GÖRÜCÜ USÜL EVLİLİK


Geçen bir yerde okudum; İnsan Yaşamak İçin Doğar, Yaşama Hazırlanmak İçin Değil. Bizimki öyle olmadı, herhalde insan olmadığımızdan. Ya da insanlar ikiye ayrılmıştı. Yaşayanlar, yaşama hazırlananlar. Bir gurup daha vardı ki onlar artık öbür dünyada yaşayacaklardı.

Her yokluğu, büyüdüğün zaman, okuyup adam olduğun zaman, evlen öyle, kendi evin olunca. Bütün bunlar o zaman da olmazsa çözüm basit. Bu dünyada olmadı öbür dünyada inşallah. Umut fakirin ekmeği.

Evlenmek için birinci ve en önemli şart buydu. Okuyup adam olunacak, elin ekmek tutacak, yoksa kız evine ne yüzle gidilecek?

İkinci şart ise annemin “sırayla evlenilecek, sırayı bozdurmam” talimatıydı. Sıra doğal olarak büyükten küçüğe doğru ilerleyecekti ve ben son sıradaydım. Bana ne zaman sıra gelecek derken, “kaldı üüüüçç” dediğimde on dört, “nihayet geldi sıra” dediğimde ise yirmi beş yaşındaydım.

Şansımdan elin ekmek tutmasıyla sıranın bana gelmesi aynı zamana denk gelmişti. O an gelmişti ancak evlenme iki kişiyle yapılabildiğinden ben vardım ancak diğeri yoktu. Fakülte yılları ve sonrası da bir kapıyı kırk kere çalanlardan olduğumdan, kapıyı da açan olmadığından elde var sıfırdı.

İşyerinde ise son on yıldır yeni personel alınmadığından evlenilecek nitelikte kimse yoktu. Yolda ve otobüs durağında kimseyi çeviremeyeceğime göre çaresiz aile büyüklerinin ön ayak olmasıyla görücü usulü evlenmeye razı olduk.

Sistem şöyle işliyordu: kız ve erkeğin ortak tanıdıkları aracı oluyorlar, erkek tarafı bir heyetle kız tarafını ziyarete gidiyordu. Kız ve erkek birbirini beğenirse ki bu yetmiyordu asla, kızın ve erkeğin yakın akrabalarının da hem kızı ve erkeği hem de birbirlerini beğenmeleri gerekiyordu. Bu işlem gerçekleşirse aracılar vasıtasıyla beyan ediliyor, bu sefer de kız tarafı (kız hariç) erkek tarafını ziyarete gidiyor, nasıl birileri öğrenmeye çalışıyordu.

Bu aşama geçildikten sonra da kızın istenmesi, söz, nişan, şu alınacak bu alınacak kavgası, iki nişan atmaya tam teşebbüs, kıza kurbanlık koyun götürülmesi, bayramlık alınması, eşya- altın pazarlığı, düğün, kız ardına gidilmesi vs. devam ediyordu.

Biz ilk aşamayı gerçekleştirmek üzere iki kardeşim, annem ve aracı olanlarla birlikte komşu vilayete gittik. Eve girer-girmez salona alındık. Salon soğuktu ve pek oturacak yer de yoktu. Zira birkaç açılmamış beyaz eşya kolisi ve duvara yaslanmış rulo halde halılardan heyetimize oturacak yer kalmamıştı. Bunun üzerine oturma odasına alındık fakat tabi ki bu arada çeyizin kuvvetli olduğu konusuna da vakıf olduk.

Adet olduğu üzere pek de kısa sürmeyen nasılsınız faslı bitince ikram başladı. Muhtemelen aile büyüklerinden birinin yaptığı kahveler kız tarafından getirildi. O kadar insan arasında kıza pek bakamadım. Fakat kız iki saat içinde birer kahve, üçer bardak çay ve yanında tatlı tuzlu yiyecekler ve meyve servisini başarıyla gerçekleştirdi. O kadar hızlıydı ki ben kızın yüzünü bile göremedim. Zaten o ortamda da ancak yere bakılabilirdi. O da ben de yere baktık devamlı. Bu arada ben madem yere bakıyorum, bari ayak bileğine bakayım dedim. Bir yerde duymuştum önemliydi ayak bileği ama neresi ve nasıl önemliydi onu bilmiyordum. Bakayım da sonra öğrenirim, dedim. Kafamı kaldırınca kızın babasıyla göz göze geldik. Ben kızarmış olacağım ki kızın annesi babayı başka bir koltuğa oturttu.

Bu arada aracı olan kişi kıza sordu:

-Sen ne öğretmeniydin?

Cılız bir “fizik” sesi duyuldu. Kızdan duyduğum tek kelime bu oldu.

İkram faslı son bulduğunda vedalaşarak yola koyulduk. Bu arada bizim heyetten biri lavaboya gitme bahanesiyle göz attığı mutfakta bulaşık tepsileri gördüğünü, bu nedenle ikramların ev yapımı olduğunu bildirdi.

Bizim heyet kızı ve aileyi beğenmişti. Ancak ben yeterli veri elde edemediğimi, bu halimle bu kızla evlenemeyeceğimi, kızla bir yerde baş başa buluşmak istediğimi söyledim. Fakat kız tarafı bu talebimi kabul etmedi, mevzuata aykırıydı, zamanla tanırsınız birbirinizi diyordu aracı olanlar.

Anlaşılan kız tarafı da vazgeçilmez bulmamıştı beni ve bir nevi maç sıfır sıfır bitmişti.

Hiç yorum yok: