İMZA GÜNÜ MÜ SELFİE GÜNÜ MÜ?

Yıllar önce, İzmir Fuarında, Aziz Nesin'in imza günündeydim. Uzun bir bekleyişten sonra sıra önümdeki kadına gelmiş fakat bana gelmesi uzun sürmüştü.

Zira önümdeki sosyetik kadın, yanında iki yardımcısı ile getirdiği ve hepsini de özenle ciltlettiği 80 kitabı tek tek imzalatmıştı.

İçimden, "kadın kitapların birini bile okumuş olsa bu hareketi yapmazdı" diye geçirmiştim. Çünkü Aziz Nesin yeni felç geçirmişti ve kitaplara sadece imza atabiliyordu.

O nedenle de kadına "ciltler güzel olmuş" diye imada da bulunmuştu.

Bugünlerde ise imza günleri bir hayli uzun sürüyor. Zira kitap imzalatan, yazarla resim çektirmeyi ihmal etmiyor. Katıldığım imza günlerinde de bu nedenle sıra bir türlü gelmek bilmiyor.

İmza günleri, artık yazarla fotoğraf çektirip sosyal medyada paylaşma faaliyetine döndü.(Kaçı o kitapları okuyor bilmiyorum)

Ancak yazarlar da durumdan çok memnun ki paylaşılan fotoğrafları onlar da paylaşarak bunu teşvik ediyorlar.

Peki, bu fotoğraf ne, diyecek olursanız, benim bir yazarla imza gününde çekilmiş tek fotoğrafım bu.
Çuvaldızı kendime de batırayım dedim

MEŞALE SUÇ DEĞİL Mİ?

Üniversiteye hazırlanan bir genç, bir yandan da çalışmayı düşünüyor. Başvurduğu bir kafe sahibi, “iş yok ama istersen bulaşık yıkayabilirsin” der.

Çocuk bir ay boyunca bulaşıkları yıkar, uzun mesai saatlerine ve her türlü zorluğa katlanır. Yaptığı işten de gocunmaz.

Sonunda ay sonu gelir. Herkese maaşı verilirken ona bir şey verilmez. Sorduğu patron, pişkin pişkin:

-Ben sana iş yok dedim, sen istedin bulaşık yıkamayı, ne parası istiyorsun?

Çocukcağız katlandığı bunca zorluğa mı yansın, hayatın başında yediği büyük kazığa mı üzülsün bilememiş.

Benzer durum neredeyse bütün işyerlerinde var. Tazminatını ve maaşını alamayan mı ararsın, yanan izin paraları mı dersin, dert bin türlü. Firmaların karı, çalışanlarının vermedikleri haklarından oluşuyor neredeyse.

Üzerine, aldıkları hak ediş içinde çalışanların kıdem tazminatı payı olduğu halde, çalışanları kadrolu olmak için kıdem tazminatlarından feragat eden taşeron firmalarını da ekleyin.

Dahası, bunca özelleştirme mağduruna Şeker Fabrikası çalışanları ve pancar ekicileri de eklenmek üzere.

Hal böyleyken, twitterde ilk sırada gündem ne? Meşale suç değildir!

Hani, maçların bir türlü başlayamamasına ya da atılan her golden sonra uzun süre durmasına neden olan ve uğruna uluslarası maçlarda binlerce dolar ceza yediğimiz meşale.


Ne diyeyim, Allah ıslah etsin sizi!

YAZMAK İÇİN KAÇ KİTAP OKUMAK LAZIM?

Geçenlerde, Şamanizm üzerine yazılmış bir kitabın sunumuna gittim. Aynı zamanda rehber olan yazar, slayt eşliğinde, bu konuda yaptığı araştırma gezisini anlatmaktaydı. Daha ikinci slayta geçmeden bir izleyici:

-Bir de kızıl Şamanlar var!

-Oraya geleceğiz beyefendi!

Geldi de. Fakat sunumu yapan izleyicinin hızına bir türlü yetişemiyordu. Sözü sık sık aynı izleyici tarafından kesiliyordu. Ki yetişmesi de mümkün değildi zaten.  Zira en son sözünü kestiğinde, “şu kişinin bu kitabını okuyun, 2.500 sayfalık bir kitaptır” demişti.

Sunumu yapan “gel o zaman sen anlat” demediği için durum biz izleyiciler için çekilmez bir hal almıştı.

Eve gelince, bu sadece Şamanizm konusunda tuğladan büyük (2.500 Sayfa brikete tekabül ediyordu sanırım)kitap okumuş izleyiciyi merak ettim.

Feysteki fotoğrafından adına, oradan da kendisi hakkındaki bilgilere eriştim. Başka konularda yazılmış birkaç kitabı vardı. Ayrıca bir dergide kendisiyle yapılmış bir röportaj da vardı. Kitaplarını sonra okumak üzere aceleyle röportajını okudum.

Daha başta sarsıldım. Yazarımız “yarım saatten fazla müzik dinlemenin sakıncalı olduğunu” söylüyordu. Bir yazma heveslisi olarak yıkıma uğradım. Zira ben çalıştığım dönemde, odanın müzik sorumlusuydum. Sabahtan müziği açar akşama kadar dinlerdim. Tabi ki benden yazar olmaz. Derhal bu çılgınlığa son vermeliydim.

Röportajın ilerleyen safhalarında en büyük darbeyi aldım. Yazarımız, “öyle önüne gelen yazmamalı, hikaye-roman yazmak için 1.000, deneme yazmak için insan en az 2.000 kitap okumuş olmalı” diyordu.

Yani, “kırk fırın ekmek yemeli” dese deyimdir der geçerdik ancak bu rakamlar hiç de iyi olmadı. Bir defa okuduğum kitapları saymamıştım ki eksiğimi tamamlayıp yazmaya başlayabileyim.

Sonra eski zamanlardan kalma (Dedekorkut masallarını, halk hikayelerini hatta Eski Yunan Metinlerini) hikayeleri yazanlar nereden bulmuştu bu kadar kitabı da, bunları okuyup yazmaya başlamışlardı?

Hayır, amacım şu an adını bile hatırlamadığım bir yazarın dedikodusunu yapmak değil. Kaldı ki bu yazarımız yalnız da değil. “Yazacak ne kaldı ki?” diyerek yazmayı/yazma hevesini kıran o kadar otorite var ki. Yazmanın önündeki diğer engelleri saymıyorum bile.

Sosyal medya ilk çıktığında veya ondan önce yazma hevesi olanlar çoktu. İçlerinde gerçekten güzel yazanlar da vardı. Ancak zamanla bir şekilde yazmayı bıraktılar. Oysa ne kadar insan o kadar farklı bakış açısı ve o kadar farklı hikaye demek.

Herkes her şeyi yaşayarak öğrenecek değil. Yazılar sayesinde birbirinin tecrübesinden yararlanacak, olaylara farklı bir açıdan bakmayı öğrenecek.

Bu şartlarda nasıl mümkün olacak bilmiyorum.


Bildiğim, gölge etmeyin başka ihsan istemez!

GENÇ ANNEANNE DE ŞEHVET UYANDIRIR!

Toplum daha çocuk yaşta evlilik tartışmasını bitiremeden bu sefer “genç kaynana şehvet uyandırır” tartışması içinde buldu kendini.

Bu da doğal. Bir kadın 12-13 yaşında evlenirse, annesi de genç olur doğal olarak. Hele annesi de genç yaşta evlenmişse genç anneannenin de şehvet uyandırması normal.

Zira hesap ortada; 12-13 Yaşında evlenen kadının annesi de kendi yaşında evlenmişse 26 yaşındaki kaynananın şehvet uyandırması normal. Onun annesi de aynı yaşta evlenmişse o da olur 39 yaşında ki bu da şehvet uyandırması için yeterli sebeptir. (Evlenen erkeğin yaşı genelde büyük olduğu düşünülürse)

Bu tabi ki herkes için geçerli değildir. Toplumun büyük bir kesimi çocuk yaşta evliliğe karşı olduğu gibi kaynanaya da şehvet duyma aklına bile gelmez.

Sorun, sadece aklı bel altından bir türlü gitmeyen bir sapık azınlığın sorunudur. Ancak bir sinek gibi söyledikleri ve düşündükleri ile toplumda mide bulandırma etkisi fazla olan bir kısım insanların sorunudur.

Ey aklı belinden yukarıya bir türlü çıkamayan, kendini dini otorite sayan zavallılar, her dinin toplumu güzelleştirme, insanlar arası dayanışmayı teşvik etme gibi başka kuralları da var. Gördüğünüz gibi, genç yaşta evlilik saplantınız, genç kaynanaya şehvet duyma gibi saçmalıklarınız genç anneanneye kadar uzar. Yok, asansör yok şöyle yatak gibi saçma fetvalarınızı da bir kenara bırakın.


Ama kabahat sizde değil, size değer verip saçmalıklarınızı (karşı çıkma adına) gönüllü olarak topluma yayanlarda!

SONUNDA ÇUKUR’A POLİS GELDİ!

Çukur Dizisinde bugüne kadar tanık olduğumuz suçlar:

-Cinayet,

-Yaralama,

-Silah kaçakçılığı,

-Uyuşturucu imalatı ve satısı,

-Hürriyeti tahdit,

-Bomba imalatı,

-Mala zarar verme,

-Suç örgütü kurmak ve yönetmek,

-Yasa dışı kumar oynatma,

Gibi daha sayamadığımız suçlar.

Buna mukabil dizide bunca suç işlenirken “filim icabı” da olsa bu suçlara ilişkin herhangi bir soruşturmaya tanık olmadık. Suçu işleyen kahveye gidip çayını içerek normal hayatına devam etti.

Hal böyle olunca dizinin ergeni bir kız kuzeninin “uygunsuz” fotoğraflarını çektirip şantaj bile yaptı.
Ben suçun bu kadar olağanlaştırıldığı, bu kadar övüldüğü bir dizi daha görmedim. Yakında dizinin sevimli berberini bir çocuk tecavüzcüsü olarak görürsek şaşırmam.

 Eskiden “kanunun suç saydığı fiili övmek” diye bir suç vardı. Hala var mı bilmiyorum.

Böyle bir dizinin bunca şeyin bir kenara konularak RTÜK tarafından “öpüşmekten” cezalandırılması ise işin trajikomik tarafı.

Evet, bunca şeyden sonra dizinin 17.bölümünde nihayet polis çukura indi. Ona da inmek denirse. Nereden bulduğu belli olmayan hummer cibi ile yolda makas atan, kendisini uyaran trafik polisini sürgün etmekle tehdit eden, potansiyel suçluları klasik müzik sınavından geçiren bir polis.
Yani tam Çukur’a uygun bir polis.


Diğerleri nerede derseniz, Afrin Gözaltısı yapmak ve Cumhurbaşkanına Hakaret suçlarını takip etmekle meşgul.