik. Herkesin böyle sabırlı, anlayışlı alışveriş edeceği insanla karşılaşmasını dilerim. Zira her aşamada vazgeçebilirdi ve hakkıydı da. Bizim ise bütün bu aşamaları yeniden geçecek gücümüz enerjimiz kalmamıştı.

Sıra gelmişti hesap sormaya. Daha doğrusu sıra gelmeden o kapı kapanmıştı. Ev aldığınızda, evde oturan kiracı varsa iki ay içinde ihtar çekmek gerekiyordu çıkması için. İhtar çekmek üzere gittiğim noter, ihtar süresinin dolduğunu söyledi. Bir yanlışlık olmasın diye baktım, evet süre dolmuş

Hani derler ya “minareyi çalan kılıfını uydurur” diye. Efendim bizim tapu müdürü, tapuyu ilk müracaat ettiğimiz günkü tarihte verilmiş gibi işlem yapmış. Yani müracaat ettiğimiz gün tapumuzu almışız. Gel de şikayet et, ispatla, bizi on beş gün boşuna oyaladılar, diye.

İKİNCİ FIRSAT

-İnsanın iki defa fırsat ayağına gelirmiş, biri doğarken diğeri evlenirken!


-Karı malı, at nalı!

Her bilgisayarı her kitabı açtığımda görürüm böyle sözler. Her şeyi ciddiye alma huyumdan mı bilmem, yorar beni bu sözler. Ya da kafa yormayalım, doğru kabul edelim. Vardır bir nedeni söyleyenin.

Peki, “ iyi insan lafının üzerine gelir” ile “ iti an, çomağı hazırla” sözlerinin hangisine itibar edeceğiz. Hukukçuların işi kolay; kanunu anlamazsan gerekçesine bakarsın, o da olmazsa içtihatlar var. Gerekçede kanun koyucunun iradesini anlayamazsan bu sefer içtihatlardan kanunu uygulayanın iradesine bakarsın, ne anlamış, diye.

Dini konularda da tefsir vardır. Yorumlara bakarsın eğer anlamazsan. Peki, her gün internette veya kitaplarda devamlı gözümüze sokulan bu sözlerin ardındaki mana ne? Ya da iki söz arasındaki çelişki neden?

Ben lafımı söylerim ortaya, isteyen istediğini alır, denilebilir mi kolayca. Sen lafını söyle, neden söylediğini, hangi olaydan esinlenerek söylediğini anlatma biz uğraşıp duralım.

-Lafı söyleyene değil söyletene bak!

Al bakalım, çık işin içinden. İşin kötüsü, bu sözü söyleyenler de meçhul. Arayıp bulma şansın da yok.

Ama ben onlar gibi sorumsuz değilim. Lafımı söyleyip çekilmem. Gerekçesini de yazarım ki lafımı dinleyen uğraşmasın, kafa yormasın. Denilebilir ki, akılda kalmak, önemli olmak için anlaşılmaz olmak gerekir. Olsun, ben anlatayım da, akılda kalmasam, önemli olmasam da olur.

Orhan Gencebay’ın şarkılarının bir özelliği, güzelliği vardır. Bir girişi vardır ki, melodi zenginliği, sanırsınız ki klasik müzik eseri başlıyor fakat ardından arabesk sözler. Benimki de öyle oldu biraz. Yani bu kadar girişi ne için yaptım?

Bir yemekte bir çatal düşürdüm, baştaki sözlerden bir meslektaşın annesine ait olan, “karı malı at nalı” sözünün doğru olduğuna karar verdim. Hepsi bu.

Çok varlıklı bir arkadaşımın davetlisiyim, boğazdayım. Ailecek oradalar. Ailesiz bir ben varım. Arkadaşım tek erkek ve en küçük. Ablaları ile birlikte aynı yerde oturuyorlar. Ablalar okumamış, ev kadını. Damatlar ise hepsi diplomalı, meslek sahibi. Eşlerini seçmede eşlerinin şirketinde çalışıyor olmaları ya da evlerinde oturmalarının bir etkisi var mı bilmiyorum. Sorma olanağım da yok zaten, hepsi bir akşam yemeği tanıdım, gördüm.

Yemekte çatalım yere düştü. Arkadaşım çok varlıklı olmasına rağmen yaşam şekli filmlerdeki gibi değil. Öyle, hizmetçi, şoför, bahçıvan vs. Varsa da ben görmedim, dedim ya hepsi bir akşam yemeği, ama ben gördüm göreceğimi.

Evet, çatalım yere düştü. Yemeği evdeki kadınlar servis etti ve herkes yerine oturdu. Düşen çatalı getirecek kimse yok, servis elemanı anlamında. Kadınlar da masanın diğer tarafında. Çatalımın düştüğünü arkadaşım ve enişteleri ile birkaç misafir daha gördü.

Arkadaşım, arkadaşımsa da bana çatal getirecek kadar da samimi arkadaşım değildi. O bir veliahttı. Eniştelerine doğru dönerek:

-Biri çatal getirse bari…

Aynı anda masterli-doktoralı, mesleğinin en iyilerinden dört erkek, kendilerinden küçük veliaht kayın biraderlerinin startı ile yerlerinden fırladılar. İkisi geç çıkış yaptıklarından ve göbek ve yaş dezavantajı ile geriye dönerken, diğer ikisi birer çatalla masaya döndüler. İşin ilginç tarafı ise çatalı düşüren ben olmama rağmen çatalı arkadaşıma uzattılar.

Orada ben değildim mesele. Çatal da değildi. Evliliği yaşamının ikinci fırsatı gören kişilerin fırsatta geri kalmama savaşı, pastadan daha çok pay alma savaşıydı belki.

İşte o an verdim kararımı. Ben çatal koşusu yapamazdım. Kondisyonum yetmezdi. Benim için doğru tercih, meslektaşımın annesinin tembih ettiği sözdü:

-Karı malı, at nalı!

BAGAJDAKİ DUŞ SUYU

-Yirmi birinci yüzyılın savaşı, yemeyen çocuklarla yedirmeye çalışan annelerin savaşıdır!


Ondokuzuncu yüzyıl, sınıf savaşları yüzyılıydı. Detayına girmeyeyim ama daha yoksul, daha sert bir yüzyıldı. Ekmek, aş derdindeki insanların kilo, obezite gibi lüks sorunları yoktu. Yokluklar yüzyılıydı hemen hemen. İnternet yok, bilgisayar yok, televizyon yok, yok da yok. İnsanlar çok şeyden mahrum yetiştiklerinden olsa gerek yirmibirinci yüzyıldaki çocuklarına yokluk çektirmemekle kararlılar. O nedenle depiyorlar ağzına çocuklarının yiyecekleri.

Bir defasında okul yönetiminin okul bahçesini yasakladığı için bahçe demirlerinin arasından teneffüsteki kızına meyce suyu kek yedirmeye çalışan anne gördüm. Esasen, okul karşısındaki kafeler bu işe yarıyordu. Anneler de vakitlerinin büyük kısmını okul civarında geçiriyordu. Sınıf annesi veya anneler çayı veya günü çocuk okula başladıktan sonra oluşan sosyal aktiviteydi.

Bu yüzyılın ebeveyni, geçen yüzyılda yiyemediğini çocuğuna yedirecek, alınmayan oyuncağı alacak, yapamadığını çocuğu onun yerine yapacaktı.

Bir defasında yedi tane kursa giden kız gördüm. Sekizincisine zaman kalmamıştı, o vesileyle öğrendim. Bale, koro, satranç, gitar vs.

Çocuklar kısa sürede yoruldular. Ağzına depilen yemek nedeniyle yemekten tiksindiler. Erken yaşta gittikleri sekiz kurstan hiçbir şey öğrenemediler. En önemlisi de her şey önlerine geldiği için hiçbir şeyi özlemediler. Elde etmek için emek sarf etmediler.

Özel dersten ders dinlemeye gerek kalmadı, her şey ayağına geldiği için çaba göstererek emek vererek bir şey elde etme öğrenilemedi. Her şeye sahip olmak için doğmak yeterli oldu neredeyse. Sonra da şikayet; her şeyi var neden mutlu değil, her şeyi önüne serdik, yine de başarısız.

Bu yüzyılın değerlendirmesini tarihçiler ve uzmanlar yapacaktır kuşkusuz. Ebeveyn mi çocuk mu kusurlu ileride belli olacak. Fakat ben sözü bitirmeden olayın hangi aşamaya geldiğini belirtmek için bir hikaye daha anlatayım, katkı olsun bilim adamlarına.

Bir arkadaşlarımız var ki çocuk yetiştirmede uç noktadalar. Kaynamış su içirmekten tutun da tam bir çılgınlık halindeler. Fakat yargılamış olmayayım, sonuçta herkes bildiğini yapıyor veya tecrübesine göre davranıyor. Çocuğu adeta laboratuar ortamında yetiştirmelerine rağmen çocuk sürekli hasta. Hatta doktor bir keresinde demiş ki:

-Bu çocuk mikropsuz büyüyor, o nedenle de karşılaştığı ilk mikropta hasta oluyor. Bırakın yere düşen emziğini ağzına atsın!

Fakat kadın ısrarlı. Anneliği abartıyor. Kaynamış su, ayrı bardakta su içmek falan, yaşasın mikropsuz hayat.

Bir gün denize gittik. Deniz faslı bitince duşa sıra geldi. Bizim çocuk daha küçük olmasına rağmen duşun altına tuttuk, deniz suyundan arındırdık. O sırada kadın kocasına seslendi:

-Ayşe’nin duş suyunu getir!

Adam, açtığı arabasının bagajından iki damacana suyu getirdi. Önceden ısıtılarak bagaja konmuş duş suyunu.

ŞERBETLİ OLMAK

Vardı eskiden böyle bir inanç. Tabiat boşluk kaldırmaz. İnsanoğlu da bilinmeyene tahammül etmez. Doldurur bir şekilde, inanmayan aksini ispat etsin.


Babamın bir halası vardı. İminnene derdik biz. Emine Nine demekti. Her akşam, tam yemek sırasında elindeki bastonuna yaslanarak, iki büklüm eğilmiş ve sakrayarak girerdi içeriye. Ağrıyan omuzlarına babama masaj yaptırmak için. Onun da ailesinde bir sürü masaj yapacak insan olmasına rağmen babamın ellerinde ayrı bir enerji olduğuna inanıyordu. O nedenle de her akşam masaja gelirdi.

Babam ise her akşam masaj yapmaktan bıkmış olacak ki İmin nene gelmeden kahveye gitmeye başladı. İmin nene ise ağrısı geçmediğinden ağabeyimle ya da bana masaj yaptırırdı. Babamdaki enerji bize de geçmişti mutlaka.

İmin nene’den başka bu iddiada bulunan olmadı. Şerbetliliğimiz var mı bilmiyorum. Fakat yıllar sonra yaşadığım bir olay nedeniyle hatırladım İmin nene’yi ve söylediklerini.

-Çayda dem, askerde kıdem!

Sadece askerde değil kıdemin önemi. Hemen hemen her yerde her sorunun çözümünde işe yarıyor. Hiyerarşinin çözemediği eşit seviyedeki insanlar arasındaki sorunların çözümünde işe yarar. Kimi için çok önemli, hayati bir konudur kıdem.

Bizim meslekte de önemlidir. Özellikle de aynı devreler arasında. Sıralamayı belirleyen unsurlar vardır. Çalıştığın süre, sınavdaki başarı falan. Yazışmalarda, iş bölümünde ve bir türlü gidilememiş yurt dışı görevinde sıralama önemlidir.

İşe girerken sıralandık önce. Daha sonra da yeterlilik sınavında. En son da askerlik dönüşü. Askerliği tamamladığımızda, bölükteki yazıcı bir tane fazla tezkere hazırlamış, bana verdi. Ben de prosedürü bilmediğim için işyerime verdim tezkereyi, işe başladım. Diğer arkadaşlar ise normalde tezkere hemen verilmediği için işe başlamak istedilerse de amirimiz başlatmamış. Ben nasıl aldıysam tezkereyi onlar da alsınlar, diye.

Arkadaşlar askerlik yaptıkları yerlere giderek tezkerelerini almışlar ve göreve başlamışlar. Bu da kıdemi etkilemiş doğal olarak. Sıralama da alt üst olmuştu zaten. Devre birincimiz uzun dönem askerlik yaptığından son sıraya düşerken paralı askerlik yapan devre sonuncusu arkadaş başa geçmişti. Ve tabi tezkere alamayanlar da alanlardan sona.

Karmakarışık olmuş bir sıralamaya genelde birlikte çalıştığımız bir arkadaş, beni emsal göstererek itiraz etmiş. Dilekçesinde sadece benden önce olması gerektiğini belirtmiş, diğer karışıklıklara değinmemiş.

Konuyu incelemek üzere biri görevlendirilmiş. Yapılan incelemede, askerlik sürelerinin detayına inilmesi gerekmiş. Arkadaş tezkereyi alırken sonundaki beş günlük izin süresini dikkate almadan vermişler tezkereyi. İş yazışmaya dökülünce de arkadaşın beş gün askerliğini eksik yaptığı sonucuna varılmış. Tezkere öyle diyormuş, terhis tarihine bakılınca.

Arkadaşın beni emsal göstermesine fena bozulmuştum. Arkadaşlığa aykırıydı bu. Ben ki asla ona kıdemlilik taslamamıştım. Sordum ne oldu, diye.

-Sorma ya, kıdemi bıraktık beş gün daha askerlik yaptık!

Anlattı, askerliği eksik yaptığı anlaşılınca askerliğini tamamlaması gerekmiş. Bin bir rica ile askerliği yaptığı yerde değil, bağlı bulunduğu askerlik şubesinde tamamlaması gerekmiş.

Ceket kravat, ilk gün birkaç saat komutanın yanında oturduysa da; komutanın talimatıyla çay ocağında sohbet ederek tamamlamış eksik askerliğini arkadaşım. Yine ceket kravat, tam tekmil.

Aklıma İmin nene geldi, anlattım, dedim ben şerbetliyim, bir daha bulaşırsan bana başına daha kötüsü gelir!

ŞİKAYET ETMEYİ SEVİYORUZ



Şikayet etmeyi seviyoruz. Ama yetkili merciye, sorunu çözecek kişiye değil, arkadaşımıza, eşimize dostumuza. Seviyoruz şikayet etmeyi, dert yanmayı. Sorunu çözecek kişiye edersek şikayetimizi, o zaman çözülür, konuşacak konumuz kalmaz.

Uzayda yaşamıyorum. Söylenen, istenen herşeyin yapılmadığını, savsaklandığını, çözüm üretecek mevkilerde sorun çözecek değil de dert yanacak insanların oturduğunu biliyorum. Hatta bir defasında, beş yıl başbakan yardımcılığı daha önce de yine yetkili mevkilerde bulunmuş sayın büyüğümüzün  de dert yandığına şahit olmuşluğum da var. Düşündüm de eğer bir sorunun çözümü için beş yıl başbakan yardımcılığı da yetmiyorsa vay halimize.

Benim dediğim; bütün bu şartlarda dahi yapılacak şeyler var. Hiç olmazsa onları yaptıralım.Küçükten başlayalım, yapa ede işi ilerletelim.Ama aynı zamanda daha büyük sorunlarımız için talepte bulunmayı, çözümü için kafa yormayı da elden bırakmayalım.

Rivayet odur ki; Galatasaray UEFA Kupasını  aldığında sadece bir futbolcunun sözleşmesinde varmış, primi. Yazılan miktardaki primi sadece o futbolcu almış, Hagi. Büyük takımlarda oynadığı için, yazıyormuş sözleşmesinde. Kimin aklına gelir UEFA'nın alınacağı, bizim futbolcular için. Benim de tesadüfi var bir öyle prim durumum.

Dünyada en eski devlet geleneği olan toplumlardan biriyiz. O nedenle çok eski kurumlarımız, kurallarımız var. Mevzuatımız mükemmel.Tek eksiğimiz, o mevzuatın varlığından haberli yöneticiler ve haklarının farkında, talep edebilen bir halk.

Yıllar önce eski işyerimde daktilo ile çalışıyoruz. Fakat çok zor. Daktilo ve facit hesap makinalı yıllar. Sonunda paramız yetti ikinci el bir dizüstü bilgisayar alabildik. Sürekli gezdiğimiz için masaüstü işimizi görmezdi.

Amacımız, işlerimizi bilgisayarla yaparak amirlerimizi bize bilgisayar almaya ikna etmekti. Yoksa kurumumuz ülkemizin en büyük kurumuydu, her yıl kurumlar vergisi rekortmeniydi. Bize bilgisayar alınması zor değildi o nedenle. Fakat yeni nesil meslektaşların çabaları da işe yaramıyordu. İkna etmek zordu yönetenlerimizi. Lafa gelince muassır medeniyet seviyesi, icraata gelince şimdi sırası mı, yanıtı.

Arkadaşlarla sürekli bu konuyu konuşuyoruz fakat çözüm yok. Sonunda dayanamadım.Baktım yönetmeliğimizde madde var. Demirbaş ihtiyaçları karşılanır, diye. Oturdum bir yazı yazdım.

-Bildiğiniz üzere çalışmalarımızda bilgisayardan yararlanılmaktadır. Fakat eski model olması nedeniyle çalışmalarımızda sorun yaşanmaktadır. Yönetmeliğe göre, tarafıma taşınabilir bilgisayar, yazıcı ve bilgisayar çantası alınarak gönderilmesini arz ederim.

Gönderdim fakat kimseye bir şey söylemedim. Daha önce bu önerime yanaşan arkadaşım olmamıştı çünkü.

-Neden isteyelim ki; yönetenler düşünsün!

-İstesek alacaklar mı sanki, yazdığınla kalacaksın!

Aradan on gün geçti, bir kargo elemanı. Baktım bir çanta, yazı ekinde gelmiş. Açtım amirime teşekkür ettim. Ki aramız çok kötüydü. Bilgisayarım da alınacakmış yakında, genel müdür talebimi onaylamış. Diğer arkadaşlara da söyleyebilir miyim,dedim. Tabi ki, yönetmeliği iyi hatırlattınız, o nedenle alınması kolay oldu, dedi amirimiz.

Bir kaç ay sonra bir telefon. Merkezin hesaplarını denetleyen arkadaş görmüş bana çanta alındığını, sordu, anlattım yazı yazdığımı, herkesin talep edebileceğini. Fakat bir hareket olmadı, bir burun kıvırma hali de var hafiften. Ala ala bir çanta alabildin, ne var bunda?

Aradan bir kaç yıl geçti. Bilgi İşlem Dairesi benim talebimin toplu bir alımla yerine getirileceğini bildirmiş yazıyla. Duyduk ki yirmi tane bilgisayar alınmış, biz ise altmış kişiyiz. Tabi ki başladı paylaşım kavgası.

-Gençlerin bilgisayarı var, olmayana verilsin.

-Yaşlılar bilgisayardan anlamıyor, aldıkları bilgisayarları çocukları kullanacak.

Herkes kulis peşinde. Bilgisayarın kendisine verilmesini istiyor.

-En kıdemliden başlasın!

-Hayır en kıdemsizden!

Ben de öyle bir yerdeyim ki, sondan da verilse baştan da verilse bana isabet etmiyor. Tam ortadayım. Fakat iki gurup da beni yanına alma çabası içinde.

-Siz gençsiniz, sondan başlasın dağıtım!

-Sen genç sayılmazsın, baştan başlasın!

Sonunda dayanamadım, açıkladım.

-Ben iki yıl önce bir yazı yazmıştım. Genel Müdür de olur vermiş, bana bilgisayar ve çanta alınması için. Çanta geldi, bilgisayar da ilk alındığında verilecek diye talimat var. Benim alacağım belli, o nedenle dilekçe yazmıyorum. Biri benim, siz kalan bilgisayarlar için çaba gösterin.

Nitekim öyle de oldu. Dilekçe yazmadan bilgisayar sahibi olan çok az kişiden biri de bendim. İki yıl önce talep ettiğim için.