SEÇİMDEN SONRA ONBEŞ GÜN TATİL!

Saat 18’den beri haberleri izliyorum. Gözüm bir yandan da internette. Fena halde yorgunum. Seçime daha iki gün var ve bu iki gün nasıl geçecek, daha ne kadar yorulacağım bilmiyorum.

Tek yorgun olan ben değilim sanıyorum. Liderlerin bile sesi kısıldı, basbas bağıran ses sistemleri, dolaşan arabalar, adaylar, komplocular, kasetçiler, tapeciler ve ekrandaki yorumcular dahil herkes yorgun.

Sayın yöneticilerimizden ilk ricam seçim sonuçlarının onbeş gün açıklanmaması. Zira bu yorgunluğun üzerine, “kim neden kazandı, neden kaybetti “ şeklindeki seçim yorumlarını, sandık başında kaç kişi öldü haberlerini çekecek halimiz yok.

O nedenle diyorum ki seçim sonuçları açıklanmadan bütün ülkede 15 gün tatil ilan edilsin. Şehirler boşalsın ve herkes tatil yörelerine veya memleketine gitsin bir kafasını dinlesin. İnanın ülkenin buna ihtiyacı var.

Bu mümkün değilse hiç olmazsa aşağıda sıralayacağım önlemler alınsın:

-Twitterve  youtubeden sonra facebook, bloglar hatta internet de kapatılsın. Vatandaş onbeş gün süreyle paylaşacağı fotoğrafları çeksin, yazılarını yazsın.

-Liderlerin hiç biri onbeş gün ekrana çıkmasın ve konuşmasınlar.

-Adayların adı bile anılmasın. Belediyeler onbeş gün eski başkanlar tarafından yönetilsin.

-Ülkede partilere ait bütün afiş ve pankartlar kaldırılsın hatta parti binalarındaki levhaları bile kapatılsın.

-Bütün medya araçlarından sadece müzik (seçim dönemi kullanılanlar hariç) ve dizi yayınlansın. Açık oturum, haber, röportaj hatta başka şeyler çağrıştırmasın diye belgesel bile yayınlanmasın.

Çok şey mi istiyorum?

SERGEN GAZİANTEP’TE SIKILMIŞ!

Gazete, haberi “Böyle gerekçe görülmedi” başlığı ile duyurmuş okuyucularına. Şöyle bir düşündüm, gerçekten de görülmüş şey değil. Birileri ta Güney Amerika’dan Malatya’ya, Gaziantep’e hatta Rize’ye gelip dilini bilmediği ve kültürüne yabancı olduğu bir şehre gelip takım çalıştırıyor, bizden biri İstanbul’a bir saatte ulaşabildiği bir büyük şehirde sıkılıyor. Gerçekten ilginç. Ancak Sergen’i tanıyanlar için sürpriz de değil.

Gaziantepspor’un açıklamasını okuyunca daha da şaşırdım. Zira açıklamada, Sergen’in Gaziantep’ten sıkıldığı için ayrıldığı, sözleşmenin karşılıklı olarak feshedildiği ve Sergen’in bütün alacaklarının ödendiği belirtildikten sonra Sergen ve ekibine katkılarından dolayı teşekkür ediliyordu.

Benim bu olaydan çıkardığım sonuçlar:

-Gaziantep, çalışmak istemeyenler için sıkıcı bir şehir.

-Sergen ve Gaziantep Yönetimi çok medeni insanlar. Medenice ve eyyamcılık yapmadan doğru neyse söyleyip birbirine teşekkür etmişler.

-Gaziantep’liler çok olgun ve anlayışlı insanlar; ne “şehrimizin imajını bozdu” diye sitem ediyorlar ne de alınganlık gösteriyorlar.


Her iki tarafı da tebrik ediyorum.

MASON OLUNACAK, OL!

Meşakkatli eğitim hayatını başarıyla tamamladınız, bir işe girmeyi başardınız, işinizde başarılı oldunuz, yaş da geldi otuzbeşe ve memuriyet tabiriyle birin dördündesiniz. Kısacası bir yol ayrımındasınız ve ya bir duvar önünde. Yani normal yollardan gelebileceğiniz yere geldiniz ve orada kaldınız. Hiçbir soruşturma geçirmediniz ve disiplin cezanız da yok.

Ya da yeteneklisiniz, çalıştınız çabaladınız, türlü fedakarlıklar yaptınız ve yine geldiniz aynı yol ayrımına.

Önce evde, sonra ailede, mahallede, işte ve çevrenizde başladı sorular:

-Ne zaman müdür oluyorsun?

-Milli takıma ne zaman giriyorsun?

-Kitabın çıkmadı mı hala?

-Bak arkadaşın CEO oldu sen hala sürünüyorsun?

Sorular muhtelif.

Hayatın belli aşamasında bu sorular başlar ve bir yol ayrımında hissedersiniz kendinizi.Belki de şimdiye kadar hep çalışmış ve işin bu kısmını düşünmemişsinizdir. Şimdiye kadar yaptıklarınızla kendinizi başarılı saysanız ve “benim makamda mevkide gözüm yok” deseniz de başarısız sayılırsınız.

Çünkü aynı yollardan geçenler belli yerlere gelmiş, siz gelememişseniz başarısızsınız demektir.
Oysa her yerde bir piramit vardır ve piramit yükseldikçe eni azalır ve dolayısıyla belli makamlarda oturanların sayısı da bellidir: sadece bir kişi cumhurbaşkanı olabilir örneğin, milli takım da onsekiz kişiliktir. Genel müdür, ceo, genel yayın yönetmeni sayısı bellidir ülkenin. Ressam, yazar kapasitesi de öyle.

O zaman düşünmeye başlarsınız. Başaranların siz de olmayan özelliklerini araştırırsınız ya da bahaneler bulmaya başlarsınız:

-O yalaka.

-Onun arkası kuvvetli.

-İstediklerini yapacakları getiriyorlar bu makamlara.

-Önümü kesiyorlar.
Hepsi bahane olsa da okuduğunuz kitaplardan, biyografilerden, belli yerlere gelmek için masonluk, Sabetayistlik, cemaat üyeliği, belli okul mezunu olmak, hemşerilik ve politik kayırma gibi unsurların etkili olduğunu öğrenirsiniz.

Benden geçti artık fakat yol ayrımına gelmiş olanlara bir tavsiyede bulunayım dedim. Hayatta elinizden geleni yaptınız ancak hala istediğiniz yere gelemediniz. Arkanız kuvvetli değil, belli okulu bitirmediniz, aileden Sabetayist değilsiniz ve bir cemaate girmek için de çok geç.

O zaman sadece bir seçenek kalıyor geriye; gazeteye “ Mason olunacaktır” diye bir ilan verin. Masonluğa iki üyenin tavsiyesi ile girilebildiğinden belki ilanı gören iki üye sizi tavsiye eder de Mason olarak bir yerlere gelebilirsiniz.


Ha,” onların gerçek amacı ne, neden bu kadar gizlilik” derseniz onu bilemem. Tavsiye edenlere sorarsınız. Ayrıca bildiğim kadarıyla, kadınlar Mason olamıyor. Onlar da kendi başının çaresine baksınlar. Benden bu kadar.

BU PARTİLERE KESİNLİKLE OY VERMEYECEĞİM!

Yaşananlar size de tuhaf geliyor mu?

-Şu kişilere suikast yapılabilir!

-Yüz silahlı adam geldi, provokasyon yapacaklar!

-Seçimi erteletmek için her türlü provokasyon yapabilirler!

-Seçim sonucu değiştirmek için sandıkları kaçırabilirler!

-Kriptolu telefonları bile dinliyorlar!

Liste uzayıp gidiyor. Normalde, yetkili makamlara yazılacak bir dilekçede veya istihbarat raporlarında yer alması gereken konular her akşam ekranlardan vatandaşa duyuruluyor.

Ben de ben bir vatandaş olarak günlerdir kıvranıyorum “bu şikayetlerle ilgili ne yapabilirim” diye. Düşünüyorum taşınıyorum bir çare bulamadım henüz. Zira bu duyumları önleyecek, tedbirleri alacak yetki ve güç bende değil.

Benim elimde sadece bir oyum var. O da bu yapılacakları veya yapılanları önlemeye yeter mi bilmiyorum. Ama söz, eğer seçmen pusulasında, “Adaylara Suikast Partisi (ASP), Yüz Silahlı Adam Partisi(YSAP) ve Kriptolu Telefonları Bile Dinleyenler Partisi (KTBDP) varsa kesinlikle onlara oy vermeyeceğim.

