KORKUNUN EGEMENLİĞİ, VİCDANIN SESİ

Oğlumu kucağıma aldığımda hissettiğim ilk ve tek duygu sorumluluk duygusu oldu.

-Allah'ım şu çocuk kendi ayakları üzerinde durmadan  canımı alma!

Bazen düşünürüm, acaba beş çocuğu olan ne yapıyor? Sırtımdaki sorumluluk yükünü beşle mi çarpmak lazım, yoksa beşe mi bölünür yük?

Ya da nedir bu aşırılık, genetik mi, sonradan mı kazanılıyor, kazanılıyorsa nasıl kazanılıyor? Vallahi de ben istemedim. Sanırım yaşananlar oluşturuyor bu duyguları ve dozunu.

Sorumluluk duygusunun bir de yaygınlığı konusu var. Oğluna, karına, anana, babana, kardeşine, ailene, topluma, insanlığa karşı sorumluluk. İnsanda hangisi hangi dozda, iyi bir otopsiyle anlaşılır belki. Fakat oluşumun kaynağı belli değil. İnsan el yordamıyla tahminler yapabilir belki, yaşadıklarına bakarak.

Başka yaşamlara dokunmak. Bir kaç yazı yazdım bu konuda. Onlar iyi şeylerdi. İyi anlamda dokunmak insana haz ve gurur veriyordu. Tartışılması, irdelenmesi gerekmiyordu. 

Fakat kötü anlamda dokunmak başka yaşamlara, kabusumdur. Bilerek veya bilmeyerek bir başkasının yaşamının akışını değiştirmek, kötü yöne. İnsan nasıl yaşayabilir bu yükle?

Başka yaşama dokunmak sorumluluğu duygusunu bana yerleştiren olayı hatırlıyorum. Başka yaşamları kötü yönde etkilemenin insanda nasıl bir vicdani yük oluşturduğunu tahmin edebiliyorum. Sadece empati yaparak.Yoksa bu insanlarla bu konuyu asla konuşmuşluğum yok. 

Yazmak keşfetmek aynı zamanda.Yazarken aklıma gelen bir keşfimi de yazmadan edemeyeceğim. Belki da yaşananlara bir sorumlu daha bulmanın sevinci.

Evet, önce bunu yazayım son keşfimi; bize özel eğitimli personel gerekiyordu. Bazı okullarda olduğunu biliyorum ama bizim okulumuz gibi okullarda var mı bilmiyorum. Olduğunu umuyorum.

Evet, on bir yaşında ailemizden hayatımızı kurtarmak umuduyla yatılı okula toplanmışız. Okul da yeni, personel de.  Bina, yemekhane, yataklar, arkadaşlar, öğretmenler, müdür, etüt, şehir her şey yeni. Herkes ilk defa bir araya gelmiş. Ne yapacağını, nasıl davranacağını bilmiyor el yordamıyla bulmaya çalışıyor. Bulunduğumuz şehir için de yeni bir durum.

Disiplin had safhada. Özel personelden kastım bundan. Okul yönetimi, personel, yatakhane başkanları, sınıf başkanları ve de kurallar, disiplini sağlamaya, sorunsuz bir şekilde "bir arada yaşamı "tesis etmeye çalışıyor. Tabi ki bildik yöntemlerle ve bildik yöntemlerin en etkilisi korku ile.

Çocukluğun vazgeçilmezleri, küçük yaramazlıklar ve şımarma duygusu. Yapılan yaramazlıklar büyüklerin hoşgörüsü ile aşılır, şımarma duygusu büyükler tarafından giderilir. Yatılı okulda okuyan çocukların bu ihtiyaçlarının karşılanma olanağı yok. Özel eğitimli personelden kastım o. Onlar da işe yarar mı bu konuda bilemem. Denenmeli en azından ya da işin uzmanları psikologlar, rehber öğretmenler olmalı.

Çocuk her yerde çocuktur. İhtiyaçlar da her yerde ve her çocukta aynı. Oysa şartlar uygun değil. Şımarma, şevkat yok, disiplin var. Belki de öyle olması gerekiyor. Bir arada yaşam zor. Aile geniş. Ev şartlarını, kurallarını burada uygulamak aynı sonucu vermez. Sorunsuz bir arada yaşama amacı ile bireyin ihtiyacı arasında denge sağlama zorunluluğu var.

Evet, bu uzun girişin nedeni anlatacağım olayda kişilere haksızlık yapma korkusudur. Esasen olay benim çok yakınımda olmadı. Detaylarına vakıf değilim. Önemli gördüğüm ve paylaşmak istediğim konu, olaydan çok olayın bende yarattığı korku ve çıkardığım ders. İşin detayında değilim o nedenle.

Efendim, olay basit, sıradan ve çocuksu. Bir çocuk nasıl merak duygusuyla evdeki bir aleti kurcalarsa bu da öyle. Bir arkadaş hatta biraz yaramazlığı ile bilinen bir arkadaş, okulun kullanılmayan duvar saatini çıkılması yasak olan tavan arasında buluyor. Kurcalıyor. Epey bozulduğunu görünce de yine çatıda bir yere saklıyor. Başıma bir şey gelir korkusuyla.

Bir başka zaman ise duvar saatine ihtiyaç duyuluyor. Sanıyorum, tamir edilip tekrar bir duvara asılması düşünülüyor. Fakat ne kadar aranırsa aransın bulunamıyor. Bulunamadıkça da kızgınlık artıyor. Yönetim personele, personel öğrenciye, öğrenci daha küçük öğrenciye.

Tavan arasına çıkmak yasak zaten. Okulun bir aracını kurcalamak ise yasak oğlu yasak. En küçük kabahatlerin ağır bir şekilde cezalandırıldığı okulda, arkadaşın bu ağır suçunu itiraf etmesi, adeta idam fermanını imzalamak gibi bir şey.

Günler süren aramalardan bir sonuç çıkmayınca, olayın hırsızlık olduğu kanısı ağırlık kazandı. Böyle olunca da şüpheliler aranmaya başladı. Okulda tek konuşulan konu buydu zaten. Sonuçta, ya eski sabıkası olması ya da kuvvetli suç şüphesi nedeniyle gözler bir kişiye çevrildi. Zanlı sayısı bire indi.

Zanlının büyük sınıflardaki ağabeyler tarafından yapılan sorgusu sırasında ben de oradaydım tesadüfen. İtiraf et diyorlardı. Hatta anlatılan klasik "iyi polis, kötü polis" hikayesi burada da uygulandı. Biri nasihat ederek itiraf ettirmeye, kayıp saatin yerini söyletmeye çalışırken bir başkası dayakla bunu yapmaya çalışıyordu. Fakat arkadaş sadece kendisinin yapmadığını söylemekten başka bir şey söylemiyordu.

Bütün bu yaşananlar artık olayın gerçek failinin doğruyu söyleme şansını olanaksız hale getirmişti. Bir de olaya bugünden bakınca iki şey dikkatimi çekiyor. Birincisi o devirde her şey ne kadar değerli. Yokluktan mı bu? Değer bilmekten mi? Şimdi bir duvar saati yüzünden böyle bir şey yaşanır mı?

İkincisi ise o zaman bile mantıksız, sağlıklı düşünürsen. Yani koskoca duvar saatini on bir-on iki yaşında bir çocuğun altı bin nüfuslu bir kasabada nereye götürüp satma şansı vardı ki hırsızlık şüphesiyle sorgulanıyordu, ehil olmayanlar tarafından.

Sonuçta, bir sabah şüpheli konumundaki arkadaşın okuldan kaçtığı anlaşıldı. Herkes rahatladı. Saat bulunmasa da suçlu bulunmuştu, o olmasa niye kaçsın ki?

Sonradan duyduğumuza göre, kasabanın Ankara yönündeki komşu kasabasına kadar otuz kilometre yürümüş. Bin bir güçlükle Ankara'ya ailesinin yanına varabilmiş.

Hikayenin bu kısmını bilmiyorum.Tam bir muğlak. Aslında şimdi sorsam öğrenirim de dediğim gibi önemli olan hikaye değil, benim olaydan çıkardıklarım.

Ya tavan arasında saat tesadüfen bulunmuş ya da saati saklayan arkadaş vicdan azabıyla söylemiş öğretmenlere, öyle anlaşılmış. Saatin çalınmadığı, arkadaşın boşuna suçlandığı ve okuldan kaçtığı, saati kurcalayan arkadaşın korkudan suçunu söyleyemediği vs..

Arkadaşımız sanıyorum bir yıl sonra tekrar okula dönebildi. Olayın çözülmesi uzun zaman aldığından, okula kaldığı yerden başlaması mümkün olmamıştı.

Bu olaydan saati saklayan, suçsuz birini itham eden, sorgulayan, kaçan ve bedelini ödeyen arkadaşlar ne sonuç çıkardı bilmiyorum. Bende kalan ise korkunun egemenliğinin vicdanın sesini asla kısamayacağı oldu. 

Evet, bir insanın yaptığı küçük bir hatanın bir başkasının hayatını mahvettiğini gördükten sonra haksız mıyım, bir başka yaşama dokunmaya korkmakta?

Hiç yorum yok: