Uzun yıllar önce. Diyarbakır’dan
Adıyaman’a gidiyoruz. Nemrut Dağına çıkacağız. Otobüs yirmi dakika mola verdi.
Mola verilen yer ne bir dinlenme tesisi ne de bir şehir garajı. Bir köy meydanı.
Fakat kalabalık. Hem insan hem de araba kalabalığı. İnsanlara ve araba
plakalarına bakılırsa yurdun dört bir yanından gelmiş insanlar.
Doğuya yeni gitmiş biri olarak
şaşırttı beni bu kalabalık. Zira ne bir doğal güzellik var ortada ne bir tarihi
eser ne de bir göl, deniz, şelale. Merakım iyice arttı. Baktım insanlar
meydandaki dükkanlardan çıkarken kafalarındaki takkeleri değiştiriyorlar.
Girdim dükkanın birine sordum:
-Bu insanlar neden geliyor
buraya?
Şaşırma sırası dükkan sahibi ve
içindekilerdeydi:
-Siz… Efendimizi duymadınız mı?
-Hayır, o efendini hiç duymadım!
Bakışlar birden sertleşti. Bense
merakı iyice artmış bir halde birden hareketlenen kalabalığa karıştım. Baktım
cami ile ev arasında görevliler kordon oluşturmuş kalabalığı engellemeye
çalışıyorlar. Açılan koridorda, tarihi filmlerdeki gibi iki izbandut adamın
önünde bir yaşlı adam iki büklüm ilerliyor.
Aslında öyle bir yer duymuştum.
İnsanlar içkiyi bırakmak için gidiyorlardı. Öğrendim ki bu köy Menzil Şeyhinin
ikamet ettiği köymüş. Aslında başka yerdenmiş 12 Eylülden sonra buraya
yerleşmiş. Kalabalık da Türkiye’nin dört bir yanından gelen müritleriymiş. Müritlerinin
aylarca kaldığı halde göremediği şeyhi ben yirmi dakikalık molada görebilmiştim.
Bu olay o zaman da dikkatimi
çekmişti. Aynı ülkeyi aynı şehri aynı mahalleyi aynı okulu aynı işi paylaşsak
da birbirimizi tanımıyoruz. Ben ilk Ermeni’yi askerde gördüm. Hem acemilik hem
de usta askerliğim sırasında birer tane. Bu yaz gittiğimiz Bozcaada’da sadece beş
Rum ailenin kaldığını öğrenen biri rehbere sordu:
-Onları nerede görebiliriz?
Gitmediğim sadece üç il kalmasına,
yılda bir zamanlar yirmi bin kilometre yol yapmama, aylarca kalmama, insanlarla
konuşmayı sevmeme rağmen insan çeşitliliği konusunda çok cahilim. İnternettin
yaygınlaşmasından sonra yavaş yavaş insanlar kendi geleneklerini kültürlerini
paylaşmaya başlayınca biraz cehaletimizden kurtulmaya başladık ama tabi ki çok
yetersiz.
Benim gibi okuyan, gezen, meraklı
biri bu haldeyse diğer insanlar ne alemde kimbilir? Uzağa gitmeye gerek yok. Birkaç
yıl önce baktım evde doğululara karşı medya ölçüsünde bir bakış var. Aldım
götürdüm Diyarbakır’a. Üç hafta Elazığ, Mardin, Batman, Hasankeyf gezisi, bol
insan, bol yemek, bol kültür. Sonuçta kalmadı hiçbir önyargı. Nitekim
geçenlerde oğlum Ahmet Kaya hakkında sunum hazırladı. Gelen tepkilere de çok
üzüldü. “Onlar da tanısalar bu kadar önyargılı olmazlar”, dedi.
Tabi ki herkes birbirinden
haberdar. Birbirini biliyor. Sonuçta Müslümanlık için bile yüzde doksan dokuz
buçuk deniyor. Peki, nasıl tanıyor? Ölüm haberleri, tarihi katliamlar eşliğinde
anlatıldığı kadar tanıyor. Arada ağızdan bir şeyler kaçtığında anlaşılıyor ki bilinçaltında
başka şeyler tazeliğini koruyor.
Evet, hepimiz kalın duvarlar
arkasında yaşıyoruz. Duvarın öte yanında birilerinin olduğunu biliyoruz ancak
hem duvar yüksek hem de duvarın öte yanındaki de belki istemiyor aşılmasını.
O halde duvarları yıkmak
birbirinden her şeyiyle haberdar olmak, varlığından rahatsız olmak yerine
kaynaşmak, anlaşmak hatta önemli günlerini kutlamak gerekiyor.
Evet, devlet büyüklerimiz,
aydınlarımız, arkadaşlarımız yıkalım duvarlarımızı!
1 yorum:
Çok güzel bir paylaşım olmuş ellerinize sağlık,şaşırdığım kısım ise okadar yol yapıp farklılıklar olarak karşımıza dayatılan farklılıkları bilmemeniz,bence bu siizn herkesi bir görmenizden kaynaklı.
Düşünmek ve Paylaşmak
Yorum Gönder