HALİT ÇETİN'DEN AYNALI FIKRA

Hangi şehir olduğunu belirtmek şimdi doğru olmaz, tarihte ilk kez bir şehrimize ayna gitmiş.
Adamın biri aynayı görüp eline almış. Daha önce hiç kendini görmediği için ölen kardeşine benzetmiş karşısındakini.
Adam:
- Ey gidi gardaşımm..! Seni bi daha görmek nasipte varmış !!!
Aynayı eve götürüp sarılıp uyumuş kardeşine
Karısı bakmış adam bişeye sarılıp uyuyor.
Aynaya bakmış , bir kadın!!
- Allah belanızı vireee.
- Bu karıda kim???
- Bi b..ada benzese..!!
Diyerek feryat figan evden çıkar ve kadı efendiye gider.
Kadın :
- Kadı efendi adam beni bu çirkin karıyla aldattı.
Kadı : aynaya bakar ve şöyle der:
- yav bu karıdan çok ka.ata benziir..!!!

HALİT ÇETİN'DEN:TRAFİK POLİSİ PAPA'YI ÇEVİRİRSE

Bir gün Papa son model limuziniyle yolda giderken canı cok sıkılır ve şoförüne
"senelerdir araba kullanmıyorum ve kullanmayı da çok özledim, bugünlük arabayi biraz da ben kullanabilir miyim?" diye sorar.
Şoförü; "tabii ki ne demek efendim buyrun" diyerek koltugunu papaya bırakır.
Yılların özlemiyle araba kullanmakla kalmayıp şehiriçinde aşırı sürat yapan Papa radara yakalanır ve genç bir polis tarafından durdurulur. Ehliyetini istedikten sonra arabayı kullananın papa oldugundan emin olduktan sonra ceza kesip kesmemek konusunda ikilemde kalan polis amirini arar:
- "Amirim yolda çok ama gercekten cok önemli birini sürat yaptigi icin çevirseydiniz ona ceza keser miydiniz?"
- "Bilmiyorum hayrola kimi çevirdin, çevirdigin kişi bakan mı?"
- "Yok amirim daha önemli biri"
- "Başbakan mı ?!"
- "Hayır amirim çok çok daha önemli biri !!"
- "Cumhurbaskanı mı, nedir oğlum söylesene kimi çevirdin?!"
- "Valla amirim bilmiyorum ama şoforlüğünü papa yapıyor..!!!"

HALİT ÇETİN'DEN: TRAFİK KONTROLÜ

Adamın birini kırmızı ışıkta geçtiği için polis durdurmuş, adamdan ehliyet ruhsat istemis. Adam da "yanımda yok, arkadaşın evinde içiyorduk, sanırım fazla kaçırdım, biraz sarhoşum orada unutmuş olmam lazım" demiş.. 

Polis dumur olmuş tabii.. Kırmızı ışık, alkol, ehliyet ruhsat yok... İşin içinden çıkamayınca gitmiş komiserine durumu anlatmış...

Komiser gelmiş adama ehliyet ruhsat sormuş, adam her ikisini de çıkartıp uzatmış hemen. Komiser şaşırmış tabii. Alkolmetreyi çıkarıp üfletmiş, adamda zerre alkol de yok..!

İyice şaşırmış ..Yav demiş: memur bana sizin alkollü olduğunuzu ve ehliyetinizin yanınızda olmadığını söyledi..

Bizim uyanık komisere dönerek :
Siz ona aldırmayın komiserim demiş: pek iyi değil galiba.. birazdan size kırmızı ışıkta geçtiğimi filan da söyleyebilir...

GÖREV Mİ GELENEK Mİ?


Depremlerde en önemli sorun, vatandaşa hizmet edecek kamu görevlilerinin de insan olmasıdır. Depremzedeye yardım edecek iş makinesi ya da arama-kurtarma köpeği hemen hizmete hazırken kamu görevlisinin önce kendi yaşamını kurtarması, şoku atlatması ve bilahare yardıma koşması gerekir. O nedenle, bir süre sonra düzelse de ilk anda aksayan hizmetlerden  hep şikayet vardır.

Evet, bazı görevler vardır ki mesaiye bağlı değildir. Aranan kişi ile aynı arabada kaza yapan polis müdürüne o nedenle sorulmaz "mesaide miydin", diye. Zaten mevzuat gereği de müdahale ya da ihbar zorunludur suça muttali olan kamu görevlileri için.

Bazı hallerde ise görevli ortama göre hareket eder, durumu kurtarmaya çalışır. Ev gezmesinde duyduğu bir lafta harekete geçilemez bazen.

Efendim, klasik bir düğün. Gelin, damat, davetliler, orkestra her şey yerli yerinde. Düğünlerde davetliler düğün sahibine olan takı borçlarını öderken bir yandan da kendileri oynarken para atanlara da iade yapmak zorundalar.  

Birazdan coşku tavana vuruyor ve paralar saçılmaya başlıyor. Orta halli bir düğün olduğu için normal bir saçılım söz konusu; en küçük kağıt para birimi havaya saçılan. Parası biten orkestranın önündeki görevliden bozduruyor tekrar savurmaya başlıyor. Davetliden ortaya saçılan, sonra orkestranın yakını bir çocuk tarafından yerden toplanarak orkestraya teslim edilen paralar, tekrar davetli-orkestra-toplayan çocuk-orkestra-davetli güzergahında hızlı bir tur atıyor.

Derken, düğünün rutinini bozan olay cereyan ediyor. Gelinin genç ve mevzuatçı ağabeyi mikrofonu eline alıyor ve uyarısını yapıyor:

-Para savurmak, paraları yere atmak ve dolayısıyla paranın çiğnenmesine neden olmak Türk Parasını Koruma Kanununa aykırıdır. Hele hele paranın üzerinde Atatürk resmi de varsa!

Ailenin okumuş delikanlısının uyarısı hemen tesirini gösteriyor. Belki dikkate alınmayabilirdi ancak işin içine Atatürk de girince mecburen duruyor para saçılması.

Elindeki para demetinin kalan kısmını mecburen cebine koymak durumunda kalan dayı söyleniyor:

-Senin yaptığın da şimdi…

Para dolaşımının aniden durması orkestranın da keyfini kaçırıyor. Malum, ne kadar para saçılırsa orkestra o kadar coşar, onlar coştukça da coştururlar ve düğün çok güzel olur. Düğünün tadı kaçmaya başlayınca damadın amcası duruma müdahil oluyor. Orkestraya:

-Ne kadar para atılırsa verelim aman düğünün tadı kaçmasın!

-Para havaya saçılmazsa düğünün tadı mı olur hiç.

Yani bazı işler parayla çözülemez. Benim de oğlumun sünnet düğününde dansöz getirmeyi öneren mekan sahibine yaptığım, “çıkıp oynayacaksa gelsin, masalarda davetlilerden para toplayacaksa gelmesin” önerim kabul görmemişti.

Sonunda düğün para saçılmadığı için tatsız-tuzsuz bir şekilde sona eriyor. Kayınbiraderin görev aşkı düğüne damgasını vuruyor. Görev, geleneğe galip geliyor. 

HALİT ÇETİN'DEN: NE GÖRÜYORSUN?

Bir profesör ve asistanı birlikte kıra gider kamp kurarlar. Güzel bir yemek yiyip, bir şişe şarabı da içtikten sonra uykuya dalarlar. Birkaç saat sonra profesör uyanır ve asistanını dürterek uyandırır. Asistan uyku sersemi bi halde:

- Ne oldu, ne istiyorsun?
- Yukarı bak, ne gördüğünü söyle bana.

- Bunun için mi uyandırdın? milyonlarca yıldız işte.

- Peki bu sana neyi gösteriyor?

- Artık uykusu iyice kaçan asistan filozofça cevap verir:

- Teolojik olarak Tanrının kudretini ve kendi acizliğimizi görüyorum. Felsefi olarak evrenin sonsuzluğunu ve onun karşısındaki önemsizliğimizi; astronomik olarak galaksilerin, yıldızların, gezegenlerin varlığını, dünyaya benzeyen başka gezegenlerde de hayat olabileceğini; meteorolojik olarak ise yarın havanın güzel olacağını görüyorum. Peki sana neyi gösteriyor?

- Görmüyor musun salak, çadırı çalmışlar!!!

HALİT ÇETİN'DEN: SÜPER FİKİR

Karadeniz'de köyün birinde bir çukur varmış ve pek çok kişi içine düşüp yaralanıyormuş. Köyün ileri gelenlerinden 3 kişi toplanmış ve çözüm aramaya başlamışlar. Birincisi demiş ki: 
- "Çukurun yanında bir ambulans beklesin ve düşenleri hemen hastaneye yetiştirsin." İkincisi: 
- "Çukurun yanına hastane kuralım düşenleri yetiştirmesi vakit almaz" demiş. 
Sıra Temel'e gelmiş: 
- "Kafanız hiç çalışmıyor" demiş."Bunu kapatalım ve gidelim hastanenin yanında bir çukur açalım"..!

ÇOCUK ARASINA NEDEN GİRİLMEZ?


“Çocuk kavgasına aileler de karıştı şu kadar ölü bu kadar yaralı” haberlerini sık sık duyarız. Hatta yıllar önce iki çocuğun birbirine söylediği bir söz, mahkeme salonlarına dahi taşınmıştı hakaret davası olarak. Belki de olay sadece çocuk meselesi de değil, geniş anlamda insanlar arası ilişkiye zorunlu haller dışında müdahale etmemenin gerekliliği. Zira iki insan ya da belli insanlar arasındaki ilişkinin kendi özel koşulları var. Hatta sadece o insanlara mahsus bir geçmişi, algısı var. Üçüncü kişiler olaya sadece problem olarak bakınca tabi ki çözüm mümkün değil.

Boşuna dememişler “karı-koca arasına girilmez” diye. Şiddet gibi zorunlu haller yoksa bence de girilmemeli. Hatta ne karı koca arasına ne de çocuklar arasına.

Efendim, yan apartmana bir anne-oğul taşındı. Genç bir anne ve sekiz-on yaşlarında da bir oğul. Baba nerede bilinmiyor. Kısa sürede çocuk, sokakta oynayan akranlarının arasına karıştı. Onlar da aldılar aralarına, her gün onu da oyuna çağırıyorlardı.

Hayır, komşusunu, etrafını sürekli gözleyenlerden değilim. Benim olaya olan ilgim sokakta oynayan çocuklar arasında benim oğlumun da olması. Her anne-baba gibi yoldan geçen arabalar nedeniyle bir nevi balkondan çocuğunu gözleme çabası benimkisi.

Bir gün bir baktım ki yeni gelen çocuğun annesi bir komşu çocuğun boğazına yapışmış bağırıyor:

-Bir daha oğluma öyle dersen…

-Anne o öyle demek istemedi.

Tabi ki boğazına yapışılan çocuk benimki olsa müdahale ederdim ancak olay sadece boğazına yapışarak uyarma aşamasında kalınca bir şey demedim. Oğlum gelince sordum. Komşu çocuğu kadının oğluna bir şey demiş ama önemli bir şey değilmiş. Her gün birbirlerine söyledikleri bir şeymiş.

Çocuk bencilliğini biliyordum ancak çocuk kinini yıllar önce oğlumun kreş öğretmeninden dinlemiştim. Çocuklar yanlışlıkla bir civcivin üzerine bastığı için ölümüne sebep olan arkadaşlarını linç etmek istemişler. Öğretmenler zor almışlar ellerinden.

İşte bu olaydan sonra mahallenin çocukları, yeni gelen çocuğa tavır aldılar. Onlar oynadı o çocuk seyretti. Bütün sevimliliğine rağmen ne oyuna aldılar ne de ona cevap verdiler. Annesi de ne kadar yaptığı hareketi düzeltmeye çalıştıysa ve ne kadar cips kola gibi şeylerle çocukların gönlünü almaya çalıştıysa da oğlunu dışlanmışlıktan kurtaramadı. Çocukların bir arkadaşlarının boğazının sıkılmasına olan kızgınlıkları geçmedi. Belki de kendi dünyalarına büyüklerin müdahalesiydi asıl tepki duydukları. Oğluma ve diğer çocuklara ben de ısrar ettim ancak geçmedi çocukların kini.

Sonunda çocuk da annesi de bu dışlanmaya daha fazla dayanamadılar ve taşındılar. O zavallı çocuğun, diğer çocukların arasına karışma çabası, bahçe duvarının üzerinde otururken yüzünde gördüğüm dışlanmışlıktan duyduğu acı hala gözlerimin önündedir. Anladım ki nasıl karı-koca arasına girilmezse çocuk arasına da girilmezmiş.

HAYATA DAİR ABUK SABUK SORULAR


-Hastanenin önünde kendisine kırmızı yandığı halde kendini arabanın önüne atan yaşlı teyze, acil servise yakın olmasından mı cesaret almaktadır?

-Karısına kahve falı baktıran erkek, “al bütün yaşamım senin ellerinde bu fincanın içinde, yanlışım olsa sana böyle korkmadan teslim edebilir miyim” mi demek istemektedir?

-Diabet hastasına tatlı ikram eden kişi, öldürmeye tam teşebbüs etmiş sayılır mı?

-Çocuğumuz balonunu patlatmışsa, ona iki tane patlatmak sorunu çözer mi?

-“Kızını dövmeyen dizini döver “ atasözünün kullanılmasının yasaklanması,  “Kadına Dönük Şiddetin Önlenmesi Yasası” kapsamına alınmalı mı?

-Briç, İngilizce de köprü demekse,  Cambridge İngiltere’nin Vezirköprü ilçesi mi?

-Eskiden “can boğazdan geliyorken, şimdi de can boğazdan mı gidiyor?

ALEX’LE İYİ BİR FOTOĞRAF


Oğlum, üniversite tanıtım turu ile İstanbul’a gitti. İstinye Park tuvaletinde tesadüfen Fenerbahçeli Alex’le karşılaşmışlar. Hemen fotoğraf makinasına davranmışlar ve Alex’in yanında yerlerini almışlar. Fakat kimse bu fırsatı kaçırmak istemediğinden kendilerinden başka fotoğraf çekecek kimseyi de bulamadıklarından soruna pratik bir çözüm bulmuşlar. Toplu halde tuvaletin aynasına doğru dönmüşler ve içlerinden biri cep telefonundan çekmiş resmi. Tabi ki aynadaki yansımayı çekebildiği için de iyi çıkmamış fotoğraf.

Geçen yıl da “Tezok ‘lu Kendi Evinde Buluşuyor” toplantısı için gittiğimiz otelde Fenerbahçe kamp yapıyormuş. Otelin önünde kalabalık taraftar gurubu beklemesine karşın otelin lobisi sakindi. Lobide bulunan az sayıdaki müşteri ve polisler, Alex ve diğer futbolcularla fotoğraf çektirirken ben yerimden kımıldamadan oturduğum yerden birkaç kare fotoğraf çektim. Onlar da iyi çıkmadı doğal olarak.

Sonuçta oğlumun da benim de Alex’le güzel bir fotoğrafımın yok, olanağımız olmasına rağmen. Evet, oğlum Fenerli olmadığından ben de bıraktığımdan Alex’le iyi bir fotoğrafımızın olmaması o kadar da önemli değil. Fakat benim bu olaydan çıkardığım şey daha önemli.

Ders bir: “Alex’le iyi bir fotoğraf”ı yaşamımızda iyi şeyler olarak düşünürsek demek ki iyi şeyler istiyorsak zahmetine katlanacağız. Yerimizden kalkacağız Alex’in yanına duracağız ve biri de resmimizi çekecek.

Ders iki: Oğlum ve arkadaşlarından birisi kareye girmemeyi kabul edip diğerlerinin fotoğrafını çekseydi şu an kendisi hariç herkesin elinde "Alex’le çekilmiş iyi bir fotoğraf"ı olacaktı. Biri fedakarlık yapmadığı için hepsinin aynadan yansımış hallerini gösteren birer tane kötü "Alex’le çekilmiş fotoğraf"ları var.

Düşündüm de şu an rahat ve güzel bir ülkede yaşıyorsak, yabancı bir bayrak altında değilsek bunu Çanakkale’de, Sakarya’da ölenlere borçluyuz. Çünkü iyi bir fotoğraf, ancak birilerinin fotoğrafta yer almaktan fedakarlık ederek fotoğrafı çekmesi sayesinde mümkündür. 

HALİT ÇETİN'DEN: ATMAMASI LAZIM

Adamın biri doktora gitmiş, "kalbim çok atıyor" demiş. 
"Atmaması lazım" demiş doktor. 
Adam doğru eczaneye gitmiş: "at maması var mı? 
Eczacı şaşkın: "beyefendi at maması bizde bulunmaz. Köşedeki veterinere bir sorun.." Adam veterinerden 4 kutu at maması almış ve bir ay kullanmış. Ay sonunda kalbi yine hızlı hızlı atmaya başlayınca tekrar veterinere gitmiş. 
Ama veteriner bu defa: "kusura bakmayın" demiş "artık ithalatı yapılmıyor
at maması kalmadı" demiş.
Adam bu defa telaşla doktora koşmuş: "doktor bey doktor bey at maması bitti şimdi ne yapacağım" demiş...
Doktor da: "bitmemesi lazım" demiş..!

FACEBOOK’TAN DEDİKODULU “NE YAPIYOR” UYGULAMASI


Facebook, “ne yapıyor” uygulamasını geliştirdi. Artık ne yapıyorsanız kendi görüşünü de ekleyerek bildirecek.

Ahmet, durumunu “gözü dışarıda” olarak değiştirdi.

Tunç, durumunu “evli ama mutsuz, boşanması an meselesi” olarak güncelledi. Hülya altına yorum yazdı: “en kısa zaman ölçüsü olan “an” ne zaman on yıla çıktı”.

Mehmet, sosyal çevre yapıyor.

Hasan şu notu ekledi; “her şeyin akıllısı olur ama kocanın asla. Çünkü akıllı adam evlenmez”.

Niyazi, “bul-değiştir” uygulaması ile kopyaladığı sözlerdeki Can Dündar ve Can Yücel isimlerini Niyazi Çoksever olarak değiştirdi. Sırayla paylaşmaya başladı.

Melahat, televizyonda seyrettiği programlardaki güzel sözleri kendi sözü gibi paylaşmaya başladı. Arkadaşları da bu sayede onun hangi diziyi seyrettiğini öğrendiler.

Tunç, “buraların en güzel kadını günaydın” cümlesini kopyalayıp sırayla on arkadaşına gönderdi.

Tuğrul, Facebook’un Türk Meyhane adabından etkilenerek uygulamaya koyduğu “bilmukabele” uygulamasını çalıştırdı. Bundan sonra aldığı bütün beğeni ve yorumlara anında beğeni gönderebilecek.

Coşkun ise “ben de senin” uygulaması ile beğenmediği yorumlara küfür göndermeye başladı.

Sebile, “yirmi yaş gençleş” uygulaması yardımıyla düzenlediği fotoğrafını paylaştı.  Adını da Banu olarak değiştirdi.

Hasan burnunu karıştırırken temizliğin önemi üzerine bir yazı paylaştı.

Hulki, “canım çıkmak zorundayım, öptüm” yazdıktan sonra söylendi: “ulan bir de seninle mi uğraşacağız, defettim gitti, iyi oldu”.

Jale, Nazım Hikmet’in şiirlerini güncelleyerek üç mısra ekledi:
“Saatin sadece saati gösterecek,
Telefonunu sadece telefon etmek için kullanacaksın,
Küçük bir not defteri olacak bilgini en hızlı sayan”.

Lale altına şu yorumu yazdı:
“Ne büyük şairmiş, ileride kameralı cep telefonlarının çıkacağını, insanların artık saat kullanmayacağını ve bilgisayar başından kalkmayacağını ta o zamanlardan görmüş”. 

TEK YILDIZ HİZMET BEŞ YILDIZ ÜCRET


Bir gar Kahvesi…
-Kaç lira?
-On lira.
-Bu hesap ne böyle,  kaç yıldız burası?
-Levhaya baksana abi, burası kahve değil kafe!
***
Askeri birlik olan bir taşra kasabasında, evlat, eş, ana-baba, kardeş hasretini paraya çevirmekle meşgul bir otel.
-Gecelik ücretiniz ne kadar?
-200 lira!
-Canım golf oynamak istemiyor, yüzmek için de mevsim uygun değil, kapalı havuzunuz olsa da…
-Abi bu dediklerinin hiçbiri burada yok!
-Madem yok, ulan ben daha bu yaz, dört yıldızlı bir otelde 100 liraya tam pansiyon tatil yaptım,  o zaman bu 200 lira ne oluyor?

EN İSABETLİ GELİN BEDDUASI


-İ’şallah en kısı zamanda geberisin!

Gelin ve kaynana şiddetli bir kavga halindeyken söylenen son söz bu. Çünkü kaynana aniden yere düşüyor ve oracıkta ruhunu teslim ediyor.

Ben olayı gelinden, birinci ağızdan dinlememe rağmen detaylar aklımda kalmamış. Çünkü çocukluğumda, annemin iş arkadaşı bir kadından dinlemiştim hikayeyi.

Efendim, dediğimiz gibi kaynana gelinin bedduası üzerine oracıkta can veriyor. Fakat detayları kimse bilmiyor. Zira olay iki kişi arasında geçmiş. Biri ölmüş, diğeri de anlatsa suçlu olacak. Olay kayıtlara normal ölüm olarak geçiyor.

Fakat gelinin durumu herkesin dikkatini çekiyor. Zira herkes feryadı  figan ağlamakta iken gelinde  ses yok. Etrafa karşı durumu kurtarmaya çalışsa da hala kaynanasına kızgınlığı geçmediğinden ağlayamıyor bir türlü. Konu komşu ise kaynanasını sevmediğini bilseler de kulağına eğilip görüntüyü kurtarmak için olsun ağlamasını söylüyorlar. Hala kulağımdadır gelinin sözleri:

-Ben di deyom ağleyem, emme ni gıda uğreşsem de a’lıymeyom bi türlü. Ne’den yalan mı söyleyen millete, a’lıymeyon işde.

ALT TARAFI DA GÖSTEREN DEMOKRASİ


Cübbeli Hocanın son gizli kamera görüntülerini gördükten sonra emin oldum ki; üstün göründüyse bir gün mutlaka altın da görünecek. Şöyle bakalım geriye, üstü görünüp de altını görmediğimiz kaç kişi kaldı. Ki eminim onların da altı kameraya çekilmiş servis edilmeyi bekliyordur.

Eskiden fikir tartışmaları vardı. İnsanlar kendilerini bilgiyle donatıp karşısındakine kabul ettirmeye çalışırdı fikrini. Sonra bunun pratik bir çözümü bulundu. Silahla, bıçakla, yumrukla kabul ettirilmeye çalışıldı fikirler. Hatta kendini bilgiyle donatıp fikrini güçlendirmek yerine silah edinerek fikrini savunmak daha cazip hale geldi. Bu arada gerçekten bir fikir edinmeye çalışan, fikrini medenice kabul ettirmeye çalışanlar, sadece silahla teçhiz edilmişler tarafından bir bir ikna edildi(!).Ya ölü ya da diri.

Şimdi ise o kadar zahmete ve riske girmeye bile gerek kalmadı. Geçenlerde gördüm o fikri güçlü insanları. Ellerinde yirmişer lira, kalem-anahtarlık şeklinde kamera alma çabasındaydılar. Birazdan dünyanın en güçlü insanı olacaklardı. İstedikleri insanı mahvedebilirlerdi. Güç onlardaydı artık.

Diyeceksiniz ki “alsın ne olacak”. Hiç de öyle değil. Düşünün ki her insan günde en az birkaç kere altını açmak zorunda. Her tarafta da yirmi liralık kamera ve ona sahip hastalıklı beyinler. Elde ettikleri görüntüleri amaçları için kullanacak güç odakları ve bunları yaymaya gönüllü sosyal medya kullanıcıları hazırda bekliyor. Yani hem üstü hem de altı gösteren bir demokrasi ve onun sadece alta bakan seçmenleri.

Peki, "bunu yapmak suçtur, adalet yapışır yakasına" mı diyorsunuz? Hani nerede bunları yakalayacak devlet, nerede adalet? 

İSKELEDE KUYRUĞUMU BIRAKTIM


Klasik öğrenci sorusudur; bu bilgi bizim ne işimize yarayacak? Bir insanın ömründe neler yaşayacağı, ne zaman başına ne geleceği bilinemediğinden hangi bilginin ne işe yarayacağı sorusuna yanıt vermek zordur. Ve bu soruya yanıt verme kaygısı ile yapılacak bir eğitimde de verilecek bilgi kalmaz.

Benim bunu sorgulayacak lüksüm olmadı. Okuyacaksın dediler, denileni yaptık. Şimdi soracak lüksüm var belki ancak bu sefer de bu konuda bilgili değilim. Söz söyleyecek donanıma sahip değilim. O nedenle susuyorum.

Ben sadece, “madem aldık bilgiyi, bari işimize yarasın” diyorum. Öğrenim hayatım boyunca edindiğim bilgilere gözüm gibi bakıyor, unutmamaya çalışıyorum sadece:

- Madem girmiş aklıma bari bir işe yarasın!

Yaza yaza yaşamımda anlatılmadık bir şey kalmadı desem de hala var anlatılacaklar. Kolay mı kırk yedi yıl geçmiş.

Efendim, ben ömrümün üç yaz tatilinde kuran kursuna gittim. Diyanetin açmış olduğu bir kursa. Aklımız denizde olsa da herkes gibi ben de yarım günümü orada geçirmek durumundaydım. İyi ki de öyleydi. Zira yaşamımın dinle ilgili aydınlanma dönemimi yaşadım bu sayede ve yaşamda bu konuda karşılaşacağım her konuyu analiz edebilecek kadar bilgilerle de donanmış oldum. Hala o bilgilerle idare ediyorum. Kafam net bu konuda ve ne yapıyorsam da bilerek yapıyorum.

Kurs, ayrı bir binada sınıfları olan bir yerdi. Bizim sınıfta yaklaşık kırk-elli öğrenci vardı ve sınıfın başkanı da bendim. Okul gibi sıralarda oturuyorduk ve hocamız da öyle sarıklı-eli sopalı biri değildi. En önemlisi de, çok bilgili, gerçekten inançlı ve bağnaz olmayan bir hocaydı. Bir amaca nefer yetiştirmek değildi derdi. Bizleri bilgilendirmekti ve sağ olsun din konusunda o bilgiler hala ışık tutuyor yolumuza. Hocamız, katı kurallar yerine helal-haram, temizlik, iyi insan olmak, çalışkanlık, yardımlaşma ve Allah korkusu gibi konulara ağırlık veriyordu.

Okuduğumuz kitaplar da öyleydi. Bilgilendirici ve bağnazlıktan uzak. Ben hepsini aklıma yazdım. Severek ve isteyerek bütün sureleri, duaları da ezberledim. Hatta herkes günde bir sure ezberlerken ben iki hatta kısa olursa üç sure ezberliyordum. Sınıf başkanlığı öyle tesadüfi bir şey değildi yani.

Her iyi şey gibi bunun da sonu geldi.  Nedenini bilmiyorum ama kurs camide hocanın odasına taşındı. Odada da yaklaşık on öğrenciydik. Eski hocamız gitmiş yerine başka hoca gelmişti. 

Maalesef değişen sadece kurs yeri ve hoca değildi. Hocanın üslubu, anlattıkları da değişmişti. Ben ise artık kuran okumaya geçmiştim. Niyetim iyice öğrenip bırakmaktı kursu. Fakat bir gün hoca yanında dizüstü oturduğu için (hepimiz yerde öyle oturuyorduk) dizleri açıkta kalan kızın dizlerini okşayarak:

-Bilmem ne yaptığımın Atatürk’ü, kaldırmasaydı çarşafı da şu dizceğizleriniz açıkta kalmasaydı, dedi.

Bizim ailede, dinlediğimiz kurtuluş savaşı öyküleri, Yunan işgali ile ilgili anılar ve dedelerimden birinin efe diğerinin de köyün ilk yeni Türkçe okuyanı olması nedeniyle Atatürk bir tabudur. Aleyhine değil konuşmak, iması bile düşünülemezdi. O nedenle hocanın bu sözleri beni çok kızdırdı ancak yapabileceğim bir şey yoktu. Kursu bıraktım sadece.

Kursu bırakma nedenimi sadece aileme söylemiş başka kimseye bir şey söylememiştim. Fakat hoca ve etrafımız merak içindeydi. Hocanın kursa dönmem için yaptığı çağrılara da yanıt vermedim. Hocayı gördüğüm yerde de kaçtım.

Kaç kaç nereye kadar? Bir akşamüzeri köyün iskelesinde tek başıma yürürken iskelenin girişinde hocayı gördüm. Mecburen hocanın yanından geçmek zorundaydım. Artık kaçacak yer yoktu. O da dönmemi bekliyordu zaten.

Hemen aklıma kertenkele geldi. Hani fen bilgisi dersinde öğrenmiştik ya;  kertenkele, kendinden güçlü düşmanları ile baş edebilmek için aniden kuyruğunu bırakır ve karşısındakinin şaşkınlığından yararlanarak kaçıp kurtulurdu ya ben de öyle yapacaktım. Nitekim hoca sordu:

-Kursa neden gelmiyorsun?

-Siz kurstaki kızların dizlerini okşayıp Atatürk’e söverseniz ben de gelmem!

Kim demiş “kertenkele ile ilgili bilgi ne işe yarar” diye. Bal gibi de yaradı bana. Şaşkınlıktan dona kalmış hocayı iskelede bırakarak kaçtım kurtuldum oradan. Bir daha da ne soran oldu kursa neden gitmediğimi ne de yolumu çeviren.

ÜÇGEN ÇALAN ADAM




Kasabamızda konser salonu, evde de dinleyen olmamasına karşın televizyondaki klasik müzik konserlerine dikkat kesilirdik. Zira bir akrabamız bir senfoni orkestrasında sanatçıydı. Onu görmek içindi bütün çabamız. O nedenle sanatçılara ve çaldıkları aletlere dikkatle bakardık.

Bu dikkatimiz sayesinde klasik müziğe kulağımız, müzik aletlerine de gözlerimiz aşina oldu. İşte bu sırada gördüm onu, bir elindeki ipe asılı metal bir üçgene diğer elindeki çubukla vuran adamı.

Üçgen çalan adamın bende yarattığı ilk izlenim, toplumda hazıra konan, haksız kazanç elde eden yada haksız yere bir yerlere gelmiş insanlar oldu. Kopya çekerek sınıfı geçen tembel öğrenci, hayali ihracat yaparak haksız kazanç elde eden işadamı, torpille bir yerlere gelmiş bürokrat, sansasyonla bir yere gelmiş sanatçılar vs. 

Bir yanda orkestrada yanağını şişirerek üflemeli bir alet çalan, ağır aletleri kucaklayan ve bütün konser boyunca müziği icra etmek için çabalayan onca sanatçı, diğer yandan ise arada bir elindeki demire vurarak ses çıkaran birisi. Muhtemelen aynı maaşı alıyorlar ve aynı papyonu takıyorlar. 

Tam bu düşünce içindeyken üçgen çalan adamda kendimi gördüm. Lise yıllarımda yıl sonunda sergilenecek tiyatro gurubuna seçilmiştim. Fakat rol dağılımda bana sadece iki cümlelik bir asker rolü düşmüştü. Yeteneğimi bilmesem de provaların en müdavimi bendim. Provayı, bizi çalıştıran hocamızın söylediklerini büyük bir dikkatle izliyordum. Bu nedenle de bütün oyunu ezbere biliyordum. Hatta oyun gecesi başrol oyuncusu “bütün rolümü unuttum” diye ağlayıp panik yaparken ben onun rolünü de oynayabilecek durumdaydım. Ancak şansa bakın ki hem rolünü unutan başrol oyuncusu kızdı, hem de kısa sürede paniği geçmişti. 

Dediğim gibi üçgen çalan adamın yerine koydum kendimi. Aynı okullarda oku, belki de daha yetenekli ol ama herkese konserde bir rol verilmişken sana sadece arada bir üçgen demire vurmak düşsün. Çaldığın aletin belirgin bir adı olmadığı gibi senin de bir unvanın bile yok, piyanist, kemancı vb. gibi. 

Bir de, sen hiç olmazsa sahnede az da olsa bir ses çıkarıyorken, hiç bir şey yapmadan sessizce oturup dinleyen, seni ve yaptığın işi küçümseyen, işe yaramaz gören seyirciye ne demeli? 

Evet, yaşamda herkes birbirine kendi doğrularını kabul ettirmeye çalışıyor. Kimin doğrusu doğru, kimi doğrusu yanlış birbirine karışmış durumda. Belki de doğru, yaşama hangi pencereden baktığınla ilgili bir şey; aynı salonda olsan da sahnedekinin seyirciye seyircinin de sahnedekine baktığı gibi.

KAMULU


Yatılı okuldan alışkınız. Her gelen yüzümüze vururdu o zamanlar:

-Devlet ekmeği yiyorsunuz, çalışın!

-Oh, ekmek elden su gölden!

Bütün zorluklarına rağmen bitirdik okulu. Devlete borcumuzu ödeyelim diye memur olduk. Bu sefer de:

-Kamu personeli, verimsizdir!

-Kamuda çalışanlar, gizli işsizdir!

-Kamu personelinin güvencesi kaldırılmalıdır!

Hepsini sineye çektik. Elimizden geleni yapmamıza karşın çalıştığımız kurumlar satıldı. “Devlete, millete hizmet edeceğiz”, “halkın parasını koruyacağız” diye başımıza gelmeyen de kalmadı. Hatta bir söz de vardır herkesin bilmediği:

-Devlete hizmet asla cezasız kalmaz, diye.

Evet, çektik sineye hepsini. Gün geldi aza razı olduk, gün geldi eleştirilere yanıt veremedik “demeç verme” yasağı var diye.

Ancak bu cep telefonu operatörlerinin son günlerdeki söylemleri iyice  çileden çıkardı beni:

-Kamuluya indirim!

-Kamuluysanız bin dakika hediye!

-Kamululara İphone dört!

Sözlüğe de baktım, yok öyle bir şey; kamulu. Hatta World programı bile altını kırmızı çiziyor yanlış diye.

Ey telefon şirketleri, biraz da Türkçe bilen eleman çalıştırın. Çabuk sözünüzü geri alın ve bize de adam gibi hitap edin.

Ne o öyle; kamulu? Ben de sizin…

ŞÖHRETİN ALTINDA KALMAK


Asker arkadaşlığı neden önemlidir? Neden insanlar yıllarca unutmaz birbirini ve neden  yıllar sonra bile ziyaret eder ya da kız alır verir? Sadece ve sadece insan yaşamının en zor anlarının paylaşılmasıdır nedeni. Bir çok erkek için yaşamının en zor anıdır askerlik. O zor anlarında gördüğü bir iyilik, bir gülümseme, bir teselli cümlesi ve hatta gerektiğinde canını siper etme halidir aklında kalan.

Erkeklerin büyük bir bölümü için askerliği yaşamının en zor anları iken bazıları içinse bitmez bu zor anlar; yatılı okul, üniversite yılları, yurt dışı veya şark hizmeti vs.

O nedenle de her yaşadığı zorlukta arkadaş biriktirirken çoğunu da kaybeder aynı anda. Bir nevi elektir yaşam. Her zorluk sallar insanı, kimi eleğin üzerinde kalır kimi de altında. Altta kalan elenir unutulur gider. Eleğin üzerindekiler ise asla unutulmaz ve insanın gönlünün en müstesna yerinde alır yerini. Ömür boyu da orada kalır. Daha çok sevilir, daha çok hoşgörüye mazhar olurlar.

Evet, bir doğu görevindeki personel için de zordur hayat. Her yere her şeye uzaktır bir yerde. Fakat orada çalışan yardımcı personel de her şeyi yakın etmek için çabalar. Gurbeti, zorlukları ve yoklukları hissettirmemeye çalışır, bir zorunluluğu olmamasına rağmen.

Bir arkadaşım doğuda o kadar uzun kalmış ki; uzun süre her şeyden, sevdiklerinden ayrı kalmak yormuş onu. Fakat bu arada oraya giden herkese olduğu gibi ona da moral vermeye çalışan, her şeyine koşan Medet’le ağabey-kardeş gibi olmuşlar. Bir sabah arkadaşım ona da kızmış:

-Bıktım seni görmekten her sabah. Biraz da başkası hazırlasın kahvaltıyı!

Medet, güler yüzüyle karşılamış bu sözünü:

-Beyim, gidene kadar benden kurtuluş yok!

Efendim, bir gün personel alımı ile ilgili sınav yapılacak. O zamanlar her kuruluş kendi yapıyor sınavını. Hazırlıklar yapılmış. Sınavın yapılacağı salonlar ve sınava gözcülük edecek personel ayarlanmış. Arkadaşımın aklına bir cinlik gelmiş. Medet’e ertesi gün ceket-kravat giymesini söylemiş. Medet şaşırmış:

-Beyim ne yapacağım ben ceket kravatı? Soba yaparken yerleri paspas yaparken kirlenir. Sonra yoktur benim kravatım.

-Sınavda gözcülük yapacaksın.

-Ya bir şey sorarlarsa?

-“Orada ne yazıyorsa odur” dersin. Olmadı bize gönderirsin.

Ne yapsın Medet, arkadaşın kendine verdiği ceket kravatı giyerek gelmiş ertesi gün sınav salonuna. Kıyafet çok yakıştığı gibi, aldığı tepkiler gördüğü bakışlar çok hoşuna gitmiş Medet’in. Arkadaşım bunu anlatırken:

-Kıyafet öyle yakıştı ki müsteşar gibi oldu kerata!  Dedi.

Evet, her şey güzel geçmiş. Adaylar salonda dolaşan kravatlıların kim olduğunu bilmediklerinden, dertleri de işe girmek olduğundan sormamışlar tepelerinden dolaşan bu adamı. Medet, o gün yaşamının bambaşka bir rolünü oynamış. Elleri arkada salonda dolaşırken soru sormaya kalkan bir kaç adayı da fırçalamış:

-Önüne bak, ne yazıyorsa odur, bilmiyor musun bunu?

Ertesi sabah arkadaşım uyanmış. Aylardan beri tatil demeden onu uyandıran Medet ortada yok. Giyinmiş kalkmış sormuş soruşturmuş işe gelmediği anlaşılmış Medet’in. Evinde telefonu olmadığından arabayla bir personeli evine göndermiş. Öğrenmiş ki Medet hastaneye kaldırılmış. 

Yıllarca ezilmiş horlanmış Medet’e oynadığı müsteşar rolü fazla gelmiş. Kaldıramadığı bu rolünden sonra fenalaşmış ve psikiyatri kliniğine yatırılmış.

Arkadaşım, ilgilenmiş, epey de uğraşmış sağlığına kavuşması için. Bana da tembih etti:

-Kimseye olduğundan fazla değer verme, iyiliğin de dozunu kaçırma. Yoksa pişman olursun!

Şimdi, sanal alemde iltifat etmek çok kolay. Bir tıkla insanı memnun etmek cazip geliyor insana. Fakat aynı zamanda buna muhatap olan, yani sürekli yayınladığı fotoğraf, güzel söz için aldığı iltifattan başı dönen insanlar da var.

Ben ise daima temkinliyim; yaptığım tık ve yazdığım yorumlarda çok dikkatliyim. Çünkü bu hikaye devamlı aklımda. Yaptığım ölçüsüz beğeni ve yorumlarla yeni Medet’ler yaratmak istemem.


KIRILAN BÜRYAN DİRENİŞİM


Bilen bilir, bilmeyeler için söyleyeyim:

-Bir şeyi yapmaya mecbur olmaktan nefret ederim!

Şimdi Türkçe öğretmeni Saniye kızacak bana yine bozuk cümle kurduğum için ama ne yapayım? Nefret ettiğim mecburiyetler değil. Öğrendik artık “sevdiğin şeyleri yapmak için sevmediğin şeyler yapmak zorundasın”. Gezmek için çalışmak zorundasın vs.

Yarısını geçtiğim ömrümün bu aşamasında mecburiyetleri sorgulayacak da değilim. Emekliliği gelmiş birinin “neden çalışıyorum”, “neden çalışmak için erken kalkıyorum” sorularını sorması abes değil mi?

Ancak bozuk bir cümleyle anlatmak istediğim şey, bir şeyi yapmaya mecbur bırakılmak, zorlanmak. Öyle olunca da insanda tam tersini yapma arzusu depreşiyor, çok basit konularda inatlaşıyor. Zaten ömrümüz, ekonomik zorluklar, yatılı okul kuralları, bu zamanda bu coğrafyada bulunmaktan ötürü bir sürü zorlukla, mecburiyetlerle geçmiş, bazı konularda olsun serbestlik istiyor insan. Ama ne mümkün?   

Bunca cümle, bunca giriş ne için biliyor musunuz? Büryan yememek için. Efendim, Bitlis’e göreve gitmişiz. Daha gitmeden başlamış muhabbet; büryan yersin ne güzel!

Kardeşim, göndermişsin zorla Bitlis’e. Öyle bir görev vermişsin ki aylarca oradasın, ardından Van ve en son da Hakkari. Hayır, şehre değil tepkim, oraya göreve gitmeye de değil. Bir nevi timsah gözyaşlarına, teselli sözlerine tepki duyuyorum. Göndermişsin veya gidiyorum, karışma artık bana ve ne yiyeceğime. Bodrum’a gönderdiğine diyor musun “denize gir” diye?

Evet, vardım Bitlis’e, aylarca da kaldım. Gelen bir sürü “büryan yemeğe gidelim” önerisini de bir şekilde savuşturdum. İnanmayacaksınız ama büryan yemeden Van’a gitmeyi başardım. Konya ‘da aylarca her gün önünden geçtiğim halde Mevlana Müzesini gezmeden ayrıldığım gibi.

Van ve ardından Hakkari ‘de görev yaptıktan sonra tam İzmir’e döneceğim sırada bir sarı zarf aldım. Van, Bitlis ve Muş’ta kısa süreli yeni görevler bekliyordu beni. Bu sefer yol tersinden başladı. Hakkari, Van ve Bitlis. Fakat bu sefer Bitlis’e iner-inmez hemen müdür beye rica ettim:

-Aman müdür bey yiyelim şu büryanı da tekrar gelmek zorunda kalmayalım buralara!

BİRBİRİMİZE BAKACAK YÜZÜMÜZ OLSUN!


Her şeyi zor elde eden nesilden gelmiş biri olarak israfı sevmem. Üstüne üstlük, tabakta yemek, elinin ucunda ekmek bırakmanın yasak olduğu bir aileden gelince hiçbir şeyi israf etmemeye çalışırım. Bu maddi varlıklarım olduğu kadar deneyim ve birikimlerim gibi manevi varlıklarım için de geçerlidir.

Çünkü yaşamımızda var olan her şey bir işe yaramak için vardır ve sırasını beklemektedir. Buna rağmen bazen farkına varmadan israf ettiklerim de oluyor ve bedeli de ağır oluyor maalesef.

-Ayrılırken birbirimize bakacak yüzümüz olsun ağabey!

Evet, israf edilen bu cümle. Söyleyen yeni gelen yardımcı personelimiz. Bana söylenmiş bir söz değil ayrıca. Yeni gelen personelimiz diğerine söylemiş; “burada çalışacağız, birbirimizi kırmayalım, birbirimize, bir daha yüz yüze bakamayacak derecede söz söylemeyelim ve bir şey de yapmayalım” anlamında.

Şimdi, laf bana söylenmemiş, iki çalışan birbirine söylemiş, söz güzel olsa da yaşı ve eğitimi bizden az biri söylemiş ayrıca bize de söylenmemiş, o nedenle dikkate almaya gerek yok. Bir mermere kazımaya ya da bir pankarta yazıp bir caddeye asmaya da gerek yok.

Aradan yıllar geçmiş. İşyeri kapanmış. Herkes bir yere dağılmış. Ama nasıl? Yaşı ve eğitimi bizden az yardımcı personelimiz yaşadıkları bütün problemlere anlaşmazlıklarına rağmen birbirinin yüzüne bakarak, vedalaşarak ayrılmışlar.

Yaşı, eğitimi, deneyimi kısacası her şeyi fazla olan bizler ise öyle bir dağıldık ki her birimiz bir tarafa savrulduk. Öyle şeyler yaşadık ki birbirimizin yüzüne bakacak halimiz kalmadı. Vedalaşamadık bile. Bir nostalji buluşması yapacak olsak iki kişiyi bir araya getirmemiz bile olanaksız. Nedenlerini soracak olursanız inanın hiçbiri akılda bile kalmadı. Gönülde yarattığı burukluk var sadece geride kalan.

Düşünüyorum da keşke küçük lafı dinleseydik, israf etmeseydik o güzelim cümleyi:

-Ayrılırken birbirimize bakacak yüzümüz olsun!

HALİT ÇETİN'DEN: SÜPERMEN

Adamcağız hayli alkollü ve de bitkin vaziyette üstelik gecenin saat üçünde evine gelir. Karısı son derece zinde, duruma kesinlikle hakim, kocasını sorgulamaya başlar. 

- Söyle bakalım süpermeeen. Neler yaptın bu akşam?
- Valla karıcım, patronla beraber müşterileri yemeğe çıkarttık.
- Eeee, sonra ne yaptınız Süpermen!? 

- Oradan striptize gittiiik... Ben sadece seyrettim.
- Yani sen bişeyler yapmadın değil mi, süpermen ??!!!
- Ben hiç bişicikler yapmadım, ama sen niye bana ikide bir de süpermen diyorsun?
- Valla, ben bir seni bir de süpermeni gördüm donunu pantolonunun üstüne giyen..!!!

HALİT ÇETİN'DEN: İŞ GÖRÜŞMESİ

Adamın biri iş başvurusunda bulunmuş. Görüşmeye çağırmışlar.
Görüşme sonuna doğru ortalama bir tip olduğu anlaşılan adama yöneticisi sormuş:
- "Peki beklentilerin ne? seni ne tatmin eder?"
Adam saymaya başlamış:
- "Öncelikli olarak bir araba istiyorum. Ayrıca şu anda bulunduğum dairenin kirası biraz fazla, onu da şirketin karşılaması iyi olur. Maaş olarak da 3000$'dan aşağı çalışmam.
Şirket yöneticisi dinler ve:
- "Biz sana son model bir cherokee ve tarabya'da bir villa vereceğiz. Ayrıca bizim bu pozisyon için planladığımız maaş 6000$'dır," demiş.
Bizim elemanın gözleri fırlamış:
- "Şaka yapıyorsunuz", demiş.
Şirket yöneticisi sessizce yanıtlamış:
- "Önce siz başlattınız..!"

KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA


Geçenlerde de söylemiştim; “orta yaş, insana bazı doğruları kendi gözleriyle görmesine fırsat veriyor” diye. Hızla akıp giden yıllar, yaşanan olaylar, çocukluğunuzda size söylenen ve/veya anlatılan bazı şeyleri test etme, doğru olup-olmadığını anlamaya yardımcı oluyor. Bugün geldiğim yerde; “en doğru olan, insanın kendi doğrusudur”diyorum.

Peki, doğruyu buldun diyelim, ne yapacaksın bu doğruyu? Sana dayatılan, sürekli pompalanan ve çeşitli metotlarla kafana doldurulmaya çalışan yanlışlardan korumak için kullanacaksın.

Efendim, tarihte ender rastlanan hava yolları grevine yakalanmışız. O nedenle otobüsle dönüyoruz İzmir’e. Yol uzun ve daha başındayız. Diyarbakır’dan kalktık Siverek Garajından yolcu alıyoruz.

Siz hiçbir folklor ekibi kıyafetli birini gördünüz mü hayatta? Öyle oyununu oynayıp birazdan atkuyruğu saçlarını arkaya atıp önünüzden dar blucini ile geçecek birini değil. Gerçek hayatta o folklor elbisesini hala giyen birini; üç etekli bir kadını. Burnunda da hızması. Hayır, oynamıyor. 

Kucağında bir çocuğu, diğerleri ve kocasıyla eşyalarını bagaja yerleştirmeye çalışıyor. Yol uzun, gidilecek yerde kalış süresi de uzun ki neredeyse evi götürüyorlar. Şoför ise kocasına fenerin gazını boşaltmasını söylüyor  ki yolda bir yangına sebep olmasın.

Çok değil bundan yirmi yıl önce folklor elbiseli bir kadın, kocası ve çocukları ile bir gaz lambası ışığında pamuk toplamaya gidiyor.

***
Aradan yıllar geçiyor ve ben uzun bir doğu görevinin ardından Bodrum’da kısa sürecek bir başka göreve gidiyorum. Bu sefer yalnız değilim, eşim ve oğlumda benimle gelecek ve tatil yapacaklar kısmetse. Söke’deki kardeşime uğramışız, otobüsle geçeceğiz Bodrum’a. Şansa bakın ki o saatte tek araba buluyoruz o da Diyarbakır’dan gelen Öz Diyarbakır otobüsü.

Otobüs dolu. Fakat Milas’ı biraz geçince yarısı boşalıyor. Zira Bodrum Havaalanı inşaatında çalışmaya gelenler için yolculuk sona ermiş bulunuyor. Biz tatile gelenlerle yola devam ediyoruz.

Evet, otobüs yolcuları toplumun bir aynası. Aynı otobüsle, aynı anda, aynı yere gidiyorlar ancak yarısı çalışmaya yarısı tatile. Yarısı para kazanmaya yarısı da para harcamaya.

Bölgedeki gelir dağılımı adaletsizliği ilk gözüme çarpan şey olmuştu. Yollar güzeldi ancak araba yoktu fazla. Olan da en iyisiydi. Tek tük gördüğümüz orta halli arabalar ise memurlara aitti. Ağzına kadar dolu lüks restoranlar da cabası. Toprak dağılımı aşırı orantısızdı. Ceranla toprak sahibi ilişkisi ülkenin diğer yerlerine göre son derece adaletsizdi. Vatandaş, din baskısı, aile baskısı, töre baskısı altında eziliyordu.

Daha geçenlerde Ankara yakınlarında Kızılırmak’tan geçmeye çalışan birileri suya kapıldı. Çalışmaya gelmiş, derme-çatma naylon barakalarda kalan Güneydoğulu vatandaşlar. Binlercesi yollarda kamyon kasalarında telef oluyor ekmek parası peşinde. Antalya’da otellerde, Ege’de pamuk tarlalarında, Karadeniz’de fındık bahçelerinde ve ta Edirne’ye kadar inşaatlarda ekmek parası peşinde koşan milyonlar.

Bir zamanlar “ağalara karşıyız” diye ortaya çıkıp şimdi onlarla bir olan birileri de onları pasaportla gönderme peşinde inşaatlara, fındık bahçelerine, pamuk toplamaya ve otellere. Kah “anadilde türkü dinlemek”, kah “anadilde eğitimdir seni kurtaracak” diyerek.

Benimse aklım karışık. Oğlumu, anadili dışında eğitim alsın da daha kolay iş bulabilsin diye özel okulda okutuyorum, maaşımın yarısını vererek. Sadece Kürtçe bilen biri nasıl iş bulacak onu bilemiyorum.

Son Van Depremi de gösterdi ki; hayat, tek başımıza mücadele edemeyeceğimiz kadar zor. Hele hele deprem gibi felaketler, bölünerek değil birleşerek ancak baş edebileceğimiz kadar büyük felaketler. Tabi ki çok büyük sorunlarımız var çözülmesi gereken; iş, aş, kimlik, dil, gelir dağılımı vs. Hepsini çözeriz, ama nasıl?

Ne demiş şair; kurtuluş yok tek başına!

HALİT ÇETİN'DEN: KESİN ÇÖZÜM

Biri elektronik, biri makine, diğeri de bilgisayar mühendisi 3 arkadaş arabayla gidiyorlarmış. Bi ara araba bozulmuş. 
Makine mühendisi motora bakmış sorunu bulamamış. 
Elektronik mühendisi devrelere falan bakmış o da bi sorun bulamamış. 
Sıra bilgisayar mühendisine geldiğinde, o da "arabadan bi çıkıp tekrar girelim." demiş!..

YANILMA HAKKI


Hayır, ilk yanılgım değildi. Tabi ki orta yaşlı bir insanın ömrüne birçok yanılgı sığar. Ancak öyleleri vardır ki insanın kendi bile hatırlamaya utanır; nerede kaldı bunu hatırlayıp bir de yazıya dökecek. Ne yapalım, mademki yazıyoruz her şeyi, onları da ıskalamayalım ki başkaları aynı hataya düşmesin.

Hatırlamak istemediğim ilk ve en büyük yanılgım arkadaşlarımın düğünü ile ilgili olanı. Fakülteden iki arkadaşım evleniyorlar, hem de Urla’da. Bize yakın olduğundan gitmek istedim. Hem de uzun zamandır görmediğim düğüne gelecek arkadaşlarımı da görürüm.

Otobüsten iner-inmez kucağında çiçek olan teyzeyi takip etmeye başladım. Sormaya gerek yoktu. Kucağında çiçekle giden teyze, kesin olarak düğüne gidiyordu. İnsan nereye gidebilirdi ki bu şekilde? Fakat kadın şehrin merkezi yerine mahalle aralarına yönelince yanıldığımı anladım ve sordum:

-Teyze sen düğüne gitmiyor musun?

-Hayır oğlum, ben cenazeye gidiyorum!

Hemen geri dönüp salonu buldum. Vakit erkendi, salonda da kimsecikler yoktu. “Düğüne kadar deniz kenarında bir bira içeyim bari” diyerek güneşe doğru yürüdüm. Fakat gittikçe güneş uzaklaştığı gibi onca yürümeme karşın denize ulaşmam da mümkün olmadı. Meğer Urla deniz kenarında değilmiş.

Bunu öğrendikten sonra tekrar şehrin merkezine doğru yürürken kapısında gelin arabası olan bir ev gördüm. Baktım harfler tutuyor, çaldım evin kapısını, kavuştum arkadaşlarıma. Hem evlenecek olanlara, hem de düğüne gelenlere.

Aradan yıllar geçti. Televizyonda gece yarısı bir programa takıldı gözlerim. Daha doğrusu programın sunucusuna. Zira yıllarca hava durumu sunarken sessiz ve ciddi görmeye alıştığım sunucu kahkahalarıyla ortalığı inletiyordu. Hemen aklıma o gün okuduğum bir haber geldi. Zira o gün bu sunucu kızımıza bir kamyon gül gelmişti sevgilisinden. Hatta bir kamyon gülü eve götüremediğinden kanalda çalışanlara dağıtmıştı kucak kucak. Ertesi gün bu olayı bir arkadaşa anlatıp yorumumu da yaptım:

-Görüyorsun aşk insanı ne kadar güzelleştiriyor ve neşelendiriyor. Sevgilisinden bir kamyon gül alan herkesin yüzünde böyle gülücükler açar, böyle şenlenir!

Haksız da değildim yani; sunucumuz o gece hem çok şık, hem çok güzel hem de neşeliydi. Ertesi gece baktım yine aynı güzellik, aynı şıklık, aynı neşe. “Bugün bir TIR dolusu gül geldi galiba” diye söylendim kendi kendime. Baktım haber falan yok, “bıktılar herhalde haber yapmaktan” diye düşündüm. Bundan sonra  her gece aynı güzellik aynı neşeyi görünce anladım ki kızın yapısı böyle. Neşeli, cıvıl cıvıl bir kız, sohbeti de iyi. O nedenle her gece izliyordum.

O yıllarca ekranda gördüğümüz somurtan hava durumu spikeri nerede? Meğer birileri, böyle neşeli bir kızın somurtarak hava durumu sunmasını istemişler. Bir başkası gülmesine izin vermese o da şimdiye diğer hava durumu spikerleri gibi sönüp gidecekmiş.

Şimdi, kucağında çiçekle giden teyze ve Urla konusunda iyice araştırmadığım için yanıldım diyelim. Peki, bu kadar neşeli birinden somurtarak program sunmasını isteyenlerin hiç suçu yok mu bu kız hakkında yanılmamda?

HALİT ÇETİN'DEN: BAKIŞ AÇISI


Fizikçi, matematikçi, kimyacı, jeolog ve antropologdan oluşan bir heyet bir araştırma için arazide bulunmaktadır. Birden yağmur bastırır, hemen yakındaki bir arazi evine sığınırlar. Ev sahibi bunlara bir şeyler ikram etmek için biraz ayrılır. Bu sırada hepsinin dikkati odada yanmakta olan sobanın üzerinde toplanır. Soba yerden 1 m. kadar yukarıda, altındaki dizili taşların üzerindedir. Aralarında sobanın niçin böyle kurulmuş olabileceğine dair bir tartışma başlar.

Kimyacı, "adam sobayı yükselterek aktivasyon enerjisini düşürmüş, böylece daha kolay yakmayı amaçlamış".

Fizikçi, "adam sobayı yükselterek konveksiyon yoluyla odanın daha kısa sürede ısınmasını sağlamak istemiş".

Jeolog, "burası tektonik hareketlilik bölgesi olduğundan herhangi bir deprem anında sobanın taşların üzerine yıkılmasını sağlayarak yangın olasılığını azaltmayı amaçlamış".

Matematikçi, "sobayı odanın geometrik merkezine kurmuş, böylece de odanın düzgün bir şekilde ısınmasını sağlamış".

Antropolog, "adam ilkel topluluklarda görülen ateşe tapmanın daha hafif biçimi olan ateşe saygı nedeniyle sobayı yukarıya kurmuş".

Bu sırada ev sahibi içeri girer ve ona sobanın yukarda olmasının nedenini sorarlar.

Adam cevap verir: 

- "Boru yetmedi."

HALİT ÇETİN'DEN: ADAMIN BİRİ


Adamın biri ata binmeye bayılırmış, binince de bayılmış.
Adamın biri işi başından atmış, ayağına düşmüş.
Adamın biri kazık yemiş ama tadını beğenmemiş.
Diğer adamın biri de kazık yemiş ama doymamış.
Adamın biri mahkemeye düşmüş, ayağı kırılmış.
Adamın biri köpürmüş, karısı da çamaşır yıkamış.
Adamın birinin tabağındaki yemek bitmiş, tenceresindeki pire.
Adamın biri çene çalmış, karakola götürmüşler.
Adamın birinin gözleri dolarmış, kulakları mark.
Adamın ayakları kokmuş, elleri linyit.
Adamın gözü dalmış, burnu yaprak.
Adamın inadı tutmuş, bir türlü bırakmamış.
Adamın evi yanmış, odaları düz.
Adamın canı çıkmış, bi daha yerine takamamışlar.
Adamın canı sıkılmış, gevşetememişler.
Adamın o lafa karnı tokmuş, gözü aç.
Adamın saçı kırmış, sakalı çayır.
Adam düşmüş, karısı gerçek.
Adam gülmüş, karısı lale.
Adam yatmış, karısı tekne.
Adam sinirliymiş, karısı kemikli.
Adam karısına "inek" demiş, birlikte aşağı inmişler.
Adam karısının yüzüne bakmamış, doksan dokuzuna bakmış.
Adam saat kaç demiş, saat de kaçmış.
Adam kafasını toplamış, burnunu bölmüş.
Adam bol keseden atmış, dar keseden eşşek.
Adam yazmış, karısı kış.
Adam donmuş, karısı fanila.
Adam şişmiş, karısı tığ.
Adam almış, karısı mor.
Adam yaymış, karısı halter.
Adam basmış, karısı soprano.
Adam kazmış, karısı ördek.
Adam kurmuş, karısı döviz.
Adam bezmiş, karısı kumaş.
Adam çekmiş, karısı senet.
Adamın kahvesi taşmış, çayı kaya.
Adam kartmış, karısı mektup.
Adam satmış, karısı RTL.
Adamın birinin gözleri yaşlıymış , kulakları genç.
Adamın biri güneşte yanmış , ayda düz.
Adamın biri yolda elli lira bulmuş ama ayaklı lira bulamamış.
Adamın birinin uykusu gelmiş içeri almamış.
Adamın birinin beli tutulmuş eli kaçmış.
Adamın birinin gözü şişmiş, burnu tığ.
Adamın biri televizyona çıkmış birdaha indirememişler.
Adamın biri tuvalete yapmış karısı baloya gidememiş.
Adamın biri hakkını aramış meşkul çıkmış.
Adamın birinin kafası kızmış vücudu erkek..!!

HALİT ÇETİN'DEN: AVCI TEMEL


Başlarında Temel'in bulunduğu 4 avcı ormanda ilerlemektedir. Temel az ilerde küçük bir delik görür ve arkasına seslenir: "tavşan deliği, yere yatın!". avcılar yere yatar ve az sonra gerçekten bir tavşan çıkar, avcılar da kolaylıkla vurur.

Yola devam ederler. Biraz daha büyük bir delik çıkar karşılarına. Temel bağırır: "tilki deliği, yere yatın! ". herkes yatar ve biraz sonra çıkan tilkiyi avcılar hemen vurur ve çantalarına atarlar, herkes mutludur.

Yolun az ilerisinde daha da büyük bi delik çıkar karşılarına. Temel yine seslenir: "yere yatın uşaklar, ayı deliği!". Hiç ses çıkarmadan yere yatan acemi avcılar biraz sonra çıkan ayıyı da hemen vururlar. Herkes temel'in avcılığına hayrandır artık.

Devam ederler ve bu sefer devasa bir delik çıkar karşılarına. Acemiler Temel'e bakarlar. Temel: "valla burdan ne çıkar bilmiyorum ama durun yatıp bekleyelim hele, ne çıkarsa bahtımıza!" der.

Bir gün sonra gazetelerin 3. sayfasında şöyle bir haber vardır:

"4 avcı tren altında ezilerek can verdi"