BU ÜLKE BÖLÜNSÜN!

Türkiye, önce “çizmelerim sedyeyi kirletmesin” diyen işçiye şaşırdı, bugün de ölen kardeşinin madenden çıkarılırken sarıldığı battaniyeyi “bir başkasına lazım olur” diye Kızılay’a iade eden madenciye.

Bu kadar normal ve olağan olması gereken davranışlara Türkiye’nin neden şaşırdığının haberi ise bugün İzmir’den geldi. Ambulansın şemsiyesine çarpmasına sinirlenen manav, ambulansta görevli sağlık memurunun burnunu kırmış, olaya tepki gösteren arkadaşlarını döner bıçağı ile kovalamış, yetmemiş, ambulansın arkasından attığı taşlarla camlarını kırmış. Bu arada bu kargaşa içerisinde acilen hastaneye götürülmeye çalışılan hasta da hayatını kaybetmiş.

Kısacası bu ülke, sedyeyi kirletmemek için çizmesini çıkarmayı düşünen ve bir başkasına lazım olur diye ölen kardeşinin çıkarıldığı battaniyeyi Kızılay’a iade eden madencilerle, şemsiyesine çarpıldığı için bir hastanın ölümüne neden olan manavların ülkesi.

Diyorum ki bu ülke ikiye bölünsün. “Madenciler” bir tarafına “Manavlar” öbür tarafına yerleşsin. Kalanlar da hangi tarafta yaşamak istiyorlarsa o tarafa yerleşsin.


Herkes istediği tarafta, istediği gibi yaşasın ve böylece ülkeye de huzur gelsin! 

SOMA FACİASINA GÖSTERİLEN TUHAF TEPKİLER

Soma Faciasına gösterilen en tuhaf tepki, kuşkusuz başbakanın kendisine yuh çeken vatandaşlara gösterdiği tepkidir. Bunu bir kenara koyuyorum.

İkinci en tuhaf tepki ise başbakanın müşavirinin bir vatandaşa gösterdiği tepkiye gösterilen tepkidir.

Efendim, başbakanlık müşavirinin bir vatandaşa gösterdiği olağan dışı tepkiden sonra gelişen olağan dışı (bu olaydan sonra müşavirin rapor alması, müşavirin AKP Sözcüsü tarafından savunulması, müşavir hakkında herhangi bir adli takibat yapılamaması) tepkiler, vatandaşı da doğal olarak kendi olağan dışı tepkisini göstermeye itti.

Bunlardan ilki, müşavirin doktora diplomasının iptali için mezun olduğu okula mail gönderilmesi kampanyası idi. Gelen yoğun talepler üzerine okul tarafından yapılan açıklamada adı geçen kişinin mezun olmadığı ve okula kayıt yaptırdıktan sonra okulu bıraktığı belirtildi.

Benimse aklıma takıldı: velev ki okulu bitirmiş olsaydı, yerde yatan birini tekmelemek doktoranın iptalini gerektirir miydi?


Müşavire gösterilen ikinci tuhaf tepki ise, bir yazarın müşaviri düelloya davet etmesiydi. Tabi ki bir kişiyi düelloya davet eden ilk yazar bu yazarımız değildi. Ancak merak ettiğim, şiddet, sözün bittiği yerde başladığına göre, yazarımızın sözleri bitmiş miydi ki müşaviri düelloya davet etti?

NE OLUR KIZIN GÖĞÜSLERİNE BAK AŞKIM!

Genelde yolculuklarda kendimleyimdir. Ancak metroda karşımda telefonla konuşan kızın sözleri dikkatimi çekti:

-Aşko, kızın göğüslerine de bak. Benim evimde paramı kim alacak başka? O kız almıştır. Çantasında değilse göğsüne atmıştır. Mahvoldum ben, ne olur göğüslerine de bak aşkım!

Anladığım kadarıyla kızın parası çalınmış ve evde bulunan bir kızdan şüpheleniyor.  Bu nedenle (muhtemelen o kızla birlikte çıkan) aşko’sundan kızı aramasını istiyor ki, parası bulunsun.

Düşündüm de bizim nesil, çiftlerin birbirlerinin gözüne tahakküm ettiği  bir nesil. Çiftler arasında “oraya baktın, buraya baktın” diye çok kavga çıkmıştır. Oysa şimdi bakma işi sorun olmaktan çıkmış anlaşılan.

Önde giden nesil hep merak eder “nasıl bir nesil geliyor arkadan” diye. Bence parayı seven bir nesil geliyor. Hem de kaybolan, insanlık için (bir sütyene sığabilecek kadar) küçük, kendisi için büyük miktardaki parasını bulabilmek için sevgilisinden başka bir kızın göğüslerine bakmasını isteyecek kadar seven bir nesil.

YARDIM KAMPANYALARINA KATILMAYACAĞIM!

Bildiğim kadarıyla, 2011 Yılında Japonya’da meydana gelen 9 şiddetindeki depremden sonra, Japonya Hükümeti hiçbir yardımı kabul etmedi. Kendi olanaklarıyla vatandaşlarını kurtardı ve yaralarını bir şekilde sardı.

Bizde ise durum farklı: hemen başladı yardım kampanyaları.

Hakkını yemeyelim, bu sefer hükümet, kurtarma çalışmaları için kendi imkanlarının yeterli olduğunu söyleyerek bu konuda dış yardım kabul etmedi. 1999 Depreminden sonra biraz yol alınmış anlaşılan.

Fakat diğer konularda değişen bir şey yok: birbiriyle çelişen açıklamalar, karışan cenazeler ve tabi ki yardım kampanyaları. Yine şirketler ve bazı kurumlar yardım kampanyaları başlattı. Ardından “Soma Mağdurları” yararına düzenlenen maçlar ve konserler gelecek, ilkokul çocukları Soma için harçlıklarını gönderecek, poz poz fotoğraflar çekilecek vs. Bu arada yetkililerin sessizliği devam edecek, ulusumuzun dayanışma ruhu da bol bol övülecek.

Oysa benim hayalim farklı: Devletimizi yönetenler, çıkacak ekrana ve diyecekler ki, “devletimiz güçlüdür, dünyanın bilmem kaçıncı büyük ekonomisiyiz, yardım kampanyalarına teşekkür ederiz ancak izin vermiyoruz, biz yaraları sararız. Ayrıca hukuk sistemimiz, kazaya sebep olanlardan oluşan mağduriyeti sonuna kadar tazmin edecektir. Siz ölenler için dualarınızı eksik etmeyin”.

Evet, madem dünyanın bilmem kaçıncı ekonomisiyiz, madem milli gelirimiz 10 bin doları aştı o halde neden 300 işçi ailesini mağdur edelim? Burada yapılması gereken, vatandaşların küçük maddi yardımlarını toplamak değil, oluşan mağduriyetin maden ocağı sahipleri ve sosyal güvenlik sistemi tarafından giderilmesidir.

O nedenle hiçbir yardım kampanyasına katkıda bulunmayı düşünmüyorum. Ancak devleti ve mahkemeleri bu konuda harekete geçirmek için elimden geleni yapacağım.


Haydi devletim iş başına. Bizlere her felaketten sonra avuç açan değil büyük bir devletin güvencesinde olduğumuzu hissettirmek için görev başına!

ÖZEL TİMİN DRAMI!

Yıllarca dağlarda savaş,
Bin bir meziyetlere sahip ol,
Birçok psikolojik testleri ve çeşitli sınavları başarıyla geçerek koruma ol,
Nükleer, biyolojik ve konvansiyonel saldırılara karşı eğitim al,
Attığını vur,
Yıllarca kara gözlükler ardından bak,
Yürüyen arabaya koşarak bin-düşmeden in,
Ondan sonra da danışman tekmelesin diye adam tut.

Bu ne dramdır yahu?

MADENCİ ZATEN SİYAH GİYER!

Soma Faciasından sonra gerek basında gerek sosyal medyada yapılan yorumlar beni yine şaşırttı. Zaten öyle bir ülkede yaşıyoruz ki şaşırmazsak ayıp olur.

İlki, şu sedyeyi kirletme meselesi. Çalışırken siyaha belenen, üstü-başı, eli yüzü siyah kömür  tozundan kapkara olmuş, muhtemelen gündelik yaşamında, evinde ve gittiği her yerde “ oturma” diye uyarılan birinin bembeyaz sedyeyi kirletmek istememesinden doğal ne olabilir?

Ayrıca günümüzde sık tartışılan “edep” de bunu gerektirir. Bir insanın, kendinden başka birilerinin ve yaralı arkadaşlarının oturacağı sedyeyi kirletmekten imtina etmesi güzel bir “edep” ve terbiye örneğidir. Esas bu işçinin tavrına şaşıranlara şaşırıyorum ben.

İkincisi “delik çoraplar” meselesi. Hastaneye kaldırılan bir işçinin ayağındaki delik çoraplar şaşkınlık yaratmış. Ayda 1.200 lira kazanan ve muhtemelen bunu 3-4 aile ferdiyle paylaşmak zorunda kalan birinin nasıl bir çorap giymesini bekliyorsunuz ki siz?

Üçüncüsü de insanların Soma Faciasına duydukları üzüntüyü göstermek için yaptıkları “siyah giyin” çağrısı.

Yani, isteyen üzüntüsünü istediği şekilde göstersin. Buna bir diyeceğim yok. Ancak yukarıda bahsettiğim  işçinin delik çorapları görüldüğü gibi siyah. Zaten madenci ne giyerse giysin elbisesi, eli yüzü zaten siyah. Hatta bu nedenle “siyahların kadını Neslihan Yargıcı’ya göre modaya uygun giyinen biri bile denilebilir.


Demem o ki madenci ölmeden de ölürken de siyaha belenmiş durumda. Bizim giymemiz neyi değiştirir bilemiyorum.

BU ÜLKEYE ADALET GELİRSE BİR GÜN…

Bu fotoğrafa baktım da, hem öfkelendim hem de düşündüm. Bu ülkeye adalet gelirse bir gün:

-Devlet, ölen yakınına ağladı ve ölümüne tepki gösterdi diye vatandaşını yere yatırmaz.

-O devletin kolluk kuvveti, suçu ne olursa olsun yere yatırıp etkisiz hale getirdiği bir vatandaşa bir sivilin tekme atmasına izin vermez.

-Yerdeki vatandaşı tekmeleyen sivilin amiri, onu kulağından tuttuğu gibi işten atar ve savcılığa teslim eder.

-O amir, yanında çalışan hiç kimsenin kendisi adına vatandaşa tekme atamayacağını söyler ve vatandaşlardan özür diler.

-O devletin Cumhuriyet savcıları, kimsenin yetkisi olmadan kuvvet kullanmasına izin vermez.


Ve belki bir gün öyle bir adalet gelir ki ülkeye, tekme atan idam sehpasında ve tekmeyi yiyen ona bir tokat atarak onu affeder!

SOMA'DA "ŞİLİ MUCİZESİ" GERÇEKLEŞİR Mİ?

Haberi ilk duyduğumda içim cız etti. Zira madende her türlü kazadan kurtulma ihtimali olsa da eğer elektrik kesilmişse aşağıdakilere hava gitmeyeceğinden hepsinin ölme olasılığı ağır bastı zihnimde.

Bir maden ocağında trafo patlayınca jeneratör yok mu veya trafo patlaması ve elektrik kesilmesine karşı bir B planı yok mu bilemiyoruz.

Artık tek umudumuz “Şili Mucizesi”. Biliyorsunuz 2010 yılında Şili'de yer altında mahsur olan 33 madenci 69 Gün Sonra 700 Metre Derinlikten Gün Işığına çıkarılmıştı.

Fakat bizde Şili’deki gibi madencilerle ilgili tedbirler alındığını çok iyimserler bile söyleyemiyor. Ben de  iyimser değilim açıkcası.


Ne bu olaydan ders çıkarılacağını ne de bunun son kaza olacağına inanmıyorum. Kısacası işimiz mucizelere kaldı. Allah yardımcımız olsun!

ÖLÜ SAYISI DÜŞTÜ!

Yine bir facia ve yine ekran başındayız. Yalnız, facia maden ocağında mı medyada mı ondan emin değiliz. Zira şu an baktığım ekranda şöyle bir yazı var:

-Faciada ölü sayısı 20 değil 3.

Hayır, kazada ölen 20 kişiden 17’si dirilmiş değil. Her faciadan sonra olduğu gibi mikrofonu kapan “ölüm” gibi bir konuda ağzına geleni söylediğinden oluyor bu. Her yetkili ve yetkisiz kanal kanal gezerek açıklama yapıyor.

İlk sözüm yetkililere; sayın yetkililer, her olaydan sonra kanal kanal gezmek zorunda mısınız? Basın müşavirleriniz veya konuyla ilgili açıklama yapacak, basını bilgilendirecek görevliniz yok mu?

Eminim siz kanal kanal gezip açıklama yaparken, talimatınızı bekleyen görevliler ve yapılacak acil işleriniz vardır. Siz koordinasyon görevinizi yapın, göçük altındaki işçileri kurtarmaya bakın. Bırakın tv kanallarını başkaları meşgul etsin.

İkinci sözüm de yetkisizlere: Kardeşim, konuştuğunuz konu can. Vereceğiniz haber “ölüm” üzerine. Milletvekilisiniz “ekranlarda 20 kişi öldü” diyorsunuz ama isim vermediğiniz için aşağıda bekleyen 200-300 işçi ailesinin yüreğine ateş düşürüyorsunuz. “Yetkililerden aldığım bilgiye göre” diyorsunuz. Yetkilileri meşgul etmeyin ki işçileri kurtarabilsinler.

Bir olay daha var ki evlere şenlik: 11 Muhalefet milletvekili Soma’ya doğru yola çıkmışlar. İçlerinden biri “yolda olduklarını bildirdi ve işçilerin sağ kurtulmalarını temenni etti”. Ardından bu sefer yine aynı arabadaki başka vekil kanala bağlandı.

Artık bu kısımda isyan ettim: işçi can derdinde “yetkisiz” açıklama derdinde.

Biz ne zaman kriz yönetmeyi öğreneceğiz Allah aşkına?


KAÇ KARIN VAR?

Geçenlerde ifadesini alırken “evli misin, kaç çocuğun var?” diye sorduğum şahıs, “kaç çocuğum olduğunu soruyorsunuz da neden kaç eşim olduğunu sormuyorsunuz?” dedi.

Sordum,” iki karım var, hangisi az dırdır ederse ona gidiyorum” dedi.

Benim bu olaydan çıkardığım sonuç:

-“İfade özgürlüğü” kapsamında vatandaşa kaç karısı olduğu da sorulmalı. Söyleyemedikten sonra ne anlamı var birden fazla karısı olmasının.


-Kaç karın olursa olsun dırdırdan kurtuluş yok. En iyisi hayatında ne kadar az kadın, o kadar az dırdır.

HANGİSİ HUMEYNİ GİBİ YURDA DÖNECEK: GÜLEN Mİ UZAN MI?

Artık iyice emin oldum ki Toplum mühendislerinin bir laboratuarı oldu Türkiye. Yapmak istediklerini önce ülkemizde deniyorlar sonra başka yerlerde uygulamaya koyuyorlar.

Nasıl bu kanıya vardım? Tabi ki yaşadıklarımdan. Son otuz yıla, hele de son bir yıla öyle şeyler sığdı ki anlamakta, algılamakta ve yorumlamakta acizim. Onu bırakın, böyle giderse toplum olarak beynimizin sigortaları atacak, anakartı yanacak ve galiba hepimize bir çip takıp dolaştıracaklar.

Fazla değil son bir yıla dönelim:

-Samanyolu TV Hükümet aleyhine yayınlara başladı.

-AKP’liler Samanyolu TV önünde protesto gösterisi yaptı.

-Hakan Şükür muhalif oldu.

-Ayakkabı kutuları ortaya çıktı.

-Kılıçdaroğlu bozkurt işareti yaptı.

Liste uzun. Gördüklerimizin ne kadarını hazmedebildik, ne kadarını analiz edebildik bilmiyorum. Fakat gelecek bir yıldan endişeliyim. Artık şaşırmak istemiyorum. Herkesin nerede olduğu, tarafı belli olsun istiyorum.

Geçen gün aklıma geldi. Bundan birkaç yıl önce Fethullah Gülen’in Humeyni gibi ülkeye döneceği söyleniyordu, şimdi iadesi isteniyor. Hakkında kırmızı bülten de çıkarıldı mı bilmiyorum. Kısacası şu an itibarıyla, Humeyni gibi değil Horzum gibi dönmesi mümkün. Kendisini milyonlar değil polisler karşılayacak büyük ihtimalle.

Peki, bir zamanlar mitinglerindeki döneri yemeğe binlerin koştuğu, partisi barajı zorlayan ve şu an kırmızı bültenle aranan Cem Uzan Humeyni gibi dönebilir mi?


Burası Türkiye, her şey mümkün.

”ALO ARKADAŞ” HATTI CEVAP VERMEDİ!

Hiçbir zaman para biriktiremediğimden, “para biriktirmek mi, insan biriktirmek mi” tartışmalarında “insan biriktirmekten” yana oldum hep.

Gerçekten ömrüm boyunca insan biriktirdim ben. O nedenle kendimi çok zengin sayarım ve onların sayesinde de güzel bir hayat yaşıyorum. Bilinçli ve planlı olmasa da her meslekten, her alandan arkadaşlarım-dostlarım vardır ve onlar sayesinde karşılaştığım sorunları kolayca aşarım.
Aşamadığım sorunlarla ilgili olarak da beni dinleyen, sorunlarla baş etmeme yardım eden dostlarım da vardır. 112 Acil Servis derim ben bu arkadaşlara. Hemen telefona sarılırım ve yardım alırım onlardan.

Fakat geçen gün karşılaştığım bir problemle ilgili olarak bir arkadaşımı aradım. Sorunumdan biraz bahsettim. O ise “hemen çıkmam lazım sonra konuşuruz” diyerek kapattı telefonu.

Tabi ki çok fena bozuldum. Zira ben alışmamışım sorunlarımla baş başa kalmaya. Daima bir arkadaşın dostun yardımıyla hemen sorunu aşma yoluna gitmişim. Arkadaşım uzun süre telefonla bana dönmedi. İnternette de görünmedi. Kızgınlığım giderek arttı. Zira o konuda bana yardımcı olabilecek başka arkadaşım da yoktu.

Kendi kendime hem sorunumu çözmeye çalıştım hem de arkadaşa kızdım. Sabaha kadar yatakta dönüp durduktan sonra ertesi günü sorunu yaşadığım kişiyle doğrudan görüştüm ve problemi hallettim.


Ertesi gün iş işten geçtikten sonra arayan arkadaşıma da, “ 112 acil servis cevap vermeyince taksiye atlayıp hastaneye uzman doktora gittim” dedim.

BUNDAN SONRA HERKES KENDİ TOPLANTISINA MI KATILACAK?

Sonunda beklenen olmuş ve Başbakan Danıştay’ın 146.kuruluş yıldönümü toplantısında konuşan Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’na “edepsizlik yapıyorsun” diye tepki göstererek salonu terk etmiş.

Ülkemizde belli aralıklarla cumhurbaşkanı, hükümet ve askerler MGK toplantılarında bir araya geliyorlar, cumhurbaşkanı ile başbakan da haftalık görüşmelerde bir araya geliyorlar. Zaman zaman bu toplantılarda tartışmaların olduğu basına yansıyor.

Bildiğim kadarıyla, hükümet ve yüksek yargıyı bir araya getiren böyle bir mekanizma yok ve yargı üyeleri sorunlarını bir araya geldikleri Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Yargıtay’ın düzenlediği toplantılarda dile getiriyorlar. Son zamanlarda bu eleştirilerin dozunun arttığı ve hükümet üyelerince dile getirilmekteydi.

Bu olaydan sonra ne olacak? Çözüm basit: nasıl yüksek yargı üyeleri partilerin kongrelerine, mitinglerine ve gurup toplantılarına katılmıyorsa hükümet üyeleri de yüksek yargının toplantılarına katılmaz olur-biter. Herkes  kendi toplantısına katılır ve bir problem de kalmaz.

Peki, sorunlar ne olacak? Daha önemlisi, devlet büyükleri kendi aralarında konuşamaz tartışamazken vatandaş birbirine nasıl tahammül edecek?


SON MODEL CEP TELEFONU BASTONA YENİLDİ!

Teknoloji gelişti. Küçücük bir telefona çok şey sığdı: telefon, müzik seti, fotoğraf makinesi, kamera, bilgisayar vs. Fakat teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin yetişemediği yerler de var. İşlevi ne kadar artarsa artısın bize yetemediği de oluyor.

Efendim, bugün okuduğum bir habere göre, belediye otobüsünde bir adam, son model cep telefonu ile yanındaki kadınla selfie çekeyim derken  yanında ayakta duran kadının kocasına suçüstü yakalanmış.

Koca, teknolojiden yararlanmak yerine eline aldığı bir başka yolcunun bastonu ile adamı bir güzel döverek hastanelik etmiş.

Düşündüm de o kadar para verip cep telefonu almışsın, her şeyi yapabiliyorsun ancak bir bastona yenik düşüyorsun. Ne dram.

Demem o ki, teknolojiyle haşır neşir bir nesil var ve onunla vakit geçiriyor ve her şeyi onunla çözmeye çalışıyorlar. Bu haber onlara ders olsun.


Teknoloji her yerde her zaman işe yaramaz. Onu yerinde kullanmadığınız taktirde ilkel bir alete karşı işe yaramadığı da olur.

MERAKLISINA:
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/26384131.asp

DEMİREL’İ ARATMAM MERAK ETMEYİN!

Olmaz demeyin, nasıl ki 90 yıldır bir Onuncu Yıl Marşı daha yazamadık, cumhurbaşkanlığı seçimi için de aday bulamadık yeniden Demirel’in peşindeyiz.

Önce bir araştırma şirketi sahibi açıkladı: Erdoğan’a karşı kazanma şansı en yüksek adaylar, Sadettin Tantan, İlhan Kesici, Hüsamettin Cindoruk ve kabul etmesi halinde Süleyman Demirel diye.

Ardından Demirel’in tekrar aday olması için sesler yükselmeye başladı.

Vah zavallı ülkem. Her cunhurbaşkanlığı seçiminde bunalıma giren, bir türlü seçimi normal akışında yapacak siyasi olgunluğa erişememiş ülkem.

Demek yine cumhurbaşkanlığı için Erdoğan dışında aday bulamadık doksanı aşmış Demirel’e muhtaç hale geldik. O olmazsa da yine eskilerden Tantan, Kesici ve Cindoruk.

Yok mu bu ülkede gurur duyacağımız, cumhurbaşkanı olabilecek bir başkası?


Vallahi onu bunu bilmem, benim  de cumhurbaşkanlığı için şartlarım tutuyor. Demirel’i de aratmam. Haberiniz olsun.

NİJERYA’DA KAÇIRILAN KIZLARLA İLGİLİ İSLAM DÜNYASI NEDEN SESSİZ?

Yıllardır haberler aynı; kafa kesenler, kadın taşlayanlar, ölen karısına tecavüz izni veren fetvalar ve en son da Nijerya'da İslamcı Boko Haram örgütü tarafından 200'den fazla kız öğrencinin  kaçırılması ve kızların köle pazarında satılacağının açıklanması.

Tarafsız biri olarak nasıl görünüyor size Müslümanlar?

Nitekim Arkadaşım Levent Elpen Facebook’ta isyan etmiş:

-Nijerya'nın yobaz vahşileri Boko Haram örgütü, 12-13 yaşındaki kız öğrencileri toplu halde kaçırıyor ve sonra da televizyonlara çıkıp o kızları "köle pazarında satacaklarını" ilân ediyor. Bunlar "İslâmcı militan" olarak yaftalanıyor. Ulan, kız çocuklarını diri diri gömülmekten kurtaran İslâm nerde hani?

Sahi, İslam, kız çocuklarını diri diri gömülmekten kurtaranların dini mi yoksa 12-13 yaşındaki kızları kaçırıp satanların dini mi?

