TAŞERON İŞÇİ BAYRAMI!

Ülkede yüzlerce kanal var ancak üç beş konu etrafında dönüyor konuşulanlar. Haberler bile hemen hemen aynı. Hatta o kadar ki büyüklerimizin konuşmalarını 15 kanal aynı anda yayınlıyor.

Doğal olarak insan şaşırıyor, yüzlerce tv kanalı, yüzlerce radyo ve gazete-internet sitesi nde konuşan bunca yorumcu varken bazı konuların dile gelmemesine. Örneğin taşeron işçiler.

Efendim, tam bir yıl önce seçimler yapıldı ve seçimler öncesinde hemen hemen bütün partilerin vaadiydi taşeron işçilerin kadroya alınması.

Sayıları yekün tutan bunca insan, bir yıldır bekliyor verilen sözlerin tutulmasını. Bayram ziyaretlerinin ve ev gezmelerinin hala gündemden düşmeyen sorusudur bu:

-Ne oldu senin kadro işi?

-Bekliyoruz abi.

Bekliyorlar evlenecekler, bekliyorlar bir ev araba işine girecekler.

Bıkmışlar, en azından gündemleri değişsin başka şey konuşsun istiyorlar artık ama nafile.

Tamam, bir yıldır ülke bir çok badire atlattı, gündemi ,şartları değişti kabul ama ülkenin bütün bakanları da bu işlere bakmıyor herhalde.

Mesela Çalışma bakanı Musul konusu ile ilgili çalışmıyor herhalde.

Ya da meclis?

Milletvekilleri ve muhalefet de Fırat Kalkanı harekat planı ile meşgul değillerdir umarım.

Çünkü onlardan da ses yok.

Hayır, kadroya alınmayacaklarını bilmek bile beklemekten iyidir onlar için. Hiç olmazsa hayatlarına ona göre yön verirler.

Evet, iş başa düştü. Madem kimse sormuyor “ne oldu bu kadroya alınma işi” diye ben sorayım:

-Sayın Yetkililer, ne oldu bu taşeron işçilerin kadroya alınma işi? Bekledikleri yetmedi mi? Bir el atın şu işe. Kadroya alın da bayram etsin bu insanlar. Hatta mümkünse o gün de taşeron işçi, bayramı ilan edilsin.

Saygılarımla… 

LEVENT KIRCA’NIN MEZARI YAPILDI YA TUNCEL KURTİZ’İN?

Vefa denince artık aklımıza ya sanatçı cenazesi geliyor ya da sanatçı mezarı .. Ölen sanatçının cenazesindeki kalabalığı az bulan veya hala mezarının yapılmadığını gören feryadı basıyor:

-Vefa İstanbul’da bir semt adıymış.

Vefa başka bir şekilde gündeme gelmiyor mesela. Örneğin 15 Temmuz şehitleri ile diğer şehitlere yapılan muamele arasındaki farkı kimse vefa yönünden değerlendirmiyor.

Evet, önce “Tuncel Kurtiz’in mezarı hala yapılmadı, büyük vefasızlık” diye manşet atan medyamız kısa bir süre önce de Levent Kırca için aynı feryadı kopardı.

Neyse ki bugün okuduğumuz bir haberle içimiz rahatladı. Nihayet Levent Kırca’nın mezarı yapılmış. Fotoğraflardan gördüğümüz kadarıyla, mezar, bildiğimiz şekilde mermere boğulmuş, bizim mezarlar gibi olmuş. Bir rahatladım ki sormayın; Kırca yaşarken halkın içindeydi öldükten sonra da öyle olmuş.
Ya zavallı Tuncel Kurtiz?

Etrafı taşla çevrili bir yığın toprak altında yatıyor hala. Yani bizim mezarlar gibi değil mezarı. Vasiyeti öyleymiş. Ne mesaj veriyor acaba yattığı yerden?

Şaka bir yana, sanatçı sadece verdiği eserlerle anılmalı bence. Cenaze töreni veya mezarı malzeme yapılmamalı.

Ha, bana soracak olursanız, Tuncel Kurtiz’in mezarı daha güzel; daha doğal ve daha çevreci.
Mermer ocaklarının doğaya yaptığı tahribatı menşet yapıp mezarlar mermere boğulmadı diye feryat etmek neyin nesi?


Mermere boğulmuş mezarlıklar ve evlerin doğa tahribatına katkısı nedir acaba?

UĞURLAR OLSUN!

Önerme:
-İlkbahar harikadır, her yer yemyeşil, tomurcuklar, çiçek açmış ağaçlar.
Anti tez:
-Asıl sonbahar güzeldir. Sonbahar mevsimlerin demlenmiş halidir. İlkbaharda her yer yeşilken sonbaharda değişik renkler vardır.
Kısıtlı fen bilgisi bilgimle devam edeyim. Madde üç boyutludur. Hayat da öyle. İlk zaman maddenin ilk boyutunu görürüz çocukluğumuzda. Daha sonra her şeyin gördüğümüz gibi olmadığını anlar ilk gördüğümüz her şeyin tam tersinin doğru olduğunu ispatlamaya çalışırız. Olgunluk devremizde ise gerçeğe daha yaklaşırız. Üçüncü boyutu da görmeye çalışırız. İlk doğrularımızın çoğu üçüncü boyut sınavını geçer, geçemeyenlerin yerine ikinci boyuttaki doğrularımız geçer.
Şimdi buradan hareketle uzayan ömrü irdeleyelim:

-Ömrün uzaması iyidir.

-O kadar yaşayıp ne yapacaksın, çekilir mi bu dünya?

-Bence ömrün hangi kısmının uzayacağı önemlidir.15-20 Yaş arası yirmi yıl uzayacaksa tamam. Ya da 5-10 yaş arası on yıl. Bu mümkün olmayacaksa, altmışından sonra ömrüm kırk yıl uzamış ne ifade eder ki? Perhizde, sürekli artan sağlık sorunlarıyla ve de devamlı kendini tekrar eden bir yaşamın uzamasının insana katacağı ne olabilir?

Devam edelim; bayramlar çocukluğumuzdaki gibi neden değil?

Heyecan veriyor mu yılbaşları size artık?

İlk aşkınızdan sonra ayağınız yerden kesildi mi bir daha?

Nobel alan adam, dünya kupasını kaldıran futbolcu hiç sanmam ki ilkokul birinci sınıftaki ilk kurdeleyi aldığımdaki sevincimi yaşasın. (Kurdele, okuma-yazmayı öğrenenlere takılırdı ve yıl bitene kadar yakada taşınırdı) Hala bazı yaşlı komşularımız hatırlatır bana, sokağa girişimi, sevincimi:

-Kurdele aldıııııııııııııımmmmm! İlk ben aldımmmmmmmmmm!İnanın yaşamadım bir daha böyle bir sevinç. Belki de ilk gururum, ilk zaferim olduğundan.

Uğurlanmam da öyle. Hakkını yemeyeyim, bugüne kadar beni uğurlamış olanlardan da şimdiden özür diliyorum. En güzeli de doğal olarak ilklerden biriydi. Uğurlanmak için gitmek lazım.
O kadar çok gittim ki, artık uğurlayan da uğurlanan da bıktı.

 O kadar su döküldü ki ardımdan, toplasanız yekun tutar.

Hakkını yemeyeyim kimsenin. Her gittiğim yerde çok güzel dostluklarım arkadaşlıklarım oldu. Onunla uyumlu da uğurlanmalarım.

Yatılı okula, üniversiteye kalabalık ailem tarafından uğurlandım. Elimde kurabiye ve saç böreği poşeti. El öptüğüm büyüklerden mendiller ve içinde harçlığım.

Batman’da sıraya dizilmiş elli kıllı ve terli erkeği öptüm ayrılırken.

Diyarbakır havaalanından altı araba dolusu insan tarafından uğurlandım idari göreve. Bir arkadaşın deyimiyle bakan gibi.

Bir hafta kaldığım Asos’taki Kabile motelden, arabamın iki yanına dizilmiş personel ve sahibi tarafından su dökülerek uğurlanmam hala aklımdadır.

Bütün bunlara rağmen kimse darılmasın gücenmesin en unutamadığım uğurlanmam altı yılımı geçirdiğim İnebolu ‘dan oldu.

Bazı sayılar vardır. Rakamla yazıldıktan sonra önemini belirtmek için bir de yazıyla yazılır. Ben de öyle yapayım: on bir. Evet, on bir yaşında orta birde şimdiki tabirle altıncı sınıfta gelmişiz yatılı okula. Anne-baba, kardeş, komşu, dost, akraba hiçbiri yok. Sadece arkadaş var. Abiler var, hocalar var ve de müdür var. Ağlayacak bir omuz, sarılacak bir kucak yok. Doğal olarak bir sürü olumsuzluklar yaşanıyor, eziyor hayat sizi. Bu şartlarda her zorlukta olduğu gibi arkadaşlık, dostluk besleniyor sürekli. Hastaysan, paran yoksa moralin bozuksa, mektubun gelmemişse hep yanındadır arkadaşın.

Lise bire geldiğimde yatakhane başkanı oldum. On tane on bir yaşındaki on arkadaşıma. Arkadaşlığa, dostluğa abi-kardeşliği de eklemişiz. Hatta yöneticiliği bırakıp ağabeyliği abartınca yapmam gereken temizlik kontrollerini yapmayınca yatakhanemiz bitlendi. Bir gün bütün çamaşırlarımızı aldılar bize de büyük gelen okulun basketbol takımının eşofmanlarını giydirdiler. Okula da gidemedik, akşama kadar bekledik çamaşırlarımızı. Bu arada okul yönetimi tarafından sorumlu tutularak ayrıca cezalandırıldım da.

Hiç unutamadığım bir başka olay ise ütülediğim on bir yaş arkadaşlarımdan birinin pantolonu babasının pantolonundan kısaltılmaydı. Ütüyü de yeni görüyordu.

Sonuçta, bir gün memleketime yakın okula naklim çıktı. Otobüsün hareket saati ders saati olduğundan birkaç arkadaşımla gittim garaja. Beş yılımı geçirdiğim kardeşlerimle akşamdan ve sabah vedalaştım.Uğurlamaya gelen arkadaşlarla vedalaştıktan sonra otobüse bindim. Arkadaşlarım da okula döndüler.

Tam otobüsümüz hareket ettiğinde o hiç unutmadığım manzarayı gördüm. Garajın karşı girişinden tek sıra halinde on bir yaşındaki yaklaşık on beş çocuk koşturarak otobüsümüzü durdurmaya çalışıyordu.

Hani derler ya tam anlamıyla duygu patlaması; aynen öyle oldu. Detayları hatırlamıyorum. Tek hatırladığım, benim yatakhaneden on ve arada yastık savaşı yaptığımız yan yatakhaneden de beş- altı arkadaş hocalarından izin alarak beni uğurlamaya gelmişler. Otobüse yetişmek için de okuldan garaja kadar koşmuşlar.

Dedim ya detayları hatırlamıyorum. Otobüs nasıl durdu, şoför kızdı mı, ben nasıl indim, ne kadar beklettik otobüsü hiçbirini hatırlamıyorum.Tek hatırladığım, sarılma, ağlama ve duygu patlaması. Ömrümde bir daha benzerini yaşamadığım.


KÜRT KORİDORU NEREYE ÇIKIYOR?

Bildiğim kadarıyla her koridor bir yere çıkar. “Adliye koridorları” diye bir deyim var  örneğin. Aradığınız adalete değilse de aradığınız bir mahkemeye mutlaka çıkar. Girdiğiniz koridorda değildir belki.

Bu bağlamda, epeydir kafa yorduğum halde bir türlü bulamadım güneyimizdeki Kürt Koridorunun Akdenize nereden çıkacağını. En iyisi yazayım da belki bir bilen çıkar öğrenirim dedim.

Efendim, Suriye İç Savaşı başladığından beri önce Kürt Kantonları oluştu, sonra da bu kantonları birleştireceği söylenen koridor. Söylenen, Erbil’den Afrin’e kadar uzanacak koridor un Akdenize ulaşacağı söylendi bize. Nitekim devletimiz de bunu engellemek için Suriye’ye girdi fakat benim kafamdaki “nereye çıkıyor bu koridor” sorusu hala cevabını bulabilmiş değil.

Diyelim biz müdahale etmedik ve koridor oluştu fakat Akdenize nereden çıkacak. Ya bizim Hatay’dan ya da daha güneyden.

Hatay’da biz varız ve herhalde mevcut 6.000 tankımızı yan yana dizerek Hatay’ı koruyabiliriz ve Kürt Koridoruna kurban etmeyiz bu vatan toprağımızı.. Güneyde ise Suriye devleti ve Rus üsleri var.

Bu durumda Kürt Koridoru nereden çıkacak Akdenize?

Var mı bir bilen?


Yoksa boşuna mı girdik Suriye’ye?

ÖNCE CİHANGİR SİNANGİR OLDU ŞİMDİ SIRA TÜRKİYE’DE!

Birkaç ay önce   bir Emniyet Müdür Yardımcısı, ekranlarda bir vatandaşı öldürdü beraat etti. Bugün de  Sinan Çetin’in oğlu Rüzgar Çetin hatalı solama soncu çarptığı polis aracında bir polisin ölümüne diğerinin yaralanmasına neden olduğu dava az bir ceza alarak tahliye oldu.

Herşey göz göre göre oldu. Olmadıysa da biz ekranların yalancısıyız.

Bir zamanlar Cihangir’de çok ev aldığı için Cihangir’e Sinangir dendiğini okumuştum gazetelerden. Bugünkü karardan sonra Çetin’in hükmü bütün Türkiye’de geçtiği için ülkenin adının da Sinaniye olarak değiştirilmesi yeridir diye düşünüyorum.

Hayır, ülkemizin zor günlerden geçmekte olduğunun bilincinde olan sorumlu bir vatandaş olarak:

“ne biçim adalet bu”
“yasaların parası olana işlemediği ülke oldu burası”
“Şehit polis varsa onu öldüren de teröristtir”

Demeyeceğim.

Sadece yetkililerden bir ricam var. Rüzgar Çetin’in Alkollü araç kullanarak adam öldürme hakkı olduğuna göre, Rüzgar Çetin’in ve diğer suç işleme özgürlüğüne sahip olanların günlük programı vatandaşa duyurulsun ki ölmek istemeyen o saatte o civarda trafiğe çıkmasın ve canını kurtarabilsin.

Çıkan da ölüme razı olsun.


Sayın devletimiz bu ricamızı kırmaz inşallah.