MİSAFİRLİK EZİYETİ


Misafirlik göründüğü gibi değildir. Eziyet çekmektir bazen. Teorik olarak iyi bir şey gibi görünür. Yemeği siz yapmazsınız, zahmetiniz yoktur, hesabı siz ödemezsiniz, en güzel en temiz yatakta yatarsınız. Sizi ağırlayan etrafınızda dört döner, sizi mutlu etmek için elinden geleni yapar. Sürekli size fikriniz sorulur, neden hoşlandığınız, ne istediğiniz.Buna karşın kuşatılmışlıktır misafirlik, hayır diyememektir.

Sunulan yemeği az yerseniz yemeği beğenmediniz diye üzülür ev sahibi, hepsini yerseniz doyuramadım diye. Şunu yemem bu dokunur derseniz kaprisli olursunuz. Tam anlamıyla tabi olmaktır misafirlik.

Midesi tehlikededir misafirin. Yemeğin yağlısı, çayın demlisi ona ikram edilir ve de sarılmış sigaranın en tükürüklüsü. Yemeğin yağı, çayın demi neyse de sigaranın tükürüklüsü çok fena. Doğu illerinden birinde, sigara içtiğimi gören misafiri olduğum kişi, size bir tütün sarayım mı? Diye sordu. Ben de iyi olur, dedim. Sigarayı bir güzel sardı. Daha önce sararken dikkat etmiştim. Kendi sigarasını sardığında dilinin ucuyla ıslatıp sarmıştı sigarasını. Oysa bana sardığı sigaranın kağıdının yarısını yaladı neredeyse. Sonra da bana uzattı. İçsen bir türlü, içmesen hakaret. Çaresiz içtim bol tükürüklü yarısına kadar yalanmış sigarayı. Bu bana ders oldu ve bundan sonra sigara sarayım mı diyenlere ben yalayacaksam sar, dedim. Ya da kibar olanları sigarayı sardıktan sonra uzatıp siz yalayın öyle yapışsın kağıdı, dediler.

Bir gün de Çin işkencesi nasıl bilemem ama Çin lokantası İşkencesi yaşadım. Bir arkadaşın ısrarı ile biraz da merak (çok methini duymuştum çin mutfağının) daveti kabul ettim birkaç arkadaşımla birlikte. Söylendiğine göre en iyisiydi ülkemizde. Bulunduğu yer, iç dekorasyon ve çalıştıran kişinin de Doğu Türkistanlı olması bir başka deliliydi bu iddianın.

Eziyet çorbayla başladı. Fen bilgisi dersinden öğrendiğim kadarıyla dilin her bir bölümü ayrı bir tadı almaktaydı. Tuzu uç tarafı, ekşiyi yan taraflar, acıyı da geri tarafı. Bu öyle bir çorbaydı ki dilin her yanı tepki vermekteydi. Sadece zamanlama farkı vardı.

Güç bela çorba bitti. Çorbanın her zaman bir avantajı vardır misafirlikte. Çorbayla doyurma karnını derler. O nedenle çorbayı bırakabilirsiniz, beğenmediğiniz anlaşılmaz.

Sonra yemeklere geçildi. Biz misafirler olarak tedbirli davranıp biraz bildik yemekler olmasını söyledik ve ekledik; yılan kaplumbağa yemeyelim!

En bildik olarak ordövr tipi bir tabak geldi önümüze. Tabağın üzeri jöle gibi bir şeyle kaplıydı. Görüntü zaten midemi bulandırmaya yetti. İçinde yediğimiz tanıdık tadlar ise tanınmayacak haldeydi. Biber, domates çiğ ve kötü bir yağa batırılıp çıkarılmıştı. Davet sahibi de yediğimiz her şeyi gözleyip “sevmediniz mi yoksa” diye üzerimizdeki baskısını artırmaktaydı.

Biz zulümden kaçmak için, pilavı meşhurmuş, ondan yiyelim, dedik. Ordov tabağımızdaki yemeklerin onda dokuzu duruyorken. Eh, pilav içinde bir sürü lüzumsuz malzemeyle (yumurta vs.) birlikte biraz yenilebilir durumdaydı. Çubuklarla oyalanarak yemeği tamamladık. Ardından çay faslı. Şu alışkın olmadığım sapsız fincanların içindeki çayı içtik. Davet sahibinin sıkı takibi altında yemek bitti. Diğer arkadaşlar da benim gibi işkence çekmekteydiler anladığım kadarıyla. Ama bir şey diyemedik ayıp olur diye. Sadece bir arkadaş çalan müziğe bahane buldu.

-Bu çan-çin-çonla da içilmiyor bu rakı, diyebildi.

Bir başka misafirlik eziyeti de dağıtımla ilgili. Bir arkadaşa misafir olmak zorunda kaldım. Yemekte tavuk budu var. Masada altı but, üç kişi var. Normal olarak ikişer tane konsa tabaklara sıkıntı olmayacak. Ve fakat arkadaş eşine iki, bana üç, kendine de tek but koydu. Ne dediysem dinlemedi. 

Misafirlik değer vereyim derken mantıktan da uzaklaşma aynı zamanda. O inat etti, ben de. Yemedim üçüncüyü, ama yemek benim için işkence halini almıştı çoktan.

Hiç yorum yok: