SANAT HAYATIM BAŞLAMADAN BİTTİ

İngiliz anahtarı gibi bazı yapboz parçaları vardır. Öyle bir yapıları vardır ki sanırsınız her şeye uyar. Her şeyi ona yakıştırırsınız. Ama görünüşünün aksine oraya uymazlar. Her parça gibidirler yapbozda.

Kolaycılık eğiliminden midir bilinmez hemen o parçalara yönelir oynayanlar. Benim de öyle bir durumum var ama kabahat bende değil. Çünkü ben değilim iddia eden.

Örneğin; “senden iyi pazarlamacı olur “ diyen patronum hiçbir şey satamayınca hayretler içinde kalmıştı. Veya sabaha kadar Engin’in (Verel) Anderlecht ‘de oynayıp-oynamadığını tartışan ve bir sonuca ulaşamayan Ökkeş-Çamur-Cihan üçlüsü kahveye girer-girmez bana sormuşlardı doğru cevabı.

-Sen futboldan anlarsın, Engin Anderlecht’de oynadı mı?

-Oynamadı mı ulen?

-Vallahi bir ilişki var; oynadı veya oynamadı ya da Anderlecht maçında parladı.

Beni futbolda otorite mertebesine yücelten arkadaşlarım bu yanıtım üzerine, öğrencilik hayatımızın kalan süresinde bana bu konuda bir daha soru sormadıkları gibi yanımda futbol bile konuşmadılar.

Ortaokulda Resim öğretmenimiz Kazım Ağa (öyle derdik kendisine), tiyatro hazırlamakla görevlendirildiğinde (kasabalarda bu işlere hep resim öğretmenleri bakardı) bana dönerek:

-Göreve hazır ol, senden yararlanacağım mutlaka, demişti.

Fakat rol dağılımı başladığında bir cümlelik bir er rolü verebilmişti bana.

Bundan sonraki resim öğretmenlerim de tiyatroda yetenekli olduğumu (resimde yetenekli olmadığımdan belki) düşünmüşler ancak figüran rolleri verebilmişlerdi bana.

Ben ise kısa rollerime rağmen büyük bir ciddiyetle provalara katılmış, tiyatroyu da baştan sona ezberlemiştim fakat buna rağmen suflörlüğü yine de başkasına vermişlerdi.

Fakültede de sonraları birçok dizide başrol oynamış tiyatro sanatçısının başkanlık ettiği jüri de benim yetenekli olduğuma karar vermişti. Çok zor ve birkaç aşamadan oluşan sınavı başarıyla geçerek seçilmiştim tiyatro ekibine.

Bu sefer de şansım yaver gitmemişti. Şöyle ki; oyunumuz kurtuluş savaşıyla ilgiliydi. Çalıştığımız sahne, İzmir’i top ateşine tutan Yunan Gemilerinin her atışında İzmirlinin şaşkınlığını ve korkusunu canlandırmaktı.

Jüri Başkanı da olan yönetmenimiz, top ateşini masaya vurarak canlandırıyor, biz de her sesle kokuyla birbirimize daha yaklaşıyor ve sarılıyorduk.

Nasıl olmuşsa olmuş, kızlar kızların yanında, erkekler de erkeklerin yanında olduklarından birbirlerine sarılmaları kolay olmuştu. Benim yanımda ise bir çift vardı. Onlar da her top ateşini fırsat bilerek romantizmlerini yaşamaktaydılar. İzmir ahalisinin “eyvah düşman”, “mahvolduk” seslerini çıkararak.

Ben önce romantizmi bozmayayım diye en yakınımdaki çifte sarılmadım. Fakat yönetmenin sert uyarıları üzerine ben de birbirine sımsıkı sarılmış olan çifte ölçülü biçimde sarıldım. Çiftin erkek olanının ani bir dirsek darbesiyle ayrılmak zorunda kaldım.

Düşünün, şimdi bile işi oyunculuk olanların öpüşmeleri olay oluyor. Otuz yıl önce, üniversite öğrencisi, yirmili yaşlarda bir gencin sanat için bile olsa aşkına yabancı bir erkeğin sarılmasına katlanması beklenemezdi.

Ben yönetmenin ısrarlı uyarıları (ekipte sarılacak kimse bulamayan bir ben vardım), dirseği kuvvetli çiftin erkek olanının korkunç bakışları arasında kalmıştım. Sarılsam belki bu sefer yumruk yiyecektim, sarılmasam yönetmen ekipten çıkaracaktı.

Düşündüm de artık şartları zorlamanın bir alemi yoktu. O an kararımı verdim, çalışmayı bıraktım. Bir daha da tiyatroyu denemedim.

Hiç yorum yok: