ETLE TIRNAK



Rivayet odur ki, ülkemize gelen yabancı heyetten biri sormuş:

-Yıllar önce babamın görevi nedeniyle Türkiye'ye geldiğimde de Demirel soyadlı biri vardı. Bu Demirel o Demirel'in nesi oluyor?

Yanıt:

-Kendisi oluyor!

Yıllarca aynı kişilerin siyasette kalmasını eleştiren güzel bir fıkradır bu. Evet, bir kısım liderler çocukluğumuzda girdiler hayatımıza ve daha yeni çıktılar ya da çıkmamak için çırpınıyorlar.

-Değişim şart!

Evet, şart. Ama ne tarafa doğru değişim. Örneğin sıkılmışsak aynı kişilerden tabi ki şart. Ama iyiye doğru. Ne yalan söyleyeyim ben şimdiden aramaya başladım eskileri.

Bir kampanya yürütülüyor. Aklımda kalan ne bir cümle var ne de güzel bir laf. Oysa, örneğin Demirel bir şey söylese, inanmasanız da yalan da olsa aklınızda kalır.Yüzünüzdeki gülümseme kazanç hanenizdedir.

Kısırlık sadece siyasi söylemlerde değil, köşe yazılarında, spor yorumunda, ülkenin belli konularında da aynı laflar. Hiç bir etkisi olmayan, klişe, öylesine söylenmiş. Sözün değeri olmayınca silah ne dediyse o kalıyor akılda.

-Etle tırnak gibiyiz, kız almışız, kız vermişiz, bölemezler!

Kız almasak da Ahlat Bastonu, Bitlis Tütünü veya Siirt Battaniyesi alsak bölebilirler mi? Ya da alıp verdiğimiz kızlar boşansa?

Yok mu bizi bir arada tutan, birleştiren başka şeyler? Oysa her gün birşeyler yaşanıyor.

-Kırk altı ruhu bana birşey anlatmıyor!

Bunu ""kırkaltı ruhunu" dilinden düşürmeyen birine söyledim. Tabi ki kırkaltıda yaşananları biliyorum, okudum. Fakat bilmekle görmek ve yaşamak aynı şeyler değil. Ben altmış ihtilalinden dört yıl sonra doğdum. Yirmiyedi mayısı bayram olarak kutladık lise ikiye kadar. O nedenle bana bir şey anlatmaz kırkaltı ruhu denmesi.

Çok partili hayat, demokrasiyi anlamak için bana başka söylemler gerek. Onun gibi, kız alıp vermek de artık birlikteliği anlatmaya yetmez. Kız almak deyimi bile söylendiği zamandaki gibi değil. Belki kadın dernekleri ve hareketleri bile karşı çıkar bu almak vermek deyimine. O nedenle başka söylemler bulmak lazım, yaşanmışlıkları anlatmak, aktarmak gerek.

Şimdi, yıllar önce kayınpederi kaybetmişiz. Evin önü kalabalık. Oradan geçmekte olan yaşlı bir adam sordu birine, öğrendi. Dosdoğru tabuta yöneldi:

-Kaldıralım bunu, günahtır!

Biraz dikkatli bakınca çıkardım yaşlı amcayı. Kayın pederimin tesadüfen yoldan geçerken tanıdığı, her yıl odunlarını böldürdüğü doğulu yaşlı amca. Kayınpederim çok severdi bu amcayı, bu yaşında çalışıyor, kimseden bir şey istemiyor, diye. İşini de çok iyi yaparmış. Çalışırken de ona çok iyi bakardı kayınpederim.

-Aman yemeğini unutmayalım. Çay yap amcaya!

Bildiğim kadarıyla cenaze ne kadar çabuk kaldırılırsa o kadar makbul. Özellikle doğuda, bu nedenle gece bile gömülür cenaze. Batıda ise namaz beklenir. Yaşlı amca o nedenle bir kaç defa daha teşebbüs etti cenazeyi götürmeye. İnançları çok güçlüydü ve kimseye de sormuyordu. Doğrudan eyleme geçiyordu. İtiraz etmesek tek başına götürecek cenazeyi camiye. Çünkü bekledikçe günahları artıyor ölen kişinin.

Doğulu Yaşlı Amca, bekledi bizimle birlikte. Öyle televizyondakiler gibi kara gözlükleri yoktu, sahte gözyaşları da, dedikodu edecek arkadaşları da, dedikodu etmeye niyeti de. Tek başına bekledi, tabutu üzüntülü bakışlarıyla süzdü:

-İyi adamdı!

Ağzından duyduğumuz tek cümle buydu. Bekleyen akrabalar ve kayınpederin kahve arkadaşları için de merak konusuydu bu amca. Evde, kahvede, pazarda birlikte gören olmamıştı.

Vakit yaklaştı. Bir doğal önderin cümlesiyle program tamamen değişti:

-Ula bi Şeref Abemizi götüremecez mi?

Kim itiraz edebilir ki? Yani bazı şeyleri herkes ister de söylemek herkesin harcı değildir. Bir arkadaşı söyledi, iyi oldu. Arabayla gitmesi planlanan cenaze eller üzerinde gitti camiye, mesafe uzak olsa da. Sonra gelip aldık, camiye götürdük arabaları.

Cenazenin eller üzerinde gitmesi şöyle; herkes iki taraftan tabutun önünden tutuyor, her gelenle birlikte arkaya düşüyor ve sıradan çıkıyor. Sonra tekrar önden sıraya giriyor. Bu durum artık kanıksanmış, yazılı olmayan bir kural, iç güdüsel olarak uygulanıyor. Doğulu yaşlı amca dışında. Amca nereli, oranın adeti gelenekleri ne bilmiyoruz. Zira amca tabutu önden tuttu, geriye doğru gitmiyor, tabutu bırakmıyor. Kalabalık alışkanlıklarının bozulmasından şaşkın, daha doğrusu bu yeni durum karşısında ne yapacağını bilemiyor.

-Amca, biraz da biz tutalım!

-Ben bırakmam, siz öbür taraftan tutun!

Alışkanlıklar tamam da amcanın yaşı gereği o kadar yolu tabut taşıyarak gitmesinden endişeye düştük. O ise kararlı, tabutu bırakmıyor.

Sonuçta bir şekilde camiye vardık. Amca, mezarlığa da geldi, sonraki dini vecibelerin yerine getirilmesinde de hep vardı. Herkesin de aklında kaldı, kayınpederimin cenazesindeki davranışları. Beni de çok düşündürmüştür. Nedir bu iki kişi arasındaki iletişim, sevgi, saygı. Bir odun kesme işi, verilen yemek, içilen çay açıklar mı bunu?

Yıllar sonra bir filmde de izledim, en azından olduğunu da biliyoruz; halkı birbirine düşüren, iç savaş çıkartan kışkırtıcıları.

Evet, bir iç savaş çıkarmaya uğraşan, bir Sabra Şatilla Katliamı yaptırmaya çalışan kışkırtıcı beyler ve onların patronları; Bosna'da komşuları birbirine kırdırmayı başarmış olabilirsiniz. Fakat burada işiniz zor. Bu kız alıp vermeyle açıklanacak bir şey değil. İnsanlar bir şekilde farklılıklarıyla yaşamayı, birbirini sevmeyi başarmışlar. Bunca gelen cenazeler ve kışkırtmalara rağmen. İşiniz zor!

1 yorum:

Eftal Gezer dedi ki...

Çok etkileyici bir yazı olmuş.