KIRK YIL ÖNCE KIRK YIL SONRA


Bir saat önce.  Sokağımın başındaki kuruyemişçideyim. Kimse yok, satıcı ve ben baş başayız:

-Soda var mı?

-Dışarıdaki dolapta!

-Görüyorsun ki ellerim dolu.

Yanıt yok. Sadece “ne yapalım o zaman” anlamında bir işaret. Sodasız viski içmeyi göze alarak eve dönüş.
***

Kırk yıl önce. Germencik İstasyon Mahallesinde,  küflü, boyası dökülmüş tabelasında “Yeni Bakkal” yazan İrfan Amcanın dükkanındayım. Elimde de veresiye defterimiz:

-Beş tane ekmek!

İrfan Amca, çekmeceden çıkardığı parayı bana uzatarak:

-Bende kalmadı, al şu parayı, fırından alıver oğlum. Ver defterini!

İrfan Amca, veresiye defterimize beş ekmek yazdıktan sonra parasını bana uzattı. Ben o parayla gittim fırından beş ekmek alarak eve döndüm.

Evet, kırk yıl önce, tütün parasından tütün parasına yıllık veresiyeyle bize her türlü ihtiyacımızı veren İrfan Amca. Paramız olmadığını bildiğinden kendisinde olmayanın parasını bize vererek başka yerden almamızı sağlayacak kadar empati yeteneğine sahip, bizi mağdur etmemeyi düşünen bir bakkal, diğer yandan her zaman parasını peşin aldığı yirmi yıllık müşterisine, iki elinin de dolu olduğunu gördüğü halde sodayı dışarıdaki dolaptan almasını söyleyen bir başkası.

Türk Esnafının kırk yılda geldiği yer. Hayırlı olsun!

ÇOK TEHLİKELİ HAREKETLER BUNLAR!


Tam otuz sekiz yıldır yollardayım. O nedenle emeklilikteki en büyük hayalim, mümkünse bir daha otogara gitmemek ömrümün sonuna kadar. Yani o derece bıkmışım yollardan, otobüslerden, muavinlerden, yazıhanelerden vs.

Bu tecrübemle söylüyorum ki,  ramazanda iftar ve sahur için otobüsün mola verdiğine çok tanık olmama rağmen sadece bir defa namaz kılmak için otobüsün durdurulmasını isteyen yolcuya rastladım. Çok kalabalık ve ısrarcı oldukları için de ilk görülen mola yerinde durularak yerine getirildi yolcuların bu isteği.

Genelde güncel olaylara mesafeli olsam da bugünlerde okuduğum ve internette dolaşan bir slogan beni çok rahatsız etti nedense:

-Namaz molası vermeyen “bilmem ne” firmasını boykot edelim!

Yukarıda da dediğim gibi bunca yıllık yolculuk hayatımda namaz da oruç da sorun olmamıştır. Sahur ve iftarda mola verildiği için zaten soru n yoktu. Sanıyorum namaz da en azından her üç saatte bir mola verildiği için sorun olmadı şimdiye kadar.

Yoksa bunca yıl birlikte seyahat ettiğim bütün insanları “alnı secde görmemiş insanlar” olarak nitelemek gerekir ki bu da sanıyorum çok büyük bir haksızlık olur.

Eskiden okullarda çeşitli nedenlerle boykotlar olurdu. Ancak sınav günlerinde sınava hazırlanmamış olanların aşırı boykot taraftarlığı da dikkat çekmiştir her zaman. Benzer nedenle,” yolculukta namaz molası vermeyen firmaları boykot etme çağrısı” da bende bir mağduriyet yerine başka amaçlar çağrıştırdı nedense. Bunca sene sorun olmayan bir şeyin sorun olması veya “namaz molası veren firma” yokken sadece bir firmanın hedefe konmasının başka nasıl izahı olabilir ki?

Fakat hangi nedenden olursa olsun çok tehlikeli bir girişim bu. Biz daha din ile devlet işlerini birbirinden ayıramamaktan kaynaklanan sorunlarla uğraşırken bir de dinle ticareti birbirine karıştırırsak ülke çok kötü günlere gebe demektir. Bu girişimle, insanları birleştirme çabaları büyük bir darbe alır ve yaşamın her alanında ayrımcılık ortaya çıkar.

Bunun sonu nereye varır?

-Zekatımdan havale ücreti alan x bankasını boykot edelim!

-Derse besmele ile başlanılmayan bu okulu bırakalım!

-Hacca gidenlerden ücret alan havayolu şirketini dinsiz ilan edelim!

-Sattığı malı helal etmeyen şu AMV’den alışveriş yapmayalım!

-Ortalıkta kurban kesmemize izin vermeyen belediye başkanını bir daha seçmeyelim!

Liste uzayıp gider.

Evet beyler, çok tehlikeli hareketler bunlar. Aklınızı başınıza alın ve yol yakınken vazgeçin. Kavganız neyse ve kiminleyse onunla yapın. Dini de, ibadeti de, milleti de bu işe karıştırmayın!

YAZAN İNSAN YALNIZ İNSANDIR!


Yeni bir yere, bir topluluğa girildiğinde, önce etrafı gözlemek, ortamı anlamaya çalışmak olası iletişim kazalarını önlemek bakımından önemlidir. Hatta karanlıktan aydınlığa veya aydınlıktan karanlığa ani geçişlerde gözlerimizin kısa bir süre görmemesi de bundandır belki de.

Ben de Milliyet Bloga gireli yaklaşık bir buçuk yıl oldu. Bu sürede yaklaşık 460 yazı ve 10’a yakın galeri paylaşmışım. Yaptığım paylaşımlar kendi açımdan yeterli olsa da yaptığım yorum ve yapılan yorumlara verdiğim cevaplar son derece yetersiz görünmektedir.

Ayrıca diğer yazarları okuma, tartışmalara katılma, buluşmalara iştirak etme ve Milliyet blog hakkında görüş belirtme hususlarında da kendimi son derecede zayıf gördüm. Ancak bazı arkadaşların ”yorumlara cevap vermem” veya en azından “teşekkür etmem”  gerektiği konusundaki ısrarları beni düşündürmedi de değil.

Benim yazı maceram, “zembereğin boşalması” gibi kafamdakileri bir an önce kağıda dökme telaşı içinde geçtiğinden durup etrafıma bakma fırsatım olmadı. Tek düşüncem yazmak ve bir an önce paylaşmaktı. O nedenle etrafımda olan bitene detaylı bakamadım; diğer yazıları okuyamadım, yorum yapamadım ve hatta yazılarıma yapılan yorumlara da yanıt veremedim.

Benim nezdimde yazı, yolda bulduğumuz ve öpüp bir kenara koyduğumuz ekmek kadar kutsaldır. Yazmak ve okumak eylemi de neredeyse bir ibadet hükmündedir. Hele hele yazdığımı okuyan ve altına kendi görüşlerini yazan insanların da başımın üzerinde yeri vardır. Eğer ki yorumlarına yanıt vermemek bir saygısızlık olarak algılandıysa buna çok üzülürüm.

Ancak sonuç olarak insan, kendi açısından yapması gerektiğini yapar. İstese de başka türlü davranamaz. Zira benim açımdan yazar yalnız insandır. Diyeceği vardır ve demiştir. Okur da okumuş ve altına ne anladığını veya yazara söylemek istediğini yazmıştır. Bence konu da burada kapanmıştır. 

Eğer yazar yanlış anlaşılmışsa, derdini okuyucuya anlatamamışsa onun sorunudur. Yazının altında uzun tartışmalara girmek, yazının amacını aşar hatta değerini düşürür bence. Diğer yazarları okumak, yorum yazmak, toplantılara katılmak tamamen kişisel bir tercihtir. Olması veya olmamasının yazı anlamında bir önemi yoktur. Tabi ki okumayan biri asla yazamaz. Ancak yazarın nereden besleneceği, ne okuyacağı, ne yazacağı ve kimlerle ne tür bir iletişim kuracağı tamamen kendi bileceği bir iştir.

Sonuç olarak yazar, yalnız insandır ve sadece yazdığından mesuldür. Tabi ki yazdıklarına uygun davranmak şartıyla!

KADERİMİZ GERÇEKTEN ELİMİZDE Mİ?


Uçaktan inmiş valizimi bekliyorum. Yine sona kalınca isyan ettim:

-Bir kere de ilk arabadan çıksın valizim!

Gerçekten de yaptığım yüzlerce uçak yolculuğunun hiçbirinde hemen valizini alanlar arasında olmadım hiçbir zaman. Genelde herkes valizini alır, bekleyenlerine kavuşur hatta belki evine bile varır. Ben hala valizimi bekliyor olurum.

Bir gün arkadaşıma yakınınca sordu:

-Havaalanına erken mi gidiyorsun?

Tabi ki. Beni geç kelimesiyle yan yana getirmek olanaksızdır. Bütün randevularıma erken gider, zamanında geleni de beklemekten bitap düşmüş bir suratla karşılarım. Doğal olarak, havaalanına ve garaja da erken gider, valizimi erken teslim ederim.

Arkadaşımın anlattığına göre, havaalanına erken teslim edilen valizler nasıl oluyorsa inişte en son alınan valizler oluyormuş.

Anladım ki, kaderin bir suçu yok. Valizi erken teslim ederek geç almama neden olan benmişim bilmeden.

Kaderin bir suçu yok anladık. Peki,  kurallara uyan, gitmesi gereken yere erken giden, valizini erken teslim edeni cezalandıran bu sistemi de ben mi kurdum yani?

Çok güzel bir vefa örneği



Evlerde aile büyüklerinin, işyerlerinde eski yöneticilerin ve devlet dairelerinde de eski valilerin, kaymakamların veya yöneticilerin sıra sıra asılı fotoğraflarına çok defa rastlamışımdır.

Fakat Bafra'da Tonyalı'nın Yeri isimli çay ocağında, yanyana dizili fotoğrafları görünce çok şaşırdım. Zira bir-iki tane olsa aile büyüklerinin fotoğrafı olurdu. Neydi bu onlarca çerçevelenmiş ve duvara asılmış fotoğralar?

Sordum, aldığım cevap beni şaşırttı. Duvarda fotoğrafı asılı olanlar, çay ocağının vefat eden müşterilerine aitmiş. Kahveci, vefat eden eski müdavimlerine vefasını göstermek, onları hatırlamak istemiş.

Öldüğümde duvara asılmak üzere fotoğrafımı vermek istediysem de kabul edilmedi. Öyle tesadüfen geçerken bir çay içerek oraya fotoğrafını astırmak mümkün değilmiş.

Vefa da sevgi de hak edilmeyi gerektirirmiş.

TATİL YOLUNDA YAPILACAK EN İYİ ÜÇ ŞEY


Bayram tatili geldi çattı. Herkes yollara düşecek.Bayram sonrası da ramazan nedeniyle tatil yapamayanlar. Tavsiyem özellikle Bodrum, Didim ve Kuşadası'na gideceklere. 

Yol üzerinde, Ortaklar, Germencik civarında yapılacak üç iyi şey:


Çöp şiş yemek



Ayran içmek


Üzerine de taze incir...

                                                                    Afiyet Olsun...

NİKAH DÜŞÜYOR MU?


-Polis gibi düşünerek bu cinayeti çözemezsin, ancak katil gibi düşünerek çözebilirsin!

Bir filmde, amirinin dedektife söylediği bu söz, yaşamın birçok alanında olayları çözmeye, insanları anlamaya yardımcı olur. Ancak bu anlık bir empati ile değil, karşıdakinin düşünce sistemini bilmekle mümkündür.

Günümüzde insanlar arasında örülmüş kalın duvarlar var. Fakat insanlar bunun farkında değil. Bazen öyle olaylar oluyor ki insanlar birbirini hiç tanımadıklarını o zaman anlıyorlar ve doğal olarak şaşkınlığa düşüyorlar.

Efendim, kız ve erkek tarafı birlikte aynı minibüsle düğüne gidiyorlar. Erkek tarafından yaşlı bir adam, sitem ediyor:

-Gelin, nişanda elim öpmedi!

-Öpmez tabi amca çünkü sana nikah düşüyor!

-Siz ne diyorsunuz manyak herifler. Ne nikahı, benim yaşım yetmiş!

İşte, iki ayrı dünyanın karşılaşması bu. Bir taraf için saygı ifadesi olan el öpme, diğerleri için “yasak bir temas” mahiyetinde ve günah.

Bir taraf, elinin öpülmemesini saygısızlık olarak görürken diğeri için bu gayet normal. Bunun sınırı da “nikah düşmesi”.

Kadın “nikah düşmeyen” baba, kardeş, oğul vb. en yakınındakiler hariç kalan bütün erkeklerin kapsama alanına girmektedir ve o nedenle uzak durması gerekmektedir.

İşte bu “nikah düşme” kavramının üzerine belli bir kesimin karşı cinsten uzak yetişmesini, bundan kaynaklanan “açlığı” da üzerine koyarsanız, günlük hayatta karşılaştığınız ve sizi şaşırtan şeyleri anlamanız mümkündür.

Kısacası, bazı beyinlerde kimin, kimin "kapsama alanında" olduğunu bilirseniz, ondan sonra sizinle neden tokalaşılmadığını, neden haremlik-selamlık oturulduğunu, hatta neden bazı fotoğrafların mozaiklendiğini ve bazı filmlerin makaslandığını anlayabilirsiniz.

BENDEN YAZAR OLMAZ


Oktay AKBAL’ın “Yazardan yazara ders” başlıklı yazısında,  Anton Çehovun Maksim Gorkiye  ders verir gibi yazdığı bir mektuptan alıntılar var. Çehov, mektubunda, uzun tasvirleri, sıfat ve zarfları kaldırmasını salık veriyor. Bunların okuyucuyu yorduğundan bahsediyor. “Adam çimene oturdu”, “güneş battı” diye yazmak yeterlidir, gerisini okuyucu hayal etsin, diyor benim anladığım.

Gorki de yanıt vermiş:

Dedikleriniz haklı, doğru! Bir türlü kaldırıp atamıyorum. Elimi tutan bayağı olmak korkusu!

Bu yazı yüreğime su serpti. Zira tembelliğimden ve üşengeçliğimden zaten uzun tasvirlerim, sıfatlarım ve zarflarım yok yazılarımda. Gorki gibi “bayağı olma” korkum da yok. Aziz Nesin için bir zamanlar bu yönde yapılmış eleştiriler de aklımda. Hatta Mina Urgan’ın “çok okunuyorum, bayağı mı yazıyorum acaba” korkusu bende yok. Okunayım yeter ki!

Beni umutsuzluğa sevk eden, gerçekten kurguya bir türlü geçemeyişim. Benim yazı maceram, eş-dostun “senin rakı muhabbetin iyi, yaz bunları” dolduruşundan kaynaklanıyor. Sofrada oturacak ve beni dinleyecek birilerini bulduğum sürece sorun yoktu. Fakat sofrada kimse kalmayınca bu sefer uzun telefon sohbetleri başladı. Ve her seferinde de “bunları yazmalısın” tavsiyeleri geldi.

Ne zaman ki artık evde, işte, sokakta, rakı sofrasında ve hatta telefonda anlatacak kimse kalmadı, o zaman “madem bu kadar ısrar var, yazayım bari” düşüncesiyle başladı yazı maceram. Doğal olarak da sadece ve sadece ben diye başlayan ve geçmişi anlatan yazılar.

Esasen benim akademik bir çalışmam, derin araştırmalarım olmadığından zaten bunlardan başka anlatabileceğim ve yazacağım şey yok.

Bir yerde okuduğum tavsiyeye göre de zaten herkes yazmaya böyle başlıyormuş. Daha sonra da gelsin kurgu, gelsin hayaller. O yüzden kendimi ve geçmişimi anlatmaktan ve basit yazmaktan gocunmadım hiçbir zaman. Madem herkes öyle başlamış, her şey yolunda demektir.

Evet, yazı maceram başlayalı tam üç yıl oldu. Dokuz yüze yakın yazı yazdım. Fakat hala kurgu ve hayale dair içimde uyanan bir şey yok.  “Ben” diye başlayan ve geçmişimi anlattığım romanıma başlasam da en son yaşadığım bir olay beni iyice umutsuzluğa sevk etti. Kendimi ve geçmişimi bunca yazmama rağmen etrafımda yazılacak şeylerin ardı arkası kesilmiyor ki kurgu ve hayale dayalı bir şeyler yazabileyim.

Efendim, Eski Datça’yı geziyoruz. Arabayı park ettikten sonra tesadüfen girdiğimiz bir sokağı sonuna kadar gitmemize karşın Can Yücel’in evine rastlayamadık. Sokak bitince “geldiğimiz yerden dönmeyelim başka sokakları da görelim” düşüncesiyle yan sokağa saptık. Biraz gittikten sonra da sokak bitti. Biz hala ne Can Yücel’in evini bulabildik ne de geldiğimiz yeri.

Kısacası öğlenin sıcağında, Eski Datça’da, çıkmaz bir sokağın çıkmayan bir yerindeyiz.(Kaybolduk demeye dilim varmıyor) Derken daracık sokakta bir araba ve onun acemi sayılabilecek bayan şoförünü görüyoruz. Umutla “Can Yücel’in evine nereden gidebiliriz” diye soruyoruz.

Yani Allahtan mimik diye bir şey var. Zira sorduğumuz kadın bir yabancı. Konuştuğu dilin ne olduğunu anlayamayacağımız kadar yabancı biri. Mimiklerinden “görmüyor musun şu daracık sokakta dönmeye çalışıyorum, bir de sizinle mi uğraşayım, gidin başımdan” dediğini şıp diye anladım. Bu arada küfür ettiyse bile ben her bilinmezi iyiye yorduğum için buna ihtimal vermedim.

Biz kan ter içinde yönümüzü bulmaya çalışırken bu sefer bir baba-oğula rastladık. Sevinçle sorumuzu tekrarladık.

Aldığımız yanıtın geçen seferden tek farkı, konuşan adamın İtalyan olabileceği hususundaki kuvvetli emare oldu. İtalyanca bilmesek de adam bizim kaybolduğumuzu anladı ve eliyle patika bir yolu işaret etti. O patika yol da bizi hem Can Yücel’in evine, hem Eski Datça’nın merkezine hem de soğuk bir limonata ile serinleyebileceğimiz Antik Bara çıkardı.

Şimdi, “Çölde Kutup Ayısına rastlamanın” fıkra olarak anlatıldığı bir zaman diliminde, kendi memleketinde kaybolup rastladığı ve yol sorabileceği iki kişinin de yabancı çıktığı ve birinin mimik tarifiyle yolunu bulabilen birinin etrafında anlatacağı olaylar biter mi ki kurguya geçebilsin?

Bu olaydan sonra iyice emin oldum ki benden yazar falan olmaz. Ben bin yazı daha yazsam etrafımdaki olan-bitenin, anılarımın sonu gelmez. Değil mi yazdıkça hayat bana yazacak yeni şeyler yaşatıyor, o halde ben asla kurguya geçemeyeceğim demektir.

En iyisi mi ben, basit şeyler yaşayan, bunları önemliymiş gibi anlatan, anlatacak kimsesi kalmadığı için de bunları yazıya döken bir fani olarak göçüp gideyim bu dünyadan. Yazarlık da kurgu ve hayallerini yazabilenlerin olsun!

 MERAKLISINA:

BİKİNİNİ TOPLA!


Datça’da tekne gezisindeyiz. Domuz ini ’ne varınca kaptanımız bir saat yemek ve yüzme molası verdi. Anons duyulur-duyulmaz attık kendimizi denize. Suyun altından gidebildiğimiz kadar  da gittik. Tam kafamızı suyun üzerine çıkardığımızda ise umulmadık bir manzara ile karşılaştık.

Teknede yeni tanıştığımız kızlardan birinin bikinisinin üzeri gevşemiş, göğsünün biri de dışarıya fırlamış. O ise olanlardan habersiz yüzünü kapatan saçlarını arkaya atmakla meşgul. Eşim telaşla haykırdı:

-Ayşe, bikinini topla!

İşte, insanın “iyi ki evliyim” dediği anlardan birisi. Öyle olmasa ne yapacağını şaşırır insan. Söylesen bir dert,  söylemesen bir başka türlü dert. Şöyle konuşmalar kuvvetle muhtemel:

-Bikininiz açılmış!
-Sen orama bakmaya utanmıyor musun?
***
-Maalesef bikini üretimini beceremiyoruz. Zira gevşemiş, ne varsa dışarıda!
-Sizin başka işiniz-gücünüz yok mu?
***
-Maşşallah, yerinde duramıyor seninki!
-Öyledir, kih kih kih!
***
-Aşk olsun.Bikinim açılmış insan söylemez mi?

Aynı durum, fermuarını açık unutmuş, siz uyarmazsanız bir boy aynası görene dek öyle gezmesi muhtemel erkekler için de geçerlidir:

-Dükkanlar, açık kalmış!
-Önemli değil, içeride çırak var!

Tabi ki herkes böyle pişkin değildir. Fermuarını açık unuttuğu için neredeyse intiharı düşünecek kadar utanç duyanlar da vardır.

Her iki olaydan da anlaşılacağı üzere bazı durumlarda insan ne diyeceğini, ne yapacağını bilemiyor. Tabi ki insan birine bir şey söylerken ne amaçla neden söylediğinden emindir. Fakat bu yeterli değildir. Burada söyleyenin söyleme biçimi değil söylenenin olayı karşılama biçimi önemlidir.

Yanlış bir anlama, söyleyeni söylediğine pişman edebilir. Hatta daha kötü sonuçlar da doğurabilir. Uzmanların “iletişim kazası” dedikleri de budur.

Günümüzde iletişim olanaklarının artmasıyla yüz yüze iletişim, neredeyse yerini işaret diline bıraktı. İletişimde ne kadar az duyu kullanılırsa iletişim kazası riski de o ölçüde arttı. İnsanların tanıdığı insanlarla beş duyu kullanarak yaptığı iletişimde bile kazalar yaşanırken hiç tanımadığı insanlarla, neredeyse işaretlerle yapılan iletişimlerinde her gün olmadık kazalara rastlaması gayet normal. Bunun sonucunda da yanlış anlamalar sonucu çıkan kavgalar, kırılan kalpler, edilen sitemler ve yıkılan arkadaşlıklar.

Demem o ki, nasıl trafikte artan araç ve insan sayısı kaza riskini artırıyorsa günümüzde iletişimde bulunulan insan sayısı, bunlarla yapılan iletişim sayısı ve şekli arttıkça kaza riski de artıyor.

Herkese yanlış anlamasız ve iletişim kazasız günler dilerim.

YAŞAMIN SÜRPRİZLERİ BİTMEZ


Yaş ilerledikçe, yaşam kendini tekrar etmeye başlıyor. Yeniliği, sürprizi olmayan bir yaşam ise ileri yaşlarda iyice çekilmez hale geliyor. Bu nedenle orta yaş insanı, onbeş-yirmi yıl sonrasını çok daha tekdüze, çok daha çekilmez buluyor. O nedenle de o yaşlardaki insanların yaşama azmini, yaşama tutunma çabasını anlayamıyor:

-Hayat bu yaşta çekilmiyor ki bunlar neden hala şu dünyaya kazık kakmaya çalışıyorlar?

Bende de yavaş yavaş oluşmaya başlayan bu fikir,bu öğleyin gördüğüm bir manzara nedeniyle yerini yaşama azmine bıraktı.

Efendim, Karşıyaka Çarşısında rutin öğle turundayız. Temmuz güneşi tam tepemizde. Sıcaklık yaklaşık kırk derece civarında. Tam Tiyatro Sokağına geldik ki sokakta muazzam bir kalabalık ve uzun bir kuyruk. Kuyruğun ucu, diğer sokağa doğru uzuyor.

Kuyruğun başladığı yeri görünce şaşkınlığımız ve merakımız daha da arttı. Zira kuyruğun başı, kuyruktakileri sıraya sokan ve belli aralıklarla içeriye sokan görevlinin kapısında durduğu yer bir kitapçı dükkanı; Pan Kitapevi.

Şöyle bir hafızamı yokladım, evet bir kitapçı kapısında gördüğüm ilk kuyruk değildi bu. Okul zamanı, okul kitaplarının sadece orada satıldığı kitapevlerinin önünde veya bazı yazarların imza gününde böyle uzun kuyruklar görmüşlüğüm vardır. Fakat öğle sıcağında, temmuz ayında ve hatta bir ramazan ayında bir kitapevinin önünde görmüşlüğüm yoktur. Nedir bu kuyruğun nedeni?
Arkadaşlardan yorumlar gelmeye başladı:

-Ucuz kitap kampanyası vardır!

-Yılmaz Özdil’in imza günü vardır!

Bunlar en güçlü olasılıklar olsa da yine de akla mantığa uygun değildi. İşin içinden çıkamayınca kuyruktakilere yaklaşıp sorduk:

-Galatasaray’ın maç bileti kuyruğu!   

Hoppala, gel çık işin içinden. Tekrar sormaya mecalimiz kalmadığından merakımızın kalanını gidermek için işyerine sabırsızlıkla götürdü ayaklarımız bizi. İnterneti açtık ve öğrendik ki Galatasaray’ın 4 ağustos günü Lazio ile yapacağı hazırlık maçı Atatürk Stadında oynanacakmış. Gördüğümüz kuyruk da o maçın biletlerinin kuyruğuymuş.

Ey hayat, anladım ki yaş ne kadar ilerlese de ne her şeyi bildiğimizi sansak da hala senden öğreneceğimiz çok şey var ve sürprizlerin de asla bitmeyecek. Bir ramazan ayında, kırk derece sıcakta bir kitapevinin önünde, Galatasaray’ın hazırlık maçı için insanların uzun kuyruklar oluşturabildiğini gösterdin sen bize.

Böyle giderse ister misin bir gün de Galatasaray-Fenerbahçe Derbisinin İzmir’de oynandığını görelim.Hatta kendimizi de bir kitap evinin önündeki kuyruğun içinde!