KADINLARI TACİZDEN KURTARACAK PANTOLON


Her medeni insan gibi kadınlara yapılan taciz ve tecavüzler beni de çok rahatsız ediyor. Zaman zaman çareler düşünsem de bu konuda mucizevi bir formüle ulaşabilmiş değildim. Ta ki dün sabaha kadar.

Dün sabah otobüste önümde çok güzel bir kadın oturuyordu. Birkaç durak sonra kadın inmek için ayağa kalkınca şiddetle irkildim. Zira önümde yan yana iki piton yılanı dikey halde duruyordu. Kadın biraz daha bana yaklaşsa veya yanıma oturmaya kalksa derhal kaçardım oradan.

Tamam, kadınlar leopar desenli kıyafetler giyiyorlar, yılan derisinden cüzdan ve timsah derisinden de çanta kullanıyorlar, biliyorum. Fakat bu gördüklerimiz hayvanların aslı ile birebir aynı ebatta olmadıklarından bize o hayvanları hatırlatmıyorlar. Fakat bu piton yılanı desenli pantolonlar öyle değil. Aynı ebatta bacaklarda birebir yılan görmüş etkisi yaratıyorlar.

Bence bu piton desenli pantolonlar kesinlikle kadınları tacizden korur. Düşünebiliyor musunuz, bir kadının üzerinde iki piton yan yana dik halde duruyorlar ve de kımıldıyorlardı.  Yılan zaten soğuk hayvan. Böylesini görünce kim cesaret edebilir bu kadına dokunmaya?

Diyorum ki, ilk denemeyi önümüzdeki yılbaşı Taksim’de yapalım. Kadınlar bu yılan desenli pantolonlardan giyip gelsin. Bakalım yine de olacak mı taciz?

BU DİYET BİZİ BOZAR ARKADAŞ!


TRT Haber’de haberler bitti, ardından Reçetesiz Hayat programı başladı. Programın başını kaçırdım ancak baktım incirden ve nardan bahsediyor. Anladım ki bizim Aydın’da çekilmiş. 90 Yaşındaki nenem, incirin ve narın yararından bahsetti. Ardından nenemim bahçesine geçildi. Nenem marulunu yiyip bir yandan da “n'edi-batı len bu gız?” şeklinde bakarken sunucu hanım da roka, kereviz gibi koyu yeşil yapraklı sebzelerin yararlarından bahsetti.

İlk bölümde programı çok beğendim ancak ayılmadım. Derken 90 yaşını aşmış bir başka hanımefendi daha gösterildi. O da sağlıklı yaşam hakkında uzun uzun konuştu. Tam ben sağlıklı yaşam konusunda bilinçlenmenin mutluluğunu yaşarken konuşmasındaki bir cümle beni kendime getirdi:

-Rahmetli beyim de et sevmezdi. Hep sebze yer, sağlıklı beslenirdik!

O an bende jeton düştü; demek bir saattir anlatılan sağlıklı ve antioksidan beslenme şekli beyleri rahmetli ediyor, hanımları ise torunları ile mutlu-mesut yaşatıyor.

Hemen bir bira açtım kendime. Bundan sonra da, yok yeşil yapraklıymış, yok antioksidanmış ben anlamam arkadaş. Ben uyandım, diğer erkekleri de uyarıyorum:

-Bütün sağlıklı yaşam programları ve formülleri bizi “rahmetli beyim” statüsünden korumaya yetmiyor. Uyanalım, birleşelim ve istediğimiz gibi yaşayalım. Bu sağlıklı yaşam formülleri bizi bozar arkadaş!

YILLIĞIMIZI İSTİYORUZ!


Uludağ Üniversitesi-İ.İ.B.F. 1985 yılı mezunları olarak şanssız bir nesiliz biz. Önce YÖK öncesi bir yıl okuduk. Vize falan yoktu. YÖK kurulduktan sonra önce iki fakülte (Bursa İktisadi ve Ticari Bilimler Akademisi ile Bursa Üniversitesi İktisadi ve Sosyal Bilimler Fakültesi) birleşti. Sonra yeni açılan yedi bölümden birini ne olduğunu bilmeden seçtik.

Ardından ne kadar sınıf geçme sistemi varsa üzerimizde denendi. Öyle ki her yıl bir başka sistemle karşılaştık. Bir sene aldığımız notlarla ertesi sene kalır hale geldik.

Diyeceksiniz ne var bunda herkes yaşadı? Evet yaşadı. Fakat bizim devre üzerine bir de yıllıksız kaldı. Bir üst devremiz ve alt devrelerimizin mezuniyet yıllığı çıkarken bizimki nedense çıkmadı. Aradan geçen 28 yıla karşın ne verdiğimiz para, fotoğraf ve yazıları alabildik ne de akıbetini öğrenebildik.

Sonunda Facebook sayesinde tekrar bir araya gelince “ne oldu bizim yıllık?” sorusunu sorduk ve o zaamnın yıllık komitesinin peşine düştük. Bu amaçla da Facebook’ta “Yıllığımızı istiyoruz-Uludağ İ.İ.B.F. 1985 Mezunları adıyla bir gurup kurduk.

Gazamız mübarek Olsun!

Gurubun amacı ve adresi:

YILLIĞIMIZI İSTİYORUZ!

Uludağ Üniversitesi İ.İ.B.F. 1985 Mezunları (1981 girişliler) olarak maalesef torunlarımıza gösterebileceğimiz bir yıllığımız bile yok. Paramızı yatırdığımız, özel fotoğraflarımızı ve tanıtım yazılarını verdiğimiz halde bugüne kadar ne yıllığımıza ulaşabildik, ne de akıbetini öğrenebildik.

Gurubumuzun amacı, 1985 Yıllık Komitesi üyelerini uyarmak, hatalarını telafi etmelerini sağlamaktır. Amacımız üzüm yemek, bağcıyı dövmek değildir. 
Komite üyelerini bir an önce yıllığımızı bize vermek için harekete geçmeye çağırıyoruz.

Eylem Planımız:

1-1981 Girişli 1985 mezunlarına ulaşmak.
2-1985 Yıllık Komitesi üyelerine ulaşmak.
3-Komite üyelerine hatalarını gidermek için zaman tanımak.
4-Komitenin duyarsızlığını sürdürmesi halinde:
-Komite üyelerinin ve tebligat adreslerinin tespit edilmesi.
-Komite Üyeleri hakkında Savcılığa suç duyurusunda bulunulması.
-Komiye Üyeleri hakkında tazminat davası açılması.
-Bütün bu aşamalarda, olayın basın-yayın organları ve sosyal medya aracılığı ile kamuoyuna duyurulması.


https://www.facebook.com/groups/298455583614905/


BRANKO'NUN BEŞ GÜNLÜK MEVZUAT TATİLİ




Uzun bir aradan sonra özlem duyduğum ülkeme, eşim ve çocuğumla beraber tatile gelmenin heyecanı içinde nihayet Antalya Hava Limanına geldik… Gümrük işlemleri için sırada beklerken polis önümdeki Almanlara gülücükler yağdırıyor, Almanca ‘hoşgeldiniz’ diyerek giriş işlemlerini seri bir şekilde sonlandırıyordu… Önümüzde birkaç kişi kalmıştı. Sıra henüz daha bize gelmemesine rağmen bir ara işlem yapan polisle göz göze geldik ve bana ‘sen şöyle ayrıl bakalım’ dedi. Şaşkın ve uysal bir halde sıradan ayrılıp gösterilen yere geçtim. Gülücük dağıttığı Almanların giriş işlemini tamamlayan polis derin bir ciddiyete büründü,

-Ver bakalım şu pasaportunu.. dedi.

Pasaportu verirken dilim döndüğünce kendi vatanımda kendi polisimin sert davrandığını, güler yüzlü davranılmayı en az bir Alman kadar hak ettiğimizi ifade etmeye çalıştım.  Bunları dile getirirken sesimin yükseldiğinin farkında değilim.

-Adın Branko mu? dedi polis.

-Evet.. dedim.

Türkiye Cumhuriyeti kimliğimi istedi, verdim. Bu arada eşim sorun olup olmadığını sordu.

-Beni hapse atacaklarmış.. dedim.

 Bunu söylememle beraber eşim feryat figan  ağlamaya başladı.

-Sustur şu kadını.. diye çıkıştı polis.

-Bunları neden yapıyorsunuz, kendi ülkemizde neden ikinci sınıf insan muamelesine tabi tutuluyoruz.. diye yüksek sesle söylenmeye başladım.

Polis, Türk kimliğimdeki ismime bakarak,

            -Pasaporttaki ismin Branko, kimlikteki ismin Baranko?

-Size yanlış kimlik vermişim elimde ismi düzeltilmiş Türkiye Cumhuriyeti kimliği var..

            -Yürü bakalım bunları merkezde anlatırsın…

Diyen polis, eşimin ve çocuğumun göz yaşları arasında ellerimi kelepçeleyerek polis merkezine götürdüler.  Daha birkaç saat öncesine kadar, hasretiyle yanıp tutuştuğum güzel ülkemde, ailemle birlikte tatil hayalleri kurarken bir anda kendimi nezarette bulmuştum.

***
Aslında pasaport zaten bir kimlik belgesi. Polise neden T.C.  kimliğimi verdim ki.. Hadi T.C. kimliğimi veriyorum, isim hatası düzeltilmiş olan kimliğimi verseydim. Hatalı yazılmış ve hükümsüz kimliğimi neden yanımda taşırım ve taşıdığım bu hükümsüz kimliği neden polise veririm gibi bin bir soru beynimde dolaşırken nezarete iki kişi daha geldi. Gelenlerden birisinin yüzü gözü kan içinde, diğeri ise biraz daha iyi durumdaydı.  Aralarındaki tartışma ve konuşmalardan, dolmuş şoförü olduklarını, birinin yolcusunu diğerinin alması nedeniyle tartıştıklarını ve kavga ettiklerini öğrendim.

Bir süre sonra içeriye iri kıyım, kel, göbekli bir polis girdi. Nezarete sonradan gelen dolmuş şoförlerine yöneldi ve daha az yaralı olana,

-Bu adamdan şikayetçi misin lan? diye sordu.

Adam,

-Yok şikayetçi değilim komiserim.. dedi.

-Hadi defol git.. dedi polis.

Adam bunu duyar duymaz koşar adım nezaretten çıktı, gitti. Bu sefer yüzü gözü kan içinde, perişan haldeki diğer adama yönelen polis,

            -Giden adamdan şikayetçi misin lan? diye sordu.

Adam,

-Tabi şikayetçiyim komiserim. Yüzümün, gözümün haline baksana ne hale getirdi..

Bunun üzerine polis, şikayetinden vazgeçmeyen adama, öyle bir vurmaya başladı ki, hani neresi denk gelirse misali.. Acılar içinde kıvranan adam sonunda,

-Hayır komiserim kimseden şikayetçi değilim..

 Dediğinde, polis dayak atmayı bıraktı ve

-Hadi o zaman sen de defol git.. Dedi.

Dayağı atan polis, olan biteni hayret dolu gözlerle izlediğimi fark etmiş olmalı ki;

-Yiğenim bak yanlış anlama, Avrupa’dan  geldin, bilmezsin bizim bu pezevenklerden ne çektiğimizi. Böyle davacıyım derler. Dosyasını, işlemlerini yapar hazırlarsın, sonra bir bakmışsın ‘biz barıştık, davacı değiliz’ diye karşına çıkarlar. Bıktırdı bunlar biz… dedi ve sonra üzerime kapıyı kilitleyip çıktı..

***

Geceyi karakolda geçirdikten sonra sabah beni nezaretten çıkardılar.

Komiser;

Gaziantep Nüfus Müdürlüğü’ne, adımın Branko mu yoksa Baranko mu olduğunun anlaşılması için yazı yazacaklarını, cevabın gelmesinin bir ayı bulabileceğini ama istersem yazıyı bana verebileceklerini, elden takip edilmesi halinde cevabın daha hızlı gelebileceğini söyledi. Yazıyı aldım, karakoldan çıktım, durumu anlamakta güçlük çeken eşime, dilim döndüğünce, kısaca yapmam gerekenleri anlattıktan sonra zaman kaybetmeden bir araç kiraladım ve Gaziantep’e hareket ettim.

***
Anamur civarında yol kenarındaki derme çatma tezgahlarda satılan muzu görünce tezgahın birine yanaştım ve bir koçan muz aldım. Satıcı çocuk bir milyon lira mı dedi bir milyon liraya yakın bir para mı söyledi bilmiyorum. Çıkardım bir milyon lira verdim. Arabaya bindim ve yeniden yola koyuldum. Daha tam hızlanmamıştım ki dikiz aynasında, satıcı çocuğun canhıraş bir halde el ederek arabaya doğru koştuğunu gördüm. Arabayı durdurdum. Çocuk nefes nefese, heyecanla yanıma geldi ve,
           
-Abi sen beni mi kandırıyorsun? Verdiğin para sahte..  dedi.

Sahte dediği parayı gördüğümde gözlerim yerinden fırlıyordu.. Çocuğa bir milyon yerine, tamı tamına bin Alman Mark vermişim.. Heyecanla bin markı çocuğun elinden aldım ve cebimden çıkardığım bir milyon lirayı eline tutuşturdum.

-Ne sahtesi oğlum yaa.. Az önce elinde tuttuğun para tamı tamına bin Alman markıydı, hem de en hakikisinden.. dedim.

Satıcının şaşkın bakışlarını geride bırakarak yeniden yola koyuldum. Dikizden son bir kez baktığımda çocuk, büyük balığı kaçırmış olmanın verdiği kederle, başını iki elinin arasına sıkıştırmış öylece oturuyordu…

***

Nihayet Gaziantep’e geldim.. Yol yordam bilen bir tanıdık ile birlikte Nüfus Müdürlüğüne gittik… Doğduğumda, babamın bana Branko ismini koyduğunu, Alman vatandaşı olmadan önce de adımın Branko olduğunu izah etmem ve istenen belgeleri Gaziantep Nüfus Müdürlüğünden edinmem tamı tamına iki günümü aldı..
Getirdiğim belgeleri Antalya polisi nihayet yeterli buldu ve tatilin son günü pasaportuma kavuştum.. Büyük bir coşku ve heyecanla geldiğimiz Türkiye tatili işte böyle göz açıp kapayıncaya kadar geçti…

***

15 yıldır hafızalardan silinmeyecek böyle bir tatile ne dersiniz…İzmir, 21.02.2013

Enver ŞAHİN

RUS KADINLARININ KALBİNE GİDEN YOL KÜTÜPHANEDEN GEÇİYOR!


Sabah sabah “atalarının izindeki her Türk erkeği” gibi Milliyet.Com.Tr’deki “Rus kadınların kalbine giden yol belli oldu” başlıklı haberi tıkladım. Öncelikle haberin veriliş şekli her Türk erkeği gibi beni de ziyadesiyle memnun etti. Zira haber, “fotoğrafta ağır, yazıda hafif” bir haberdi.

 

Çok güzel bir kadın fotoğrafı ve yanında bir cümlecik kısa bir yazı. Resme bakıp yazıyı okuyunca çok daha mutlu oldum. Hani pazarda sizi çok cezbeden bir şeyi çok ucuz fiyata görürsünüz ya, aynen öyle.

 

Detay vermeyeyim ancak haberden anladığım kadarıyla Rus kadınları:

 

-Öyle iyi aile babası, tasarruflu adam istemiyorlar.(Evdeki çoluk çocuğu ihmal ettik diye vicdanınız sızlamasın)

 

-Maddi durumunuzun iyi olması da gerekmiyormuş.(Param yok diye hemen umudunuzu kesmeyin)

 

-Yakışıklılık, sorumluluk ve çalışkanlık da orta karar aranan özelliklerden.(İlave bir çaba harcamanıza gerek yok, sizdeki yeterli olur sanırım)

 

-Mertlik ve dürüstlük zaten sizde olan özelliklerden. (Büyüklerin Mertlik ve dürüstlük konusundaki nasihatleri nihayet işe yarayacak)

 

-Rus Kadınlarının ezici bir çoğunlukla bir erkekte aradıkları en önemli üç özellik ise sırasıyla, entelektüellik, temiz kalplilik ve güven.( Siz zaten temiz kalpli ve güvenilir birisiniz. Entellektüelliği de dert etmeyin, ona anlamadığı bir dilde (muhtemelen Türkçe) uzun uzun konuşun. Çok şey bildiğinizi fakat onun bunu anlamadığını hissettirin. Zaten dediğiniz anlaşıldıktan sonra entelektüel olmanın ne anlamı var?)


Ey atasının izindeki Türk Erkeği, ilk iş milliyet.com.tr’deki foto galeriyi bir de kendi gözünle gör, kendine güven ve sonra da ver elini Antalya.
Gazan mübarek olsun!

YATAKTA HALAY ÇEKMEK!


Yeni müdür, istirahat raporu aldığını öğrendiği memurun durumunu şüpheli görüyor ve iki elemanını memurun evine gönderiyor:

-Gidin bakın bakalım, gerçekten hasta mı?

Gönderdiği Ambar Memurları, memurun yatakta yattığını görüyorlar ve “geçmiş olsun” deyip ayrılıyorlar.

Kontrole giden memurlar, raporlu memuru avluda odun keserken görseler ne olurdu? Bir doktorun verdiği istirahat raporunu, ambar memurlarının “turp gibiydi, evinin önünde odun kesiyordu” şeklinde düzenledikleri tutanak geçersiz kılar mıydı bilemiyoruz.

Geçen gün de derneğimizin faaliyetine rahatsızlığı nedeniyle katılamayan bir arkadaşa facebook'tan “geçmiş olsun” mesajı gönderdim. Beş dakika sonra ise bir fotoğraf; “Haluk, Ayşe’nin fotoğrafında etiketlendi”. Baktım, bizim hasta arkadaş elinde mendil, bir düğünde halay çekiyor.

Fotoğraflarda tarih yok. O nedenle arkadaşın günahını almayayım. Zaten dernek faaliyeti de sonuçta bir gönül işi.

Halay fotoğrafları bana sadece yukarıdaki “hasta memur” olayını hatırlattı, hepsi bu!

ÇİRKİN SAYILMAZSIN!


Ortaokulda arkadaşlık teklifimi kabul etmeyen kız: “üzülme, çirkin sayılmazsın” demişti. Bu benim duyduğum ilk ve en büyük iltifattı.

Dün akşam da yaptığım söyleşiden sonra bir izleyici: “sıkılmadık hiç olmazsa” dedi. Bu da duyduğum son iltifat oldu.

Sabah aynaya baktım. Karşımda, “çirkin sayılmayan, sıkıcı da olmayan bir adam”.

Eh, buna da şükür!

EDİTÖR CUMAYA GİTTİ!


Bugün Milliyet Blogda ikinci yılımı doldurdum. Farkında olmadan çabucak geçip gitmiş iki yıl. Ben yazmaya ve paylaşmaya geç başlayınca, kafamdakileri yazmadan bu dünyadan göçüp gitme kaygısı ile devamlı yazdığımdan ne zamanın farkında olabildim ne de rakamların. Öyle ki bir başka yazımda da belirttiğim gibi ne başka yazıları yeterince okuyabildim ne de yorumlara yanıt verebildim. Fakat yazdıkça yazacaklarım azalmadı, aksine arttı.

Tabi ki yazıları Milliyet Bloga gönderdikçe, “yayınlanacak mı, ne zaman yayınlanacak, neden reddedildi, neden geç kaldı?” gibi sorular da ister istemez kafamda döndü durdu.

Şahsen ben, yazılarımızı okuyan, değerlendiren ve yayınlayanlar hakkında en küçük bir bilgiye sahip değilim. Gazete ve yayınevleri gibi bir yazar-editör ilişkisi de yok ki aramızda anlayalım yazı neden yayınladı, neden yayınlanmadı. O zaman geriye tahminden öte bir şey kalmıyor.

Nasıl asker komutanını, öğrenci öğretmenini, çalışan da patronunu, müdürünü ve şefini merak ederse, biz de editörümüzü merak ediyoruz:

-Editör, gazeteci mi?

-Editör, edebiyat dünyasından mı?

-Kaç tane editör var? Bu yazımın yayını gecikti. Bu konulara bakan editör henüz işe gelmedi ondan mı acaba?

-Editör’ün mesaisi bitti ondan yarına kaldı benim yazı!

-Aaaa, gecenin birinde yazı yayınlanıyor. Vardiyalı mı çalışıyor yoksa uykusu mu kaçtı editörün?

-Bu Pazar sabahı da görevde. Tatili yok mu bunun?

-Bu editör solcu galiba yazımı ondan geciktiriyor?

-İki saattir hiç yazı yayınlamadı, kesin cumaya gitti bu. Dini konulara toleransı bundan demek.

-Bazılarına tolerans geçiyor kesin hemşerisi. Yok, yaş itibarıyla editörün liseden hocası!

-Sendikalı mı acaba editör? Yok kardeşim, basında sendika mı kaldı?

-Kadına bak on beşinci yazısını yayınladı. Bir zamanlar mafyanın birbirini mermi manyağı yapması gibi bu yazar da editörü yazı manyağı yapıyor!

Sorular uzayıp gidiyor. Bu soruların yanıtını bilmek şart mı, değil. İki yıldır yazılarımızı yayınlayan, kahrımızı çeken arkadaşları da anmak istedim hepsi bu kadar.

Milliyet Blog camiasında daha nice yıllar geçirmek, yazmak ve paylaşmak dileğiyle…

Yazımı bu yazıma esin kaynağı olan Orhan Veli’nin Rönesans şiiri ile bitiriyorum:

Yarın rıhtıma gitmeli,
Rönesans çıkacak vapurdan.
Bakalım nasıl şey Rönesans?
Kılığı, kıyafeti nasıl?
Şık mı, sünepe mi?
Siyasi mi, bastonu var mı elinde?
Yoksa kâküllü, bıyıklı
Hokkabaza mı benziyor?

Ambardan mı çıkacak, kamaradan mı?
Yoksa ateşçi filân mı,
Çalışarak mı geliyor gemide?
 


GÖSTERELİM ANAM!


Ertem Eğilmez’in Arabesk filminde unutulmaz bir sahne:

“Müjde Ar, kamyon şoförünün tecavüzünden kurtulmuş, sırtındaki gelinlik paramparça halde bir kahveye girerek sorar:

-İstanbul ne tarafta ağalar?

Kahvedeki erkeklerin hemen hemen hepsi elini kemerine/fermuarına götürerek yanıt verirler:

-Gösterelim anam!”

Genelde filmlerde erkeğin elinin kemere gitmesi iyi şeyler çağrıştırmaz; kemer, Coşkun ve tecavüz. Yani bu tecavüzcü Coşkun’u bir kemer reklamında oynatmak ilk kimin aklına gelecek bakalım. Ya da böyle bir reklam nasıl sonuçlara yol açacak bekleyip görelim.

Erkeklerin toplu halde elinin kemere gittiği bir başka yer de havaalanı güvenlik noktalarıdır:

-Kemerinizi çıkarır mısınız?

-Çıkaralım (anam)!

-Biletinizi ve kimliğinizi gösterir misiniz?

-Gösterelim (anam)!

Eminim havaalanı güvenlik noktalarında bir sürü erkeğin uluorta kemer çıkarıp takması herkesin aklına aynı sahneleri getiriyordur. Belki kadınlarda kemer travmasına bile yol açar bu durum. O nedenle yetkililerden bir ricam var; ya kemer çıkarmadan güvenliği sağlamanın bir yolu bulun ya da kontrol noktalarına bir kemer çıkarma/takma kabini koyun.

ÇOCUKLAR NEDEN PAHALI CEP TELEFONU İSTİYOR?


Bütün ana-babaların derdidir çocukların pahalı istekleri. Son yıllarda ise istekler sadece telefonu üzerine yoğunlaşmıştır. Ekonomik durumu ne olursa olsun her anne babadan pahalı telefon istenir. Genelde ana baba bu isteği karşılamakta zorlansa da bazen neredeyse eve aldığı ekmeği kısıp çocuklarının isteğini yerine getirmek zorunda kalır.

Alması bir şey değil de sadece çocuğuna istediği zaman sesle ulaşma arzunun tatmini için ağırdır ödenen bedel. Ama sadece büyükler için bu böyledir. Yoksa çocuk için alınan şey her zaman yetersizdir. Üst modeli alınamadığından şimdilik kabul edilmiştir ve en kısa zamanda yenilenecektir eldeki telefon.

Peki, neden bize lüzumsuz ve pahalı gelen cep telefonu çocuklarımız için bu kadar önemlidir ve neden bu kadar özelliği olanı, pahalı olanı istenmektedir?

Geçenlerde bir arkadaşım dijital göçmenler-dijital yerliler kavramından bahsetti. 1992’de teknolojinin dönüşüm geçirmesi ve yaşamımıza bir başka şekilde girmesi sonucu nesiller arasında teknolojiye bakış farkı oluşmuş. 1992’den sonra doğanlar için her şey olağanmış ve bunların teknolojinin getirdiklerine uyumu mükemmelmiş. Bu tarihten önce doğanlar ise dijital göçmenmiş. Nasıl göçmenler geldikleri yere uyum zorluğu çekerse dijital göçmenler yani 1992 öncesi doğanlar da tıpkı göçmenler gibi teknolojiye ayak uydurmakta zorlanıyormuş.

Cep telefonunun her gün bir başka işe yaradığını görünce şaşırmamın ve alınan telefonları pahalı ve gereksiz bulmamın nedeni şimdi anlaşıldı. Daha geçen gün otobüste bir kızın iki kameralı cep telefonuna bakarak rujunu tazelediğine şaşırmışken dün akşam dijital göçmenliğim yeniden hortladı. Her hafta yaptığım gibi, Karşıyaka İskelesine nazır sahildeki bir mekana oturup dernek toplantı saatini beklemeye başladım. Gelen gidenlere bakarak vakit geçirirken içerideki gürültünün had safhaya ulaştığını gördüm. Oysa içeriye girdiğimde tek başına oturan birkaç kişiden başka kimse yoktu. Ne zaman geldi ki bu kadar gürültü yapacak insan?

Geriye dönüp baktım, gelen giden yok. Oturanlar aynı insanlar fakat herkes çıkarmış telefonunu konuşuyor. Gördüğüm, cep telefonlarının hiç aklımıza gelmeyen bir özelliği idi, barmen ve konsomatris özelliği. Mademki insanlar yalnız ve mademki içki içecek biri yok. O halde telefon ne güne duruyor? Söyle içkini, ara arkadaşını bütün gece konuş. Ne sohbet edecek barmene ihtiyaç var ne de konsomatrise. Bu gidişle yalnız müşterilere hizmet eden barmen muhabbeti ve konsomatris hizmeti çöpe atılacak. Hem cüzi bir konuşma bedeli ile hem sohbetini yap hem de karşındakine içki ısmarlama masrafından kurtul.

Evet dijital göçmenler, cep telefonunun telefon, saat, kamera, fotoğraf makinesi, müzik seti, televizyon, geçenlerde tanık olduğum ayna özelliğinden sonra barmen ve konsomatris hizmetini de gördükten sonra cep telefonlarına ödediğimiz para inanın çok değil. Yeter ki onun sadece telefon olmadığını ve birçok işimizi gördüğünü bilelim!

BİZDE DE VAR MI “BEDAVA SEKS” PRİMİ?


Sabah sabah iki haber, ikisi de aynı konuyu içeriyor fakat manşetleri farklı:

Milliyet: Afrika'nın kralı Nijerya!

Hürriyet: 1 hafta bedava seks kazandılar!

Tabi ki ben olayı Hürriyet’ten öğrendim. Nedir bu “kazanılan bedava seks?” derken haberin ikinci paragrafında öğrendim ki, Güney Afrika'da düzenlenen 2013 Afrika Uluslar Kupası'nda, Burkina Faso'yu 1-0 mağlup eden Nijerya, 19 yıl aradan sonra şampiyon olmuş.

Afrika Uluslar Kupası'nda Nijerya'nın gruptan çıktığı dönemde bir açıklama yapan Nijerya Hayat Kadınları Derneği, milli takımlarının şampiyon olması halinde 1 hafta bedava seks vaadinde bulunmuş. Şimdi herkes, Nijerya Hayat Kadınları derneğinin "1 hafta bedava seks" sözünü tutup tutmayacağını merak ediyormuş.

Evet, ben Nijerya’nın şampiyon olduğunu da, Nijerya’da hayat kadınlarının bir derneği olduğunu da Hürriyet’ten öğrendim. Milliyet’in haberini okumak için ise özellikle arayıp bulmam gerekti. Zira ana sayfada bu konuda bir manşet yoktu.

Şimdi, seksle ilgili manşetin haberi bana okuttuğu doğru. Muhtemelen Hürriyetin haberinin daha çok okunacağı da bir gerçek.

Nijerya’da hayat kadınlarının örgütlenmiş olması ve futbolcuları böyle bir prim vaadi ile motive ederek ülkelerine bir kupa kazandırmaları da güzel.

Benim merak ettiğim, bizde de var mı bir “Hayat Kadınları Derneği”? Varsa neden ülke için elini taşın altına koyarak böyle bir ödül vaat etmiyor? Ayrıca böyle bir vaat futbolcuları kamçılar mı? Yoksa özellikle evli olanları korkutur mu?

En büyük merakım ise, her haberi okutmak için seksle ilişkilendiren necip Türk Basınının yakında terör, trafik kazası ve eğitimle ilgili haberleri de seks ile ilişkilendirip-ilişkilendirmeyeceği…

http://www.hurriyet.com.tr/spor/futbol/22570064.asp
http://skorer.milliyet.com.tr/afrika-nin-krali-nijerya-/-/detay/1667127/default.htm


KİLO SABİTLEYİCİ


Her sabah çıktığım baskülde kilomun belli bir sayının altına düşmediğini görünce aklıma geldi. Yeni araçlarda belli bir hızın üzerine çıkmayı engelleyen hız sabitleyici gibi bizim basküle de belli kilonun altına düşmeyi engelleyen kilo sabitleyici mi takılı yoksa?

Baktım, baskül yıllardır kullandığımız baskül. Sonra aklıma geldi ki, kilo sabitleyici iyi fikir. Yalnız benimki gibi sadece belli bir kilonun üzerini değil, altını gösteren kilo sabitleyici.

Nasıl hız sabitleyici sürücünün belli bir kilonun üzerine çıkmasını önleyerek kaza yapmasını önlüyorsa, kilo sabitleyici de insanın güne moralli başlamasını sağlayarak stresten uzak mutlu bir ömür geçirmesine neden olur. Tabi ki lastikli kemer de kullanmak şartıyla.

Kilo sabitleyici ile moral bulan kişi, taktığı lastikli kemer sayesinde giydiklerinden sonra moralinin bozulmasına da mani olur. O moralle sokağa çıkar, bir şarkı mırıldanarak:

"Kemerim esnek, kilom sabit,
Sevgilim, evlilik ne vakit?"

KARATAY DİYETİ BİRİNCİ AY RAPORU


Öncelikle belirteyim ki, Canan Karatay’ın Karatay diyetini anlatan 2 kitabı ile Ahmet Aydın’ın Taş Devri Diyeti kitapları ile Ayşegül Çoruhlu’nun Alkali Diyet kitaplarını peş peşe okudum. Aklımda kalan bilgilerle diyete başladım. Kitaplar arasında çelişki bulunması halinde ise Karatay Diyetini esas aldım.

Bu kapsamda:

-Ekmeği tamamen kestim.

-Şekeri sabah çayına az attım ve sonra hiç kullanmadım.

-Sabahları yumurta, ceviz, badem, fındık ve Antep fıstığı yedim.

-Hafta içi üç öğün, hafta sonları iki öğün yemek yedim ve arada hiç yemek yemedim.

-Akşam sekizden sonra hiç bir şey yemedim.

İlk izlenimim, “ekmeksiz karın doymaz” sözünün yanlış olduğu. Yediğiniz şeyler sizi diğer öğüne kadar acıkmadan götürüyor. Benim temel prensibim, “diyet eziyet olmamalı” olduğu için sıkıntı çekmeden uygulayabildim.

İkincisi, bu beslenme şeklinin tuvalet ihtiyacını rahatlattığı ve belli bir düzene koyduğu.

Üçüncüsü, bu beslenme şeklinin uyku düzenini de yoluna koyması. Yıllardır kafasını yastığa koyduktan bir-iki saat sonra uyuyabilen biri olarak yatar-yatmaz uyumaya ve bu sayede sabahları saat çalmadan dinç bir şekilde kalkmaya başladım. Hatta hafta sonları, evdekiler uyurken TRT Nağme kanalından müzik dinleyip kitap okumaya başladım.

Diyetin uygulanmasında gezinmiş, doğal beslenen tavuk yumurtası ve eti bulmak mümkün olmasa da evde yoğurt yapmaya başladık. Biraz uğraşınca sağlıklı et, peynir satan yerler aramak zevkli bir uğraşı haline geldi.

Fakat Salı günleri iş çıkışı dernek toplantısını beklerken oturduğum Karşıyaka Sahilindeki güzel mekanlarda dört bira içmekten kendimi alamadım. Dedim ya “diyeti eziyete çevirmeyeceğim” diye, o bağlamda içtim biramı. Ancak o akşam yemek yemeyerek biraların etkisini bertaraf etmeye çalıştım.

Bu bir ay içerisinde, bir hafta sonu evdeki misafirlere eşlik etmek adına kahvaltıda kumru ve boyoz yedim. Ayrıca yine eve gelen misafirlerin getirdiği şambali, kakaolu kurabiye ve gittiğimiz misafirlikte birkaç kez az miktarda olmak üzere tatlı, kurabiye türü ikramları yemek zorunda kaldım. Bizim örf ve adetlerimiz ile etrafımda yemek konusunda bu kadar yetenekli insan varken diyet yapmanın zorluğunu da takdirlerinize bırakıyorum.

Sonuç mu? Vallahi kesin olmamakla birlikte kilomda gram düzeyinde azalma var. Ancak umduğum gibi beş kilo veremedim. Nedeni yukarıda samimi olarak itiraf ettiğim diyetten sapmalar mı bilmiyorum ama ben diyetin uyku düzenimde yarattığı olumlu etki ve kendimi dinç hissettirmesi nedeniyle yola devam ediyorum. Daha doğrusu yaşam biçimimi o yönde değiştirdim.

Darısı diğer ayların başına!

SOSYAL MEDYA VE FUTBOL


İlkler unutulmaz, benim için de stadda seyrettiğim ilk maç unutulmazdır. O yıllarda fenerli olmama karşın bir stada seyrettiğim ilk maç, Bursaspor-Galatasaray maçıdır. Fanatik cimbomlu Murat ve Hüseyin isimli arkadaşlarımın öğrenci evimizdeki yatağımdan adeta sürüyerek götürdükleri maç.

Sabah saat 9.30 ve biz Bursa Atatürk Stadında kale arkasındaki deplasman tribününde yerimizi almıştık. Bu kadar acelenin nedeni, stadda yer bulamama korkusuydu. Nitekim 1 saat sonra bizim tribün doldu.  Bu arada Bursasporlular da yavaş yavaş gelmeye başladı.

Evet, sabahın dokuz buçuğunda staddayız ve maç da saat 15.30’da. Öncesinde genç takımlar maçı olsa da nasıl geçecek bu beş buçuk saat?

Vallahi göz açıp kapayana kadar geçti. Etrafı, insanları izlemekten ne canımız sıkıldı, ne açlık ne de beton zemine oturmaktan maruz kaldığımız soğuk bize dokundu. Üstelik çıkan olaylar nedeniyle maçtan sonra da hemen stadı terk edemedik. Sabah 9.30’da girdiğimiz staddan akşam 19.30 civarı çıkabildik. Bir fenerli olarak Galatasaray maçında ruhumuzu teslim etmediğime şükrederek.

Hayır, polise tüküren taraftarlardan, taraftarı coplayan polislerden ve bir katliamı önleyen sağduyu sahibi emniyet amirinden bahsetmeyeceğim. Polisin en hoşgörülü yer olduğu yerin futbol stadı olduğundan da.

Bahsetmek istediğim, stadda gördüğüm insan manzaraları. Sokakta görsen önünü ilikleyeceğin banka müdürü kılıklı adamın ettiği küfürler ve ona eşlik eden mimik ve el hareketleri. Her seyircinin karşı tribünde gözüne kestirdiği kişilere ettiği kişiye özel küfürler:

-Ulan yeşil kazaklı, senin ananı var ya ananı…

Ben ilk defa gördüğüm bu manzarayı akşama kadar izledim. Anladım ki sokakta gördüğüm her insanın görmediğimiz bir başka yönü var. Tıpkı askerde insanların başka yönlerini gördüğümüz gibi. En ilginç olanı ise bazılarının maç sırasında tamamen sırtını sahaya dönerek seyirciyle uğraşması ve seyretmek için beş saat beklediği maçı yarısında terk etmesi.

Anladım ki seyircinin bir kısmı için stat, maç seyretme yeri değil deşarj olma yeri. Çok beyefendi, entelektüel bir komşumla bir defa maç seyretmeye kahveye gitmiştik. Onun kahvede öyle insanlarla öyle tartışma ve çatışmalara girdiğini gördüm ki kahvelerin de stad gibi bazı insanlar için deşarj yeri olduğunu anladım.

Benim kadınlara bir tavsiyem vardır, “bir erkeği askerde görmediğiniz için asla gerçek anlamda tanıyamazsınız”. Buna maçı da ekliyorum; “askerde ve maçta tanımadığınız bir erkeği daima eksik tanırsınız”. O nedenle kız babalarına tavsiyem, damatları ile maç izlemeleridir.

Peki, bunların sosyal medya ile ne ilgisi var? Çok yakın ilgisi var. Bu yazıyı okuduktan sonra çok sevdiğiniz bir şarkıyı izlemek için tıklayın. Şarkıyı dinlerken de altında yazan yorumları okuyun. Benim stadda ve kahvede gördüğüm insanların tamamının burada olduklarını görürsünüz. Nasıl stada geldikleri halde maçla ilgileri yoksa onların şarkıyla da ilgilerinin olmadığını anlarsınız. Sosyal medyada yayınlanan paylaşılan o güzelim şarkıların, o duygusal şiirlerin altına o yorumları nasıl yazabildiklerine şaşarsınız.

Maçlara deşarj olmak için giden bu insanların ihtiyaçlarını sosyal medyada gidermeleri, stada giden sayısının azalmasına yol açar diye düşünüyorum. Elimde bir veri yok ancak sosyal medyanın futbol seyircisini azalttığını kanısındayım. Ya da en azından sosyal medyanın statlardaki küfürün azaltmasına katkısı olmuş olabilir.

Staddaki ve sosyal medyadaki gereksiz küfür ve saçma sapan yazılardan ben de rahatsızım ancak ne yapmak lazım onu bilmiyorum. İnsanların belli kızgınlıkları veya deşarj olma ihtiyaçları, giderilmedikçe bundan kaçınılamaz düşüncesindeyim.

Sonuçta edilecek deşarj insanda durmaz!



BİR ELİNDE CIMBIZ, BİR ELİNDE CEP TELEFONU!


Belediye otobüsünde, elindeki cep telefonunun ekranına bakarak saçını düzeltip rujunu tazeleyen kız:

a) Elindeki telefonun çift kameralı yeni bir telefon olduğunu göstermeye çalışıyor.

b) Cep telefonunun, telefon, adres defteri, fotoğraf makinesi, kamera fonksiyonunun yanı sıra, ayna olarak da kullanılabileceği konusunda toplumu bilgilendiriyor.

c) “Kadın, her yerde kadındır” sözünün çağımızda da geçerli olduğunu anlatmaya çalışıyor.

d) Orhan Veli’nin “bir elinde cımbız, bir elinde ayna, umurunda mı dünya” şiirinin demode olduğunu anlatmaya çalışıyor.

BİR VEDA ŞEHRİ DEĞİLDİR AMASYA!


Nasıl her kıyafet herkese yakışmazsa,
Her duygu da her şehre yakışmaz.
O kadar güzel bir şehirdi ki Amasya,
Asla sana veda ettiğim şehir olmasını istemedim.
Çünkü bir veda şehri değildir Amasya!

AŞKISI, DIŞKISI, ÖĞĞKKK!


-aşkısı lafına uyuz oldum ya... dışkısı gibi, nedir öle yaa. Bööğğkk

Fakülteden arkadaşım Sevim Ordu’ya ait olan bu cümle dün çok sayıda taraftar buldu. Toplumsal çatışmaya, bir kuşak çatışmasının fitilini ateşleyen bir cümle oldu bu.

Oysa ben henüz buna hazır değildim. “Bizim zamanımızda” demeye korkarken, bir kuşak çatışmasının ortasında buldum kendimi, tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi.

Sevim’in bu sözlerine çok sayıda çok sayıda yaşıtım, hatta yaş altım destek verince, tıpkı Alman Savaş Gemilerinin Sivastopol’u bombalaması sonucu Osmanlının savaşa girmiş sayılması gibi benim de akranlarım kuşak çatışması başlatınca, ben de bu savaşın ortasında buldum kendimi.

Efendim, insanın kime nasıl hitap edeceği tabi ki kimseyi ilgilendirmez. Ancak kişi, iki milyar karşı cinsi içinden birini seçtiğini, onu sevdiğini, onun çok özel olduğunu  “aşkısı” kelimesiyle ifade ederse, bunu duyanların da bu kelimeden ne anladıklarını söyleme hakkı vardır.

Bizim zamanımızda, canım, sevgilim, tatlım, bir tanem, canımın içi, tatlım vb. sözler vardı, şimdi ise aşkım, bebem, aşkısı vb.

Yeni nesilin “aşkısı” sözünü “dışkısı” yapan, “öğğğkkk” dedirten ise kafiyeden çok söyleniş biçimi. Yani insan o sözü öyle söyleyerek nasıl karşısındakine çok özel olduğunu hissettirebilir ki?

Biraz düşününce bunun nedenini buldum. Bizim şarkılarımız vardı, şiirlerimiz vardı. Biz, sevdiğimize, bizim için özel olana şiirlerle ve şiirlere eşlik eden nağmelerle duygularımızı ifade ederdik:

-Günaydınım, narçiçeğim, sevdiğim…

-Kanaryam güzel kuşum, ben sana vurulmuşum…

-Gülüm bülbülüm...

Şiir okumayan, yazmayan, şarkı dinlemeyen, sürekli test çözen, bilgisayarda adam kesen bir neslin, sevgisini böyle ifade etmesi gayet normal.

Günümüzde seyrettiğimiz dizilerde Kanuni dışında sevdiğine şiir yazan ve okuyan var mı?

Ayrıca dizilerde ve filmlerde sıfattan çok fiil var, hareket var, merak uyandırma var, şiddet var.

Kadın erkek sadece sevişiyor, öyle güzel sözlerle, şarkılarla vakit kaybetmiyor.

Bunu dışında, bilgisayara, internete, cep telefonuna, kontöre para harcanacak para var ancak kitaba, şarkıya ve filme para yok. İndir gitsin!

Böyle olunca doğal olarak yeni şiirler yazılmıyor, okunmuyor. Bunun sonucu yeni şarkılar da dinlenemiyor. Dizilerde duyduğumuz birkaç “aşkım, bebem ve aşkısı” kelimelerine kalıyor iş. Hatta liseli aşkları bile dizilerdeki gibi bol aldatmalı bol kavgalı yaşanıyor. Geçen otobüste liseli bir kız haykırıyordu:

-İlişki tamamen benim sırtımda.Sen hiçbir şey yapmıyorsun.Böyle nereye kadar gider bu ilişki?

“Aşkısı” ile başlamış ilişkilerin eseri olan, sevgisiz ve paylaşmayı sevmeyen bu yeni nesil ile nereye gidecek bu insanlık, izleyip göreceğiz.