Geçenlerde de söylemiştim; “orta
yaş, insana bazı doğruları kendi gözleriyle görmesine fırsat veriyor” diye.
Hızla akıp giden yıllar, yaşanan olaylar, çocukluğunuzda size söylenen ve/veya
anlatılan bazı şeyleri test etme, doğru olup-olmadığını anlamaya yardımcı
oluyor. Bugün geldiğim yerde; “en doğru olan, insanın kendi doğrusudur”diyorum.
Peki, doğruyu buldun diyelim, ne
yapacaksın bu doğruyu? Sana dayatılan, sürekli pompalanan ve çeşitli metotlarla
kafana doldurulmaya çalışan yanlışlardan korumak için kullanacaksın.
Efendim, tarihte ender rastlanan
hava yolları grevine yakalanmışız. O nedenle otobüsle dönüyoruz İzmir’e. Yol
uzun ve daha başındayız. Diyarbakır’dan kalktık Siverek Garajından yolcu
alıyoruz.
Siz hiçbir folklor ekibi
kıyafetli birini gördünüz mü hayatta? Öyle oyununu oynayıp birazdan atkuyruğu
saçlarını arkaya atıp önünüzden dar blucini ile geçecek birini değil. Gerçek
hayatta o folklor elbisesini hala giyen birini; üç etekli bir kadını. Burnunda
da hızması. Hayır, oynamıyor.
Kucağında bir çocuğu, diğerleri ve kocasıyla
eşyalarını bagaja yerleştirmeye çalışıyor. Yol uzun, gidilecek yerde kalış
süresi de uzun ki neredeyse evi götürüyorlar. Şoför ise kocasına fenerin gazını
boşaltmasını söylüyor ki yolda bir
yangına sebep olmasın.
Çok değil bundan yirmi yıl önce folklor
elbiseli bir kadın, kocası ve çocukları ile bir gaz lambası ışığında pamuk
toplamaya gidiyor.
***
Aradan yıllar geçiyor ve ben uzun
bir doğu görevinin ardından Bodrum’da kısa sürecek bir başka göreve gidiyorum.
Bu sefer yalnız değilim, eşim ve oğlumda benimle gelecek ve tatil yapacaklar
kısmetse. Söke’deki kardeşime uğramışız, otobüsle geçeceğiz Bodrum’a. Şansa
bakın ki o saatte tek araba buluyoruz o da Diyarbakır’dan gelen Öz Diyarbakır
otobüsü.
Otobüs dolu. Fakat Milas’ı biraz
geçince yarısı boşalıyor. Zira Bodrum Havaalanı inşaatında çalışmaya gelenler
için yolculuk sona ermiş bulunuyor. Biz tatile gelenlerle yola devam ediyoruz.
Evet, otobüs yolcuları toplumun
bir aynası. Aynı otobüsle, aynı anda, aynı yere gidiyorlar ancak yarısı
çalışmaya yarısı tatile. Yarısı para kazanmaya yarısı da para harcamaya.
Bölgedeki gelir dağılımı adaletsizliği
ilk gözüme çarpan şey olmuştu. Yollar güzeldi ancak araba yoktu fazla. Olan da
en iyisiydi. Tek tük gördüğümüz orta halli arabalar ise memurlara aitti. Ağzına
kadar dolu lüks restoranlar da cabası. Toprak dağılımı aşırı orantısızdı. Ceranla
toprak sahibi ilişkisi ülkenin diğer yerlerine göre son derece adaletsizdi. Vatandaş,
din baskısı, aile baskısı, töre baskısı altında eziliyordu.
Daha geçenlerde Ankara
yakınlarında Kızılırmak’tan geçmeye çalışan birileri suya kapıldı. Çalışmaya gelmiş,
derme-çatma naylon barakalarda kalan Güneydoğulu vatandaşlar. Binlercesi
yollarda kamyon kasalarında telef oluyor ekmek parası peşinde. Antalya’da
otellerde, Ege’de pamuk tarlalarında, Karadeniz’de fındık bahçelerinde ve ta
Edirne’ye kadar inşaatlarda ekmek parası peşinde koşan milyonlar.
Bir zamanlar “ağalara karşıyız”
diye ortaya çıkıp şimdi onlarla bir olan birileri de onları pasaportla gönderme
peşinde inşaatlara, fındık bahçelerine, pamuk toplamaya ve otellere. Kah “anadilde
türkü dinlemek”, kah “anadilde eğitimdir seni kurtaracak” diyerek.
Benimse aklım karışık. Oğlumu,
anadili dışında eğitim alsın da daha kolay iş bulabilsin diye özel okulda
okutuyorum, maaşımın yarısını vererek. Sadece Kürtçe bilen biri nasıl iş
bulacak onu bilemiyorum.
Son Van Depremi de gösterdi ki;
hayat, tek başımıza mücadele edemeyeceğimiz kadar zor. Hele hele deprem gibi
felaketler, bölünerek değil birleşerek ancak baş edebileceğimiz kadar büyük
felaketler. Tabi ki çok büyük sorunlarımız var çözülmesi gereken; iş, aş,
kimlik, dil, gelir dağılımı vs. Hepsini çözeriz, ama nasıl?
Ne demiş şair; kurtuluş yok tek başına!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder