KENDİ POSTERİNLE BAŞKAN SEÇİLEMEZSİN!

Seçimler yaklaştı. Poster savaşları da başladı. Hepsi birbirinden yakışıklı, saçlı-saçsız ama istisnasız hepsi belli yaşın üzerinde ve tamamına yakını erkek bir sürü poster doldurdu sokakları caddeleri. Hatta gazeteden okuduğumuza göre halka illa kendi posterlerini göstermeye çalışan adaylar, koskoca vinçlerle kendi posterlerini diğer adayın posterinin önüne koymaya çalışıyorlarmış.

Efendim, memleketin her meselesinde olduğu gibi bu meseleye de el atmayı vazife biliyorum: Sevgili Aday Kardeşim, seçilmek istiyorsun biliyorum. Bunun için de vatandaşın aklında kalayım diye koca koca fotoğraflarını gözümüze sokuyorsun. Ancak bu benim gibi birçok vatandaşın hoşuna gitmiyor bunu bilesin.

Bilgisayar ve televizyon ekranında,  bir sürü foto-galeride güzel kadın fotoğraflarına bakan birinin, sokağa çıktığında senin pala bıyıklı, fotoşoplu  fotoğraflarınla karşılaştığında yaşadığı mutsuzluğu tahmin bile edemezsin.

Ayrıca fotoğrafın akılda kalacak da ne olacak? Oy pusulasında senin fotoğrafın yok ki, parti amblemi var.

En iyisi sen caddelere, arabalara ve broşürlere koskocaman posterini astıracağına yapacağın parkın fotoğrafını astır yanına da partinin amblemini koy. Ya da ne bileyim sen belediye başkanı olduğunda şehrine gelecek turistlerin mayolu resimlerini as veya hiç olmadı sen başkan olduğunda mutlu olacak gülen insan yüzleri fotoğraflarını as.

Bu dediklerimi yap, kendi posterinle alacağın oydan daha fazla oy almazsan gel yanıma.


TÜSİAD’IN DUVARINA İŞEMEK!

12 Eylül’ün zihnimize kazıdığı 2 şey var. Birincisi muhtıra veren orduyu dikkate alacaksın ikincisi de tam sayfa ilan veren TÜSİAD’ı.

Uzun yıllar bu böyle devam etti. Her yaşanan olay ve her söylenen sözden sonra gözler bu iki kuruma çevrildi.

Aradan yıllar geçti. Artık gözler o tarafa en azından orduya çevrilmez oldu. Diller daha çözüldü daha serbestleşti. Son yıllarda yaşananlar öyle bir hal aldı ki, bırakın göz çevirmeyi, gözler daha dik bakar oldu. Ne de olsa subayların neredeyse yarısı içerideydi.

Bu yetmedi, sözler daha da sertleşti. Hapistekilerin sağlık durumları bile şüpheli bulundu. Orduya sövmek özgürlükle eş sayıldı.

Son yaşananlardan sonra anlaşıldı ki, TÜSİAD da aynı durumda. Artık onların da tam sayfa ilan verecek halleri kalmamış.

Ey demokrasiyi birilerinin duvarına işemek olarak görenler. Gözünüz aydın, TÜSİAD duvarı da işemeye açılmıştır. Memleketimize hayırlı uğurlu olsun!


BİR ATIMLIK BARUTUMUZ VARMIŞ

Başarmış insanların hayatını merak ederim. O nedenle biyografi okumayı, bu tür film ve belgesel izlemeyi severim. En ilgimi çeken bir yazarla bir sinemacının öyküsüdür.

Koskoca sinema efsanesi, sadece üç yılda başarmış onca şeyi.

Yine bir yazarımız, bir konakta içgüveysi olarak geçen ıstıraplı yıllardan sonra boşanıp bir eve yerleşmiş, yine 3 yılda yazmış yazacağını ve göçüp gitmiş bu dünyadan.

Günümüzde de görüyoruz benzer örnekleri. Seksen yıllık ömrünü yazarak geçirip yazamadıkları ile ölenler olduğu gibi bir atımlık barutunu genç yaşta atıp kalan ömrünü ilham bekleyerek geçirenler de var.

Anlaşılan herkesin bir atımlık barutu var. Bu zirveye ulaştığınızda da bitebilir, yolun başında da.

Ben yazmaya başlayalı beş yılı geçti. Hemen hemen her gün yazdım. Bazen gün yetmedi yazacaklarıma bazen ertesi güne sakladım ama hiç durmadım. Fakat bugünlerde elimi tutan bir şey var. Kelimeler beynimde uçuşmuyor eskisi gibi. Kafamda yazılmayı bekleyen dört roman da duruyor ancak kelimeler bir yerlere gitti, günlerdir bekliyorum dönmelerini.


Evet, galiba bir atımlık barutum vardı o da bitti. Nobel aldıktan sonra veya dört romanı yazdıktan sonra bitse iyiydi ancak ne yapalım kısmet blog yazarlığında bitmesiymiş. Sağlık olsun.

GÜNDEMİ TAKİP ETMİYORUM ARKADAŞ!

-Ne, sen bunu bilmiyor musun?

-Ne, senin bundan haberin yok mu?

-Nasıl öğrenmezsin?

Bizim nesil bu fırçalarla büyüdü, nasihatle değil. Bir şey olmak istiyorsak, toplumda bir yer edinmek istiyorsak bize söylenenleri yapmak zorundaydık. Yapmama şansımız yoktu. Hem cahil hem taşralıydık. Eksiğimiz çoktu anlayacağınız:

-Her gün gazete okumak zorundaydık.

-Her gün haber dinlemek zorundaydık.

-Kitap okumak zorundaydık.

-Teknolojiyle barışmak ve onu kullanmak zorundaydık.

-Sinemaya gitmek zorundaydık.

-Tiyatroya gitmesek olmazdı.

-Opera/Bale şarttı.

Liste uzayıp gider. Efendim, biz taşralı olduğumuzdan, ergen olduğumuzdan, büyük adam olmak istediğimizden, adam yerine konmak istediğimizden olsa gerek sorgulamadan bir daldık ki bu işlere, dalış o dalış.

Kıt çocuk harçlığımızla gazete almalar, bulamazsak kahvede okumalar, radyoda ajans kaçırmamalar, hızımızı alamayıp şehir kütüphanesine gidip ansiklopedi okumalar (yanlış duymadınız baştan sona iki ansiklopedi okumuş insanım ben), seçmeden sorgulamadan ne bulursak okumalar, beğenmediğimiz fakat asla bunu söyleyemediğimiz tiyatro ve filmleri izlemeler, belki lazım olur diye dünyadaki bütün başkentleri, ülkelerin nüfus yoğunluklarını ve devlet başkanlarını ezberlemeler vs.

Bu arada, önce hesap makinası, ankesörlü telefon, ATM ve en son bilgisayar ile devam eden teknoloji ile barışık olmalar vs.

O kadar hızlı gittik ki, önce teknolojiye yetişemez olduk bunu oğlumuza devrettik, ardından sabaha kadar seyrettiğimiz tartışma programlarının bir işe yaramadığını anladık. Sonunda sürekli fikir değiştirmelerinden ötürü hayran olduğumuz uzmanlardan şüpheye düştük. Fakat asla alışkanlıklarımızdan vazgeçmedik. Ta 17 Aralık tarihine kadar.

Neden 17 Aralık? Çünkü bu tarihten sonra gündem de medya da öyle bir ters yüz oldu ki, kim kimi tutuyor, kim yandaş kim değil, kim demokrat kim darbeci her şey birbirine karıştı. Gündemi çok iyi takip eden için bile içinden çıkılmaz bir hal aldı gidişat.

Nitekim yaşı benden küçük fakat gözleri iyi gören ve  sözleri bir kılıçtan keskin Arkadaşım Feza Çakır Nam-ı diğer Sürünün Son Hamsisi isyan etmiş az önce Facebook’ta:

-Gündem mümdem takip etmiyorum arkadaş! Siz yazın, ben okurum..

Oh be, dünya varmış. Ben de hemen atıldım:

-Ben de. Her şey olup bitsin hepsini birden okuyacağım.

Evet, sayın otoriteler ve toplum mühendisleri, televizyon programlarınız da, haberleriniz de ve gündeminiz de sizin olsun. Takip de etmiyorum yorum da yapmıyorum. Her şey yerli yerine otursun, ne olup bittiğini de birkaç ay sonra öğrenirim nasılsa.


Kalın sağlıcakla!

NASIL KOVULMAK İSTERDİNİZ?

-Lütfen kapıyı arkadan kapatın!

Fakültede, ders anlatmakta olan hocamızın bir arkadaşımıza söylediği laftı bu.

Önce bir şey anlamadım, zira kapı zaten kapalıydı.

Kapatmak için önce açmak gerekiyordu.

Açınca ve arkadan kapatınca da kapatan dışarıda kalacaktı.

Aaa, hoca arkadaşımızı sınıftan kovuyor ama ne yüzünde bir kızgınlık ifadesi var ne de başka bir şey. Cümlesini söyleyip derse devam etti çünkü.

Bu benim ömrümde gördüğüm en kibar kovma şekliydi. Ve aldığım çok önemli bir hayat dersi. Demek dersi kaynatmaya çalışan bir insanı, ona hakaret etmeden ve küçük düşürmeden sınıftan böyle kibarca kovmak mümkündü.  

Bir de bir şarkıdan öğrendiğim merhametli bir kovma şekli var:

Kapı açık (sen zahmet etme),
Arkanı dön ve çık (geri geri gidersen hem kapıyı görmezsin hem de ayağın takılır düşersin, ben düşmeni değil sadece gitmeni istiyorum)
İstenmiyorsun artık (sebep belirtmeden kovmak olmaz, bu da kovulmanın gerekçeli kararı)

Tabi ki kovulmanın böyle kibar ve zekice olmayan ve çok sık kullanılan daha kısa anlatımlı olanları da var. Ancak bunun şekli kovulanın elinde değildir. Kovanın bilgisine, zekasına, merhametine ve terbiyesine kalmıştır ne şekilde kovulacağınız.

Benim görüşüm ise, herkes iyi bir vedayı hak eder…


KADININ ÇANTA İLE İMTİHANI!

Kendim emekliliğe hazırlanırken ve etrafımda iş arayan olmamasına karşın gazetedeki “İş görüşmelerinde bunları giymeyin!” haberi dikkatimi çekti. Okurken rastladığım “Çantalar, sade olmalı, dikkat çekmemeli ve göze çarpmamalıdır” maddesi kafamda şimşek çakmasına neden oldu.

Efendim, eşimle bir doktora danışmaya gitmişiz. Zaman sınırlı ve vizite ücreti de ona göre doğal olarak. Laf nereden geldiyse eşimin çanta ve ayakkabı tutkusuna geldi. Bu sırada doktor hanım:

-Çantanız güzelmiş nereden aldınız?

-Şuradan!

-Ama ben bulamıyorum böylesini.

Derken ben devre dışı kaldım ve eşimle doktor hanım çanta üzerine koyu bir sohbete daldılar. Sonunda doktor hanımın da gözü saate ilişti ve “bu konuyu dediğim gibi şeydersiniz” diyerek görüşmeyi bitirdi.


Ne edeceğimizi öğrenemediğimize mi yanarsınız yoksa yarım saatlik vizitenin tam 17 dakikasının doktor hanımın eşime çanta hususunda danışması ile geçmesine mi yanarsınız bilemem. Bildiğim ve tavsiye edeceğim husus, nasıl iş görüşmesine giderken “Çantalar, sade olmalı, dikkat çekmemeli ve göze çarpmamalı” ise aynı tavsiye bir bayan doktorun vizitesine giderken de geçerlidir hanımlar.

YAĞMUR, İNTİKAMINI BİZDEN AL!

İntikam Dizisinin dün akşam seyrettiğim bölümünde, Yağmur, Arsoy’ları mahvedecek bilgileri içeren hard diski denize attı ve onlardan intikamını en değer verdiği şeyler üzerinden alacağını söyledi.

Bunun üzerine sevdiği Ali de “her zaman yanındayım ama senin Emre’yle öpüşmeni seyredemem” diyerek evi terk etti.

Yağmur da hemen ise koyuldu ve arkadaşını toprağa verdiği günün akşamı, onun için mevlit okutacağına Emre’ye güzel bir sofra hazırladı ve romantik bir akşam geçirdi.

Yağmur aksini yapsa ve elindeki bilgileri adli mercilere verse dizi belki de bitecekti. Fakat intikamını Arsoy’ların sevdikleri üzerinden romantik bir şekilde alma kararını vermesi, dizinin izleyiciye göstereceği çok güzel şeyler olduğu mesajını veriyor.


Yağmur’un aldığı bunca dövüş, silah eğitimine ve Hakan’ın muhteşem teknik desteğine rağmen intikamını Emre’yle yatarak almayı tercih etmesi, insanda “keşke Yağmur benden de intikam alsa” duygusu yaratıyor. Bu nedenle, yakında statlarımızda “Yağmur, ne olur intikamını bizden al” şeklinde tezahürat duyarsak şaşırmayalım, derim. 

SUSKUNLUĞUM CEHALETİMDENDİR!

Tam 13 gündür yazı yazmadım. Bırakın elimin klavyeye gitmemesini beynim bile düşünmüyor. Düşünmeye çalışıyor fakat bir türlü beceremiyor. Hani düşünebildiğim bir şey olsa oturup yazacağım.

Hayır, suskunluğum asaletimden değil cehaletimden. Ülkede son birkaç ayda yaşadıklarımız benim mütevazi aklımın anlayabileceği, değerlendirebileceği ve bir fikir oluşturabileceği şeyler değil.

Biliyorum, bizler sade vatandaşız. Yönetenlerimizin bilmemizi istediklerini biliyor, düşünmemizi istediklerini düşünüyorduk şimdiye kadar. Fakat şu an öyle bir yerdeyiz ki gözüne ışık tutulduğu için olduğu yere çakılmış bir tavşan gibiyiz.


Gözümüzü alan ışık bir dağılsın, ne olduğunu görelim o zaman anlayacağız av mı olduk avcı mı?

PARALEL AYI ZABITAYA KARŞI

-Bir şey anladıysam Arap olayım!

Çocukluğumuzda, en çok duyduğumuz laflardan biri buydu. Şimdi de dilimizden düşmüyor. Son yıllarda memlekette olan biteni anlamaya aklımız yetmiyor. Bizim gibi “anlama özürlü” vatandaşlar için açıklayıcı bir cep kitabı ya da “on soruda paralel devlet” broşürünün tam sırasıdır.

Bir zamanlar “dış güçler” vardı. Her türlü kötülüğü onlar yapardı. Bir türlü öğrenemedik kim olduklarını.

Sonra bir “Ergenekon” çıktı. Her şeyi onlar yapıyordu.

Şimdi de “paralel devlet” çıktı. Nitekim TIR’ı durduranlar da onlar çıktı. “TIR’ı durdurma talimatını veren savcı, paralel devletten emir almış” yazıyor gazeteler.

Benim de aklıma İnegöl’de zabıtayı yaralayan ayı geldi. Zabıta normal devlet memuru olduğuna göre onu yaralayan ayı kesin öteki devletin yani paralel devletin adamı pardon ayısıdır. Amacı da memleketi karıştırıp kriz çıkarmaktır. Ülkede açlık olduğu izlenimi yaratmaktır.


Yoksa ne işi var İnegöl’de, şehrin ortasında?