ÇOCUKLAR DUYMASIN HAFRİYATA BAŞLADI!


Gelenek değişmedi, bir dizinin başladığı yine polemikle manşetlere taşındı ve çok geniş bir kesimin diziden haberi olması sağlandı.

Bu Bizimkiler dizisindeki kapıcı polemiği ile başladı, Muhteşem Yüzyıl dizisinde “at sırtından inmeyen atalarımızı…” diye devam etti.

Arada polemik konusu olmadığı için kaç dizi güme gitti kim bilir?
Bunu bilmeme ve bunların piar olduğunu düşünmeme rağmen yine de Çocuklar Duymasın dizisi ile ilgili hafriyat kamyonları, kentsel dönüşüm ve diziye Cengiz İnşaatın sponsor olmasına kadar varan tartışmalarla ilgili bölümün videosunu izledim.

Bana anormal gelen bir şey olmadı. Dizide, bir sofrada, dizinin entelleri Meltem, Gönül ve Selami hafriyat kamyonlarına karşı çıkarken rol gereği inşaat sektöründe çalışan Haluk olaya başka bir yerden bakıyor.

Herkes bildik rolünü oynuyor kısacası.  

Zaten dizinin yıllardır konsepti de böyle.

Yani, dizideki karakterlerden sadece birinin sözlerini hafriyat kamyonu savunuculuğu, kentsel dönüşüm propagandası hatta Cengiz İnşaatın sponsorluğuna kadar (başka delil varsa açıkça ortaya konmalı) vardırmak saçma bence.

Bunu, tepki gösterenlerin diziyi ve karakterlerini unutmuş olmalarına bağlayabilirim.

Ya da dizinin ilk yıllarında ülkede, ekranlarda farklı görüşler tartışılabilirken son yıllarda tek kale maç oynanmasından mı bu tartışmalar?

BİZİM MAHİNUR GENELKURMAY BAŞKANI OLSAYDI!

Benim bir kuzenim var, Mahinur. Benden küçük, sessiz sakin bir köy kadını. Kendisini yılar sonra ablamın yazlığında gördüm. Üç kızıyla tatile gelmiş köyden. Birkaç gün birlikteydik yazlıkta. Tatile gelseler de çok iyi baktılar bize, sağ olsunlar.

Bu arada dikkatimi çekti. Diyelim yemek vakti geldi. Ablam, “yemeğimizi yiyelim mi?” der demez Mahinur’un üç kızı birden ayaklanıyor, sofrayı kuruyorlar, yemekten sonra topluyorlar ve bulaşıkları yıkayıp yerlerine oturuyorlar. (Mahinur ve ablam dışarıda odun ateşinde kızartma veya yine odun ateşinde kuru fasülye yapma işlerine bakıyorlar)

Ertesi gün denize gidilecek, ablam “haydi denize” der demez üç kız hemen hazırlanıp geliyorlar.
Oğlunu bakkala göndermek için uzun süre dil dökmek zorunda kalan biri olarak bu durum tabi ki dikkatimi çekti.

Fakat olayı çözmem uzun sürmedi. Örneğin, ablam “yemek yiyelim mi?” dediğinde, bizim Mahinur’un kızlarına “hafif bir baş hareketi” yapması yetiyor onların harekete geçmesi için.(Bizim Mahinur çocukken de konuşmayı sevmezdi zaten)

Ben bu yaşıma kadar devlet başkanı, başbakan yardımcısı, müsteşar, vali, belediye başkanı, genel müdür vb. gibi birçok üst düzey insanla bir arada bulundum, böyle bir otorite görmedim.

Birine bir şey yaptırmak için bağırıp çağırmak gerekmediğini, “hafif bir hareketi” ile otorite kurulabileceğini yukarıda saydığım etkili ve yetkili kişilerden değil bizim Mahinur’dan öğrendim.

Balyoz-Ergenekon  Davaları, 15 Temmuz ve son yaşananları düşününce aklıma geldi:


-Keşke bizim Mahinur okusaydı da Genelkurmay başkanı olsaydı! 

BENİ GURBET ELLERDE ŞARJSIZ BIRAKTIN!

Eskiler, yaşadıkları her olay için bir şarkı yazmışlar. Biz de bu şarkılardan öğreniyoruz yaşananları. Münir Nurettin’in “beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın” şarkısı gibi.

Efendim, hafta sonu İstanbul’a düğüne gittim. Düğün bir teknede, boğazda gezinti şeklinde olacağı için fotoğraf çekerim düşüncesiyle gitmeden bir kafede oturarak iyice şarj ettim telefonumu.

Her şey gayet güzel gitti. Boğazda teknede eğlenirken çıkan mehtap da ikramiye oldu. Ben de düğünü, pistte oynayanları bırakıp mehtabı seyre koyuldum. Bir yandan da bol bol fotoğraf ve video çekip sosyal medyada paylaştım ki arkadaşlarım da bu keyfe ortak olsun.

Derken cebimdeki telefon sürekli titremeye ve ses vermeye başladı. Ben yakın gözlüğümü bulup telefona bakana kadar telefonun şarjı kırmızı ışığa geçti ve bir süre sonra da kapandı. Ancak bu kısa sürede gelen beğeni ve yorumların benim paylaşımlarıma değil, bir arkadaşımın elli kişi ile beni etiketlediği bir paylaşımdan kaynaklandığını görebildim.

Ömrünü yollarda geçirmiş biri olarak, bir seyahatte en gerekli şeyin iletişim olduğunu bilirim. Bu nedenle eskiden jetonu yanımdan ayırmazdım. Cep telefonu çıktıktan sonra da devamlı şarjını yetecek şekilde ayarlarım ki, bir kaza veya bir sorun olursa arayabileyim ya da arayan bana ulaşabilsin.

Evet, bunca yol ve gurbet tecrübeme rağmen, bir arkadaşın facebookta beni etiketlemesi yüzünden şarjsız ve iletişimsiz kaldım. Sevenlerime yola çıktığımı haber veremedim. En kötüsü de yaşadığım güzellikleri paylaşamadım.

Ne diyeyim?

En iyisi ben de bir şarkı yazayım:


-Beni gurbet ellerde şarjsız bıraktın!

TROLLERİ SUSTURMANIN YOLU

Dünyanın en gelişmiş ülkelerinde dahi az da olsa sapık, manyak, kötü veya böyle görünerek ilgi görmeye çalışan insanlar vardır.

Sosyal medya çıktıktan sonra, bu insanların yaptıkları paylaşımlarla daha fazla insana ulaşma olanakları oldu. Bir kısmı ise böyle olmadıkları halde sırf bir psikolojik savaşın neferleri olarak ücreti mukabil sapkın, toplumun büyük bir kesiminin tepkisini çekecek paylaşımlar yapıyorlar.

Buna karşılık, aklı başında insanların gösterdikleri tepkiler sayesinde bu tür insanlar çok daha fazla insana ulaşma olanağı elde ediyorlar.

Benim yaşamım boyunca bir prensibim var; tepki göstereceğim, muhatap alacağım  insanın buna değmesi ve tepkimin bir işe yaraması gerekir. Bunun dışındakileri yok sayıyorum ve bu sayede sapkın insanların saçma sapan paylaşımlarını arkadaşlarıma taşımamış oluyorum.

Ayrıca, bu insanları susturmanın en iyi yolunun onları yok saymak olduğu kanaatindeyim. Aksinin, bu tip insanların sayısını ve saçma sapan paylaşımlarını artıracağını düşünüyorum.

Kısacası, bırakalım saçmalasınlar. Yok sayarsak bu saçmalıklarını birkaç arkadaşları dışında kimse görmez ve yok olur giderler.

Bakın son olay üzerine Uğur Mumcu’nun kızı ne demiş:


-Binlerce telgraf geldi babam öldürüldüğünde, birkaç tanesini ayırmışlardı, çekmecenin içinde buldum. Babamın cesedine küfrediyordu. Bir- iki kişi küfrediyor, milyonlar cenazede yürüyordu. Hepimize bu resim yeter, yüreklerimiz ferah olsun.

SİVAS’TA İÇİMİZİ YAKAN GERÇEK!

Şans mı şanssızlık mı bilmiyorum ama Türkiye’de yaşanan belli olayları mahallinde yaşama olanağım oldu; 1991 Körfez Savaşında Adana’da, Nevruz’da Siirtte, Köylü uzaylıyı taşladığında Eşme’de, 1999 Depreminde Adapazarı’nda (2-3 Gün sonrası 1,5 ay) ve Sivas katliamının bir hafta sonrasında da Sivas’taydım.
O nedenle bu olaylar hakkındaki fikirlerim gazete ve televizyonlardan öğrendiklerim değil bizzat birinci el tanıklıklara dayanmaktadır.
Bazı konularda farklı düşünmemin nedeni de budur.
Sivas’ta iki gün kaldığım için konuyla ilgili fazla temasım olmadı ancak dönüşte bir baş komiserle Sivas-İzmir yolculuğumuz oldu.
Başkomiser, “abi biz on polisle beşbin solcuyu on dakikada dağıttık. Bizim işimiz bu. Otelin önündekileri de yarım saatte dağıtırdık kimse de ölmezdi. Yazık oldu adamlara” dedi.
Hatta akşama kadar (belki  işgüzar bazı polisler dağıtır diye) “kimse bulunduğu yerden ayrılmayacak” diye anonslar yapılmış. Komiser bey de lojmandaymış, birkaç kez amirlerini aramış,”kesin talimat var lojmandan ayrılmayın” demişler.
Demin google’a baktım, benim olaylardan bir hafta sonra öğrendiğim gerçeği bütün yetkililer itiraf etmiş.
Evet, ileride çocuklarımıza ve torunlarımıza nasıl anlatırız bilmiyorum ama 2 Temmuz 1993 tarihinde içinde 18 Yaşındaki folklorcu çocuklarımızın da bulunduğu 37 insanımızı (aydınımızı, ozanlarımızı ve sanatçılarımızı) göz göre göre yaktılar bu ülkede.
Lanet olsun.
Ha, bu arada, Adalet yürüyüşüne destek veriyor diye zamanın Sivas Belediye Başkanına ve de Halk TV ‘de her akşam ahkam kesiyor diye de TBMM Sivas Raporuna “tahrik şerhi” koyan Abdüllatif Şener’e de sempati duyacak değilim.

Onlar da beter olsunlar.