Kabul ediyorum, haberler doğru olmayabilir, abartılı ve maksatlı olabilir. Ki ben buna inanıyorum. Fakat neden bu haberlere İslam coğrafyasından tepki gelmiyor ve o kız çocuklarını kurtarmak için neden ABD heyet gönderiyor da Müslüman Ülkelerden çıt çıkmıyor?

Peki, bizim ekran  ulemaları ne yapıyor?

Onlar hala kurbanda hayvanın hangi damarlarının nasıl kesileceğini tarif etmekle meşgul.

KARŞIT GÖRÜŞ BİR TEK TÜRKİYE’DE Mİ VAR?

Ekranlarda gördüğüm ve çok imrendiğim bir sahne vardır: Beyaz Saray önünde zaman zaman insanlar toplanır ve ellerinde yazılı dövizlerle bir daire şeklinde dönüp dururlar. Gören, duyan var mı, dertlerini anlatabiliyorlar mı bilmem ama zaman zaman Türkiye’ye kadar duyulduğu da olur seslerinin.

Bizde bırakın Çankaya Köşkünün önünü, belli Anadolu şehirlerinde farklı ses çıkarmak, parti binası açmak bile mümkün değil: Karadenizde HDP ve doğuda MHP’lilerin sesini çıkarması mümkün değil. Hatta Kahramanmaraş Olaylarında ölenler bile öldükleri yerde anılamıyor.

Bugünlerde ise her akşam üniversitelerdeki “karşıt görüşlüler” arasındaki kavga görüntülerini izliyoruz haberlerde. Hele bu akşam izlediğim haberde, okuldaki bahar şenliğinde kavga çıkmış “karşıt görüşlüler” arasında. Şenlik ve kavga buluşmuş kampüslerimizde.

Kısacası, bırakın Anadolu kentlerini bizde daha üniversitelere gelmemiş farklı görüşlere saygı. Yıllarca dershanelerde ve okullarda her şeyi öğrettiğimiz gençlerimiz, henüz “karşıt görüşe saygı ve tahammülü” öğrenememiş. Bizim zamanımızda da öyleydi şimdi de öyle.

Her akşam ekranlarda ifade özgürlüğünden dem vuran demokrasi havarilerinden ise tıs yok. Onları geçtim, üniversite yönetimlerinden ve akademisyenlerden de ses yok.

Merak ediyorum, karşıt görüşlüler dünyada sadece bizde mi var ve bize mi özgü karşıt görüşlülerin çatışması?


Pardon, geçen akşam Ürdün Televizyonunda gördüm ekranda masayı parçalayacak kadar kavga eden iki gazeteciyi. Yalnız değiliz yani.

ÖCALAN MI ENGİN ALAN’I ÇIKARACAK YOKSA ENGİN ALAN MI ÖCALAN’I?

Nasıl bir ülkeyse burası, birbiriyle çatışan iki insanı yine aynı yerde buluşturmayı ve kaderlerini birleştirmeyi başardık. Tıpkı 12 Eylülde olduğu gibi.

Abdullah Öcalan da Engin Alan da şu an hapiste Yargıtay tarafından onaylanmış cezalarını çekmekteler ve çıkmalarına da daha uzun zaman var.

Bu arada 8 vekilden yedisi hapisten çıkınca Engin Alan’ın durumu tartışmalı hale geldi ve onu da çıkarmak için çareler aranmakta.

Bulunan ve seslendirilen en makul formül ise bir anayasa/yasa değişikliği yapılarak, “kesinleşmiş hapis cezalarını çekmekte olan milletvekillerinin cezalarının infazının dönem sonuna bırakılır” hükmünün getirilmesi.

Evet, bu formülle Engin Alan’ı hapisten çıkarmak mümkün. Fakat yapılacak bu düzenleme, ilk seçimde milletvekili seçilecek Abdullah Öcalan’ı da milletvekili seçilecek diğer hükmü kesinleşmiş mahkumları da  hapisten kolayca çıkarabilir

Artık Öcalan’ın “asılmamak şartıyla” Türkiye’ye teslim edildiğini bilmeyen yok. Nasıl verilen bu söz Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde idam cezası kaldırılarak yerine getirildiyse, Öcalan’a affın da Engin Alan’ı hapisten çıkarmak bahanesiyle yerine getirilmesi de mümkün.


Söylediklerim çok mu komplocu? O halde söyleyin bakalım, Mustafa Balbay mı hapisteki BDP’li vekilleri çıkardı yoksa BDP’liler mi Balbay’ı?

GÖĞSÜNÜ GERE GERE KİTAP OKUMAK

Kimse kusura bakmasın, kitabın benim için bir kutsallığı var. Okumayı sahip olmayı severim.Doğal olarak da kitap ile ilgili haberlere de kulak kabartırım.

Şimdiye kadar kitapla ilgili bir sürü saçma-sapan habere sessiz kaldım ancak bugün okuduğum bir haber beni çileden çıkarttı.

Efendim, Pantolonsuz metro yolculuğu, yastık savaşı gibi sıra dışı eylemlere ev sahipliği yapan New York’ta, bu kez de üstsüz kitap okuma eylemi yapılmış. 

Kendilerini 'Üstsüz Kitapseverler’ olarak nitelendiren bir grup, üstsüz, Central Park’ta kitap okumuş. Kitap okumanın seksi olduğunu göstermek ve çıplaklığın yasal olduğu New York’ta bu haklarını kullanmak istedikleri için, ’Kitapları değil, sutyenleri yak’ sloganı ile böyle bir girişimde bulunduklarını belirten ’Üstsüz Kitapseverler’, eylemlerini geleneksel hale getireceklerini söylemişler.

Haberin tek dişe dokunur kısmı, “kitapları değil sütyenleri yak” sloganı kiş o da ne kadar işe yarar bilinmez.Bir de neden bu eyleme erkeklerin katılmadığı haberde belirtilmemiş.

Kitapla ilgili medyada yer alan haberlere ve sosyal medyadaki paylaşımlara bakıldığında anladım ki, kitap okunarak yararlanılacak bir şey olmaktan çıkmış, kitap okuduğunu göstermek işe yarar hale gelmiş.
Örneğin ülkemizde en iyi kitap 1-2 baskı yapar yaklaşın 3-5 bin satarken, facebooktaki kitapla ilgili guruplara üye olanlar ortalama otuz bin civarında.

Ya da bir belediyenin otobüs durağına kitaplık yapmasını beğenenler de kitap okuyanlardan kat kat fazla.
Ben de bu işe akıl sır erdiremiyorum. Örneğin, durakta en fazla yarım saatini geçiren bir kişi kitabı bitiremeyeceğine göre kalanını ertesi gün mü okuyor? Ya da ertesi gün aynı kitabı orada bulabiliyor mu? O belediyeler neden güzel bir kütüphane yapmıyor mesela?

Veya kitap çıplak okununca daha mı akla giriyor daha anlaşılıyor?

Bir kitapsever olarak kitapla ilgili bu tür haber ve paylaşımları hoş görmüyorum. Daha da ötesi kitaba hakaret olarak görüyorum.Gerçek kitapseverlerin ve okuyucunun da de bu tür haberleri hoş gördüğünü de sanmıyorum.


Okumuyorsunuz, okutmuyorsunuz bari kitabı rahat bırakın.Kitabın imajına ve işlevine zarar vermeyin!

SEÇİM DÜĞÜNÜ YAVAN OLUR!

Bir vatandaşımız, 10 Ağustos günü oy verme süresince ve oy verme işlemi sona erdikten sonra nişan-düğün yapılıp-yapılamayacağını Yüksek Seçim Kuruluna sormuş. YSK da aldığı kararda, seçim günü uygulanan seçim yasaklarından bahsederek yasaklara uymak kaydıyla nişan ve düğün yapılabileceğine hükmetmiş.

Tabi açıklama uzun. İçinde yasa maddeleri ve nelerin yasak olduğu hatırlatılmış. Anladığım kadarıyla kurul doğrudan “nişan veya düğün yapılabilir” demek yerine seçim günü uygulanan içki satış ve içme yasağı ile silah taşıma yasaklarını hatırlatarak vatandaşı uyarmak istemiş.


Kısacası, içmeyeceksen, eğlenmeyeceksen ve de havaya sıkmayacaksan düğün veya nişan yapabilirsin, demiş. Yani “seçim düğünü yavan olur” demiş bir anlamda.