ÇOCUKLARIMIZA BELGESELLE SEVMEYİ ÖĞRETELİM


Sonunda bu konu da bana bakıyor. O kadar güncel yazmayayım diyorum ama bakıyorum kimsenin kılı kıpırdamıyor, iş başa düşüyor. Konu her gün gördüğümüz, duyduğumuz ve okuduğumuz haberler.

-Aşkına karşılık alamayınca yedi yerinden bıçakladı.

-Ayrılmak isteyen sevgilisini "seni kimseye yar etmem" diyerek öldürdü sonra da kafasına sıktı.

Öldürenlerin tamamı erkek, tamamı da sevdiğinden yapıyor bunu. Nasıl sevgiyse bu.

Düşünüyorum da galiba biz gençlerimize sevmeyi öğretememişiz. Öğretilebilir mi, onu da bilmiyorum. Yürekten gelen bir şey bu. Fakat madem ki insan sevdiği için sevdiğini öldürüyor ya da kadınlar sevilmeyi canıyla ödüyor, bu işte bir yanlışlık var demektir.

Öncelikle öğretmemiz gereken şey, bunun karşılıklı olması gereğidir. Sevişme, öpüşme kelimeleri doğal olarak karşılıklı bir eylemi ifade eder. Buradan çıkarılacak sonuç karşılıklı olmanın karşı tarafın rızasını gerektirdiğidir. Bunun için de karşıdakine kur yapılması, ikna edilmesi gerekir.

Bu öğrenilebilecek bir şeyse nasıl öğrenilir derseniz ben belgesel yöntemini çok etkili buluyorum. Aklıma seyrettiğim bir aslan belgeseli geliyor. Erkek aslan kocaman açtığı ağzını dişisinin ensesine dayamış. Dişi ise ensesinde kocaman dişler keyifli ve mutlu uzanmış, keyfini çıkarıyor. Sonra aslan çiftleşmeye geçiyor. Dişi hala aynı durumda, aynı yüz ifadesinde. O öylece duruyor, iri dişli debeleniyor. Sonra ödülünü alıp gidiyor. Ben herhalde yiyecek derken o iri dişleriyle dişisinin ensesini okşuyormuş meğer.

Diyelim ki,” ey oğul, kadına kur yapacaksın, onu sevdiğine ikna etmeye çalışacaksın. Bak ormanın en vahşisi bile öyle yapıyor “.

Olmadı bir sığır belgeseli seyretsin. Sığır belgeseli güzel. Meğer dişi sığırlar çiftleşmek istediklerinde bir salgı salgılıyorlarmış. Erkek sığır bu kokudan çiftleşmek isteyen dişiyi tespit edip harekete geçiyormuş. Tabi ki işi yine zor ama hiç olmazsa salgısı olmayanla uğraşmıyor. Yani bir sığır bile karşıdakinin rızasını arıyor, zorla bir şey yapmaya kalkmıyor. İnsan neden bunu öğrenemesin. Zorla güzellik olmayacağını belki bir sığır belgeseliyle de öğrenebilir.

Hadi diyelim hayvan belgeseli seyretmiyor. O zaman Kafkas oyunu seyrettirelim. Orada  erkekler kendini paralıyor, kızın gönlünü almak için. Çok zor hareketler yapıyorlar. Fakat  bu erkeklerin kendilerini paraladıkları kızlar, elma yanaklı, dal gibi ince ve çok güzel kızlar. Figürleri, özellikle el hareketleri çok zarif, kibar ve ince. Tabi ki bu kızların gönlünü kazanmak için her türlü zor figür yapılır. Bundan çocuklarımıza hak etmeyen biri için bir şey yapmamayı da öğretebiliriz.

Dünyada dişisine eziyet eden tek varlığın insan olduğunu okumuştum. O nedenle ne yapıp edip çocuklarımıza sevmeyi öğretmeliyiz. Ve de sevgiyi şiddetle değil hiç olmazsa belgeselde seyrettiğimiz hayvanlar kadar olsun göstermeyi öğretmeliyiz.

LÜTFEN ANNENİZİ ALMAYIN


Hayal kurmayı severim. Gerçekleştirmeyi de. Eskiden oğlumla kurardık hayali, şimdi o başkalarıyla kuruyor. Duyduğum en güzel cümle de onundur:


-Baba, hayallerimi senden başka dinleyen ve ciddiye alan yok!

Nitekim kelebekler vadisine gitmek için bindiğimiz yatın kaptanı hava şartlarından gidemeyebiliriz, deyince patladım:

-Derhal iniyorum, bütün hayalim kelebekler vadisini görmek!

Evet öyleydi, kelebekler vadisinin güzel bir fotoğrafı üç yıldır buzdolabının kapağında duruyordu. Her gün resme bakarak besliyordum hayali. Yatın kaptanı, vadi dönüşü yanıma geldi:

-Gerçek oldu mu hayaliniz, diye sordu. Başka hayal kuracak bir şey bulamadın mı havasında.

Bir bayram tatilinde de sırada Afrodisyas hayalim vardı. Hemen klasik bir Türk kadını cümlesi duyuldu:

-Annemi de alalım.

Daha önce Farid Farjad konserinde de olmuştu.

-Annemi de alalım, sever!

-Hiç duymadım, ben daha çok Bedia AKARTÜRK sever biliyordum, hani elmaların yongası, ammanın Amman.

-Hayır, bunu da sever.

-Ama biletler altmış lira.

-Aşk olsun.

Şimdi de kaynanamın arkeoloji merakını öğreniyordum. Ağzından hiç duymamıştım oysa:

-Rahmetli Kenan ERİM, bütün yaşamını buraya adadı.

-Afrodisyas, Afrodit adına kurulmuş dokuz şehirden biridir.

-Geyre Köyü, kazılar için kanunla bir başka yere taşınmıştır.

Zaten bu “annemi de alalım” sloganı, anneler düşünülerek söylenmiş değildir. Öyle olsaydı erkekler de söylerdi. Nitekim erkeklerin sloganı genelde:

-Ne işin var senin orada? 

Anneler burada en masum olandır. Onlar çocukları ne isterse onu yapmaya eğilimlidir. Bu nedenle erkek anaları genelde oturdukları yerde otururken kız anaları gezmekten bitap düşmüş haldedir. Her iki cins de annelerini severler. Erkekler koruma içgüdüsü ile annelerini evde oturturken, kadınlar annelerinin kendileriyle birlikte olmalarını ister.

Neyse, gezi ekibimiz bir hayal uğruna yola çıktı. İki arabayla gittik. Hayalime giderken yolun bir türlü bitmemesi, duyduğum heyecan arabadakileri görmeme, düşünmeme engel oluyordu.

Afrodisyas, gördüğüm antik şehirler içinde en olduğu gibi kalmışı, en güzeli bence. Hemen oğlumla önden gezmeye başladık. Anfi tiyatroda dövüşen hayvanlar için yapılan kafeslere girmeye çalışan oğlumu da hemen uyardım:

-Aman oğlum, şeytan doldurur!

Bir zamanlar orada yırtıcı hayvanların tutulduğunu bilmek heyecan vericiydi. Nitekim kralın oturduğu seyirci koltuğunda da bir fotoğraf çektirdim, yanımda maiyetim.

Daha sonra etrafımıza baktık. Bir gurup ve kimsenin dinlemediği rehberleri. Tur programa koymuş ama tura katılanlar “nereden çıktı bu, bunun için mi geldik” havasında kendi hallerinde muhabbetteler. Rehber kız da bu havada görevini yapmaya çalışıyor. Kendini dinleyen iki yaşlı erkeğe. Fakülte yıllarında yemek kuyruğuna çok kaynak yapmadım ama burada yapasım geldi. Rehber kıza:

-Biz de dinleyebilir miyiz? Diye sordum. Çok memnun oldu.

Bu sayede şehri rehber eşliğinde bilerek öğrenerek gezdik. Çok da zevk aldık.

Bir ara baktım eşim ve kaynanam çok gerilerde, sıcaktan bunalmış, kan-ter içinde geliyorlar. Yoruldukları belli de, çözüm yok. Gözlerim taksi aradıysa da bulamadı. İnsan antik çağ görüntüsü altında bir fayton bari koyar. Ne yapalım, yapacak bir şey yoktu.

Sonuçta, ben hayalimi gerçekleştirmiş, oğlum da ilk antik şehir gezisini yapmışken eşim ve kaynanam işkence çekmişlerdi. Nitekim daha sonra kaynanam bir daha böyle gezilerimize katılmadı. Ama slogan devam ediyordu

-Annemi de alalım!

Bir defasında da baldızımın zorla götürdüğü kamptan otobüsle geri gelerek kurtulmuştu kaynanam. Ama şimdi anlatacağım olayı görünce, kaynanamın bu sloganı çok ucuz atlattığını anladım. Duysa haline şükrederdi.

Tatildeyiz. Çok odalı, çok yıldızlı yerleri sevmem. Dinlenemem. İnsan asansöre binerse iş ortamından uzaklaşamamış demektir. Daha ziyade küçük otel, motel öyle yerleri severim. 

Tam da aradığım gibi bir yerdeyim. Motel. Odalar kumun üzerinde. Bir kısım müşteri balkondan girip çıkıyor odasına. Gece de dalga sesi ile uyuyorsun. Ama uyuyamayanlar da var. Daha doğrusu uyumaya çalışan.

Her gece restoranında yemek sonrası içmeye devam edenler, oyun oynayanlar kalıyor motelin. Bir de başörtülü, uzun kollu, uzun etekli bir yaşlı teyze. Teyze, her akşam saat gece bir-iki bir sandalyeye yaslanmış, kolunun üzerinde uyumaya çalışıyor. Garson, bir şey içer misin teyze, diye sormayalı saatler olmuş. Teyzemin içecek hali de yok zaten.

Bir sabah saat altıda eşim:

-Teyze şimdi de şezlongda uyuyor, dedi.

Baktım, kadıncağız bir şezlongda uyuyor. Üzerine de havlu örtmüş. Yine kolunu yastık yapmış.

Bu birkaç gün devam edince merakımız iyice arttı. Eh, merak artarsa da çözüm belliydi. Bir akşam teyze uykuya geçmeden eşim yanına gitti. Sonunda gerçek ortaya çıktı.

-Kışın kızım ve damadımla oturuyorum. Kendi evim de var ama torunuma bakıyorum. Bana ihtiyaçları var. Tatile gelirken de çok ısrar ettiler. Paraları olmadığı için de aynı odada kalıyoruz. Ne yapayım, ben anlayışlı bir anneyim. Rahat etsinler diye, gece geç vakte kadar restoranda oturuyorum, sabah da erkenden şezlonga gelip uyuyorum.

Bizim neslin kızları, artık “annemi de alalım” cümlesindeki anne kıvamına geldiniz. Benden uyarması, sakın her davete icabet etmeyin. Bir şezlongda uyurken bulursunuz kendinizi.

LİKE (BEĞEN) BUTONU BAĞIMLILIĞI


"Sırbistan'ın Novi Sad kentinde sosyal paylaşım sitesi Facebook'un '' Like '' (beğen) butonuna bağımlı olanlar için rehabilitasyon kliniği açıldı.Güneydoğu Avrupa'nın Facebook bağımlılığına yönelik tedavi sunan ilk kliniği, dün Sırbistan'da bağımlıları kabul etmeye başladı. 



Dr. Stefanoviç,Facebook kullanıcılarından '' Like '' bağımlılığının günden güne ciddileştiğini ve böyle bir kliniğin açılmasının yardıma ihtiyaç duyanlar açısından önemli olduğunu vurguladı. 



Bu arada, Sırbistan kamuoyu '' Like '' bağımlılığı sorunuyla ilk defa üç ay önce karşılaştı. Yaklaşık 3 ay önce Facebook'taki bir iletisine 20 dakika boyunca kimse ''like'' göndermediği için genç bir kız bileklerini keserek intihar girişiminde bulunmuştu. Hastaneye kaldırılan genç kız, doktorların müdahalesi sonucu kurtarılmıştı. 

Dünya Sağlık Örgütü raporuna göre '' Like '' butonu bağımlısı kategorisinde bulunanlardan yaklaşık 3 bini Sırbistan'da yaşıyor ve bu sayının önümüzdeki iki yıl içerisinde dört katına çıkabileceğine dikkat çekiliyor." 
                                                                ***
                                                                                                    ***
İlk defa medyada gördüğüm bir haberi abartılı bulmadım, aksine az bile buldum. Ben de bu camianın içinden biri olarak itiraf ediyorum ki; var böyle bir hastalık. Yirmi dakika hiç "beğen" gönderilmeyen kızın bileklerini kesmesi bile abartı değil. Bunu yapacak insanlar da olabilir bizde de. O nedenle Sırbistan Hükumetini tebrik ediyorum zamanında yaptıkları müdahale için. Darısı bizim hükumetlerin de başına.

Psikologların-psikiyatristlerin alanına girmek veya bu konuda ahkam kesmek niyetinde değilim ancak sanıyorum insanın doğasında var beğenilmek, onaylanmak, kabul görmek. Facebook türü uygulamaları yapanlar da pazar araştırması yaparken muhtemelen bundan yararlanıyorlar. Günümüz insanın yalnızlığından onaylanma kabul görme ihtiyacından.

Çocukta bunlar bilinir ve hoş görülür, ne de olsa çocuk. Bunun dışında sanatçı veya ünlü kişilerde olduğunu da biliyorduk. Hani derler ya sanatçının gıdası alkıştır. Çok gözlemim vardır, sanatçı sonuçta konseri için parasını alır alkış olsa ne olur diyebilirsiniz. Ancak alkış bol olursa morali güzel olur verdiği konser de bir başka olur. Yine filmlerde dizilerde çok kazanan sanatçıların tiyatro aşkı da bununla açıklanır. Tepkiyi alkışı anında almak, görmek.

Yakınımda çok ünlü biri olmadığı için bilemiyorum ama geçmişte karşılaştığım ünlü insanlarda hep soran gözler gördüm. Beni tanıyorlar mı benim farkındalar mı, diye. Bir defasında Tunceli'ye gidiyorum. 1994 Yılı aralık ayı. Ortam son derece gergin. Otobüste yanımda oturan kişiye sigara uzattığımda:

-Sizin sigaranız içilmez, demişti.

O kadar yani. Sırtımda spor kıyafetler ve bir kaç günlük sakal olmasına rağmen beni öteki yerine koymuştu yanımdaki esmer yanık adam.

Fena halde canım sıkılmıştı.Yol da bitmek bilmiyordu. Koridorun diğer tarafındaki adam biraz tanıdık geldi. Uzun düşünceler sonucunda adamı nereden hatırladığımı buldum. Çocukken bol miktarda seyrettiğim Cüneyt Arkın filmlerinde devamlı dayak yiyen figüranlardan biriydi.

Yanındaki elinde kamera tutan gence sordum:

-Siz sinemacı mısınız? Beyefendiyi hatırladım da.

-Onun gibi bir şeyiz, diye kestirip attı çocuk. 

Fakat yanındaki eski figüran çok memnun kalmıştı kendisini tanımamdan. İstanbul'dan yola çıkalı yirmi saat olmuş ve onu kimse tanımamıştı. Ben Elazığ'dan bindikten sonra tanıyınca çok hoşuna gitmişti. Ben de yalnızlığımdan kurtulmuştum bu sayede.

Eski figüranın da içinde olduğu bir heyet Tunceli'ye yardım götürüyormuş. Gıda, kıyafet vs. Yanlarındakiler de bir televizyon ekibiymiş. Kameramanın çekimser yanıtı da ondanmış. Ortam o kadar gergindi ki herkes kısık sesle konuşuyor, birbirine güvenmiyordu. Benim figüranı tanımamla sohbet açılmış, televizyon muhabirinin de fakülteden alt sınıftan olması sayesinde iyice koyulaşmıştı.

Otobüste bir televizyon ekibinin olduğunun duyulmasıyla birlikte, sigaramı kabul etmeyen yanımdaki adam başta olmak üzere herkes başımıza toplandı. Dertlerini anlattılar ve topluma aktarılmasını söylediler.

Şehrin girişinde hepimizin kimlikleri alındı. Televizyon ekibini ise polisler götürdüler. Bırakın duyduklarını anlatmayı, fakülte arkadaşımla bile görüşemedik. Bir kaç gün sonra İstanbul'a döndüklerini haberlerden öğrendim.

Efendim, diyeceğim o ki, like(beğen) hastalığı herkesin ağzını açmaya korktuğu, kimliğini açıklamak istemediği bir ortamda bile bütün korkuları yenecek, bütün ağızları  açacak kadar güçlü bir hastalık. İşte Facebook gibi programlar da alkışı, onaylanmayı sanatçı olmayanlara da sağlamaya başladı. Belki de ondan çok ilgi gördü. Şarkı, şiir, güzel söz, fotoğraf, video paylaş ve anında alkışını da al. Bundan daha zevkli bir şey olabilir mi? Bunun bağımlılık halini alması da normal ve bence ileri safhaya varmadan bizim hükumet da önlemi alınmalı.

ÖYLE BİR AĞLA Kİ

YAZILACAK ŞEYLER BİTTİ Mİ?


Yani insanda da şans olacak biraz. Tam yıllar sonra elim kalem tutmaya başlamış, beynimdekileri klavyeye dökmeye başlamışım. Daha ileri giderek internette de olsa yayınlamaya başlamışım duvara tosladım:

-Herkes yazıyor kardeşim, dünyada yazılacak şey kaldı mı ki ve herkes bu kadar şey yazmak zorunda mı?

Bu sözler benim edebiyat camiasından yegane tanıdığım bir arkadaşın, edebiyatla ilgili bir toplantıda bir editörden duydukları. Bendeki şansa bak, sıkıysa al eline dosyayı git bu editöre.

Ben bu sözden hoşlanmadım, kabul ediyorum. Bu kişiyi de sevmedim, itiraf ediyorum. Fakat bir cümlesine şiddetle itirazım var. Eline kalem alan, eli klavye tutan herkes yazıyor biliyorum. Ki çok samimi arkadaşım olan bir yazı insanı da söyledi:

-Okumaya ve üzerinde konuşmaya değer o kadar az yazı var ki.

Bu sözü biri  bana söylerse kabul ederim. Vardır bir bildiği derim, nedenlerini anlamaya, hatalarımı eksikliklerimi öğrenmeye çalışırım. İnanırsan ve yapabiliyorsam da yaparım. Buna itirazım yok.

Herkes yazmak zorunda değil tabi ki. Ancak herkes yazmazsa gerçek yazarlar nasıl ortaya çıkar? Sonuç olarak sadece yazıyor, kime ne zararı var ki? Hemen hemen herkes gençliğinde bir şiir yazmıştır. Bir mektuba içini dökmüştür. Hiç olmadı günlük tutmuştur, hatıra defterine yazmıştır. Bütün bunlar oldu diye kim ne kötülük görmüştür ve ne eksilmiştir dünyadan. Bırakın yazsın herkes, kimseye bir zarar gelmez.

En şiddetli itirazım ise, "dünyada yazılacak şey kaldı mı " sözüne. Şimdi bu kibirden kaynaklanıyor olabilir dikkate almaya bile değmez. Benim nezdimde bir hükmü yoktur zira psikolojik bir vakıadır ki uzmanlık alanım değildir.

Öyle insanlar tanıdım ve okudum ki, bunlara göre her şeyi yapmaya mezun, hakkı olan insanlar vardır bir de onları seyreden.  Bu insanların yazmaya, okumaya, söylemeye, yönetmeye her şeyi yapmaya hakkı vardır diğerlerinin yoktur. Ki bunun en ileri aşaması "demokrasiye layık toplumlar, layık olmayan toplumlar" a kadar gider. Onları kendi kibirli dünyalarında yalnız bırakıyorum.

Eğer bu, "bu dünyada her şey yazılmıştır, yazılacak bir şey kalmadı" düşüncesinden kaynaklanıyorsa, "ben her şeyi biliyorum, her şey yazılmıştır artık yazacak bir şey kalmadı" demektir ki çok dar bir ufuktan ve bağnaz bir kafa yapısından kaynaklanır.Bunlara da ufkunu açacak geziler, değişik insanlarla tanışmalar dilemekten başka yapacak bir şey yoktur.

Doğrudur, uzun uzun düşündüğümüz, çözmeye çalıştığımız şeylerin daha önce birileri tarafından düşünülerek çözüme bağlanmış olduğuna ben de çok şahit oldum. Hatta bu konuda bir fihrist bile talep ettim. Daha önce düşünülmüş yazılmış konularda kafa yormayalım bu fihriste bakalım diye. Ancak birilerinin daha önce hangi konuları kimlerin yazdığından haberi olup artık yazmayın diyecek kadar birikimli olması da olanaksız görünüyor.

Şahsen ben yazdığım hemen hemen her konunun sadece benim tarafımdan yazıldığına ya da en azından benim baktığım pencereden bakılmadığına olan inancımla yazıyorum. Nitekim bir defasında "bugün bir yazı yazdım, insanlık bu yazı yazılmadan ne yaptı bunca zaman" hissine kapıldım ve bunu da paylaştım.

Genelde spordaki rekorlar için söylenir bu; bir gün artık rekor kırılamayacak. Otuz yıldır duyuyorum bu lafı ancak hala kırılıyor rekorlar. Ya yeni o spora uygun kıyafetler sayesinde ya da çalışmayla ama kırılmaya devam ediyor rekorlar. Bir gün biter mi bilemem. Yaşam dinamiktir, her şey mümkündür, derim.

Evet, bence ne spordaki rekorlar biter ne de yazılacak şeyler. Ne demiş şair, en güzel şiir henüz yazılmamış olandır. Klavyenize kaleminize kuvvet. Umut biterse, yazacak şey biterse hayat da biter.

TURİSTE İYİ HAL KAĞIDI SORULSUN

Her gün bir haber, her gün gelmesi istenmeyen birileri. Nobelli yazar gelmiyor, islamiyet aleyhine konuşmuş yazmış. Bosna Katliamını övdü diye bir yönetmeni de apar-topar gönderdik. İşin ilginç tarafı bu iki kişi hakkında yeterli bilgiye de sahip değiliz. İddia edenlerin bildikleri de şüpheli.

Fakat gelme dediklerimiz ile git dediklerimiz hiç itiraz etmiyor. Belki de daha önceki olaylardan etkilenmişlerdir.

-Seni on sekiz yaşından küçük birine vurdururlar, sonra yakalarlar ve yakalayanlar yanında hatıra fotoğrafı çektirmek için sıraya girerler. Hapisten çıkarmak için yasa çıkarırlar, hapisten çıktıktan sonra da televizyona  çıkarırlar kahraman yaparlar. Sen öldüğünle kalırsın.

Evet, son yıllarda bu konuda sicilimiz pek parlak değil. Bir takım insanlar, din adına, ülke adına birileri için ölüm fermanları çıkarıyor ve uyguluyor. Yıllar önce sırtında allah dövmesi var denilen bir barmeni göstermişti bir televizyon kanalı. Ertesi günü de cenazesini gösterdi. 

Önce Ermeni Kökenli bir gazeteci, sonra Trabzon'da toplam cemaati üçü nataşa olmak üzere beş kişi olan bir rahip ve de Malatya'da kitap dağıttıkları gerekçesiyle üç kişi daha öldürüldü.

Yapanların yaptıranların gerekçesini bilmiyorum ama bir diyanet yetkilisinin sözü kaldı aklımda:

-Eğer kitap dağıtmakla müslümanlık elden gidecekse sen daha fazla dağıt da gitmesin!

Bence de öyle. Eğer birileri istediğimizin, inancımızın karşısında iseler biz daha çok çalışalım öğrenelim öğretelim. Bırakalım insanlar eyleme geçmediği, başkalarının özgürlüklerini kısıtlamadığı sürece istedikleri gibi konuşsunlar, istediklerini yapsınlar. Düşünce düşünceyle yenilir. 

Bir de aklımın almadığı, ülkemizde bunlar olurken gelen turistlere ise hiç bir kısıtlamamız yok. Hatta onların yerleşmiş olanlarına kilise bile açıyoruz. İstediklerini yapmalarına göz yumuyoruz. Paranın hatırına da olsa bu hoşgörümüz sonucu ne din elden gidiyor ne de ülke. 

Bu gidişle, düşündüklerini beğenmediğimiz için gelmelerini istemediğimiz ya da geri gönderdiğimiz yazar, yönetmen gibi sanatçılara yapılanı turistlere de yapmak gerekir ki, iyi hal kağıdı istediğimiz turistlerden hiç birinin ülkemize geleceğini de sanmam.

SEDYEDE BORDRO SORULUR MU?


Yıllar önce sol partiden bir belediye başkan adayı kalp krizi geçirmişti ve özel bir hastaneye yatırılmıştı. Ertesi gün gazetelerde konuya ilişkin bir sürü haber ve yorum. Bunlardan en dikkatimi çekeni yine sol bir gazetenin yazarının yorumuydu:

-O hastane sigortasız işçi çalıştırıyor, bir solcu olarak nasıl yatarsın böyle bir hastanede!

Yorumu okuyunca dondum kaldım. Empati kurmaya çalıştım. Nasıl olabilirdi? Kalp krizi geçiren birinin elinde miydi hastane seçmek? Sedyede yatarken hastane bordrolarını mı isteyecekti?

Bir sonuca varamayınca üşenmedim gazeteyi aradım ancak yazara ulaşmak mümkün olmadı. O sırada nöbette bulunan gazetenin yazı işleri müdürüne sordum. Mantıklı bir açıklama alamadım. Ama tepkimi de gösterdim:

-Siz işten çıkardığınız gazetecilerin tazminatını ödediniz mi?

-Ödedik tabi.

-Peki X isimli arkadaşım niye alamadı tazminatını o zaman? Yeni şirket kurarak gazetenin adını bu şirkete kiralayarak hülle yapıyorsunuz tazminat ödememek için.

-Sorma ya ben de alamadım.

Evet, hileli bir şekilde şirket değiştiren gazete, eski adını kiralamış ve çalışanların tazminat hakları eski gazetede kalmıştı. Fakat okuru olarak benden hastaneye yatarken sedyede çalışanların bordrosunu sormadığı için o adaya oy vermememi istiyordu. Toplum Mühendisliği dedikleri bu olsa gerek.

Çok benzemese de ben de bu olayı çağrıştıran, öğretmenler günü nedeniyle okuduğum bir kaç mesaj oldu:

-Dünya öğretmenler günü 5 ekim'dir. 24 kasım ise, binlerce öğretmeni işten atan/işkenceye yatıran/ katleden, yök'ü kuran, örgütlenme haklarını elinden alan 12 eylül cuntasının öğretmenlere "hediyesi"dir.

a) Gerçek öğretmenler günü denilen 5 ekim günü beni uyarmayan ve öğretmenler gününü kutlamayan bu arkadaşlara teessüflerimi iletiyorum. Sonuçta 5 ekim 24 kasımdan öncedir.

b) 24 Kasımı hediye edenler öğretmenlere olmadık eziyet edenler olduğuna göre 5 ekimin hikayesini merak ediyorum. Daha saygın ve daha öğretmen sever kişiler olmalarını umuyorum.

c) İşin açıkcası 5 Ekimden haberim yoktu. 24 Kasımı Atatürk'e Başöğretmen unvanının verildiği gün olarak biliyordum. Biz çocukken yoktu öğretmenler günü kutlaması, ne zaman başladığından haberim yok o nedenle ve kimin hediyesi olduğunu da bilmiyordum.

d) Sonuç olarak, asla 12 eylülü savunan biri durumunda olmak istemem ama anne babadan sonra çocuk için en değerli varlık olan öğretmenlerin 24 Kasım Öğretmenler Gününü kutluyorum ve bundan sonra da yılda bir gün de olsa kutlanmasında yarar görüyorum.

BU YAŞTA DEDE OLDUM


Bir kaç ay önce oğlumun kız arkadaşıyla tanışmıştım. Kız çok sempatik ve rahat bir şekilde bıcır bıcır konuşurken, ben böyle bir karşılaşma için hiç de hazır olmadığımı hissetmiştim. Fakat esas darbe dün geldi.



Hamile olan yeğenim, eşi, kayın validesi ve ablam, büyük bebek alışverişine geldiler. Alınacak şey çok, beğenmek de zor olunca uzun sürdü doğal olarak.

Bir ara bir şey almak üzere ayrıldığım mağazaya tekrar döndüğümde, yalaka tezgahtar kız haykırdı sevinçle:

-İşte dedemiz de geldiiiiiiii!

GÖZ HAKKI


Her şeyin ilki unutulmaz. Geçen aklıma geldi. İstanbul’u ilk görmem fakülte yıllarımda hamal kadrosuyla oldu. Yani, bir arkadaşın Arap ülkelerinde yaşayan ağabeyi İstanbul’a inecekti. Daha sonra da memlekete geçecekti. Yedi valizle geliyordu ve onları taşımak üzere masrafları kendi tarafından karşılanmak üzere bir arkadaşını da getirmesini istemişti. Arkadaşım bana teklif edince düşünmeden kabul ettim. Bu sayede İstanbul’u görecektim.



Otobüsle İstanbul’a vardık. Kalabalığından hoşlanmasam da köprüden geçerken gördüğüm boğazı olağanüstü güzel bulmuştum. Otogardan havaalanına vardık. Uçaktan inen ağabeyi karşıladık. İki taksiye yüklediğimiz yedi valizle havaalanına gelen bir arkadaşının akrabasının evine yollandık.

Güzel yemekleri yedikten sonra çayımızı içerken valizler açıldı. Neler yoktu ki; o sırada ülkemizde olmayan ne varsa valizlerdeydi. Kot pantolonlar, çakmaklar, spor ayakkabılar, ayakkabıların içinde çakmakların gaz tüpleri, elektronik eşyalar vs.

Orada çalışanlar sırayla izne geliyormuş. Her gelen diğerlerinin hediyelerini de getiriyorlarmış. Güzel de bir sistem kurmuşlar. Arkadaşın ağabeyi, elindeki ajandaya göre valizleri sırayla açıyor ve hediye kime verilecekse bizzat teslim ediyordu. Yani gelinin hediyesi kaynanaya verilmiyordu. Evde üç-dört aileye mensup yaklaşık on beş kişi kadar vardı. Kadın ve çocuklar ağırlıktaydı. Benim hamal kadrosuyla gelmem isabet olmuştu, valizleri taşıyacak eşyaları teslim edecek yeterli eleman yoktu.

Dağıtım saatlerce sürdü sanki. Dağıtım bitince arkadaşla ben okuduğumuz şehre, ağabeyi de memlekete gidecekti.

-Evet, parfüm Ayşe yengeye!

-Kot Ali’ye!

-Çakmakların ikisi amcaya, üçü Şenol’a!

Zaman geçtikçe salonda bulunanların kucakları dolmaya başladı. Bu arada arkadaşıma da epey hediye gelmişti. Ajandaya bakılırsa, kalan iki valizdeki eşyalar da memleketteki akrabalara dağıtılacaktı.

Salonda bir eli boş bir ben kaldım. Diğerlerinin aldıkları hediyelerin coşkusuyla ve yakınlarından gelen haberler nedeniyle beni düşünecek halleri yoktu. Fakat yüzüme mi yansıdı ne, ağabey bana baktı, kalan iki valizden eşya bakmaya başladı. Fakat el attığı her eşyanın ajandadan bir sahibi çıkmaktaydı.
Kot pantolon, çakmak, çakmak gazı, walkman, spor ayakkabısı, neye el atsa ajandadan sahibi çıkıyordu:

-Kot, amcaoğlunun.

-Çakmaklar, yetmeyecek bile, ne yapacağız bilmem.

-Ayakkabıları dayıoğlunun.

Ağabey uzun arayışlardan sonra bana döndü:

-Yeğenim kusura kalma, ancak bunu verebiliyorum, güle güle kullan!

Elinde bir slip tutuyordu.

AT YARIŞI: BİR YAŞAM BİÇİMİ


Yaşamda bir sürü şey var. Her şeyi aynı şekilde bilmemiz anlamamız mümkün değil tabi ki. Aslında çok yakınımızda, belki her gün duyduğumuz gördüğümüz bir şey, ancak algı sınırlarımız içinde değil. Benim de bu arkadaşlarla tanışmam tesadüfen oldu.



Yıllar önce görevli gittiğim şehirde bir aile dostumuzun oğlunu buldum. Çok sevindi, bir Pazar sabahı ısrarla evine kahvaltıya götürdü. Orada adetmiş, kahvaltıda pide yemek. Gerçekten de çok güzeldi. Güzel de sohbet ettik, ailesini tanıdım. Sonra dedi ki, hadi kahveye gidelim.

Kahveye varınca iki kişinin oturduğu bir masaya vardık. Masadakilerle tanıştırıldım. Daha sonra herkes arka cebinden bülten çıkardı, hadi çalışalım, dediler. Bu arada aile dostumuzun oğlu kısa bir açıklama da yaptı.

-Vakit geçirmek için arkadaşlarla küçük bir kupon yapıyoruz.

Böylelikle bu alemin ilk deyimleriyle de tanışmış oldum: hadi çalışalım, kupon yapmak. Ben ise her zaman görüp duymama rağmen ilk defa içine girdiğim bu alemi hayretle izlemekteydim. İzin isteyip gitmememin tek nedeni belki de yaşamın yeni gördüğüm bu yüzüyle ilgili merakımdı.

Masadakiler hararetli bir tartışmaya girdiler. Şu atı yazalım, yok bunu yazalım. Bunlar söylenirken de kesinlikle boş konuşulmuyordu. İddia sahibi, delillerle iddiasını desteklemekteydi. Ben ise bu kadar bilgi birikimi olmasına şaşırmıştım insanların.

Derken guruptan biraz ilerideki birahaneye giden biri geri döndü.

-Birahanede aynen sizin gibi düşünenler var. Birlikte kupon yaparsanız bu iş tamamdır.

Toplanıp hep birlikte birahaneye yollandık. Bu arada ben:

-Abi sizin işiniz var ben daha fazla meşgul etmeyeyim.

-Olur mu canım kırk yılda bir gelmişsin.

Masadakilerin de koluma girmesiyle kahveden çıktık. Birahanedeki aynı düşünceye sahip kişilerle tanıştık. Anladığım kadarıyla daha önceden tanışıklıkları yoktu, göz aşinalığı belki. Bazı kısa tartışmalar çıksa da kısa sürede fikirler ve paralar birleştirilerek bir kupon yapıldı ve birisi gidip yatırdı. Bu arada masa donatıldı, bira, çerez, mezeler, uzun bir Pazar gününe hazırdık artık televizyon karşısında.

Her yarışta bütün birahanede bir tezahürat, birbirine takılma, her yarış sonrası yırtılan kuponlar, “ben sana o atı yazma demedim mi”ler. Sonunda sadece bizim masa kaldı kuponu yatmayan. Bu süre zarfında başka hiçbir şey de konuşulmadı masada. O nedenle ben aynı masada oturduklarımın kimler olduğunu, hangi meslekten, nereli oldukları gibi hiçbir bilgiye sahip olamadım.

Sonunda bizim masa kazandı. Yani manzarayı görmek lazımdı. Zafer naraları, akşama kadar emek verip karşılığını almanın hazzı, aynı fikirdeki iki gurubu birleştiren kişiye minnet duyguları. Sonunda birine kupon verildi, parayı aldı geldi. Para geldiğinde de birahanede bir dalgalanma daha oldu. Bizim masadakiler, diğerlerine gösterdiler, “enayi parası bu” diye bağırarak. Ve hesap geldi ardından. Anlaşıldı ki bu kadar gürültüyle kazanılan para hesabı ödemeye yetmemişti. Biraz daha ceplerden takviye yapılarak hesap ödendi.

Anladım ki bu kadar emek, uğraşı, para asla zengin olmak için değildi. Bir ara bir arkadaşın koleksiyonundan da bakmıştım. En çok kazanılan para diğer şans oyunlarından kazanılan kadardı ki o da kırk yılda bir. Olsa olsa bir yaşam biçimiydi bu.

***

Aileye bir at yarışı meraklısının girmesiyle benim merakım yine alevlendi. Şimdi bu akrabamız sürekli at yarışı konuşan, hayatı ondan oluşan biri değildi. Sormazsan anlatmazdı. Ama yaşamında yarışların bir ağırlığı da hissediliyordu.

Çocukluktan gelen bir şey belki de, ya da hipodromun olduğu bir semtte, sürekli yarışların gündemde olduğu bir yerde oturunca belki de doğaldı bu ilgi. Bu arkadaşınki biraz fazla denilebilirdi belki. İşyerinde başka bir semte tayin edildiğinde yorumu şu olmuştu:

-Düşünebiliyor musun, işyerinde televizyon var ve ganyan bayiine yüz metre, daha ne olsun abi!

Yeni yerine iki aktarma gitmesi o kadar önemli değildi onun için. Evine gittiğimizde arşivinden bazı parçalar gösteriyordu söz açıldıkça. Uzun yıllara ait bültenleri biriktirdiğini söylemiş, bütün yarış sonuçlarını yapıştırdığı bir ajandayı göstermişti bir defasında. Hatta beşte kalmış kupon kolleksiyonu bile vardı. O zaman anladım zaten at yarışının çok para kazandıran bir şey olmadığını. Dağıtılacak para, kazanan sayısına bölündüğünden bazen yatırdığın parayı alamadığın da olabilirdi. Herkesin yaptığını yapan herkesin yazdığı atı yazan para kazanamazdı bu alemde.

Daha fazla para kazandıran şans oyunları varken ki onlar çok daha zahmetsizdi at yarışı oynanmasının nedeni bence yaşamı doldurma çabası. Harcanan emeği, biriktirilen bilgiyi gördükçe başka şeye yoramıyor insan. Aynı zamanda tutku da denilebilir.

Bir defasında daha önce çalıştığım kurumun iki numarasını sosyal tesisin şef garsonundan fırça yerken bulmuştum.

-Ama Hasan Bey ben size dedim o atı yazmayalım diye, dinletemedik ki!

-Öyle de ben şey için şeytmiştim.

Meğer Hasan Bey kurumun iki numarası olmasına rağmen şef garson cılız memet, at yarışı tahminlerinin bir numarasıymış. Sık sık tutturduğu için herkes onunla ortak olmak için peşindeymiş.

Neyse bir akşam yukarıda bahsettiğim akrabalara çat kapı ziyarete gittik. Baktım hısım çok kötü.
Yüzünden düşen bin parça.

-Sorma, milleti zengin ettik bugün!

Şimdi bizim hısım, yine küçük bir kupon yapmış, dördüncü yarışta çok büyük bir sürpriz yakalamış. Çok büyük bir para kazanacağını hissederek işyerinden izin alarak hipodroma gitmiş. Beşinci yarışa yetişebilmek için de taksiyle gitmiş.

Hipodromda bazı usuller varmış. Tutması muhtemel kuponların belli bir oranı satışa çıkarılıyormuş isteyen de bedelini ödeyerek kuponun bir miktarını alabiliyorlarmış. Bir anlamda oynayan riskini dağıtıyor, alan da kazanma olasılığını satın alıyormuş. Bu işleri organize eden kişiler varmış, kuponların değer tespitini ve satış işlemini bir komisyon karşılığı bu kişiler yapıyormuş.

Bizim hısımın kuponunu gören bu kişiler bir değer tespit etmişler. Herkes almak için atılmış, hele beşinci yarış da tutunca kuponun değeri daha da artmış ve millet birbirini ezmiş almak için. Altıncı yarış zaten garanti gibiymiş.

Hısımın on liraya oynadığı kuponun tamamı altı yüz liraya satılmış. Kuponun hepsi tutunca on sekiz bin lira kazanmışlar.

Burada anormal olan ise şu; on liraya oynadığı kuponun sürpriz yakaladığı için büyük para kazanacağını hisseden, bu nedenle işyerinden taksi tutarak hipodroma giden hısım, altı yüz liraya hepsini sattığı için kuponun yüzde onunu alanlar bile bin sekiz yüz lira kazanmış. Hısım, işyerinden ayrılmasa on sekiz bin, hipodromda yarısını satsa dokuz bin üç yüz kazanacakken kırk yılda eline geçen fırsatı kaybettiklerinin bir kısmını garantiye alabilmek adına harcamış. Evet, kendi eliyle milleti zengin etmiş.

KONUŞTUĞUN KADAR ÖDE


İddialı olmayı severim, tarihe tanıklık etmeyi de. İddia ediyorum ki; İlk “konuştuğun kadar öde” fikrini ortaya atan ve de telefonların dinlendiğini fark eden kişi halamdır, hem de otuz yıl önce.



Otuz yıl önce evimizde telefon yok. İki oğlu gurbette olan halam ne yapmış etmiş evine telefon almış, biz de ondan yararlanıyoruz. Dışarıda olanımız halamı arıyor, o da torunlarından Kaan veya Burcu’yu gönderip iki ev ötedeki annemi çağırtıyor.

Bir keresinde aradım halamı. Torunu annemi çağırmaya giderken ben de halamla sohbet edeyim dedim:

-Hala, nasılsın görüşmeyeli?

-İyiyim, ama annen gelene kadar konuşmayalım, para yazmasın sana.

Halam, birinin telefonu dinleyerek görüşmeyi ücretlendirdiğini sanıyordu, konuşmayarak da beni masraftan kurtarmaya çalışıyordu.

Aradan otuz yıl geçti, şimdi hem firmalar “konuştuğun kadar öde” kampanyası başlattılar hem de mahkemeler. Hem konuşanlar, hem de telefonu dinlenenler başladılar konuştuklarını (konuşmadıklarını da) ödemeye.

ÖĞRETMEN SOLA BAKMAYI ÖĞRETEN KİŞİDİR

Günün mana ve ehemmiyetine uygun yazma yükümlülüğüm yok. Fakat sabahtan beri okuduğum mesajlar, dinlediğim demeçler ve programlar ister-istemez bilinçaltında bazı düşünceler uyanmasına neden oluyor.

-Öğretmen kimdir? 

-En son sola bakılacağını öğreten kişidir.

Klasik söylem: yoldan karşıya geçerken önce sola, sonra sağa ve sonra tekrar sola bakılarak karşıya geçilir. Ben altı yaşımda kuşkusuz bilmiyordum bunu. Büyüklerimiz, "aman asfalttan dikkatli geçin" diye tembih ederlerdi ancak nasıl geçileceğini söylemezlerdi.

Evet, altı yaşındayım ve şehrimizi ortadan bölen kara yolunu geçerek her gün tütün tarlasına gidiyorduk.Genelde de elimizi tutan bir büyükle karşıya geçiyordum. O gün benden iki yaş büyük ağabeyimle biraz erken eve dönmemize izin verdiler. Birlikte yola kadar geldik. Ağabeyim benden önden gittiği için geçti karşıya. Ben önce sola baktım boştu. Sonra baktığım sağ tarafta bir kırmızı araba geliyordu. Geçtikten sonra yolu geçmeye çalıştığımı hatırlıyorum.

Kendime geldiğimde yerde yol kenarında yüzükoyun yatıyorum. Şaşkınlıkla kafamı kaldırdığımda, annem ve ablamların çığlıklar atarak üzerime doğru geldiklerini gördüm. Beni kaldırdılar. Önce ağrı acı hissetmedim ancak biraz sonra dirseklerimde ve ellerimde oluşan sıyrıklardan acı hissetmeye başladım.

Efendim, olay şu: ben önce sola baktım boştu. Sonra sağda gördüğüm arabanın geçmesini bekledim. Sağdaki arabanın geçmesini beklerken soldan yeni bir araba gelmiş. Ben tekrar sola bakmayıp yola girince soldan gelen araba da bana çarparak yol kenarına savurmuş.

Düşündüm de; öğretmen kimdir benim için? Tekrar sola bakılacağını öğreten kişidir. Ağabeyim bunu bildiği için çarpılmadan karşıya geçebildi çünkü okula başlamıştı ve bir öğretmen ona bunu öğretmişti. Ben okula gitmediğimden tekrar sola bakmayınca çarpıldım. Daha sonra okula başladım ve yoldan geçmesini öğrendiğim için bir daha çarpılmadım. Eğitim tekrar sola bakmayı öğretmekti belki de.

Diyeceksiniz ki, insanlar düşünce olarak da önce sola bakarlar, sonra sağa. En son tekrar sola bakarlar mı? Vallahi öğretmenim sadece yoldan karşıya geçmesini öğretti. Yaşamda da tekrar sola bakmazsak çarpan olur mu onu bilemem. 

BİR AMAÇ UĞRUNA


Kuzey doğu illerinden birinde, sınırdaki ilçeye doğru gidiyoruz. Yol ıssız, yol boyunca hiç araba görmedik desek yeridir. Gördüğümüz tek araba da yol kenarında ters dönmüş halde. Başında bir sürü jandarma.



Biraz dikkatli bakınca, arabanın yanında üzerinde gazete serili bir ceset. Cesetin başında ise gömleğinin bütün düğmeleri açık, göğüsleri dışarıda sarışın ve muhtemelen yabancı ülkeden gelmiş bir kadın. Diz çökmüş, ağlamakla şok geçirmek arasında. Şaşkınlıktan mı şoktan mı bilinmez, giyinmemiş. Jandarmalar da olayı çözmeye çalışıyor.

Gazetenin altındakini göremedik. Muhtemelen erkek ve muhtemelen de mutlu bir yüz ifadesi olmalı. Ne de olsa bir amaç uğruna gitmiş.

***

Bir başka yerde, birisi, şehir dışına götürdüğü kadının kollarında, arabasının içinde kalp krizinden ölüyor. Cenazesinde, arasının iyi olmadığı amirine kızı soruyor:

-Babam sizin yüzünüzden mi kalp krizi geçirdi?

Bu soruya çok bozulan amir yanıtlıyor:

-Hayır yavrum, baban bir amaç uğrunda öldü!

ISPANAK İKİ DEFA PİŞER

Her şey ihtiyaçtan doğar.
İhtiyaçlar değişmez, şekil değiştirir.
Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır.
Hiç bir şey göründüğü gibi değildir.
Küçük hataların büyük sonuçları olabilir.

Bir şey yazmaya karar verdim fakat kafamda dönüp duruyor bu cümleler. Bir mesaj vermek, bir sonuç çıkartmak gibi kaygım yok yazarken, fakat nedense kafamda dönüp duruyorlar. Ben de baştan yazıp kurtulayım şunlardan da yazacağımı rahat rahat yazayım, dedim. Benim insanlara anlatacaklarım var, hepsi bu. Diğer konular beni aşar. Öyle bir misyon görmüyorum kendimde.

Efendim, bu yemek kitapları ve tarifleri eskiden de vardı. Sonuçta yemek bir temel ihtiyaç, yapmak da zorunluluk olduğuna göre öğrenmek, kuşaktan kuşağa aktarmak da bazı insanlara düşüyor. Fakat ben nasıl mesaj vermekle görevli değilsem bu da öyle. Devamlılık zorunluluğundan. Şartların sonucu bir nevi.

Bu arada bana göre en yaratıcı insanlar ev kadınları, aşçılar. Üzüm yaprağı ile pirinç tarlasındaki pirinci bir araya getirmek fikri nasıl doğdu acaba? İşin ilginci, her şeyin tarihi var ama bunların yok. Bize en gerekli ve en çok işimize yarayan şeylerin tarihi yazılmadı. Belki yazmak da olanaksız. Çok eskilere gittiğinden olsa gerek. Bu konuya derinlemesine girmeyeyim ancak küçük bir detayı anlatayım.

Televizyondan öğrendiğim kadarıyla mübadeleyle gelenlerin getirdikleri bir maya yaklaşık seksen yıldır kadınlar tarafından her gün tazelenerek yok olması önleniyormuş Denizli civarında. Her şeyin yok olmakta olduğu bir dünyada kadınların bu çabası takdire değmez mi? Hangimizin bundan daha değerli yaptığı bir iş var insanlık için?

Yemek tariflerine eskiden de ihtiyaç vardı. Hele bizim gibi aniden ve hazırlıksız bir anda yemek yapma zorunluluğu ortaya çıkanlar için.

Hazırlıksızdık çünkü biz erkektik. Çocukluğumuzdan beri yemek yapma ihtiyacı ortaya çıkmadığından ve de ileride yapmayı da düşünmediğimizden hiç bu konuya kulak kabartmamıştık ve yemeğin sadece yemesinden anlıyorduk.

Aniden ortaya çıkmıştı, üniversite yıllarımızda yurt olmadığından evde kalmak zorunda kalınca yemek yapma zorunluluğu da ortaya çıkmıştı.

Bir eve dördüncü olarak girince, ev kanununun altıncı maddesine göre dört günde bir yemek yapmak zorundaydım ve ben yumurta kırmayı bile bilmiyordum. Pınar Altuğ da henüz yemek kitabını yazmamıştı. Yaşını bilmiyorum ama muhtemelen anaokulunda olmalıydı ve okuma yazma da bilmiyordu. Belki de ondan yazamamıştı.

Eve girdikten sonra bana ev eşyası getiren ağabeyim aynı zamanda tarhana bulgur gibi yiyecekler de getirmişti. Hepsinin içinde de küçük ablamın yazdığı tarifler vardı. Fakat tarifler nasıl yapılacağını anlatmaktaysa da kaç kişilik olduğu ve ölçü gibi temel bilgilerden yoksundu. Yaptığımız denemeler sonuç vermeyince çaresiz kendi tariflerimizle yapmak zorunda kaldık. 

Zaman ve zorunluluk en iyi öğreticiydi. Dört günde bir gelen yemek sırası, yemek yapma zorunluluğu ve  pala bıyıklı çatık kaşlı üst sınıf ev arkadaşları, öğrenmeyi hızlandırıyordu. Bunca zaman sonra geldiğim yer, yemeğin temel bilgiler dışında tarifle yapılamayacağı. Herkes genel bir bilgi alır gerisini artık el ayarı denen kendi tecrübe ve yorumuyla halleder. Bence iyi yemek yapmanın kesin geçerli bir reçetesi de yoktur. Ayrıca tarifler bazı kazalara da yol açıyordu.

Benim ilk kazam yağ çeşitlerini karıştırmamla oldu. Kimden duyduysam "yağı sesi kısılana dek kızdır sonra pişireceğin şeyi içine at" diye, attığım patatesler kömür olunca anladım yağları karıştırdığımı. Tereyağ veya sana yağını eritip sesi kısılınca pişirilecek şey içine atılacakken ben koyduğum zeytin yağının sesinin kısılmasını bekledim uzun süre. Ses bir türlü kesilmeyince de atmıştım patatesleri içine. Hepsi kömür olunca da hem yemeksiz kalmış, hem de içerideki dumanın dağılması için kış gününde camları uzun süre açık tutmak zorunda kalmıştık.

İkinci kaza ise evi için neredeyse canını verecek ev sahibinin gözü önünde spagetti makarnanın piştiğini anlamak için tavana atmamla oldu. Tarif öyleydi, tavana yapışırsa pişmiştir, ocağı söndürebilirsin. Makarna tavana yapışmıştı ama ev sahibim az daha kalpten gidiyordu. Kendisiyle bundan sonra yandaki fayanslara atmak üzere sözleştik de kurtuldu kadıncağız.

Her yemek yapan kendine göre bir tarz, bir ölçü geliştirdiği için hemen hemen pişiren sayısı kadar değişik yapılışı vardır yemeklerin. Yemek literatürüne katkısı da vardır herkesin. Çok kısa sürse de benim de var yemek literatürüne bir katkım. Kıymanın iki defa çekildiğini herkes bilir de aynı ıspanağı iki defa pişiren gördünüz-duydunuz mu? Ki şiirlere bile konu olmuştur bu; "nerede yemeklerin topraklı ıspanağın" diye.

Bir gün yemek sırası bende. Pişirecek bir tek ıspanak kalmış. Dolapta diyemiyorum zira yok buzdolabımız. Şimdiki gibi hazır yıkanmış ıspanak da satılmıyor. Pazarda satılan ıspanağı leğende yıkayarak pişiriyoruz. Ben de öyle yaptım. Bol bol ve bir kaç defa yıkayarak pişirdim. Arkadaşlarla sofraya oturduk ve yemeğe başladık. İlk lokmada anlaşıldı ki o kadar yıkamak ise yaramamış, ıspanak topraklı kalmış. 

Başka pişirecek bir şey yok. Zaman da yok. Bir sürü de sert bakışlı aç adam. Düşündüm de pişirmeden yıkadığımız ıspanağı bir kere daha yıkasak ne zararımız olur? Hemen tabaklardaki yemeğin suyunu süzdüm. Bir kaç defa daha yıkadım ve yağını salçasını koyarak tekrar pişirdim. Pişen yemeği de hep birlikte yedik. Arkadaşlar parmaklarını yedi demeyeceğim ama sonuç olarak o akşam karnımızı doyurduk ve bu yemek üzerine ev arkadaşımız bir şiir  bile yazdı.

Sonuç olarak ne kadar tarif ederseniz edin, herkesin bir yemek pişirme şekli var ve herkes  yemek yaparken kendi tarzını yaratır.

MERAKLISINA:

ERKAN'A

Sen gideli denklemler çözülmez oldu 
Kahkahalar dörde bölünmez oldu 
Sessiz sedasız oda, oniki sonrası 
Öyle ki X, Y sesleri duyulmaz oldu. 

Mutfak masasında yok senin tabağın 
Çay tepsisinden de eksildi bardağın 
Hani nerde yemeklerin, topraklı ıspanağın 
Nöbetler de bir gün erken gelir oldu. 

Tadı yok sensiz, ne okulun ne parkın 
Neşesi hiç kalmadı kalabalık akşamların 
Senden sonra hepsi gitti arkadaşların, 
Gel artık, Bursa hiç çekilmez oldu. 

Yaptığımız tek şey var: bekle babam bekle 
Gel de şu listene doksan dördüncüyü ekle 
Şiir de yazılmıyor gece boyu düşünmekle 
Gel de kavga et,garip şiir yazamaz oldu.

Dursun Yüksek
Bursa,1982

BİR KADINI MEMNUN EDEBİLMEK


İki kadın dertleşiyor:

-Benimki hiç işin ucundan tutmuyor!

-Benimki de çiğdem yiyer!

Son cümle üzerine dayanamadım:

-Çiğdem yiyor da kabuğunu yere mi atıyor?

-Yok, pek titizdir benimki?

-Çiğdem yerken içki mi içiyor?

-Hayır, yılda bir-iki defa kardeşimle bir bira içer. Sigara içmez, kahveye de gitmez.

-Biliyorum ki adam gece gündüz çalışıyor, sizler için çırpınıyor. Madem sigarası içkisi de yok. Bırak yesin adam çiğdemini. Ne yakınıyorsun kocandan?

-Sesi beynime gidiyer.

İşin açıkçası ben koca olana kadar ne yapacağıma çalışmadım. Etrafımdaki kötü örneklere bakarak ne yapmayacağıma çalıştım. Onları yapmazsam karımı memnun ederim diye düşünmüştüm. O nedenle şunu yaptım bunu yaptım diyemem. Fakat anlattığım olaydaki gibi ne yaparsan yap memnun olmayan kadın da çok.

-Paris'e götürdü tamam ama...

-Sürekli eve bir şeyler taşıyor, sana ne evin işinden, sen istediğimi getir..

Hadi bunları da geçelim. Fakat yeni duyduğum bir söz beni iyice çileden çıkardı. Efendim, benim de tanıdığım misafir olduğum bir çift. Size şöyle anlatayım, ev su kenarında, bahçe içinde tripleks. Evin yol tarafındaki garajda bir cip ve karısı için bir küçük araba. Evin diğer tarafında ise bir tekne bağlı. Bir başka yerde bir çiftlik evi ve yazlık. Aynı zamanda da çalışanları var. Hem evde hem çiftlikte hem de teknede. 

Varlık olur da zevk olmaz. Koca da zevk de var. Nitekim yemek sonrası tekneye doluştuk. Ay ışığında açıldık. Bir yerde bütün motorları durdurdu.

-Dinle bak, balıkların seslerini duyuyor musun?

Gerçekten de ay ışığında suda zıplayan balıkların sesi. Asla unutamayacağım bir an.

Geçenlerde duydum eşinin yakınmasını:

-Hafta sonları açılalım tekneyle, bir iki gün kalalım diyor. Gidemem ben öyle her hafta tekneyle!

Normalde tekne, dizilerde filmlerde zamparalık için, sevgililer için diye bilinir. Burada ise adamcağız ailesiyle bir arada olmak için almış ve evin önüne de bağlamış.

Evet, yani şu her gün içip karısını çocuklarını döven, evine bakmayan, savruk, sarhoş, kart zamparaları bir kenara koyarsak etrafımda ciddi şekilde evine bağlı, çiğdem yiyen, Paris'e götüren, tekneyle ailesini gezdirmeye çalışan, kısacası karısı çocukları için saçını sakalını süpürge eden geniş bir erkek gurubu var. Ben yapmamaya alışkın olduğum için yapmaya eğilimli erkekler adına soruyorum:

-Ne yapmak lazım sizi memnun etmek için?

BAĞCI DÖVMEDEN ÜZÜM YEMEK

İşveren tarafından mağdur edilmiş çalışanlar, Bölge Çalışma Müdürlüğünde dilekçe yazıyorlar. Bir kız dilekçesi elinde son defa patronuyla konuşuyor:

-Bana on lira zam yapsaydınız ben burada olmazdım!

Telefon kesiliyor:

-Tüh, boşuna aradım kontörlerimi de harcadım, aramasaydım keşke !

Tanık olduğum konuşmanın bana düşündürdükleri:

-Ülkede milyoner sayısı da artıyor işsiz sayısı da.

-Bazılarının bahşiş olarak verdiği on lira birileri için işiyle ilgili karar verecek kadar önemli.

-Dilekçe elinde son bir defa patrona telefon edildiğine göre amaç üzüm yemek, bağcıyı dövmek değil.

-Verilecek dilekçenin sonucundan umut da az ki patron son kez aranıyor.

Son sözüm de dilekçe sahibi kızımıza:

-Sana on lira zam yapmayan patronundan ne bekliyorsun ki son kez arayıp kontörüne yazık ediyorsun. Görünen köy kılavuz istemez ya da bugüne kadar ne gördüysen bundan sonra da onu görürsün.

KULAĞINA ZURNA ÇALDIRMAK

Herkesin gerçekleşmemiş hayalleri vardır. Bazısı için zaman geçmiştir, bazısı için hala fırsat vardır. Örneğin yetiştirme yurdunda büyümüş, okumuş, üst düzey yönetici olmuş, çocuklarını okutup evlendirmiş, dört tane de daire ve yazlık sahibi olmuş bir müdür bana itiraf etti:


-Bütün hayalim, bir kasaba girip bir kilo kıyma, bir kilo pirzola, bir kilo kuşbaşı ver, demek.


Bu kadar zorluktan gelip bu kadar işi başarmış müdürümüz, henüz bir kasaba girip hayalini gerçekleştirememiş. Saydığımız işleri yapmaktan sıra gelmemiş kendi hayallerine.

Benim de var öyle bir hayalim. İlk bir akraba baba-oğulda görmüş, imrenmiştim. Akrabamızın eşinin anlattığına göre galiba o ara bir incir bahçesi satmışlar. Ardından baba ve oğlu her gün meyhanedeler. 

Ayrı ayrı meyhanedeler ve bir süre sonra iki meyhaneye de taksiler yanaşıyor. İçinde davul-zurna ekibi. 

İmrenilmeyecek gibi değil. Meyhanede bir güzel içilmiş. Kapıdaki taksiye binilmiş. Davulcu önde, zurnacı arkada. Zurnayı kulağına üflüyor hem de Koca Arap zeybeğini yanındaki alemci mirasyedinin. Dinleyenin de kulağının altından çenesine doğru zurnacının zurnadan akan tükürüğü iniyor. Bu arada taksici de taksiyi yavaş sürüyor ki davul sesini duyan mahalleli de görsün alem nasıl yapılıyor. Bundan daha büyük keyif olabilir mi? 

Yıllar önce Söke’li bir meslektaşım vardı. Onun da içinde ukdeymiş, kulağa zurna çaldırmak fakat bir türlü gerçekleştirememiş. Oğlumun sünnet düğününde söz vermiştim ona ancak ömrü yetmedi. Kulağına zurna çaldıramadan gitti bu dünyadan. 

Ben ise hala gerçekleştiremedim hayalimi. Hayır, kulağına zurna çaldıran baba-oğul akrabalarımın bütün parayı, malı, mülkü tüketip bir sitede bekçilik yapıyor olmaları değil gözümü korkutan. 

Meyhane tamam. Taksi de buluruz, o da tamam. Karar veremediğim konu, kulağıma zurna çaldıracağım bizim Germenciğin gururu, namı yurt sathına yayılmış iki zurnacıdan hangisinin tükürüğü cildime iyi gelir. Basri’nin mi Tibet’in mi?

İşte hayalini gerçekleştirebilmiş bir arkadaş: Asım YAMAN

EVLENME JÜRİSİ



Televizyondaki evlenme programlarında görünce aklıma geldi. Yıllar önce bir arkadaşımın ısrarı ile bir kızla tanışmak üzere pastanenin üst katında yerimizi almıştık. Bir de baktık ki tam sekiz kız geldi. Ben tanışacağım kızla bir masaya oturunca dedim ki:



-Jüriyle geleceğinizi bilseydim ben de tedarikli gelirdim.

Ben jüriyle geldiği için kızla evlenmediğimi bir arkadaşa anlatınca onun da evlenme jürisinin başına dert olduğunu öğrendim. Arkadaşım da kızla tanışmaya annesi, kız kardeşi ve sekiz teyzesiyle gidiyormuş meğer.

Zaten iki kadının bir konuda anlaşması dünyanın en zor işiyken on kadının bir kız üzerinde anlaşması olanaksızdı tabi ki. (Bence erkeklerin kadınlardan daha az yaşamasının nedeni de buydu: kadınları uzlaştırma çabası)

Bir gün elinde çikolata-çiçek, yanında kız kardeşi ve annesi, arkada sekiz teyze ile kız evine gitmekte olan arkadaşım, bir başka arkadaşa yakalanınca sorun çözülmüş. Yakalandığı arkadaş, on kadınla bu işi çözemeyeceğini söyleyip jüriyi dağıtmasını, sadece annesi ve kız kardeşi ile kız bakmaya gitmesini önermiş. Bu sayede kısa sürede evlenebilmiş arkadaşım.

Siz de en iyisi bırakın jüriyi yüreğinizin götürdüğü yere gidin. Ya da serbest bırakın gönlünüzü istediği yere konsun.

KÜLTÜR FARKI AŞKI ÖLDÜRÜR


Aynı lisede birbirine aşık bir çift. Araya ÖSYM giriyor, kız üniversiteyi kazanıyor, erkek kazanamıyor. Kız üniversitedeki arkadaşlarına geride bir sevgili bıraktığını söylüyor. 

Aradan iki ay geçiyor. Kız yeni bir bilgi veriyor: 

-Sevgilimle ayrıldık, yürütemedik, ben üniversiteli, o lise mezunu, aramızda kültür farkı var. 

Üst sınıftaki arkadaş, cevap veriyor: 

-Gördüğün ve vizesine dahi girmediğin iki aylık dersle nasıl kültür farkı oluşturabildin sevgilinle, helal olsun sana.

ÇOK SİNİR HAREKETLER BUNLAR

Dün bir davetiye aldım. İadeli taahhütlü. Düğün mahalli evime epey uzak, ben de eve epey uzak olduğum için gitme olasılığım az. Fakat buna rağmen sağ olsun arkadaşım beni hatırlamış, değer vermiş, iadeli taahhütlü davetiye göndermiş. 


Bu bana daha önce gördüğüm bir davetiyeyi hatırlattı. Davetiye bildiğimiz davetiye bir anormallik yok. Bana itici gelen davetiyenin son iki maddesi:

-LCV

-Lütfen çocuk getirmeyiniz.

Birinci maddeyi sordum, soruşturdum, öğrendim; lütfen cevap veriniz- miş. Şuraya bak, hem tenezzül edip cümle yerine üç harf yazmış hem de bana sordurarak cahilliğimi yüzüme vurmuş. Hadi bu kadar katı bakmayalım peki ikinci madde ne demek öyle?

Sen benim şu hayatta en değer verdiğim varlığı düğününde görmek istemiyorsun, bana da şunu bir yerlere bırak gel, diyorsun. Yani lüzumsuz kimse gelmesin, yükte hafif pahada ağır olsun gelenler. 

Tamam, o kadar acımasız olmayalım. Evet, düğünlerde çocuk zırıltısı, ortalıkta koşturan çocukların yarattığı olumsuzluklar, en mutlu ve en önemli gününüzü zorlaştırabilir. Ama pistinde çocuk oynamayan, çocuğun anne-babasının arasında dans etmediği bir düğün ne kadar güzel olabilir ki?

Ya da sayı ile sınırlı bir düğün yapmış biri olarak “lütfen cevap veriniz” maddesinin işleri ne kadar kolaylaştıracağının da farkındayım ama yine de bana itici geldi.

Şimdi, bütün bu badireleri atlattık düğüne gittik diyelim. Bu sefer de:

-Rakıya bir buz daha verir misiniz?

-İkinci buz ekstraya giriyor efendim.

Veya:

-Çocuk için bu kolanın sıcağı yok mu?

-Sıcak kola ekstraya giriyor.

Tamam, abarttık biraz ama gittiğiniz her cemiyette her şeyi ekstraya sokup sizi soymayı düşünenler de yok mu? Bir masanın fotoğrafına bir fotoğraf makinesi parası ödemek de neyin nesi? Hem neden benim çocuğun fotoğrafını çekip sergiliyorsun ve de beni “paraya kıyıp da çocuğunun fotoğrafını almamış cimri herif” pozisyonuna sokuyorsun?

Bir de gittiğiniz cemiyette bir karşılaşma, tanışma, tokalaşma ve öpüşme aşaması vardı, bir yenisi daha eklendi. Geçenlerde, uzun zamandır görmediğim bir kız arkadaşla karşılaştım. Tokalaştık, bana doğru hamle yaptı. Herhalde öpecek derken bir baktım ki kafasının sağ köşesini yanağıma vurdu. Ben yanağımı uzatırken o kafasını uzatmış sert bir şekilde. 

Yani bu da yeni moda. Kafa tokuşturmak. Yapanların bir gerekçesi bir açıklaması, kendilerine göre bir nedenleri mutlaka vardır ama düşündüm de; bir kadınla yapmak isteyeceğim en son şey kafa tokuşturmak!

KİMİN HELVASI YENİR?


Biri emekli diğeri çalışan, iki meslektaş. Emekli olanı ziyarete gelmiş, uğurlama faslı. Çalışan, emekliye: 



-Aman kendine dikkat et, helvanı yemeyelim sonra! 


Emeklinin beti benzi attı, kızardı-bozardı. 

-Ben iyiyim, size de öyle görünmüyor mu? 

-Olsun, sen yine de dikkat et, yemeyelim helvanı, ha ha ha! 

Bizim teselli cümlelerimiz işe yaramadı. Emekli meslektaşımız büyük bir üzüntüyle gitti. 

Aradan ne kadar geçti bilmiyorum. Çalışan meslektaşın evindeyiz. Ama meslektaşımız evde yok. İki gün önce kanserden kaybetmişiz, bir yandan mevlit okunurken bir yandan da helva dağıtılıyor. Emekli meslektaşa da çalışan meslektaşın helvası verildi doğal olarak. 

Helvanı yemeyelim denilen meslektaşın, kendisine bu uyarıyı yapan meslektaşın helvasını yediğini gözlerimle gördüm. 

Düşündüm de; kimin, kimin helvasını yiyeceği belli olmaz ya da yetkili olmadığımız konularda iddialı konuşmamak, fikir beyan etmemek lazım.

DÜBELİTE: ALIŞVERİŞ SANATI



Söylenmeyeni söylemek, genelde kimsenin söylemeye cesaret edemediği şeyleri söyleme ya da söylendiğinde bütün insanlığı kurtaracak şeyleri ifade eder.



Oysa benim söylediğim söylenmemiş şeyler, genelde kimsenin söylemeye tenezzül etmediği, üzerine kafa yormadığı lüzumsuz konulardır. Söylenmeyeni söyleyecek bilgi, birikim ve cesaret yoksa o zaman kimsenin söyleyemediklerini söylemek ancak lüzumsuz konularda mümkündür.

Dübelite; baktım, evet söylenmemiş, en azından Türkçede. Doğal olarak dübelci de yok. Ama dübel var. Kavramın doğuş nedeni de dübel zaten.

İşyerlerinde öğle yemeği sonrası kısa bir yürüyüş adettendir. Yemek sonrası siparişleri almak ya da sağlıklı yaşam için yürüyüşe çıkılır. Herkes bir ya da birkaç arkadaşıyla çıkar dışarıya, ben hariç.

Herkes dışarıya çıkarken bana seslenir ama ben yerimden kımıldamam. Zaten günlük yürüyüşümün önemli bir kısmı işe gelir giderken veya ev ve işyerimdeki zorunlu yürüyüşümden oluşur.

Fakat buna rağmen arkadaşlar her öğleyin davetlerini sürdürdükleri için bilirim, kim kiminle nereye gitti, ne aldı, ne yaptı.

Bir defasında iki arkadaş “dübel almaya gidiyoruz “ diyerek çıktıkları kapıdan birer pahalı cep telefonu almış olarak girince bu unvana hak kazandılar: dübelci. Dübelite de dübelcilerin her türlü alışverişle ilgili faaliyetlerine denir. Hadi biraz daha ileriye gidelim. Hani Fransızca da her şeyin bir erkeği dişisi var ya dübelci de erkek alışveriş düşkününe denir. Kadın alışveriş düşkününe ise çaputçu derim ben.

Şimdi, ne bu unvanı vermek abartı ne de almak. Unvanı verenin bir çabası yok ama alan, inanın sonuna kadar hak ediyor unvanını. Öncelikle internette bir güzel inceliyor alacağı ya da merak ettiği ürünü. Daha sonra bizzat yerinde ya da benzerini buluyor inceliyor, ondan sonra karar veriyor.

Kısacası seviyor, aynı zamanda da bilinçli. Bir şey sorduğunuz zaman internetten en az on bağlantı gönderiyor. Arasından seçiyorsunuz ve nesi var nesi yoksa anlatıyor. Kaç siteye üye bilmiyorum ama bildiğim ilk üyeleri arasında olduğu birkaç siteden ilk yüze girdiği için hediyeler geldiği kargoyla.

İnternetten alış veriş demek bir nevi kargo demek. Kaç sitenin kargo şirketini değiştirtmiştir bizim dübelci. Gelen paketi açıp aldığı malın sağlam olduğunu göstermedikleri için. Benim için sipariş ettiği balta çıkınca koliden, kargo görevlisinin korku dolu yüzü hala belleğimdedir. Onun sayesinde aldığımız ürünlerin fiyatları aradan bunca zaman geçmesine ve ucuzlamasına rağmen hala piyasa fiyatının altındadır.

Çin’den on sente içini gösteren köstekli saat aldığını, kargosunun ise birkaç dolar tuttuğunu da onun sayesinde öğrendim. Bir saat hayranlığı var bizim dübelcinin. Bir kaç tane aldığına, birkaç tane de hediye geldiğine şahit olmuşumdur. Bir gün benim de işim olması nedeniyle, birlikte gittik saat toptancısına. Bir saat için pazarlığa tutuştular fakat bir anlaşma sağlanamadı. Saat Toptancısı, dübelcinin söylediği rakamın asla kurtarmayacağında ısrarlıydı.

-O fiyata kurtarmaz abi, bana gelişi şu kadar.

-O zaman size pahalıya veriyorlar.

-Olur mu canım, ben bu şehrin en büyük ve en eski toptancısıyım.

-İsterseniz bakalım internetten, bu fiyata veriyor Türkiye Mümessili.

-Mümkün değil. O başka saattir.

Dübelci, cüzdanından bir kod numarası çıkardı, otuz iki yetmiş bir değil mi?

Saatçi, saati buldu çıkardı kod numarasına baktı, kendini kaybetmiş bir halde telefona sarıldı. Açtı ağzını yumdu gözünü:

-Bunca senelik toptancıyım, adam kazıklamaya utanmıyor musunuz?

-Ne başka saati ağabeycim, otuz iki yetmiş bir diyor adam, internette bana sattığınızdan daha ucuza satmaya utanmıyor musunuz?

Evet, kırk yıllık toptancı kazıklandığını bizim dübelciden öğrenmişti. Çağın değiştiğini, internet diye bir şeyin yaşamımıza girdiğini ve artık “kurtarmıyor abi” sözünün kimseyi kurtarmadığını da.

Bizim dübelci, bilgisiz asla konuşmaz, belgesiz ağzını bile açmazdı. Mail orderi, kargoyu, her şeyi ondan öğrendim, gördüm.

Dübelci, bir gün ev almaya gidiyor. Müteahhit, anlatıyor da anlatıyor. Şöyle iyi malzeme, şöyle iyi plan, konumu derken kaderini çizecek cümleyi ağzından kaçırıyor:

-Daire güneye bakıyor, devamlı güneş evin içinde.

O anda olmayacak şey oluyor, dübelci cebinden bir anahtarlık çıkarıyor. İşyerinden bana da eşantiyon olarak verilmiş pusulalı anahtarlığa bakıyor.

-Bu ev güneye bakmıyor, yanlışınız var. Gelin bakın, pusula kuzey doğuyu gösteriyor.

Bütün satış taktiğini müşterinin yön duygusu olmadığı üzerine kuran müteahhit, dübelcinin çektiği pusula sayesinde dairesi hakkında yanıltıcı bilgi vermenin mahcubiyeti ile on bin lira düşmek zorunda kalıyor ev fiyatından. Eminim bir daha daire satarken yön konusuna da asla girmemiştir.