BÜTÜN PARTİLER TEK BİR KONUDA ANLAŞTI

Her akşam istemesek de seçime ilişkin haberleri yorumları izliyoruz. Konuşmalarda liderlerin ve adayların kendini tanıtma yerine rakibi karalamaları, yerel projeler yerine genel siyasi konular ağırlıkta.

Doğal olarak konuşmaların içeriği, şekli ve verdikleri mesajlar farklı.  Fakat dikkatimi çekti, bütün konuşmacılar bir konuda hemfikir: sandık güvenliği.

-Sandığına sahip çık!

-Gerekirse yemeğe bile gitme, sandık orucu tut!

-Oy vermek önemli değil oyuna sahip çıkmak önemli!

Bu konuşmalar sayesinde, neredeyse seçim konuşmaları seçmene değil sandık başındaki görevlilere yapılır hale geldi. Sandık başındaki görevliler dışında bazı sivil toplum örgütleri de sadece sandık güvenliği için örgütlenme içine girmişler.

Peki, ne demek bu: Sandık başındaki diğer görevlilere güvenme, onlar her türlü hileyi yapabilirler sen uyanık ol” demek.

Normal şartlarda herkesin sandık başındaki görevi bellidir. Eğer bir insanda biraz sorumluluk duygusu varsa fazladan uyarıya gerek yoktur. Partiler ve Yüksek seçim kurulu, sandık başındaki görevlilerini eğiterek ve belli bir disiplini sağlayarak seçimin şaibesiz ve problemsiz sonuçlanmasını sağlayabilirler.

Ben şahsen her gün bütün parti sözcülerinin sandık görevlileri ile ilgili güvensizlik içeren, diğer partileri” potansiyel oy hırsızı” gösteren söylemlerini çok tehlikeli buluyorum. Toplumdaki ayrışmayı, güvensizliği artırıcı ve yeni gerginlik yaratıcı buluyorum.

Umarım bu söylemler ve gergin geçen seçim kampanyası toplumu daha da ayrıştırmaz ve seçim günü sandık başında “istenmeyen olayların” yaşanmasına sebep olmaz.

Benden uyarması… 

25 MART KASET BAYRAMI!

Siz de “şu şamata bitse artık” diyenlerden misiniz? Bunca seçim gördüm böylesini görmedim. Demokrasinin temeli sayılan yerel yönetim seçimi o hale geldi ki, bu seçimde proje yok aday yok. Ne var? Kaset var, tape var.

Bakıyorum, seçim bürolarının kapısında proje yok.Lider ve aday fotoğrafları var. Konuşmalarda ve seçim kampanyasında da yapılacak işler yok tape var kaset var.

Oysa insan yerel seçimlerde proje görerek, maket görerek biraz hayal kurmak istiyor: metro hatları, parklar, spor tesisleri vs. Yapılmasa da hayali bile güzeldir.

Seçmen, kendisine hayal kurduran, ikna eden aday yerine parti liderinin tapesi kasetine göre oy verecek adaylara. O nedenle mevcut propagandalara rağmen kararını verememiş seçmen, dört gözle 25 Martı bekliyor. 25 Martta seyredeceği kaset ve dinleyeceği tapeye bakarak belediye başkanını, meclis üyesini hatta muhtarını seçecek.


Evet, 25 Marta bir gün kaldı. Halkımız ya çok büyük bir hayal kırıklığı yaşayacak ya da bundan sonra “25 Mart Kaset Bayramını” kutlayacak.

OY VERMEYE ELDİVENLE GİDELİM!

Medyadan öğrendiğimize göre bazı parti ve adaylar, kendilerine oy verdiğini cep telefonu fotoğrafı ile belgeleyenlere 200-TL vereceklermiş.

Cep telefonu ile çekilen fotoğraflar mesaj yoluyla kolayca çoğaltılabileceğinden, “verilen oyu belgelemenin daha pratik bir yolu bulunabilir mi” diye düşününce “parmak izi” yönteminin daha garantili olacağını keşfettim.

Evet, kendisine verilen oyu 200-TL ile ödüllendirmek isteyen parti ve adaylar verilen oy pusulalarındaki parmak izlerine göre ödüllerini güvenli bir şekilde dağıtabilirler.

Peki, “eldiven nereden çıktı?” diyecek olursanız, komplocu ruhum, bunca telefonu dinleyenlerin istedikleri takdirde yine “parmak izi” yöntemiyle “kimin nereye oy verdiğini tespit edip fişleyebilir” diyor.

Şahsen ben bunu önlemek için oy kullanmaya eldivenle gideceğim. Ancak sadece benim eldivenle oy vermem beni kurtarmaz. Zira sandıktan parmak izi olmayan tek oy çıkarsa aldığım tedbir işe yaramaz ve kime oy verdiğim belli olur.


O nedenle çağrım herkese; verdiğiniz oy karşılığı 200-TL almayı düşünmüyorsanız benim gibi eldivenle oy kullanmaya gidin. İz bırakmayın ki sizi de verdiğiniz oy nedeniyle fişlemesinler.

KAYIP UÇAK UZAYDA MI YOKSA?

İçerideki harala gürele arasında dışarıda bizi meşgul eden iki olay var biri Kırım diğeri 8 Mart'ta Malezya'nın başkenti Kuala  Lumpur'dan Çin'in başkenti Pekin'e gitmek üzere 227 yolcu ve 12 kişilik  mürettebatla havalandıktan kısa bir süre sonra kaybolan uçak.

Kırım meselesini devlet büyüklerimize havale ettik ve birey olarak yapabileceğimiz şeyler sınırlı. O nedenle geçen akşam kayıp uçak meselesi kafama takıldı: uçağın sinyal sistemi kapatıldığı için uçak kaybedilmiş durumda. Hiçbir uçak ilelebet havada kalamayacağına göre ya bir yere indi ya da düştü. Ancak şu ana kadar 25 ülkeden ekiplerin bütün aramalarına karşın hala bir iz bulunamaması ve son olarak pilotun intihar etmiş olabileceği iddiaları aklıma kimsenin düşünmediği bir olasılığı getirdi.

Bildiğim kadarıyla uzay mekikleri özel tasarlanmış bir jumbo jet uçağı. Şimdiye kadar birçok defa uzaya gidip geldiler. Mekiklerin atmosferdeki ısıya dayanıklı tuğlalarla kaplanmış olduklarını ve yakıt tankları yardımıyla uzaya çıkabildiklerini biliyorum. Fakat madem pilot intihar etmiş olabilir ve madem şimdiye kadar düşen uçağa ait bir parça bulunamadı o halde neden pilot uçağı uzaya doğru sürmüş olmasın?

Sekiz saat uçabilecek yakıtı olan bir uçak uzaya kadar gidebilir kanısındayım. Gidemediyse ya  atmosferdeki sürtünme nedeniyle  meteorlar gibi küle dönmüştür ya da uçak uzaya varmayı başarmıştır ve mürettebat ile yolcular ömürlerinin son dakikalarını (oksijen bitene dek) dünyayı uzaydan seyrederek geçirmişlerdir. Ve şu anda da uzay boşluğunda yol almaktadırlar. Uzayda oksijen olmadığından büyük ihtimal cesetleri de hiç bozulmadan sonsuza dek kalacaktır.


Evet sayın yetkililer, uçağı yerde aramayın bir de uzaya bakın belki oradadır!

KENDİM PARİS’TE FİKİRLERİM MEYDANLARDA!

12 Eylül döneminde, Alpaslan TÜRKEŞ’in unutulmaz bir sözü vardır:

-Kendim hapiste fikirlerim iktidarda!

Evet, bazen kişilerle fikirlerinin bulunduğu yer ve gördüğü muamele farklı olabiliyor. Geçen gün gittiğim bir yerde gördüğüm bir manzara bana bu sözü hatırlattı. Bir kasabada miting vardı. 

Konuşmalar bittikten sonra da kalabalığın dağılmaması dikkatimi çekti. Biraz dikkatli bakınca, dağılmayan kalabalığın meydandaki bir döner tezgahının önünde uzun bir kuyruk oluşturduğunu ve itiş kakış arasında ekmek arası döner almaya çalıştığını gördüm.

Bu da bana yukarıdaki sözü hatırlattı. Bildiğim kadarıyla miting meydanlarına döner tezgahını sokan Cem UZAN’dır. Bu sayede de yaklaşık yüzde 7 oy aldı. Hatta demokrasi beşiği İzmir’de aldığı oy yüzde 17’ye dayandı.


Ne dersiniz, Cem UZAN bu manzarayı görse ve “ben Paris’te sürgündeyim ama fikirlerim  meydanlarda” dese haksız mı?