BU ALEMİN OKUYANI-YAZANI (Röportaj)

Bir zamanlar bir yerlere yazılar gönderirdim. Fikirlerimi yazdığım gönderdiğim yerler oldu. Gazeteler, dergiler, internet siteleri. Bir türlü yayınlanmadı. Sonra bir deneme yaptım. Gönderdiğim yerin cümle yapısını, sayfa düzenini aynen kullanarak yazdım ve gönderdim. Ertesi gün, anında yayınlandı yazım. Anlaşıldı ki, onların klişelerinde yazarsam oralarda bana yer vardı.
Bundan sonra sadece Sevgili Dostum Adnan Baştopçu'ya gönderdim yazdıklarımı. O hem beni iyi anlıyordu hem de kendi kurallarını dikte etmeye çalışmıyordu. Beğendiği yazılarımı köşesinde yayınlıyordu.
Sonraları blog olayından haberdar olunca derhal bir blog oluşturdum ve yazı fotoğraf bana ait ne varsa istediğim şekilde istediğim gibi yayınlamaya başladım.
Bunları şundan yazdım; röportaj yapmaya başlayınca da yine kendi bildiğimi okumaya karar verdim. Nitekim Sevgili Gazeteci Arkadaşımız Ayşe Aygör de geçenlerde, "sayfa sınırlaman da yok neden kısa yaptın röportajı" diye eleştirmiş.
Evet, kendi bildiğimi okumaya devam ediyorum. Şimdiye kadar daha ziyade internetten tanıdığım arkadaşlarla onları biraz daha fazla tanımaya dönük röportajlar yaptım. Şimdi ise otuz yılı aşkındır tanıdığım bir arkadaşla röportaj yapıyorum. Ama medyada görüp eleştirdiğim şekliyle değil.
Onlar belki de işleri gereği tanıdıkları kişiyle tanımıyormuş gibi ya da tanımadıkları kişiyle de tanıyormuş gibi röportaj yapıyorlar. Belki kamuoyunu bilgilendirmek belki de rating, promasyon amaçlı böyle bir röportaj yapmak zorundalar.
Ben ise çok iyi tanıdığım biriyle tanımıyormuş gibi röportaj yapmak yerine, onunla şimdiye kadar konuşmadığımız bir konuda röportaj yapmaya karar verdim. Okumak ve yazmak üzerine.
Aydın, adı gibi aydın bir arkadaş. Kısaca tanıtmak gerekirse; Antalya Bilim ve Sanat Merkezi, Türk Dili ve Edebiyat Öğretmeni. Köy Enstitüsü Mezunu bir babanın oğlu. Benim de yatılı okuldan arkadaşım. Ağabeyi de üniversiteden ev arkadaşım, nikah şahidim. Ailedeniz bir nevi. Ailenin özelliği kitaba, okumaya, yazmaya tutkulu olmaları.
Yatılı okulda ve üniversitede evden getirdikleri valiz dolusu kitapları okurduk. Aydın'ın da vardır yazdıkları, ağabeyleri Dursun ve Cengiz'in de. Dursun YÜKSEK'in Gülüm isimli bir de şiir kitabı bulunuyor. Evet, başlıyoruz konuşmaya, okuma ve yazmanın günümüzdeki halini...
***
İstersen şu benim tespitimle başlayalım. Belki okumuşsundur yazımda, Ahmet Altan babasının daha önce yazdığı romanın kahramanlarını almış, kahramanların başka zamanlarını anlatmış. Çok kişiye sordum sana da sorayım kafam netleşmedi.
Roman kahramanları ödünç alınabilir mi, transfer edilebilir mi ya da romanın başında kaynak belirtmek suretiyle alınabilir mi?(Ahmet Altan'ın romanının başında öyle cümleler var, kapalı bir şekilde?
Sözünü ettiğin yazıyı okumuştum ve büyük olasılıkla yorum yazmıştım. Öncelikle dikkatinden dolayı seni kutlamak istiyorum. Daha çok eleştirmenlerde görülen bir özellik bu.
Soruna da şu şekilde yanıt vermeye çalışayım: Roman kahramanları gerçek kişilerse, bu tür kahramanları bir çok yazar, farklı yönleri ve dönemleriyle ele alabilir. Öncelikle aklıma gelen, Kemal Tahir’in “Esir Şehrin İnsanları” adlı romanındaki kahramanla, Turgut Özakman’ın “Şu Çılgın Türkler” adlı yapıtındaki kahramanın benzerliği hatta aynılığı. Çünkü aynı tarihi kişilikten söz ediliyor.Dolayısıyla konuşma cümleleri bile benziyor.Açıkçası şu an eserlerde aynı adla mı yer aldıklarını anımsamıyorum.
Roman okurken,not alma alışkanlığım yok, gerek de duymuyorum.Öykü,roman hatta şiiri o anki ruh halimle,duygularımın beni yönlendirdiği şekilde okumak istiyorum.Eleştirel okuma,kontrollü okuma daha çok felsefi metinler,düşünce yazılarına uygun bir yöntemdir diye düşünüyorum.Özellikle tarihi romanlarda sorgulayarak okuma yöntemi gayet iyi bir yöntem gibi geldi bana. Dolayısıyla okuma yöntemimi yeniden gözden geçirmem gerektiği konusunda beni düşünmeye sevk ettin.Son dönemlerde okuduğum “İstanbul Hatırası” nı sanıyorum senin tarzına yakın bir şekilde okudum ayrıca Ahmet Altan’ın “Kılıç Yarası Gibi” adlı romanını da yeniden okumaya başladım.
Soruna dönersek, tarihi ya da biyografik romanlarda kahramanlar aynı olabilir, farklı dönemleri, farklı bakış açılarıyla ele alınabilir diye düşünüyorum. Ancak senin asıl sorunun bu olmadığını düşünüyorum. Sen,bir yazar tarafından roman kahramanı olarak yaratılmış bir karakterin transferinin doğru olup olmadığı konusundaki düşüncelerimi soruyorsun anladığım kadarıyla.Yani diyorsun ki biri kalkıyor Reşat Nuri’nin Feride’sini alıp “Ben de Feride’nin yaşlılığını yazdım” ;ya da “Bu sizin gözünü budaktan esirgemeyen devrimci kızınız Günsel’in her şeyden vazgeçmiş hali…”
“Olur mu ?” 
Bana göre olmaz. Öncelikle okuyucunun algılaması ve o kahramanı kendince ete kemiğe büründürmesi var. Yaprak Dökümü’nün Ali Rıza’sı,Bir Gün Tek Başına’nın Günsel’i,Erguvan Kapısı’nın Derin’i o romanların içinden çıkınca okuyucunun tanıdığı tipler olmaktan çıkar.Adları aynı olsa bile artık başka kahramanlardır.Açıkçası ben günlerce Günsel’le dolaşmıştım.İnce Memet’le mücadele arkadaşlığımız vardır feodal düzene karşı.Çalıkuşu Feride’yle meslektaşlığımız…Bir okuyucu olarak ben tanıdıklarımdan vazgeçemem derim.
Bu biraz da “Bak bu Avni sosyete çocuğu” ya da “Bezgin Bekir fabrikada işe başlamış “demek gibi…
Sorunla pek ilgili olmasa da bir iki görüşü paylaşmak istiyorum.Nurullah Ataç,Yakup Kadri’nin şöyle bir sözünü aktarıyor:Romanlarımdaki kişiler gelirler,ne yaptıklarını anlatırlar,ben de onların dediklerini yazarım.” Bu görüşü kendi çapında tiyatro eserleri ,öyküler yazan bir arkadaşım da-ki bence güzel yazan- dile getirmişti.”Başladım mı yazmaya,ben aradan çıkıyorum sanki.Yazdıklarımı okuduğumda bunları ben söylemedim diye düşünüyorum.” demişti.
Kahramanlar bir şekilde yazarın yakın çevresindeki kişilerin özelliklerini taşıyor sanki. Anlatılanların,okunanların belki bütün birikimlerin üzerinden bir karakter ortaya çıkıyor.Ahmet Altan’ın olayını da buna bağlamak mı lazım?
Buradan hareketle günümüze gelirsek; günümüzde isim belirtmeden başkalarının sözlerini cümlelerini yayınlamak etik mi, ahlaki mi, ne yapmalı nasıl yapmalı? 
Bu tamamen ahlak dışı bir durum.Emeğe saygısızlık bence.Benzer durumların müzikte de sıklıkla yaşandığını görüyor ve üzülüyorum.Özellikle türküler konusunda durum böyle ne yazık ki.Sadece icra eden kişinin adı anılıyor.Kaynak kişi kimdir,derlemecisi kimdir bunlardan pek söz edilmiyor.Ne yapılmalı konusunda ise birey olarak buna dikkat etmekle başlayabiliriz diye düşünüyorum. 
Benim biliyorsun ki yazı hayatım yeni. Ben yeni yazar eski konuşmacıyım. Şöyle sorayım, ikisi bir arada gerekli mi? Ters bir ilişki mi var yoksa? (iyi konuşamayan mı iyi yazar)
Şundan soruyorum ki, benim yıllarca anlattığım hikayeler var. Bunları yazınca dinleyen ne tepki verdiyse okuyan da hemen hemen aynı tepkiyi verdi. Nedir edebiyatçılarda durum?
Birikim yönünden söyleyecek bir şeyleri olanın,yazacak da bir şeyleri vardır.Bence konuşmak, yazmaya göre daha zor.İyi bir konuşmacının toplum karşısında konuşabilme becerisine sahip olması gerekiyor. Ayrıca konuşmada geri bildirimleri hemen aldığın için konuşmayı sürdürmek güçleşebiliyor.Olumlu tepkilerle uzun sohbetlere dönüşmesi de olası elbette..
“Yazı hayatım yeni” sözüne katılmıyorum. Yazı hayatın (mız) neredeyse konuşma hayatımız kadar eski.Elbette anne,baba demeye başladığımız evreyi kastetmiyorum ;konuşmalarımızı iletilere dönüştürebildiğimiz,duygu ve düşüncelerimizi uygun bir şekilde aktarabildiğimiz dönemlerle hemen hemen aynı zamana denk düşer yazı hayatımız.
Toplum olarak,aldığımız eğitimin gereği ,yazma yönünden tembeliz.Okuma yönünden de…Hasan Hüseyin bir şiirinde içtiği sigaraların hesabını yapmıştı:on santimetreden günde iki metre vb. diye.Emre Kongar da bir söyleşisinde günde on sayfa okunsa yılda 3650 sayfa,yarım sayfa yazılsa on yılda şu kadar diye okuma-yazma hesabı yapmıştı.Şimdi bu hesapla yazmaya günde yarım saatimizi ayırsak ,bir yıl sonra ne anlatımla ne de yazım ve noktalamayla ilgili sorunumuz kalır.Üstelik bu eylemin okumayla desteklendiğini düşünülürse. 
Konuşma ve yazma arasında senin bahsettiğin türde bir ilişki olduğunu sanmıyorum. Yazma işi, okuma gibi alışkanlık bence. Bu alışkanlık belli bir aşamadan sonra tiryakiliğe dönüşüyor. Ben yazar değilim yazma konusundaki görüşlerimi Sait Faik’in Haritada Bir Nokta öyküsünde yer alan “Söz vermiştim kendime, yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.” Cümlelerine dayanarak söylüyorum. 
Konuşma da öncelikle birikimle ilgili. Ses tonunun, vurgulamaların, beden dilini iyi kullanmanın önemini de yadsıyamayız.
İnsanın bilmediği, içinde olmadığı, eğitimi almadığı edebiyat gibi bir alanda soru sorması, konuşması bir hayli zor senin gibi yetkin biri karşısında.Bunu hevesime yor.
Şimdi, bildiğim kadarıyla Orhan Kemal ve Mehmet Rauf ekmek parasına yazdılar o çok bildiğimiz hikâye ve romanlarını. Haftada bir yetiştirmek zorundaydılar. Dostoyevski de kumar masasına para yetiştirmek için yazdı şaheserlerini.
Bu da gösteriyor ki, iyi yazmak için iyi bir ortam, ev iş düzeni yani göl kenarında bir evde bir hafta sonu inziva gerektirmiyor yazmak.
Tek gerekli olan konsantrasyon, cesaret mi?
Yazma ekmek parası kazanılan bir iş olunca sanıyorum durum değişik oluyor ve olay sanatsal olmaktan çıkıp,popüler olmaya başlıyor ya da sıradanlaşıyor.Gazetede öyküleri günlük olarak yayımlanan (tefrika edilen) bir yazarın ,öyküdeki hırsızı bahçede bir hafta dolaştırdıktan sonra eve sokması anlatılır.Bu anekdotta sözü edilen yazar yanılmıyorsam Peyami Safa’dır. İki dakikada hırsız evden içeri girse,öykü üç beş günde bitecek yeni konu bul,yeni öykü yaz ondan sonra.Dolayısıyla başta verdiğin örnekleri yazınsal anlamda düşünmek pek olası değil. 
İkinci konuya gelirsek,Varlık Yayınlarından çıkan “Edebiyatçılarımız Konuşuyor “ adlı bir eser var.Yaklaşık yirmi edebiyatçıyla konuşulmuş.Onların verdiği yanıtlar üzerinden konuşursak şöyle demişler: 
Orhan Hancerlioğlu:”Konularımı hayatın içinde değil,kafamın içinde ararım.Bazen kafa hazırlığıyla bazen de hazırlıksız başlarım yazmaya” 
Ziya Osman Saba:”Düzyazılarımı genellikle sabahları,dizimin üzerine sumen koyarak yazarım.Şiire gelince:Çok şükür şiiri ne zaman nerede olsa yazabiliyoruzTramvayda,vapurda,yürürken,otururken,yatarken,hatta,kimbilir,uykuda bile..” 
Reşat Nuri Güntekin ,nasıl yazarsınız sorusuna “rastgele” cevabını veriyor ardından da 
aklına geldikçe not aldığı hikaye kalıplarını bir yerlerde biriktirdiğini, zaman zaman onları gözden geçirdiğini söylüyor. 
Açıkçası yazarların öyle özel yöntemleri,özel ortamları olduğunu düşünmüyorum.Ancak bir arkadaşım ünlü bir romancıyı yanında notlar alan,fotoğraflar çeken biriyle Devrekani-Bozkurt arasında yolculuk yaparken gördüğünü söyledi.Yaralıgöz dağının oralarda verilen molada da bol bol fotoğraflar çektiğinden,notlar aldığından söz etti.Doğruysa yazarların iyi gözlemci olduğunu,mekanları betimlerken herhangi bir coğrafyadaki gerçek mekanlardan yararlandıklarını söylemek mümkün olur kanımca.Bir de yetenek işi yazarlık,ressamlık ,müzisyenlik gibi.Olayın en önemli tarafı da bu olsa gerek. 
Ben yazmaya başladıktan sonra bir çok arkadaştan yazmaya istekli olduklarını ama cesaret edemediklerini duydum. Ne yapmalı insanlar, yazmak için eksik olanlarını nasıl tamamlamalılar? 
Bu soruya “kelin merhemi olsa “diye cevap vermek geçiyor içimden:))
Ben öncelikle yazanları kutluyorum. Hem cesaretlerinden, hem emeklerinden dolayı,hem de güzel yazdıklarına inandığım için. Ama teknik destek alsalardı belki daha güzel bir yerlerde olabileceklerini düşündüğüm için de üzülüyorum. 
Ortak tanıdığımız olan şairin şiirlerinden başlayalım: Öncelikle Nazım’da, Edip Cansever’de, Ahmet Arif’te rastlayabileceğiniz türde dizeler var şiirlerde. Fazlalıklar yüzünden arada kaybolmuş dizeler. Ayrıca kişilere yazılmış şiirler konulmuş kitaba.Bunları daha evrensel tiplere,imgelemlere dönüştürebilecek kalitede bir şair ama bunu yapmamış.Yani ev arkadaşınıza, okul arkadaşınıza da şiirler yazabilirsiniz ancak bunları kitabınıza koymayacaksınız. Şiir olarak çok güzel olabilir ancak okuyucu olarak ben Orhan Veli’nin Mualla’sından ya da Nazım’ın Münevver’inden aldığım algıları almak isterim. Nazım’ın oğluna yazdığı şiirlerde ben hiç Memet Fuat’ı düşünmüyorum. Piraye’yi de…‘Oğlum’ şiirinde pekala bunu yapmış ozan.Diğer şiirlerde de yapabilirdi. 
Teknik destek dediğim budur.Yoksa anlatım,yazım,noktalama değildir sözünü ettiğim. 
Yazma serüvenlerini bildiğim, yazdıklarını basılı hale getiren başka arkadaşlarım da var.Bunlardan bazılarını önceki örneğimle aynı kapsamda düşünüyorum.Diğerleri ,örneğin Betül Tarıman,kendine yol açabilmiş ve şiirleriyle kendini kabul ettirebilmiş bir ozan.Mesut Adnan ve Enver Topaloğlu teknik olarak kusursuzluklarına ,bence,iyi şiirler yazmalarına rağmen,toplumun yeterince tanımadığı isimler.
Kabul gören yazar,şair olmak biraz da o ortamın ,dergi çevrelerinin,yayıncıların anlayışı ve kendi işleyişleriyle ilgili diye düşünüyorum. 
İkinci sorunda belirttiğin durum sanıyorum yazma konusunda değil de ,yazdıklarını paylaşma konusunda çekingen oluşla ilgili.İnsanlar yazılarının ,şiirlerinin içinde kendine dair ip uçları vermekten çekiniyor. Ahmet Altan’ın “Aldatmak” kitabıyla ilgili:”Bir erkek nasıl olur da kadına ait şeyleri bu kadar güzel anlatabilir?”diye hayretlerini dile getiren bir çok insanla karşılaştım. Anlatılan kadın değil de eşcinsel olsaydı farklı şeyler düşünebileceklerini öngörebiliyorum. Olaya bu şekilde yaklaşmak, yeteneği reddetmek değil midir? Yetenekli bir kişi,iyi bir gözlem ve birikimle bu iş pekala yapılabilir. Yaşar Kemal’in Ada Üçlemelerini okurken kabak çiçeği dolmasının kokusu duydum roman boyunca. Hala yemediğim halde o dolmanın tadını,kokusunu biliyorum. 
Okuyucu algılamasından söz ettim.Ona müdahale etmeye de kimsenin gücü yetmez herhalde.Bizim fakültenin hocalarından Prof. Mehmet Kaplan,Attila İlhan için: ” Şair aşırı derecede içkiye düşkündür” der Şiir Tahlilleri’nde bunu da şiirlerinde kullandığı içkiyle ilgili ifadelerden çıkarır. Attila İlhan okuyucuları bilirler kitaplarının sonunda “Meraklısı İçin Notlar/Ekler” diye bölümler bulunur.Orada alkolik olmadığından, düğünde bayramda, ara sıra içtiğinden söz eder. 
Yani adamın ağzı torba değil ki…Bırakınız düşünsünler efendim.’Bu arkadaş meğer bizim Melahat’ı seviyormuş.Hiç de söylemedi bize.Oysa yazısında anlattığı kızın Melahat olduğuna kalıbımı basarım’ mı diyecekler…Bırakınız desinler efendim. 
Yazılanları paylaşmanın önündeki temel engel okuyucuların,yazılanlarda yazarı arayacakları düşüncesidir. 
Yeterlilik-yetersizlik olayı da değildir.Olsa olsa özgüven eksikliği olabilir. Kendi aramızda,dost ortamında oluşan bir yazı grubundan,yazarlık serüveninden söz ediyoruz elbette.Hani olsa olsa “ne biçim yazı bu!” diyecek okuyan.Hatta o bile olmayacak inansın arkadaşlar,nezaketen de olsa “beğen” tıklanacak. 
Sadece düşünce aşamasında olanlara da önerim:”Yazmak özgürlüktür” 16.Raunt adlı filmin repliklerinde buna benzer sözler geçiyor.Filmi de izlemeyenlere öneriyorum) 
Bu aşamada bir öneri geldi aklıma.Biz grubumuzdaki eli kalem tutanların kalem ürünlerini kitaplaştırsak.Seçki(Antoloji )mahiyetinde.Süreci kotaracak bir kadro da kuruldu mu iş tamamdır. 
Hikaye üzerine okuduğum bir kitapta, okuyan bir oturuşta bitirdiği için hikayecinin söyleyeceğini güçlü bir şekilde söylemesi gerektiğini, bir şiir vuruculuğunda yazması gerektiğini söylüyordu. 
Oysa roman, bir oturuşta bitirilemediği için yazarın sözünün etkisini yayma olanağı olduğunu söylemişti 
Sormak istediğim, günümüz insanının bırak romanı, hikaye ve şiir okuyacak zamanının bile kalmadığı görülüyor. Bu arada da biraz görsellik destekli, daha az sözle anlatma alışkanlıkları artıyor. Reklam spotu gibi. Bu yeni bir tür olabilir mi? Roman, hikaye ve şiirin yanında? 
Söylediklerin doğru,öykülerde daha çok “an” lar anlatıldığı için öyle olmak zorunda .Elbette tarzların da ,yazınsal anlayışların da etkileri var.Sait Faik tarzıyla,Ömer Seyfettin tarzı aynı değildir.Biri Çehov tarzı öykücülüğün temsilcisidir diğeri Maupassant tarzı öykücülüğün.Bu konuya pek girmeyeyim çünkü edebiyat dersine döner söyleşi… 
Bence böyle bir tür olmaz .Olsa olsa iki ciltlik kitapları,beş-altı yüz sayfalık kitapları elli sayfaya indirerek “bak bunlar çocuk kitabı” demeye benzer bu.Ama çocuk hiçbir zaman Sefiller’i okumuş olmaz,kitap da çocuk kitabı olmaz. 
En azından genel hatlarıyla olayı görebilmek adına ben de kitapların filmleriyle yetiniyorum ancak kitap okumuş olmuyorum sadece film izlemiş oluyorum.Bu anlamda belki yeni bir türden söz edilebilir ancak bunun edebi bir tür olmadığı kesin… 
Zamansızlığa dair de söyleşinin başında söylediğim Emre Kongar’ın önerisini hatırlatmakla yetineceğim. 
Gırgır zamanında Oğuz Aral, "biraz tarama çalış" derdi. Amatörlerin çizimlerini inceler yardımcı olmaya çalışırdı. 
Edebiyat alanında neler var? Yazmaya yeni başlayanları yönlendirecek, ciddi eleştirecek kurumlar (dergi, dernek, yarışma vs.) var mı?
Amatör yazar yolunu nasıl bulsun?
En uzun soluklu dergi olan “Varlık” dergisi hala çıkıyor. Onun dışında, ömürleri pek uzun olmasa da, kültür-sanat dergileri çıkıyor. Yazarlar, ozanlar adına kurulmuş çeşitli vakıflar /dernekler aracılığıyla yarışmalar açılıyor. Bu yarışmalara katılabilir arkadaşlar. Daha önce söylediğim gibi, edebiyat çevrelerinin kendine özgü işleyişi olduğunu duyuyorum. 
Öykü atölyeleri, yazı atölyeleri tarzı etkinlikler basında da zaman zaman yer alıyor. 
Edebiyat çevrelerinde Güzin Ablalar yok maalesef… 
Yazı hayatı bilgisayara kaydı büyük oranda. Burada da yazım denetimi yapan programlar var. İnceleyebildin mi ne kadar doğru çalışıyor bu programlar? Yoksa edebiyat hocalarımızdan duyduklarımızla mı yetinelim?
Yazım denetimi yapan programlar genellikle güncel oluyor en azından benden daha güncel J Sorularında kırmızı çizgili sözcüklerde yazım yanlışı var örneğin. Özel isimleri küçük harfle yazmışsın, diyor…”hikaye” yazarken şapka koy, diyor ama ben ciddiye almıyorum.
İtiraf etmeliyim ki, yazmak için içim dolu ve hikayeler yazılar elimden ağzımdan kağıda dökülmek için hızlı hareket ediyorlar. Oysa ben tam anlamıyla bir edebiyat cahiliyim. İmla cahiliyim.
Şimdi, yetişkinler ne yapsın, yazıya meraklı olanlar. Bu eksikliklerini nasıl gidersin. Kurs var mı ya da çocuklarının türkçe kitaplarına mı dadansınlar çaktırmadan?
Kendine haksızlık ediyorsun diye düşünüyorum. Yazım yanlışı yapmayayım kaygısıyla dilindeki o güzelim akıcılığı yok etme derim.Sözlüklerden ve yazım kılavuzlarından yararlanmak güzeldir tavsiye ederim.Bakarken yeni sözcükler öğrenilmesi de işin en güzel tarafıdır. 
Yıllar önce gittiğim fransız kültürdeki kursta bir metin çevirmiştim. Elimdeki sözlüğe bakarak. Yazdığım metni okuyan hoca gülmekten yerlere yattı. Sözlüğü gösterince de elimden aldı çöpe attı sözlüğü ve bir tane sözlük söyledi. Diğerleri yaramazmış.(Sigara tiryakisiyim, diye çevirdiğim cümle, sözlük sayesinde bilmem ne tiryakisi yapmış beni meğer)
Yazı heveslilerine birer sözlük, imla kılavuzu ve başka önereceğin kaynaklar varsa alsak?
Yazım kurallarıyla ilgili bizim Türk Dil Kurumu’nun hızına yaklaşmak mümkün değil.Yaptığı değişiklikleri inan ben takip etmekte zorlanıyorum.Son İmla Kılavuzunda yer alan bir kural:” Kurum, kuruluş, kurul ve iş yeri adlarına gelen ekler kesmeyle ayrılmaz.” ben ayırdım gördüğün gibi…
Evet yıllardır sorduğum fakat aldığım yanıtlarla çözüm bulamadığım soru:
"yanında eşimle tuğla gibi kitaplar okumamıza, vede her türlü kitap bulunmasına ve yaptığımız her türlü teşvike rağmen" çocukta okuma alışkanlığı geliştiremedik. Senin reçeten ne?
Çocuklara okuma alışkanlığı kazandıracak en etkili kişi bence birinci kademe öğretmenleri.Benim gözlemim çocukların temel alışkanlıklarını birinci,ikinci sınıflardaki öğretmenleri aracılığıyla kazandıkları yönündedir.Bunun dışındaki yöntemlerin tek başlarına etkili olabileceğini düşünmüyorum.Senin sözünü ettiğin yöntem de etkili yöntemlerden biridir. 
Çocuklar için de yetişkinler için de geçerli bir kural: Doğru kitabı seçmek.’Yüz Temel Eser ‘ dayatmasıyla kendilerine sunulan kitapları çocuklar okumak istemiyor. Çocukların,gençlerin gerçekten hoşlanacakları kitaplar var içlerinde ama böyle bir tavır onları rahatsız ediyor.Yaşları gereği biraz da ‘anarşizm’ var sanki… Onlar Harry Potter,Yüzüklerin Efendisi, Alacakaranlık, Gülten Dayıoğlu,Muzaffer İzgü vb. okumaya devam ediyorlar. 
Diğer bir konu da başka bir soruda belirttiğin işin kolayına gidilmesi .Filmi çekilenlerin filmini izliyorlar örneğin. Narnia Günlükleri diye bir seri var beş-altı cilt oldu sanırım.Bunların iki-üç kitabı filme çekildi.Çok büyük olasılıkla hitap ettiği yaş grubunun büyük bir kısmı filmleri izlemiştir ama kitapları okuyanların sayısı çok azdır.
O halde bir de okumayıp izlemekle yetinenlere karşı bir tavır geliştirmek gerekli. Çünkü onlar da okumayanlar grubunda. 
Öğretmenlerin kitap okutma çabasına karşılık internetteki kitap özeti yayınlayan sitelere ne diyorsun? 
Kültürün ve çocuklarımızın geleceğinin katili diyebilir miyiz?
Sistem üzerinde yıllardır süren ,yıllarca da sürecek olan tartışmalar var:Öğrenci merkezli eğitim olsun,çocuklar yaparak yaşayarak öğrensinler,etkinliklere dayalı eğitim olsun sayıları onlarla ifade edilebilecek öneriler,uygulamalar…Bunların eğitim-öğretime yansıması şu şekilde oluyor: 
-Baba, fen dersinden öğretmenimiz kuzu kalbi istedi. İnceleyecekmişiz. 
-Tamam kızım alayım kasaptan 
-Abi,takım olarak satıyoruz 
-Olsun ver.Ciğer sote yapıp yeriz kalanları. 
** 
-Anne iş eğitimi dersinden proje ödevim var.Örgü örecekmişim. 
-Tamam kızım getir şişleri orada yün de var .. 
** 
Baba matematik,anne sosyal….Ben de vatandaşlık eğitimi ödevini yapayım. 
-Baba Türkçe dersinden Sinekli Bakkal’ı okuyacakmışım, özetini çıkaracakmışım 
-Oğlum yoruldum yeter,ben öğrenciyken bu kadar ödev yapsaydım,uçak mühendisi olurdum.İnternette vardır yaz gitsin oradan…. 
Valla katil kim bilemiyorum… 
İnternet sayesinde dilin geldiği yere ne diyorsun. Sesli harfsiz, işaretlere dayalı bir dil olabilir mi?
Olabilir mi dersen, olabilir derim. İletişim kurulabiliyorsa teknik olarak bir sorun yok.Dumanla,işaret ve sembollerle anlaşabiliyorsa insanlar,bu haliyle de anlaşabiliyorlar demektir… 
Dilimizin, özellikle konuşma dilinde, uğradığı erozyonu hoş görmek elbette mümkün değil.Dil sadece iletişim kurmaya yaramıyor,kuşaklar arası kültür aktarımı gibi bir özelliği de var.Bu nedenle dilin doğru kullanımına dikkat edilmeli… 
Epeydir merak ettiğim bir sözcüğe senin vesilenle bakma olanağı buldum.Bu sözcük dilimizde yeni kullanılmaya başlayan “kanka” sözcüğü.Acaba”kan kardeşim” sözcüğünü kısaltarak bu hale mi getirdiler diye düşünürken T.Dil Kurumunun sözlüğünde yer almışmış meğer.Hem de şu şekilde: “Kardeş kadar yakın olan kimse.”
İnternet ortamında gençler,aynı anda 5-10 kişiyle yazışıyorlar.Ben iki kişiyle bile aynı anda yazışamadığım için “ çevirim içi “ olmuyorum nicedir.Gençler inanıyorum ki masumane bir şekilde üç-beş harfi atsak daha hızlı yazarız,daha fazla kişiye yazarız diye düşünüyorlar ama iyi yapmıyorlar.Ruhu genç olanların dışında,sözcüğün gerçek anlamında genç okuyucuların varsa,bu önerimi dikkate alsınlar:Az yazsınlar,doğru yazsınlar.(Bir de şifreli yazıyorlar sanki.’Mrb’ yi , ‘slm’ anlıyoruz da benim anlamlandıramadığım bir sürü şey yazıyorlar.Ebeveynlerinin gözü önünde aşk-meşk muhabbeti mi yapıyorlar yoksaJ) 
Aziz Nesin, subaylarla ilgili anlatıyordu. Her subay (kendi de dahil) harbiyeyi bitince dünya haritasını önüne açar dünyayı işgal edermiş.
Normalde bir kaç sene sonra geçermiş bu durum. Bazılarında ise devam edermiş.
Bir ara yazmıştım."Bir yazı yazdım, insanlık bu yazı yazılmadan ne yaptı bunca senedir" diye düşündüm.
Yazmak uçuruyor mu insanı gerçekten yoksa bana mahsus bir kişilik bozukluğu mu bu? Yoksa herkesin başına gelen ve daha sonra geçecek normal bir yazar hastalığı mı?
Aslında sorularına -ek sorulara- bir şekilde yanıt verdiğimi farkettim.Yazmamanın insanı delirtecek duruma getirdiğini,Sait Faik örneğiyle söylemişim.İletişim içinde olmak,konuşmak,dertleşmek temel ihtiyaçların başında geliyor.Kendini anlatmakla ilgili Anna Frank'ın Hatıra Defteri de güzel bir örnektir sanıyorum.
Ben düzenli yazmıyorum,benim yazmam, daha çok,Reşat Nuri Güntekin tarzına benziyor,notlar alıyorum,zaman zaman da onları güncelliyorum.Sanıyorum geçen yıldı ,öğrencilerden öykü yazmalarını istedim,onlar yazarken ben de bir şeyler karaladım."Şevket Emmi" öyküsü o sürecin ürünü,ama ilginç olan o süreçte sokaklarda,düşüncemde hep öykü kahramanları aradım.Senin tabirinle "uçma" aşamasındaydım.Şu bir kaç günlük serüven de aslında beni düşünsel anlamda epey etkiledi.Bunu biraz sorumluluk duygusuyla açıklayabiliriz ama asıl neden:"yazma"nın hazzı gibi...
Sultan Malatya'nın sorusu:
"Soruyorum o zaman: Hazır bir kitabım var. Kişiliğimden, onurumdan ödün vermeden, kitabımın basım ve dağıtımını sağlamanın yolları nelerdir?
Bu soru yayıncıya sorulur. Deneyimli bir yazarsa bu yolda edindiği deneyimlerden bizleri yararlandırır, değil mi?"
Sultan Malatya arkadaşın sorusuna da "Edebiyat çevreleri işleyişi "gibi biraz da politikacı ağzıyla cevap verdim.Benim de o konuda duyumlarım var,hatta birinci ağızdan ama bizzat yaşayan olmayınca dedikodu olmaktan öte geçmez.
Kalış Hikayeleri-1
16 Mart tarihli bir mektup ulaştı elime.Dostun biri(Zeki)şöyle diyor:'Güzelliğe merhaba diyebilmek için,belki de sessizliğin sesini dinlemek gerekli'
Mustafa bayramımı kutluyor,spagettilerle boğuşan bir çocuk resimli kartla.
Bir başka arkadaş 'sen böyle yapmazdın 'demiş.'Kötü bir şeyler oldu anlaşılan.Yazmıyorsun aylardır.'
Haklı da aslında 'adresi belli değil ki vefasızlığın' Yazamıyorum.İş güç,koşuşturma..Uzun uzun ve güzel şeyler yazmak isiyoru ama hiç de böylesi şeyler yazmaya uygun olmuyorum nedense.Oysa kimseyi unuttuğum yok.Severim hepinizi.Katmasam da umudumu umudunuza,acınızı paylaşamasam,mutluluklaraınıza katılamasam da hem özledim,hem de çok severim sizleri.
Ama neylersin ki böyle bir sevmek oldu,bu yüzyılın sevmesi.. 
Evet, yüzyılın sevmesi böyle oluyor, güzel yazmışsın. Başka neler var yüzyılın menüsünde? Neler değişti, nelere alışmamız gerekiyor?
Yüzyıllar olumlu,olumsuz çok şeyi değiştirdi.Hep olumsuzluklardan söz ediyoruz,onlar sanatın,edebiyatın konusu olunca daha çarpıcı oluyor.Osman Şahin,bir kitap imza gününde "acıdan doğar insan" mealinde bir şeyler söylemişti.Daha doğrusu Doğu,Güneydoğu coğrafyasında acıların ,yoksulluğun yaşandığını dolayısıyla yaşamın kendisinin edebiyat olduğunu dile getirmişti.Yıllar önce Nevzat Çelik'le aynı cezaevinde yatan biriyle karşılaşmış,söyleşmiştik."O koşullarda herkes biraz Nevzat Çelik aslında" demişti.
Gösterdiğiniz güvenden dolayı teşekkür ederim.Kendimi otorite gibi gördüm söyleşi süresince ve içtenlikle,birikimlerimin elverdiği ölçüde yanıtlamaya çalıştım.

5 yorum:

Adsız dedi ki...

Edebi yönü yoğun çok, akıcı bu sohbet için benden tam puan ve koca bir teşekkür ..) Konuğunu iyi tanıtan sorular bulmakta yine çok başarılısın sevgili ERkan.. Onu tanımaktan çok memnun olduğumu da eklemek isterim..Aynı dilden konuşanları tanımak ayrı bir haz veriyor doğrusu..Ben Ümit Aşçı Çini..

R.Erkan SEZGİN dedi ki...

Bir yıldıztan tam puan almak, ne güzel:))

Bu güzel eleştiriler insana güç veriyor, yazma isteğini artırıyor. Sevgili Arkadaşlarım benden bir yazar çıkaracaklar bu gidişle, sağolun,varolun:))

Bucera dedi ki...

Yorum göndermştim lakin ulaşmamış sanırım....tekrar yazayım çünkü olumlu geri bildirimi fazlasıyla hak eden bir söyleşi olmuş.
Dolu dolu sohbetinize bizi de dahil ettiğiniz için çok teşekkür ederim

R.Erkan SEZGİN dedi ki...

Teşekkürler Sema Hanım, tekrar okuyunca benim de en dikkatimi çeken Aydın'ın son derece anlayışlı, gerçekçi bir edebiyatçı olması..

İddialı değil, sade ama ikna edici olmuş söyledikleri.Kendisine bir kez daha teşekkür ediyorum edebiyat camiası dışı yazarlar ve adayları adına:))

Adsız dedi ki...

yaygın ama yanlış bir durumdan bahsetmek istiyorum... yukarıdaki yazı bir "röportaj" değil bir "söyleşi" olacaktır... röportaj, bir yer, kişi veya kavram hakkında organize, açıklayıcı ve nesnel bir bilgilendirme yazısıdır... bu sözcük(röportaj), siz de mutlaka biliyorsunuzdur, batı kökenlidir, adı üstünde rapor sözcüğünden gelir ki bu da söyleşiden çok farklı anlamlara çıkar... ama bu yaygın yanlışı maalesef herkes yapıyor... saygılar...