EZAN SUSMAZ BAYRAK İNMEZ!

Evet, bu geçmişte bir siyasi hareketin söylemiydi. Şimdi de benzerleri var. Ezan ve bayrak ülkede yaşayan hemen hemen bütün bireylerin kimliğinin bir parçası olduğu halde neden belli bir kesimden gürültü çıkıyor?

Gürültü çıkaranların sayısına bakılırsa çok az sayıda koruyucusu var bu iki değerin. Eskiden beri gürültüden korkarım. Sonuçta herkesin olan ve/veya olması gerekenler hakkında bu gürültü niye? Zaten olması gereken bir şeyin illaki deklaresi, gürültüsü niye?

Atatürkçülük de öyle değil mi? Lisede bir gün milli güvenlik dersinde hocamız olan subay sormuştu; kimler Atatürk ilkelerine bağlı, diye. Bütün sınıf el kaldırdı. Sordu kim sayacak, kimseden ses yok. Sonunda hocamız saydı. Oysa biz o ilkeleri bir siyasi partinin amblemini oluşturan unsurlar olarak biliyorduk.

Oldum olası olimpiyatlara meraklıyım. Tek kanallı günlerin bir alışkanlığı olsa gerek. Ancak bugüne kadar çıplak gözle bir olimpiyat seyretme olanağım olmadı. İzmir’de 2005 Üniversite Oyunları başlamadan güzel bir program yaptım. İzin aldım ve zaten çok ucuz olan yarışma biletlerinden alabildiğim kadar aldım ve oğlumla birlikte izledim. İlk program açılış töreni. Eşim, oğlum ve yaklaşık ellibin kişiyle stattaki yerimizi aldık. Girişte güzel bir sürpriz bekliyordu bizi. Bir firma tarafından dağıtılan çantadan şapka, tişört, yelpaze ve küçük şişe su çıktı. Tişörtleri giydik, şapkalarımızı taktık ve muhteşem bir gösteri izledik. Hele havai fişek gösterisi unutulmazdı. Vinçle havaya kaldırılan mevlithan, mercan dedenin müzikleri, dansın sultanları. Hangi birini anlatayım? Unuttuklarım beni affetsin. Ellibin kişi unutulmaz bir gece geçirdik.

Ertesi gün gazete ve televizyonları görünce şoke oldum. Neden Atatürk resmi yoktu, neden Atatürk’ten bahsedilmemişti?

İzlediğim hiçbir olimpiyatta Mao, Lenin gibi lider resmi görmemiştim, yoktu çünkü. Atatürkçülük onun resmini taşımak mı, vasiyet ettiği muassır medeniyet seviyesine ulaşmak mı? Kim gerçek 

Atatürkçü? Resmi yok diye gürültü çıkaranlar mı, o muhteşem gösteriyi hazırlayanlar mı?

Kapanış töreninde geçit töreni öncesi bir Atatürk resmi ile yurtta sluh cihanda sulh pankartı dolaştırıldı da gürültü kesildi.

Dünyanın en büyük Atatürk heykelini yapmak mı dünyanın en büyük bir şeyini yapmak mı gerçek 

Atatürkçülük? Yoksa Quen Mary 2 den daha büyük bir gemi inşa edip Atatürk adıyla dünya limanlarını dolaştırmak mı? Uzaya gitmek mi? Yeni keşifler yapmak mı?

Ya da bir şehit cenazesinde harareti yüksek, sağa sola saldıran veya taşkınlık yapan gurubu toplasak hepsini güneydoğuya göndermek istesek kaçı gelir?

Bugüne kadar bir çok güneydoğuda yaralanmış, çatışmalara girmiş birçok gaziyle tanıştım, konuştum. Hiçbirinde vatanı başkalarında daha fazla sevdikleri iddiasını bırakın imasını bile duymadım. Bu konuda canlarını ortaya koymuşlardı, o nedenle en çok onların konuşmaya, gürültü yapmaya hakları vardı. Gazi oldukları için işe alınmışlardı ama diğer çalışanlardan daha gayretli olduklarını gördüm. Hele bir Hakan vardı ki; ayağındaki platine rağmen o kadar koşturuyordu ki işinde, sonradan ağrılar içinde kıvranıyordu. Arabayla gitmesi teklifimi de kabul etmiyordu.

Sormazsan anlatmazdı da. Diğer çalışanlardan duymuştum gazi olduğunu, kuzey ırakta yaralandığını. İlginç bir hikayesi de var. Yanındaki arkadaşları vurulmuş teker teker. Kendisini Gülhanede bulmuş. Onbeş gün yoğun bakımda yattıktan sonra aklına gelmiş ailesine haber vermek. Ödünç bir kartla aramış ailesine haber vermiş. En ilginci ise, köydeki evinin bahçesinde tekerlekli sandalyede otururken askerler kuşatmış evlerini, asker kaçağı diye. Onu tekerlekli sandalyede gören tim komutanı gözyaşlarına boğulmuş. Buna rağmen ne küskünlüğü ne de gürültüsü vardı Hakan’ın.

Doğu illerinden birinde gürültücü bir yönetici. Oraya atandığına bin pişman, sürekli torpil peşinde. Bir yandan da terör sorununa çözüm üretmekten de geri durmuyor. Ona göre terörün olduğu bölge tümüyle yakılmalıydı ve insanları da öldürülmeliydi. Devlet bunu nasıl da düşünemiyordu. 

Anlatırken bir yandan da iğrenerek bakıyordu yerli personeline. Hepsi teröristti bunların. O ise ezanı, bayrağı ve de ülkesini herkesten çok seviyordu. Ancak zahmet edip ülkesinin etnik kökenini tarihini öğrenmemişti. O kadar yerin nasıl yakılacağını, insanların nasıl öldürüleceği gibi teknik detaylara da kafa yormuyordu. Çözümü basitti ve devlet bunu akıl etmeliydi.

Bir gün bu yöneticiyi dinlerken bize çay getiren personele takıldım.

-İşe girmek için kaç para verdin?
(O dönemde merkezi sınav, kpss falan olmadığından torpille işe girmek, hatta işe girmek için on bin dolar, tayin için beşbin dolar gibi dedikodular yoğundu)

-Ben gaziyim para vermedim, dedi görevli.

Keskin çözümcü yöneticiye baktım. Darmadağın oldu yüzü. Doğu illerinden de şehit ve gaziler olduğunu bilmiyordu, duymamıştı ya da bunları bilmek işine gelmemişti.

Bir daha bu yöneticinin çalışanlarına iğrenerek baktığını ve çözümünü dile getirdiğini görmedim.

Ezan da öyle değil mi? Yurtdışına çıkmadığım için ezansız kalmadım hiç. O nedenle bilmiyorum ezansız kalmak nasıl bir şey. Ama dinlemeyi severim. Hele sabah ezanını. İbadet uykudan daha değerlidir.

Çoktur etrafımızda benim gibi alnı secdeye pek değmeyenlerin dini hassasiyetleri. Her gün içen ramazanda ağzına içki koymadığı gibi otuz gün orucunu tutan teravih namazını kaçırmayan.

Her gün içen bir arkadaşım, yeni kurulan mahalle camisinin yarısını inşa edecek kadar para toplamıştı eşiyle birlikte. Elinde cami yaptırma derneğinin bağış makbuzu çok çabalarına şahit oldum. Kimse de yadırgamadı arkadaşı. Sorgu yetkisi hiçbir kula verilmemişti çünkü.

Din adına cinayetlerin işlendiği, sadece emniyet müdürlüğünün karşısında bir büfede içki satılabilen ama içkiyi alanın gittiği tepenin de ana-baba günü gibi kalabalık olan bir şehirde görevliyim. Sık sık uykum kaçtığından hemen hemen her gün sabah ezanını dinliyorum. O kadar berbat okuyor ki müezzin, her sabah keyfim kaçıyor. Din adına adam öldürülen bu şehirde ezanın nasıl okunduğu önemli değildi anlaşılan.

Madem alnın secdeye pek değmiyor sana ne ezandan, diyebilirsiniz. Ama öyle değil. Ezan da bizi biz yapan değerlerimizden biri, tabi ki güzel okunması beni ilgilendiriyor. Bir çok defa müftüyü arayıp şikayet etmeyi düşündüm ama fırsatım olmadı.

Derken fırsat bir gün ayağıma geldi. Emniyet Müdürünün veda yemeği vardı polisevinde. İki müdürle masada yerimizi aldık. Bütün masalarda kola benzeri alkolsüz içecekler vardı. Biz rakı söyledik. Rakılar geldiğinde karşımızda oturan sakallı kişi “ müftünün masasında rakı içiliyor” diye tepki gösterdi.

Müftü Bey haklıydı aslında. Ortam loştu, rakı bardakları beyaz, müftü beyin içtiği kola siyah olduğundan ortamın loşluğundan kola bardağı fark edilmiyor, çekim yapan kamerada parlayan rakı bardağı müftü beyin önünde gibi bir görüntü alıyordu.

Müftü lafını duyunca fırsatı kaçırmadım:

-Siz Müftü müsünüz?

-Evet.

-Ben de sizi arıyordum uzun süredir, ne biçim ezan okunuyor , Sultanahmet Camisinden ezan 
dinleyen turist Müslüman oluyor, bu şehirde ezan dinleyen dinden çıkacak, dedim elimde rakı bardağı.

Bunu duyan masadaki diğer müdürler de meğer bu anı bekliyorlarmış. Hepsi bana hak verdiler ve müftü beyden ezanların daha güzel okunmasını istediler.

Müftü Bey baktı herkes şikayetçi. Müezzinlere eğitim verileceğine, ezanların daha güzel okunacağına söz verdi.

Gürültüyü duyan valinin yanında oturmakta olan sakallı belediye başkanı müftü beyi rakı içilen masadan kurtarmak için karşısına davet etti. Müftü Bey elinde kola bardağı belediye başkanının karşısına oturur-oturmaz valinin diğer yanında oturan paşa elindeki rakı bardağını müftü beyin kola bardağına vurarak “şerefe müftüm” dedi.

Yani, bizler gibi sessiz çoğunluk varken, ezan susmaz, bayrak inmez!

Hiç yorum yok: