Fakülteden hocamla bir yolculukta yan yana oturunca, sohbet
ister-istemez “nereden nereye” mevzuuna geldi. Ben:
-Hocam ben parasız yatılı okudum. Ailemden küçük yaşta ayrılmak, okulun
katı kurallarına uymak çok zor geldi bana!
Hocam:
-Ne kadar şanslısın. Biz hep size özenirdik. Zira okuldan sonra sıcacık
bir yurda gidiyorsunuz. Hem temizlik derdiniz yok hem de yemeğiniz hazır, çamaşırınız
da yıkanıyor. Bizim öyle mi? Köyden bir kaç arkadaş kasabada tutmuşuz. Odun
bulursak sobayı yakıyoruz. Ondan sonra yemek pişiriyoruz. Vakit kalırsa da ders
çalışıyoruz!
Hocamı dinleyince utandım. Evet, biz onlardan şanslıydık, onlar da başkalarından.
Mesela Erdinç’ten. Erdinç, evin en büyük oğlu. İlkokulu bitirince babası
hevesle onu kasabada ortaokuluna yazdırıyor. Her sabah köyün arabası ile okula
gidiyor, akşamına da dönüyor. Erdinç de babası da gelecekten son derece
umutlular.
Fakat bir süre sonra yol parası aileye fazla gelmeye başlıyor ve babası
onu okuldan almak zorunda kalıyor. Onunsa okumak içinde ukde kalıyor. Bir akşam
sofrada soruyor babasına:
-Yol parası bulsak beni okula gönderirsin değil mi baba?
-Tabi oğlum, neden göndermeyeyim? Ben de çok istiyorum seni okutmayı!
Erdinç hemen düşünüyor, nereden para kazanırım diye. Bakıyor köyün yaşı
büyük gençleri eşekle odun götürüp kasabada satıyorlar. O da başlıyor eşeğe
odun yükleyip kasabada satmaya. Kazandığı parayı da naylona sarıp bir zeytin ağacının
dibine saklıyor.
Gel zaman git zaman birkaç yıl içinde yol parasını biriktiriyor Erdinç.
Okulların açılmasına yakın bir akşam parayı yanına alıyor ve yemekte babasına
soruyor:
--Yol parası bulsan beni okula gönderirsin değil mi baba?
-Tabi ki!
-Al o zaman, ben okumak istiyorum!
Baba verdiği sözü tutuyor. Aile elbirliği ile Erdinç’i okutuyor. Önce
ortaokulu, sonra liseyi ve ardından da üniversiteyi bitiriyor. Fakat bütün
bunlar olana kadar memur olabilme yaşı doluyor Erdinç’in. Başka iş de bulamıyor.
Fakülte bitirmiş biri olarak köyde barınması zor. Zaten az olan
toprakları babası kardeşleriyle birlikte işliyor ve kıt kanaat geçiniyorlar. Ondan
dolayı onun şehirde başka iş bulması gerekiyor.
Bir okulda müstahdem olarak çalışan kuzeni aracılığı ile tanıdım ben onu.
Geceleri okulun bir odasında kalıyor, yemekleri okulun kantininde
pişiriyorlardı. El ayak çekildikten sonra da sınıfları birlikte süpürüyor,
sobalara odun ve kömür dolduruyorlardı.
Yaşı benden bir hayli büyük olmasına karşın çok iyi arkadaştık. Benimle
fakülteyi okuduğum şehre de geldi bir seferinde. Arkadaş çevrem de çok sevmişti
Erdinç’i. Birlikte iş baktık maalesef bulamadık. Çaresiz kasabaya, kuzeninin
yanına döndü. Arada sırada bulduğu iş sayesinde kazandığı üç-beş kuruşla
yaşamaya çalışıyordu. Kazandığının bir kısmını da daima “naylona sarıp zeytin
ağacının dibine koymaya” devam ediyordu.
Mütevaziliği, sıcakkanlığı nedeniyle kasabanın Erdinç Ağabeyiydi o.
Herkes bir iş bulabilmesi için uğraşıyordu. Sonunda bir arkadaşın çalıştığı
otele bel boy olarak girdi. Şimdiye kadar ki en uzun işi de bu oldu.
Onun işi, benim işim derken eskisi kadar haberleşemez, birbirimizi
göremez olduk. Fakat ortak dostlarımız sayesinde sürekli, haberleşiyorduk. Bir
gün, birikimleriyle bir minibüs aldığını ve turist taşımacılığına başladığını
duyunca çok sevindim. Nihayet otel lojmanından kurtulacak, kendine ait bir evi
olacak, belki de bir yuva kuracak ve çoluk-çocuğa karışacaktı.
Kısa bir süre sonra aldığım acı haberle yıkıldım. Kansere yakalanmış ve
kısa sürede göçüp gitmişti bu dünyadan. Yaşama tutunma çabası, “naylona sarılı
olarak zeytinin dibine gömdükleri” ona bir yuva kurma, çoluk-çocuğa karışma ve
ömrünün sonunda mutlu bir emeklilik olanağı vermemişti.
Denize ulaşamadan ölenler, sadece Caretta Caretta’lar değil anlayacağınız!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder