İDDİALI BİR YAŞAM

-Bu mahalleyi ben kurdum!



Bunu söyleyen, öğrenci evimize askıyla çay servisi yapan yandaki kahvenin garsonuydu. Neden eve getiriyordu, derseniz, ev zaten kahve gibiydi. Salonda king oynayan dört, seyreden altı kişi, antrede ohel oynayan dört seyreden yedi kişi. Neredeyse kahveden kalabalıktık. Seyirci sayısının fazlalılığı evdeki oyun oynamaya elverişli masanın azlığındandı.

Kahvenin garsonu Jet Salih’in mahalleyi kurma iddiası, mahallede birkaç evin inşaatında çalışmasından kaynaklanıyordu. Olsun, iddialı olmak güzeldi. Bulmuşsun dinleyecek bir sürü öğrenciyi, konuş gitsin bir şehir plancısı veya bir belediye başkanı kıvamında:

-Bu mahalleyi ben kurdum!

Öyle inandırıcı öyle etkili konuşuyordu ki, elinde çay askısı olmasa inanacağız şehir plancısı veya belediye başkanının konuştuğuna. Hatta bazı arkadaşlar onun on iki eylülde işsiz kalmış bir mimar olduğunu, o nedenle kahvede çalıştığını sanmışlar. 

Örneğin Jet Salih’in bir sözü daha vardı ki hala çözülebilmiş değildir:

-Karı koca öğretmen, kendi doktordu!

En mantıklı olasılık öğretmen olan eşlerden birinin doktora yapmış olması ama hala gerçeği bilmiyoruz, arıyoruz.

Jet Salih’ten mi miras kaldı bilmiyorum ama severim iddialı konuşmayı.

-Kağıt toplama mesleğinin ilklerindenim. 

-İlk çevrecilerden biriyim, insanlar ziraatta temiz bir ortamda piknik yapabiliyorsa sayemizdedir.

-Profesör olacak çocuk, salyangoz toplamasından belli olur.

Bu kadar iddialı konuşma cesaretini veren şey aslında bir olumsuzluk; parasızlık. Şimdi bu iki nedenden olur: kaynakların ihtiyaçlardan az olması, ya da kaynaklarla isteklerin aynı zamana rastlamamasından. 

Evet, kaynaklar ihtiyaçlardan azdı. Belki çok ciddi bir planlamayla sürekli kısıtlı ama daha az parasız yaşanabilirdi. Fakat o zaman da asla belli şeyler mümkün olmazdı. Bu nedenle biz bazı şeyleri kaynaklarımızın az olmasına rağmen yaşayıp daha çok parasız kalmayı tercih ediyorduk. Bazı şeyleri yaşamış oluyorduk bu sayede. Bunu en iyi bizim Adnan anlatıyordu:

-Siz bir gün, “bana bir blady mary, buz atmayın kadehi soğutun lütfen” diyorsunuz, kalan onbeş gün ise mezar kazıyorsunuz altın diş bulmak için!

O kadar olmasa da benziyordu halimiz. Paramız gelince lokantalardaydık. Elimiz de açıktı. Kahvede çaylar bizdendi, lokanta da ise her an kasaya koşmaya hazırdık. Bilardo masasında ise sıranın kendisine gelmesini beklerdi seyirciler, biz bırakırsak istekaları. Bu ara Laz Bülent uyarısını yapıyordu:

-Şimdi kralsınız da birkaç gün sonra düşer gardınız, sefil fareler!

Dünyada miktara dayalı tüketimi de ilk biz başlattık belki de:

-Abi, şu kadar paramız var, o kadarlık bilardo oynayacağız, süre bitince haber ver, cümlesi bize aitti.

Yıllar sonra yine ben bir taksiciye son paramı vermiş:

-Beni bu kadarlık götür, gerisini yürüyeceğim, demiştim.

Gelelim şu çevrecilik, kağıt toplama işine. Şimdi ekim-kasım aylarında kış hazırlığı başlar. Beş yüz kilo odun alırız. Tahminen şubat civarı odun biter. Önce sıra portakal sandıklarına gelir. Hani her yıl okulun başladığı günlerde alıp kağıtla kapladıktan sonra kitaplarımızı içine sıraladığımız portakal sandıklarına. Eh odun bitmiş, portakal sandıkları da yakılmış. Daha yakılacak bir şey kalmamış. Tamam, sürekli okulda kahvede vakit geçiriyoruz ama evde de soba yakılması gereken günler var. Yıllık beş yüz kilo odun istihkakımız da bitmiş ve sınav dönemi. Ne yapacağız? 

Evimize yakın bir piknik yeri var. İnsanların sorumsuzca attıkları kağıt, naylon parçaları, ağaçlardan kırılıp düşmüş dal parçaları. Birkaç çuval topladıktan sonra onları yakarak ısınırdık ve bittikçe tekrar gider toplardık. İnsanlar bilmezdi piknik yeri neden bu kadar temiz hala, bunca attıklarına rağmen.

Profesör olacak çocuğun salyangoz toplamasına gelince. O zamanlar sürekli ilanlarla insanları salyangoz toplamaya teşvik ediyorlardı. Ev arkadaşım, kaynak yaratmak amacıyla “ben bulurum, bu havada çıkar salyangozlar” diye evden çıktıktan sonra üç salyangozla geri dönmüştü. Arkadaşım, profesör olacak kadar mesleğinde ilerlemiş ama üç tane bulabildiği için salyangozdan anlamadığı anlaşılmıştır. Üç salyangozun peşinde yağmurda dolaştığı için bir hafta hasta yatması da cabası. Bir başka profesör olan arkadaşımın evinde bir gece kalınca da halime şükretmiş, en soğuk öğrenci evinin bu arkadaşın kaldığı ev olduğu, iddiasını ortaya atmıştım.

Yeri gelmişken bir başka iddiayı daha ortaya atayım:

-Benimle hem liseyi hem üniversiteyi okuyan profesör olur!

Liseyi ve fakülteyi birlikte okuduğumuz üç arkadaştan ikisi profesör oldu, yetmez mi?

Yine başka bir iddia:

-İki yarım bir tam etmez ya da lokantada iki az porsiyon bir tam porsiyon etmez!

Bir arkadaşımız lokantaya gider, önce az kuru az pilav, daha sonra bir az kuru az pilav daha söylerdi. Lokantacının torpili sayesinde iki az yaklaşık bir buçuk porsiyona denk gelir, arkadaşım anca doyardı.

Alın size bir başka iddia: 

-Tuvalette ilk devamlı müşteri indirimi bize uygulanmıştır!

Öğrenci evimizi dağıttıktan sonra sınav dönemlerinde bir arkadaşımın yanında kalıyordum. Evinde diyemiyorum çünkü arkadaşım bir dükkanda kalmaktaydı. Bir lavabo, bir somya denen tek kişilik karyola ve bir yer yatağı ile birkaç mutfak malzemesinden müteşekkil bir ev, pardon dükkan. Yeme, içme, yatma kolaydı da tuvalet işi zordu. Bu ihtiyaçlar için yakındaki bir camiye gidiyorduk. Oradaki görevli de her seferinde hatırlatıyordu indirimimizi:

-On beş ama siz on kuruş verin, ne de olsa devamlı müşterisiniz!

Hiç yorum yok: